Çoğu zaman tartışılmıştır, “Osmanlıca” mı, yoksa “Osmanlı Türkçesi” mi diye. Hem bu konuya biraz değinmek hem de Osmanlı dönemindeki dil özelliklerini biraz açmak gerekiyor. Çünkü bugün bile o dönemin dilini öven, onlar gibi konuşmaya çalışan kişiler / gruplar var. Kendine bile hayrı olmayan insanların, “nur”undan nasiplenmek isteyen ve alâkasız bir şekilde bunu Osmanlıca ile yapmaya çalıştıklarını görmek, beni düşündürüyor.
Türk tarihi, maceralarla ve kahramanlıklarla doludur. Başka toplumların tarihlerine bakarsanız, hiçbir toplumun Türkler‘inki kadar büyük ve köklü bir tarihi olmadığını görürsünüz. Osmanlılar dönemi de uzun süre dünya tarihinin seyrini değiştirmiş bir dönemdir. Fakat bu dönem üzerinde sonradan birçok tartışma yaşanmış ve bu dönemi temel alan siyasi düşünceler bile oluşmuştur. “Osmanlıcı” fikir akımları çıkmış, yükselme dönemindeki gelişmelerin, dinî yaptırımlar (şerî kanunlar) ve esnek milli duruş sayesinde olduğunu düşünen insanlar çıkmıştır. Osmanlılar’dan önce pek görülmeyen bir duruş olarak, o dönemde şuna buna benzemek için öz kültürümüzden, dilimizden, milliyetimizden… vazgeçmiş, sonunda özümüze aykırı bu duruş nedeniyle tarihin tozlu sayfalarına gömülmüşüzdür. İşte bu yanlışlar içerisinde geçen dönemde oluşturulan dil de her ne kadar Türkçeden çok uzak olsa da, sonuçta uzun süre boyunca kullandığımız ve Türkçenin bir dönemi olarak saydığımız bu dönemin diline, “Osmanlı Türkçesi” demenin daha doğru olacağını düşünüyorum.
Konunun en başında şunu belirtmek gerekir: Osmanlılar, zamanında üç kıt’ada hâkimiyet kurmuş, birçok milletten toplumları bir arada huzur içerisinde yaşatmayı başarmışlardır. Devlet büyüklerine, dış devletler tarafından çok nadir dönemlerde Osmanlılar’daki kadar değer verilmiştir. 600 yıldan fazla sürede varlığını koruyan; fakat son dönemlerinde özünden oldukça uzaklaşan bu imparatorluk, dünya tarihine ve kültürüne çok şey kazandırmıştır. Bugünün tam tersi biçiminde Batı, çoğuna Osmanlı‘nın egemen olduğu Doğu’nun kültürünü almaya çalışmıştır. Elbette bunun nedeni, üstün başarılar ve milyonlarca km2‘lik alanı idare edebilmenin sırrına ermektir. Bugün hâlâ birçok toplumda “Osmanlı” denildiğinde bir korku uyanmakta, bu korkunun dışında büyük bir güç, güven, idare… akla gelmektedir.
Osmanlılar, birçok ulustan topluluğu bir çatı altında topladıkları için, doğal olarak o toplulukların dillerinden de etkilenmişlerdir. O dönemde, özellikle bazı devlet büyüklerinin Arapça - Farsça sevdası yüzünden, Türkçe bir köşeye atılmıştır. Öncesinden beri süregelen bu yabancılaşma neticesinde, önce Arap Alfabesi kabul edilmiş, daha sonra da Arapça - Farsça sözcükler ve tamlamalar dilimize girmiştir. Samimiyetten ve günlük yaşantıda kullanılan dilden çok uzak bu yabancılaştırmalar neticesinde, kutlu Türkçemizdeki yabancı sözcük oranı %75 - 80′lere ulaşmıştır. Darbe zihniyetiyle davranılıyormuş gibi, Farsça ve Arapça öğeler, dilimize hızla girmeye / girdirilmeye başlanmıştır. Zamanla Osmanlı Devleti’nin bir Türk Devleti değilmiş edalarına takındığı duruş, aynı şekilde dilimize de yansımış ve Osmanlılar’ın dili Türkçe değil de, Osmanlıyı oluşturan toplulukların dillerinin karışımından meydana gelen karma bir dilmiş gibi gösterilmeye çalışılmıştır.
Türkçe, Farsça ve Arapçanın birleşiminden oluştuğu kabul edilen “Osmanlı Türkçesi”nde, dil bilgisi olarak Türkçenin öz yapısını kullanmış, sözcükler bakımından Arapça - Farsça tercih edilmiştir. Dildeki temel sözcüklerin ve eylem kökenli sözcüklerin dışında kalanların neredeyse tamamı, Arapça - Farsça ve Fransızca olmuştur. Nedense birilerinin çalışmalarıyla, içtiğimiz su “ab”; okuduğumuz okullar “mektep” olmuştur.
Yabancılaşmanın %80′lere vardığı bir dönemde oluşturulan dile, ne kadar Türkçe diyebiliriz orası tartışılır. Fakat bugün de bazı zihniyetlerin benimsediği “Osmanlıcı” anlayışın, güzel dilimizi çok yıprattığı ortadadır. Dünyada, kabul ettiği dini oluşturan toplulukların dilinden bu kadar etkilenen başka bir ulus daha yoktur sanırım. Çünkü, Osmanlı döneminden beri süregelen anlayışa göre, insanlar Arapça - Farsça bilip, onları kullandıkları ölçüde Müslüman olabiliyorlardı.
Osmanlılar dönemindeki edebiyat dili ile günlük dil arasında uçurumlar vardır. Divan şairlerinin, sırf anlaşılması daha zor olsun diye şiirlerini Arapça - Farsça sözcük ve tamlamalarla (terkiplerle) doldurması ve ortaya çıkan şiirleri ileri düzeyde Arapça - Farsça bilmeyenlerin (ki halkın çoğu Arapça - Farsça bilmemektedir) anlayamaması da bu uçurumun uygulamadaki yönüdür. Böylesine bir uçurum temelinde kurulduğu için, Osmanlıca pek samimi olmamıştır; çünkü oluşturucusu halkın kendisi değil, kendini bilmez Arapça - Farsça sevdalılarıdır.
Bu dönemde Türkçenin ve Türklüğün özünden uzaklaşma, çok az da olsa tamlamalardaki değişikliklerle dil bilgisi yapısını ve şiirlerde kullanılan ölçüyü de değiştirmiştir. “Çeşm-i siyah” [siyah göz] tamlaması gibi yüzlerce tamlama, Türkçenin söz dizimi kurallarına aykırı olarak kurulmuştur. Ayrıca ulusal ölçümüz olan “hece ölçüsü” de terk edilmiş, yerine kimsenin doğru olarak kullanamadığı “aruz ölçüsü” getirilmiştir.
Ne Türkçeye ne Arapçaya ne de Farsçaya benzeyen, sağlam bir düşünceyle oluşturulmayan ve nihayetinde Atatürk’ün “Dil Devrimi” ile büyük oranda son bulan Osmanlı Türkçesi, tarih boyunca Türkler’in oluşturduğu en anlamsız ve temelsiz bir yapıdır. İşte size en büyük divan şairlerinden birisi olan Bâki’nin bir ikiliği (beyiti):
Miyânun rişte-i cân mı gümiş âyine mi sînen
Binâgûşunla mengûşun gül ile jâledür gûyâ
Ne anladınız? Gerçi bu soruyu, size sormak saçma olur. Çünkü artık dilimizdeki Arapça - Farsça sözcüklerin çoğu atıldı ve yukarıdaki sözcüklerin çoğunun anlamını bilmiyorsunuz. Fakat aynı soruyu, o dönemde İstanbul’da yaşayan halktan birisine sorsaydınız, emin olun sizin kadar olmasa da o da bir şey anlamazdı. Çünkü bu dizenin nece olduğu bile pek belli değil. Bir Arap’a veya Fars’a götürüp okutsanız, onlar da anlamazlar. Anlayacağınız, özellikle saray etrafında gelişen edebiyat ve kültür çevresinin, sırf anlamı derinleştirebilmek için yazdıkları eserlerden oluşuyor bu dönem. Zaten halk ile etkileşim olmadığı için çok da etkili geçmemiştir. Belli türlerde, belli kalıplarla, belli yazar / şairler eser vermişlerdir. Bu da edebiyatımızın o uzun dönemde biraz “kısır” geçmesine neden olmuştur.
Köklü ve güçlü bir dilimiz olduğu için, bu dönemdeki darbeler de Türkçemizi pek yaralamamış, bugüne kadar hızla özüne dönmeye çalışmıştır. Bunu pek de güzel başaran dilimiz, kendisine düşmanca düşünceler güden daha nice oluşumları da gölgeleyecektir.
Türk tarihi, maceralarla ve kahramanlıklarla doludur. Başka toplumların tarihlerine bakarsanız, hiçbir toplumun Türkler‘inki kadar büyük ve köklü bir tarihi olmadığını görürsünüz. Osmanlılar dönemi de uzun süre dünya tarihinin seyrini değiştirmiş bir dönemdir. Fakat bu dönem üzerinde sonradan birçok tartışma yaşanmış ve bu dönemi temel alan siyasi düşünceler bile oluşmuştur. “Osmanlıcı” fikir akımları çıkmış, yükselme dönemindeki gelişmelerin, dinî yaptırımlar (şerî kanunlar) ve esnek milli duruş sayesinde olduğunu düşünen insanlar çıkmıştır. Osmanlılar’dan önce pek görülmeyen bir duruş olarak, o dönemde şuna buna benzemek için öz kültürümüzden, dilimizden, milliyetimizden… vazgeçmiş, sonunda özümüze aykırı bu duruş nedeniyle tarihin tozlu sayfalarına gömülmüşüzdür. İşte bu yanlışlar içerisinde geçen dönemde oluşturulan dil de her ne kadar Türkçeden çok uzak olsa da, sonuçta uzun süre boyunca kullandığımız ve Türkçenin bir dönemi olarak saydığımız bu dönemin diline, “Osmanlı Türkçesi” demenin daha doğru olacağını düşünüyorum.
Konunun en başında şunu belirtmek gerekir: Osmanlılar, zamanında üç kıt’ada hâkimiyet kurmuş, birçok milletten toplumları bir arada huzur içerisinde yaşatmayı başarmışlardır. Devlet büyüklerine, dış devletler tarafından çok nadir dönemlerde Osmanlılar’daki kadar değer verilmiştir. 600 yıldan fazla sürede varlığını koruyan; fakat son dönemlerinde özünden oldukça uzaklaşan bu imparatorluk, dünya tarihine ve kültürüne çok şey kazandırmıştır. Bugünün tam tersi biçiminde Batı, çoğuna Osmanlı‘nın egemen olduğu Doğu’nun kültürünü almaya çalışmıştır. Elbette bunun nedeni, üstün başarılar ve milyonlarca km2‘lik alanı idare edebilmenin sırrına ermektir. Bugün hâlâ birçok toplumda “Osmanlı” denildiğinde bir korku uyanmakta, bu korkunun dışında büyük bir güç, güven, idare… akla gelmektedir.
Osmanlılar, birçok ulustan topluluğu bir çatı altında topladıkları için, doğal olarak o toplulukların dillerinden de etkilenmişlerdir. O dönemde, özellikle bazı devlet büyüklerinin Arapça - Farsça sevdası yüzünden, Türkçe bir köşeye atılmıştır. Öncesinden beri süregelen bu yabancılaşma neticesinde, önce Arap Alfabesi kabul edilmiş, daha sonra da Arapça - Farsça sözcükler ve tamlamalar dilimize girmiştir. Samimiyetten ve günlük yaşantıda kullanılan dilden çok uzak bu yabancılaştırmalar neticesinde, kutlu Türkçemizdeki yabancı sözcük oranı %75 - 80′lere ulaşmıştır. Darbe zihniyetiyle davranılıyormuş gibi, Farsça ve Arapça öğeler, dilimize hızla girmeye / girdirilmeye başlanmıştır. Zamanla Osmanlı Devleti’nin bir Türk Devleti değilmiş edalarına takındığı duruş, aynı şekilde dilimize de yansımış ve Osmanlılar’ın dili Türkçe değil de, Osmanlıyı oluşturan toplulukların dillerinin karışımından meydana gelen karma bir dilmiş gibi gösterilmeye çalışılmıştır.
Türkçe, Farsça ve Arapçanın birleşiminden oluştuğu kabul edilen “Osmanlı Türkçesi”nde, dil bilgisi olarak Türkçenin öz yapısını kullanmış, sözcükler bakımından Arapça - Farsça tercih edilmiştir. Dildeki temel sözcüklerin ve eylem kökenli sözcüklerin dışında kalanların neredeyse tamamı, Arapça - Farsça ve Fransızca olmuştur. Nedense birilerinin çalışmalarıyla, içtiğimiz su “ab”; okuduğumuz okullar “mektep” olmuştur.
Yabancılaşmanın %80′lere vardığı bir dönemde oluşturulan dile, ne kadar Türkçe diyebiliriz orası tartışılır. Fakat bugün de bazı zihniyetlerin benimsediği “Osmanlıcı” anlayışın, güzel dilimizi çok yıprattığı ortadadır. Dünyada, kabul ettiği dini oluşturan toplulukların dilinden bu kadar etkilenen başka bir ulus daha yoktur sanırım. Çünkü, Osmanlı döneminden beri süregelen anlayışa göre, insanlar Arapça - Farsça bilip, onları kullandıkları ölçüde Müslüman olabiliyorlardı.
Osmanlılar dönemindeki edebiyat dili ile günlük dil arasında uçurumlar vardır. Divan şairlerinin, sırf anlaşılması daha zor olsun diye şiirlerini Arapça - Farsça sözcük ve tamlamalarla (terkiplerle) doldurması ve ortaya çıkan şiirleri ileri düzeyde Arapça - Farsça bilmeyenlerin (ki halkın çoğu Arapça - Farsça bilmemektedir) anlayamaması da bu uçurumun uygulamadaki yönüdür. Böylesine bir uçurum temelinde kurulduğu için, Osmanlıca pek samimi olmamıştır; çünkü oluşturucusu halkın kendisi değil, kendini bilmez Arapça - Farsça sevdalılarıdır.
Bu dönemde Türkçenin ve Türklüğün özünden uzaklaşma, çok az da olsa tamlamalardaki değişikliklerle dil bilgisi yapısını ve şiirlerde kullanılan ölçüyü de değiştirmiştir. “Çeşm-i siyah” [siyah göz] tamlaması gibi yüzlerce tamlama, Türkçenin söz dizimi kurallarına aykırı olarak kurulmuştur. Ayrıca ulusal ölçümüz olan “hece ölçüsü” de terk edilmiş, yerine kimsenin doğru olarak kullanamadığı “aruz ölçüsü” getirilmiştir.
Ne Türkçeye ne Arapçaya ne de Farsçaya benzeyen, sağlam bir düşünceyle oluşturulmayan ve nihayetinde Atatürk’ün “Dil Devrimi” ile büyük oranda son bulan Osmanlı Türkçesi, tarih boyunca Türkler’in oluşturduğu en anlamsız ve temelsiz bir yapıdır. İşte size en büyük divan şairlerinden birisi olan Bâki’nin bir ikiliği (beyiti):
Miyânun rişte-i cân mı gümiş âyine mi sînen
Binâgûşunla mengûşun gül ile jâledür gûyâ
Ne anladınız? Gerçi bu soruyu, size sormak saçma olur. Çünkü artık dilimizdeki Arapça - Farsça sözcüklerin çoğu atıldı ve yukarıdaki sözcüklerin çoğunun anlamını bilmiyorsunuz. Fakat aynı soruyu, o dönemde İstanbul’da yaşayan halktan birisine sorsaydınız, emin olun sizin kadar olmasa da o da bir şey anlamazdı. Çünkü bu dizenin nece olduğu bile pek belli değil. Bir Arap’a veya Fars’a götürüp okutsanız, onlar da anlamazlar. Anlayacağınız, özellikle saray etrafında gelişen edebiyat ve kültür çevresinin, sırf anlamı derinleştirebilmek için yazdıkları eserlerden oluşuyor bu dönem. Zaten halk ile etkileşim olmadığı için çok da etkili geçmemiştir. Belli türlerde, belli kalıplarla, belli yazar / şairler eser vermişlerdir. Bu da edebiyatımızın o uzun dönemde biraz “kısır” geçmesine neden olmuştur.
Köklü ve güçlü bir dilimiz olduğu için, bu dönemdeki darbeler de Türkçemizi pek yaralamamış, bugüne kadar hızla özüne dönmeye çalışmıştır. Bunu pek de güzel başaran dilimiz, kendisine düşmanca düşünceler güden daha nice oluşumları da gölgeleyecektir.