• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Özgür, Asabi ve Çapkın

Televizyon ekranlarındaki üç reklam kampanyasında izlediğimiz üç genç, yeni kuşağın düşünce yapısını, davranış kalıplarını ve duygu dünyasını ele veriyor.

Bir ülkenin yönelimlerini, tutkularını, zaaflarını mı öğrenmek istiyorsunuz: Reklamları izleyin! Reklamcılar, sürekli toplumun nabzını tutmak zorunda oldukları için sokağı iyi izliyorlar. Sokaktan aldıkları kokuyu da bir ürüne bulayıp, sokağa iade ediyorlar. Ancak bu süreç, düz bir alışveriş şeklinde olmuyor çoğu zaman...
Bazen marjinal bir eğilimi bütün topluma atfedebiliyor, bazen hassas bir duyguyu alakasız bir ürüne indirgiyor, kimi zaman da abartıyor veya çarpıtıyorlar.
Ancak sonunda ortaya çıkan reklam, izleyiciye hayata dair bir şablon sunuyor.
Bu anlamda reklama, yalnızca reklamverenin ürününü değil, bir yaşam biçimini de pazarlıyor.
1940'ların “Tutumluluk vaaz eden" reklamlarıyla 1970'lerin "Eski çoraplarınızı atın..." kampanyasını karşılaştırdığınızda 30 yıl içinde tüketim alışkanlıklarının nasıl şekil değiştirdiğini görebiliyorsunuz.
Ya da "Büyükbabanızı en son ne zaman ziyaret ettiniz, ne zaman çimlere basıp, yağmurda ıslandınız" diye soran bir reklam, dedesiyle aynı evi paylaşan kuşakların sona erdiğini, kentleşmenin hızlandığını haber veriyor.
Bize hangi markayla fark edileceğimizi bildiren reklamdan, giyinmenin bir statü göstergesi haline geldiğini anlıyoruz; mutfakta hazır yemek pişiren bir erkek, aile içi yeni görev dağılımının sinyalini veriyor; "Daha daha ne alsak" diye soran bir başkası, tüketim salgınının vardığı noktayı vurguluyor.
Bu anlamda bir ülkenin tarihini reklamlar üzerinden yazmak mümkün.
Hatta reklamlara bakıp, o ülkenin geleceğini kestirmek de mümkün.

"BEN ÖZGÜRÜM!"
İşte son dönemde ekranda gördüğüm üç reklam kampanyasındaki üç genç, ürünlerden bağımsız olarak yarının eğilimlerine projektör tuttuklarından dolayı önemli göründü bana. Üç gençten ilkini bir süredir reklam panolarında, televizyon reklamlarında ve klip programlarında izliyorsunuz.
Gözalıcı bir kız bu...
İnce narin yüzü, gök rengi sıcak bakışları, sevecen gülümsemesi, puslu ve iddialı sesi ile özgürlük çağrıştıran bir güzelliğe sahip...
Tipinin hiç de uyuşmadığı bir coğrafyada görüyoruz onu... Hiç gitmediği yerlerde... Kamyon ve trenlerde... Uzak kıraç tepelerde...
Aslında reklam, bir klip olarak tasarlanmış; yerel öğelerle bezeli ritmik bir parça, harika bir doğal fonda çekilmiş, ustaca montajlanmış.
Bu müziğin ve klibin kısaltılmış bir versiyonu reklam olarak kullanılıyor.
Burada "özgür kız", "şarkı sözlerinin dışına çıkarak" kendisine bu "özgürlüğü sağlayan" kartın adını veriyor.
Böylece kartın adı, bir özgürlük şarkısıyla bütünleşiyor.
Çok ustaca düşünüldüğü belli.
Türkiye, bu klipteki kuşakla yeni tanışıyor.
Özgürlüğü, cep telefonu ve kredi kartı sanıyorlar; yani "serbesti" ile karıştırıyorlar. Anneleri “Yalnız mısın" diye sorunca "Maalesef” diyebiliyorlar. "Para mı, saadet mi" diye soran anketlerde paradan yana tercih koyuyorlar.
İşte o kuşağın şarkısı bu...
Defosu; özgürlük gibi insanoğlunun gelmiş geçmiş en uzun koşusunu, bireysel satın alma gücüne -hatta avuç içindeki bir karta- indirgemesi...
...tabii bir de "Ben özgürüm" şarkısını söyleyen klipteki güzel kızın, iki dakika sonra reklam filminde aynı şarkıyı bir kart için tekrarlayıp "şarkısının pek özgür olmadığını" itiraf etmesi...

"ANTRENMAN"
İkinci reklam da esprili. Bu kez Atina'da çıtır Yunanlı kızlarla kırıştıran genç bir basketçi var ekranda...
Tam "iş üzerindeyken", cep telefonundan sevgilisi arıyor.
"-Antrenmandayım. Ben seni birazdan arayayım mı..." diye soruyor
bizimki...
Ve karşıdan "Ben de antrenmandayım" yanıtını alınca vurgun yemiş gibi oluyor.
Bu reklamda beni etkileyen, telefon hattının iki ucundaki iki gencin, kendilerini çevreleyen yerleşik kuralları hiçe saymaktaki cesaretleri oldu.
Türk-Yunan yakınlaşmasının spor alanındaki temsilcisi sayılan bir basketbol oyuncusunun sporculara neredeyse yasaklanan "safahat"i, reklam unsuruna dönüştürebilmesi işin bir yanı... ikinci yanı ise açıkça "ihanet iması" yapan bir reklamda sevgilisiyle birlikte çekinmeden rol alabilmesi...
Bu da genç kuşakta filizlenen yeni etik anlayışın işaretini veriyor bize...
Gelmiş geçmiş bütün kuşakların üzerine titrediği değerlerin, alay konusu yapılabildiği bir dönem başlıyor.
...Tabii bedeli karşılığı...

MEMOLİ' NiN FISTIK'I
Ve Memoli...
Ben bu ismi ilk kez 12 yaşındaki yeğenimden duymuştum. Kısa zamanda, onun, ergen yaştakilerin yeni kahramanı olduğunu fark ettim.
Yeğenimin bütün odası Memoli resimleriyle kaplıydı.
Genç kızlar, dizisinin yayınlandığı saatte ekrana yapışıyordu.
Ancak geçen hafta baktım, yeğenimin odasındaki resimler inmişti.
“Ne oldu Memoli’ye” dedim
" Onu artık sevmiyorum" dedi.
" Niye" diye sordum.
" Son reklamından sonra sildim" dedi.
Malum söz konusu kampanya geçenlerde "Memoli'nin hayatındaki fıstık kim" başlıklı sansasyonel bir soruyla başlamıştı.
Herkesin merak ettiği fıstık, çıka çıka bir internet paketi çımıştı.
Büyük bir medya grubuna ait ürünün reklamında asabi Memoli, "hayatındaki fıstığı öğrenmeye çalışan" magazin muhabirlerini adeta azarlayarak uzaklaştırıyordu.
" Bu bir reklam... Gerçek değil ki dedim yeğenime...
" Olsun, bence bizi aptal yerine koyan bir reklamda o oynamamalıydı" dedi.
Kahramanını, reklamda da aynı kahramanlıkta görmek istiyordu.

BEN DE ÖZGÜRÜM!
Dedim ya; reklamlar bize yaşadığımız ve yaşayacağımız dünyadan işaret veriyorlar. Bir yaşam biçimini pazarlıyorlar.
O halde ben de sormakta özgürüm...!
Biz pazarlanan bu yeni hayatı almaya hazır mıyız?
Ya gençler...?
Onlar, tanıttıkları üründen alanlara, yanında bu yeni hayatı da sattıklarının farkındalar mı?


Can Dündar...
 
Top