Osmanlı Sarayı Saatleri

Suskun

V.I.P
V.I.P
SARAY VE ZAMAN
Geniş ufku ve eşsiz açılı manzarası yüzünden inşa edilen saray, rutubeti yüzünden şikâyet edilen bir müze oluverir, çokluğu ve zenginliği ile övünülen eşya, envanteri yapılmakta güçlük çekilen bir yığın hâlini alır. Şimdinin anlatıcısı, o zamanı anlatmaya çalıştığında kendinden bahsettiği zamanlardaki kadar hoşgörülü, başkasını kınarkenki kadar zalim, elti hanım kadar alıngan, kaplan kadar kıskanç, tiryaki kadar hiddetli olur. Hangi sözüne inanılır? Elbette inanılmak istenilene! Dünya nasılsa gerçeğin dökülüp saçıldığı değil, olabildiğince kılık değiştirerek gizlendiği bir yer. Bu yüzden yaşamayı kolaylaştıran, daha zarif, çekilir kılan, şimdiye örnek teşkil ettirilip, rabıta kurulabilecek her hikâyeye de belki gerçek kadar saygı duyabilmek gerekir.

SARAY SAATLERİ
Bugün saraylarımızın envanterine kayıtlı saatlerimize dışarıdan bakan gözler, hep bir hikâye arar, sorup soruşturur. Sadeliğe ve sadece öyle oluvermiş olmaya katlanamayan insan, hediye edeni, etme amacını, dökülen parayı, yarattığı etkiyi eserin önüne geçirerek önemser. Hiç bir şeyi öğrenememenin de yolunu açar böylelikle ya da batılı tabirince ‘aralık kapıyı omuzlar.’ Biz ise sadece saatlerin yüzüne, işleyişine bakmayı kâfi, hem de her şeye kâfi buluyoruz. Hemen her rıza gösterilen şey gibi, o zaman önümüzde geniş bir ufuk uzanıyor, sonrasında iş bu genişliğe tahammüle ve içinde kaybolmaya kalıyor. Milli Saraylar’a bağlı saray, köşk ve kasırlarımızda (Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Küçüksu Kasrı, Aynalıkavak Kasrı, Ihlamur Kasrı.) dönem itibarı ile 19. yüzyıl başı ya da ortasına tarihlenen Fransız saatlerinin çoğunluğunu oluşturduğu bir koleksiyon var.

19. yüzyıl mekanik olgunluğa ve seri üretime geçilen bir dönem olduğu için fevkalade saatler kadar, alelade ve çok sayıda üretilmiş saatlerin de görüldüğü bir dönem. Ustalık, icat ve mükemmel işçilik arttığı kadar, vasati üretimin de artması belli ustaların adını öne çıkarmayı, saati, yapan ustanın adı ile anmayı gerekli kılmış ve bu, kalitenin ölçüsü olmuş. 17. yüzyılında dâhil olduğu dönemde saatin kendisi ustasının adı olmadan da güçlü ve önemli bir eser gözü ile bakılmaya kâfi. Zaten devir öyle ve o güçte olmayanların bir şeylere girişemeyecekleri bir devir. Her artış ve çokluk dönemi, niteliğin sonsuz değerlendirmelerine, kılı kırk yaran irdelemelerine rağmen değerlendirenlerde de bir çokluk olduğu için, sapı çöpe fena karıştırarak, elde avuçta on eser olan ve hepsinin eser olduğu dönemlere yakıcı bir özlem duyurur.
IMG_20210220_180429.jpg
masak01.jpg

ÜÇ YÜZE YAKIN SAAT
Milli Saraylar’da 300’e yakın saatin içinde Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi’nde yer alan 6 adet Osmanlı saatini ve yine saray koleksiyonuna ait bazı otomat İngiliz saatleri, çok kaliteli ve özellikli mekanizmalı bazı Fransız saatleri ile dönemin ünlü dökümcü, heykeltıraş ve ressamlarının kasalarını oluşturduğu saatleri hariç tutarsak saatler dönemlerinin ve ait oldukları yerin ne eksiği, ne fazlasıdırlar. Ya bir şömine üstünde ya bir konsol ya da bahü üzerinde boyunlarında taylasan gibi sarkan kurma anahtarları, saat başı ve buçuklarda çalan kampanaları ile kendi zamanlarına, zevk ve anlayışlarına tabi dururlar. Yine Fransız, comtois dediğimiz ayaklı saatler daha ziyade büyük salonlarda ya da bir koridorun sonunda gelene geçene sabit ağırlığının verdiği şaşmaz güvenle çalışmanın yanında, bazen güçlü bir çan sesi, hatta bazen, çeyrek çalarlı ya da repeticionlu çalarla vakti duyurur.

DOLMABAHÇE SARAYI’NDA SAATLER
Kütüphane ve katip odaları olarak kullanılmış odalarda daha çok çalarsız, 30 günlük, takvimli ahşap Amerikan duvar saatleri, Viyana regulatörleri, Alman vapur saatleri kendilerine eşlik eden yine ahşap barometre-termometrelerle birlikte mütevazi, sade ama yerinin farkında duruşları ile kitapların, yazıhanelerin, kütüphane ve sekreterlerin arasında tam olarak kaybolurlar.

Yatak odalarında bazen çalar tertibatsız, bazen aksine ama saati denilen karanlıkta ipini çektiğiniz vakit saati çeyreğine kadar çalarak ışık yakmadan vakti bildiren saatler, bazen naif dekorlu, şık porselen saatler, 20. yüzyıl başından itibaren küçülen ve uyandırıcı fonksiyonu dikkat çeken daha ziyade cep saati makinelerinde görülen zarif cruvasier makineli İsviçre masa saatleri, çok küçük kuturda Fransız seyahat saatleri, fildişi ya da sedef kasalı yuvarlak formlu minik masa saatleri görülür.

TOPKAPI SARAYI KOLEKSİYONU
Rönesans otomatlarının Avrupa müze ve saraylarında da olduğu gibi maalesef hemen hiç kalmadığını ve bu önemli kaybın biraz da saatlerin aşırı ağır, teferruatlı yapısından ve dönem insanının dünyada daha fazla kalınmayacağına inanmasından kaynaklandığını düşünsek de, sonuçta bu şüphesiz çok önemli bir kayıptır. 1600’lerin başından itibaren yapılan saatlerin en nadide örnekleri ile karşılaştığımız koleksiyonun değerini Breguet, Lange& Sohne, Glassütte gibi mekanik saatin en önemli ustalarının ilk yaptıkları saatler teşkil eder. Saatçi başlarının eserlerine ilaveten, dev otomatlar, geniş ve çok nadide bir cep saati koleksiyonu da yer alır. 17. ve 18. yüzyılların çok önemli ustalarının, her biri yapan ustasını yansıtan, dışarıdan etkilenmesi az, çok içe dönük duygu ve düşüncelerin hayal dolu saatleri olan orglu, maverai sesli, dünyadan çok ayrı duran, her biri kendi varlık yapısını vuzuhla taşıyan eserler sarayın o dönemki içine kapanık halini yansıtır.

ZAMANIN USTALARI
Ustalar hep sarayın saatlerini tamir edip onları hep iyi ve sözüne güvenilir halde tutabilmenin çabasında olmuşlar. Dolmabahçe Sarayı’nda da 19. yüzyıl sonundan Cumhuriyet’e dek çalışan saatçibaşları var. Ancak bu kimselerin hangisi sadece tamir yapan usta, hangileri saat üreten usta idiler bugün pek bilemiyoruz. Saati yapmak ile tamir etmek arasında bir maharet, düşünce, mekanik kurgulama… gibi buna benzer benzemez onlarca fark var elbet. Yapılan işin edilgin tarafının etken olana derece yönünden yaklaşabildiği yüksek bir sanat seviyesine Topkapı Sarayı’nda on kadar isimde rastlayabiliyoruz.
Sanatçıların genelde, isimlerini yaşatmak, başkalarının gözünde yüksek, dilinde namaz sureleri kadar ezberde kalmak, yaptığı, ortaya koyabildiği ile olabildiğince yücelmek tavrı var. Bu tavır onda yadırganmıyor, binlerce insanın arasından böyle bir duygu ile çıkabildiğine göre bir bildiği olduğunu düşündürtüyor. Ama her ne olur olsun yaptığı ile adını ve eserini öne alıyor, yaptığını savunuyor, bunu onun adına savunanlar da çıkıyor. Yaşarken hemen herkesin imreneceği bir çıkışı, bir hali, ölürken başka bir havası oluyor. Ölü iken de diri iken de onu hemen tanıyabiliyoruz, dünyayı aşan bir azameti var ki diğer insanlar kendilerini onun yanında ufak, kıymetsiz, nebati buluyorlar. Üstelik bu denli dünyeviliğin öte tarafa gidişi, bu halin oradaki karşılanışını günaha sokacak kadar merak ettirip, düşündürtüyor. Zanaat ise bunun tam zıddı. Görünmez olmanın mesleği. Sanatçının yaptığını tamamen ona, onun yaşadığı yüzyıla, tekniğine, şartlarına, malzemesine bire bir uydurarak uğradığı zarardan, zarar görmemişçesine çıkarmak, başka bir elin değdiğini belli etmemek. En büyük egoyu en büyük tevazu ile eritmek. Bu da zanaatkârlığı dünyevilikten uhreviliğe yaklaştırıyor. Ömür boyunca yapılanların hiç izinin olmaması, adının olmaması, yaptığını belli etmemek, işin neticesinde saatin yine ilk ustasını yüceltiyor. Bu gizli verilen bir sadaka gibi sanki başka bir yerlerde yine görünmeden birikiyor ve gizli bir zenginlik veriyor. Zanaatkâr görünüşte variyetsiz ama huzurlu, sakin, telaşsız ve fazla yerleşmeden kalkıverecek gibi yaşıyor.
 
Top