Osmanlı Devleti'nde Kuyumculuk ve Mücevherin Önemi

Suskun

V.I.P
V.I.P
Yaklaşık 600 yıllık bu serüvene baktığımızda, mücevhere yüzyıllar boyunca pek çok anlam yüklendiğini görürüz.

Mücevher, her şeyden önce onu taşıyanın toplumsal durumunu sergilemenin bir aracıdır; ancak aynı zamanda aşkı ve bağlılığı da simgeler.


Sanat tarihçileri için önemli bir diğer özelliği, mücevherlerin, ait oldukları dönemin sanatsal üslubunu en sofistike biçimde yansıtmasıdır.

Kuzeyli bir ressam olan Petrus Christus’un 1449 tarihli tablosunda, kuyumcuları himaye eden Aziz Eligius’u atölyesinde görürüz. Atölyeye bir nişanlı çift gelmiş ve kendilerine yüzük seçmektedir. Bu konu aracılığıyla o dönemde ne gibi takıların var olduğu görülebilir. Dolayısıyla sanat yapıtları, tablolar, minyatürler yalnızca birer sanat yapıtı değil belgesel niteliği olan eserler olarak da kullanılabilmektedir.

iMjyf.jpg

Alessandro Fei imzalı bir diğer örnekte, ünlü Medici ailesinin mücevherlerini üreten atölyeyi görürüz. Resimde ön planda Medici dükalığının tacı hazırlanmakta, bir yandan tamamlanmış olanlar sergilenmekte ve diğer yanda maden işleri yapılmaktayken, Dük Medici atölyeyi ziyarete gelmiştir. Bu 16. yüzyıl tablosu, o zamanın Floransa’sında bu işlerin nasıl yürüdüğünü göstermektedir.

Uh7Qh.jpg

Rönesans döneminde, antik dünya tekrar gündeme gelir, antik dünyanın formları tekrar yorumlanır ve sanatın pek çok dalına uygulanır. Tabloların konusu ister o güne ait olsun, isterse mitolojik bir konu işlensin, tam anlamıyla o günün mücevherine dair bilgi verir izleyiciye.

Ünlü Rönesans ressamı Albrecht Dürer, kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ nun tacını tasarlar. Sanatçılara takı ısmarlamak son derece önemli bir olaydır; mücevheri ve takıyı desteklemek anlamına gelmektedir. Hans Holbein da pek çok takı tasarlamış ve ressamın bu tasarımları uygulanmıştır.

Rönesans takısı deyince çoğunlukla gözümüzün önüne, heykel tadında takılar olarak tanımlayabileceğimiz, zincirlerin ucundaki pandantifler gelir. O dönemde son derece renkli bir mine işçiliği görülür. Pandantiflerin tasarımları da tam anlamıyla o dönemin meraklarıyla paralel gider. Bu ilgi, mitolojik konulara dairdir ve dolayısıyla takılarda antik dünyaya ait unsurlar yer alır. İncilerin doğal formuna uygun, heykel tadındaki biçimlerin ortaya konduğu bu takılarda anlatımcı bir üslup söz konusudur.Bildiğimiz gibi, Rönesans’ ın düşünce akımı Hümanizm’ dir ve insanın kendisine, tek tek kişilere değer vermek, bu dünyaya değer vermek esastır. Bu düşünce biçimi takılara da yansır. Ancak diğer yandan dini konular da tamamen göz ardı edilmiş değildir. Bu dönemde örneğin İsa portreli bir pandantife, İncil’den kimi konulara yer veren takılara da rastlayabiliriz, ancak yine de bu tür konuların fazla olmadığını söyleyebiliriz.

Rönesans döneminde, antik dünyayı temsil eden bir takı olan kameoya da rastlarız. Küçük oval taşlar üzerine kazılı ya da kabartma portrelerin yer aldığı bu takılar Rönesans döneminde tekrar moda haline gelir ve kullanılır. Dönemin bir diğer özelliği, günlük yaşama ait birtakım eşyaların takıya dönüştürülerek kullanılmasıdır. Yaşamı yansıtan bu takılar arasında bir kürdana bile rastlayabiliriz. Bu örnek elbette dönemin yeme içme alışkanlıklarının, gündelik hayatının farklılığı çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Hükümdarların takılarını gözlemlediğimizde, hükümdarlık alameti olarak yüzyıllar boyunca geçerliliğini koruyan takılara rastlarız. Örneğin burada görülen VIII. Henry ve III. Richard’ ın ortak takıları, omuzlarına attıkları, taşlarla bezeli geniş zincirleridir.

Bu dönemde giysilerin üzerine mücevher dikilmeye de başlar; mücevher düğmeler, şapkaların kenarına yerleştirilen rozetler ve fibulalar Rönesans’ ın son derece revaçta olan takılarıdır. Şapkalarla birlikte kullanılan takılar genellikle erkek takısı olmakla birlikte, kadın takısı olarak kullanıldığı da görülür. Şapka rozetlerinden bir örnekte, İncil’ den alınmış bir konu olan Aziz Paul’ un öyküsü müthiş bir mine işçiliğiyle aktarılmıştır.

Şarlman’ ın Papa’ ya hediye ettiği antik konulu bir kameo, bunun bir papaya uygun bir armağan olup olmadığı sorusunu canlandırır zihnimizde. Çok da uygun değildir aslında, zira o dönemde bir çatışma söz konusudur; antik dünyanın gündeme gelişi, bir anlamda Hıristiyanlığın bir kenara itilişine yol açmaktadır. Buna rağmen, böyle bir kültürün varlığını görmemizi sağlar bu armağan. Yine bu örnek aracılığıyla, Avrupa içerisinde böyle bir armağan alışverişi olduğunu görüyoruz soylular arasında. Bu da bir biçimde bir üslubun Avrupa’ ya yayılması, bir üslup birliği sağlanabilmesi anlamına gelir.

Takılar bir yandan da elbette kadınlık simgesidir; kadınlar takısız düşünülemez. Dönemin tablolarında da modelinin kadınlığını, dişiliğini ön plana çıkaran ressamlar takılara mutlaka yer verir. Bu örneklerden Tintoretto’ nun “Yıkanan Suzanna” adlı tablosundan bir detayda, Suzanna adlı güzelin
dişiliği hem kolundaki hem de yanına koyduğu takılarıyladaha bir vurgulanmıştır.

Rönesans’ ta takılar günlük yaşamın ayrıntılarında da kadınlar için çok önemlidir; evlenirken mutlaka çok özel takılar yapılması gerekmektedir. Ancak bu takılar sonuna kadar muhafaza edilemez; üç yıl takıldıktan sonra takılar üzerindeki tasarruf hakkı kocaya aittir ve o da bu takıları ihtiyacına göre kullanabilir, değiştirebilir. Bu durum, bugün neden elimizde yeterince örnek olmadığının bir açıklaması olabilir.

16. yüzyılda Floransa’ nın soylularından Alessandra Strozzi’ nin oğlu Filippo’ ya yazdığı, bu konuyu örnekleyen mektupta şu sözler yer alır: “Mücevherleri hazır et ve onların güzel olmasını sağla; çünkü sana bir eş bulduk. Güzel bir kadınolarak ve Filippo Strozzi’ ye ait bir kadın olarak güzel mücevherlere ihtiyacı olacak onun; çünkü sen her konuda onurlusun, bu konuda da onurun eksik olmamalı.”

Kuzeye doğru gidildiğinde Almanya’ dan kimi portrelerde son derece ağır takılarla yüklenmiş soylu kadınlar görürüz. Taşınmasının bile zor olacağını düşündüğümüz altın zincirler çok modadır bu kadınlar arasında. Pek çok çeşidi olan, incilerle veya taşlarla bezeli baş takıları da ayrı bir önem taşır. Elbise üzerine mücevher düğmeler dikmek de yine revaçtadır.

Uzun süre tahtta kalmış, önemli bir kadın hükümdar olan Kraliçe I. Elizabeth, aynı zamanda çok da süslü bir kadındır; hatta bir moda öncüsüdür. Çeşitli resimlerde Elizabeth’ i uzun inciler ve beline asılı takılarla, başı yüksek bir taç ve incilerle süslü veya dönemin modasına uygun olarak yüksek kabartılmış saçların üzerine damla biçimli firketeler takılı halde görürüz. Armağan almayı çok seven bir kadın olan Elizabeth’ in 1587 yılbaşında aldığı armağanların listesi şöyledir:

Mücevher çanta ve broş takımı, incili altın parfüm kutusu ve takım zinciri, mineli zincirli mücevher pandantifli altın gerdanlık, minik incilerle bezeli on beş altın düğme, yakutlarla bezeli yılan dili biçimli pandantif ve –en çok beğendiği hediye– açıldığında kendisinin portresi beliren mücevher yelpaze.

Aynı yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’ a saray kuyumcuları tarafından verilmiş bayram armağanlarının listesi, bir küçük karşılaştırma yapabilmemizi sağlayacaktır:
Bir murassa ayna,
bir takım minekâri düğme,
bir altın at pazubendi,
bir küçürek (küçük) yeşim zernişan (altın kakmalı) murassa (mücevher) levha,
bir sedef kaplı murassa altın bendli bıçak,
bir murassa sergi,
bir hançer sapı ve dokuz zihgir (ok atma halkası), iki takım murassa düğme,
bir altın bıçak, sapı balık dişinden, bir zernişanlı abanoz ağacından murassa tarak,
bir zernişan murassa sopa, bir altın pazubend, bir altın hatem (mühür).

Çocuklara bakıldığında, soylu çocukların da aynen büyüklerin taktığı mücevherleri kullandığı görülür. Tiziano’ nun bir portresinde, beline parfüm topu takmış bir çocuk resmedilmiştir.

16. yüzyıl sonunda ve 17. yüzyılda saatçiler mücevhercilerle ortak çalışmaya başlar. Saatler moda haline gelir ve neredeyse herkesin bir saati olur. Özellikle 17. yüzyılda, oval biçimli, içinde portre olan madalyonlar da çok modadır. Bu dönemde takılarda yavaş yavaş duygular daha çok öne çıkmaya başlar; örneğin yürek biçimi kendini belli eder. Madalyonların üzerinde daha farklı kesimler görülür; 1660′ta pırlanta kesimi ortaya çıkar, taşlar daha parlak hale gelir. Mücevherler giderek daha renklenir ve çeşitlenir; giderek renkli ve daha iri taşlar kullanılır. Daha gösterişli takılar yapılmaya başlanır. Rönesans’ ın heykel tadındaki takılarından, işçiliğe önem verilen parlak görünüşlü takılara doğru geçilir.

C2d83.jpg

Birbirine geçen, çift evlilik yüzükleri çok kullanılan takılardandır; yüzük açıldığı zaman içinde bir bebek ve bir iskelet modeli görülür, ki “doğumdan ölüme kadar”ın temsilidir bu modeller.

17 yüzyılda ilginç takılarından biri de, memento mori , yani ölümü anmak gibi bir anlam yüklenen, üzeri işli kurukafa veya tabut şeklindeki takılardır ve insanlar bunları kaybettikleri sevdiklerinin arkasından takarlar.

Bu dönemde dünya içinde Osmanlı’ yı simgeleyen takının ne olduğu düşünüldüğünde akla sorguç gelir. Sorguçlar 18. yüzyılda en ihtişamlı hallerini alırlar ve taklitleri de yapılır. Örneğin Macarlar birtakım sorguçlar yapar. Osmanlı’ da kadınlar da sorguç takarlar. “İstefan” adlı takı (bu ad antik dünyadan, “çelenk taşıyan” anlamındaki stephanophoros ‘tan dönüşmüştür) Osmanlı saray kadınlarının takıları arasında önemli bir yer tutar. İncelenen örneklerde, Avrupa’ ya paralel bir ihtişamın var olduğu görülür.

kJghu.jpg

18. yüzyılAvrupa’ sına bakıldığında işlerin renklendiği, taşların daha çok kullanıldığı ve bu kadar renkli ve bol taş kullanmak için bir yandan da başka yollar bulunduğu görülür. 17. ve 18. yüzyıllarda, Avrupa’ nın merkezi olma özelliğini İtalya’ dan devralan Versailles Sarayı modayı yönlendirir artık ve sarayda müthiş davetler verilir. Mum ışığında verilen bu davetlerde, bu ışıkta parlayacak çok kesimli ve çok renkli mücevherlere ihtiyaç duyulur. Böylece taşları, arkasını foyalayarak renklendirme işi ortaya çıkar.

Bu dönemde bir yandan giderek Avrupa’ da takım halinde mücevher takma işi başlar. Osmanlı’ da ise kadınlar aynı dönemde çok çeşitli mücevherler takmaktadır.
18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başında sahnede görülen Napoléon, pek çok şeyi değiştirdiği gibi yeni bir üslup da açar; neoklasik üsluba girilir. Ingres, Napoléon’ u “tam bir antik hükümdar gibi, antik tanrı gibi” diye betimler. Napoléon’ un başında, Roma hükümdarlarına öykünen bir ayrıntıyla, bir altın defne dalı tacı görülür.

İsviçre’ de tasarruf yasaları dönemi olan 18. ve 19. yüzyılda, madeni yontarak uzaktan elmas gibi parıldayan takılar elde edilir. Napolyon işgaline karşı gelmeye çalışan Prusya’ da ise, 1813′te, tamamen demirden yapılan bir takı türü ortaya çıkar. Direnişte paraya duyulan ihtiyaçtan, kadınlar götürüp takılarını teslim etmekte ve karşılığında da, arkasında “Gold gab ich für Eisen”, yani “Demir için altın verdim” yazılı demirden bilezikler almaktadırlar.

19. yüzyılda takı konsepti de takının sahipleri de biraz değişir. İmparator III. Napoléon ünlü Fransız kuyumcusumücevherlerine de el konur ve bir büyük müzayede kataloğu hazırlanarak bu mücevherler Lemmonnier’ ye, İmparatoriçe Eugenie’ ye armağan etmek üzere bir taç ısmarlar. Ancak iktidar değişikliğinden sonra taç dönemin Almanya’ daki önemli ailelerinden birine, von Thurn und Taxis Ailesi’ ne satılır. İktidar değişiklikleriyle hükümdarların elindekilerin bir şekilde başkalarına aktarıldığı bu el değiştirme işlemleri de toplumsal tarihin bir yansımasıdır. Osmanlı’ da da, Sultan II. Abdülhamid iktidardan düştüğünde 1911′ de Paris’ te açık artırmayla satılır.

20. yüzyılın hemen başlarında, değişik konular ortaya atılır. 1900-1910 arasında, Kraliçe Victoria’ nın oğlu Kral VII. Edward ile eşi Kraliçe Alexandra’ nın ortaya attığı belle epoque modası, tasma kolyeler, çok uzun inci dizilerinden oluşan son derece zarif ve akıcı mücevherlere yer verir.

Art nouveau örneklerin son derece kıvrımlı, aşırı stilize tasarımlarının, dönemin beğenisini ve üslubunu yine son derece incelikli biçimde yansıttığı görülür. Artık renkli camlar, mine gibi çok farklı malzemeler de kullanılmaya başlar.

Yüzyılın başına damgasını vurup yüzyıl ortalarına kadar da etkisini sürdüren tasarımcı Cartier, pek çok yerden esinlenmiştir; hatta kimi takılarında Hint esintilerinin yer aldığını söyleyebiliriz. 1920′ ler-30′ ların art deco ’sunun ruhu, geometri ve cazdır. 1940′ larda Cartier‘ in önce Windsor düşesi için tasarlamış olduğu hayvan biçimli (flamingo ve kaplan) broşlar, günümüzde bile hala en çok taklit edilen mücevherlerdir. Van Cleef & Arpels da öncü mücevhertasarımcılarındandır. 1940′ ların sonu-50′ lerde son derece basit, geometrik broşlar da yapılır; artık moda öncüleri, toplumun takıları üzerinde gördüğü kişiler, aktrislerdir. Bir yandan romantik takılar devam eder ve bunlar da yine filmlerde aktrislere taktırılarak lanse edilir.

MB5BB.jpg


1960′ lara gelindiğinde, dönemin eğilimlerine uygun olarak çok geometrik altın ya da yalın gümüş takılar görülür.

1970′l erin güzellik simgelerinden ve de mücevheriyle simgelerinden biri olan Elizabeth Taylor, her bir olay yaratır ve basında geniş yankı bulur.

1980′ ler- 90′ lara gelindiğinde her çeşit takıya rastlanır. Tiffany ve Bulgari gibi 20. yüzyılın ikinci yarısına damga vurmuş ve çokça taklit edilmiş tasarımcıları da göz ardı etmemek gerekir bu dönemi incelerken. Yüzyıl sonu artık gazete kağıdından gerdanlıkların, kulağın biçimin almış küpelerin takıldığı, özgür tasarımlar dönemidir.
Sonuç olarak, 15. yüzyılda, evliliğinde kendisine armağan edilen, mutlaka sahip olması gereken armağanlarla gördüğümüz Dük Sforza’ nın karısı Battista Sforza ile, nişanlandığında kendisine armağan edilen Van Cleef &

QJqht.jpg


Arpels tasarımı pırlantalı incili takımla gördüğümüz Grace Kelly, yaklaşık 500 yılın ötesinden aynı ortak gururla bakarlar birbirlerine, eşleri tarafından armağan edilen ve kendilerini toplumda bir yerlerde temsil eden takılarıyla ressama ya da objektife poz vererek. Aradan geçen zamanda sanki hem pek çok şey değişmiştir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Onbeşinci yüzyıldan başlayarak, doğal güzellikleri ve koruları ile ünlenen Kağıthane,Lale devrinde İstanbul’un en popüler yeri haline geldi. Halkın vazgeçilmez eğlencesi olan Kağıthane mesiresi, bütün İstanbullu’yu kendine çeker, mevsiminde Kağıthane’ye gelmek için insanlar günler öncesinden hazırlık yaparlardı.

Avrupalıların “Tatlı Sular Vadisi” dedikleri Kağıthane’nin ünü İstanbul sınırlarının dışına taşmıştı. Arap, Acem, Hint, Yemen, Habeş yani Asya ve Afrika seyyahları arasında gözde bir mesire yeriydi. İngiliz seyyah Miss Julia Pordoe, 1839 da kaleme aldığı “Boğaz’ın Güzellikleri” kitabında o dönemin Kağıthane’sini şu sözlerle tasvir ediyor:”Vadi, her yandan yüksek tepelerle çevrilidir. Ulu ağaçlar, geniş dallarını çayırın üzerine uzatmışlardır.

Pırıl pırıl akan Kağıthane deresi, vadinin yeşilliği bol bir yerinden çıkar ve yeşil çimenlerin arasında, bir gümüş tel gibi uzanır. İnsan bu manzarayı görür görmez, buranın bir piknik yeri olarak yaratıldığı kanısına varır. Uzun ve güneşli bir yaz gününün, Kağıthane’den başka, dünyanın hiçbir yerinde, daha güzel geçirilebileceğini sanmıyorum.”

c01fx.jpg

Eğlenceleri ve mesireleriyle ünlü Kağıthane, aynı zamanda tarihteki ilk kuyumculuk fuarına da mekan oldu. 1500 lü yılların başından itibaren uzunca bir süre, Kağıthane’de 5-6 bin çadır kurularak şenlikler yapılırdı. Yirmi gün süren şenliklerde kuyumcu çavuşları diğer illere gönderilir, birçok kuyumcu Kağıthane şenliklerine davet edilirdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dört bir yanından gelen usta kuyumcular mesirede hünerlerini sergilerdi. En çok beğenilen eserin ustası da “Baş Kuyumcu” olarak adlandırılır ve mesireye bizzat katılan padişah tarafından 12 keselik altınla ödüllendirilirdi.

Evliya Çelebi dünyaca ünlü seyahatnamesinde, Kağıthane civarında düzenlenen Kuyumcular mesiresi’ni kendine has üslubuyla şöyle anlatıyor:

“Osmanlı Devleti dahilindeki bütün kuyumcular bu mesireye yardımda bulunurlar. Üç yüz kese altın kadar masrafı olur. Oniki bin kadar çeşitli mezhebin halife ve postnişleri büyük bir topluluk meydana getirirler. Bu Kağıthane çayırında kuyumcu esnafı, Süleyman Han kanunu gereğince toplanarak sohbet ederler.

Bizzat Osmanlı padişahı dahi gelerek çadırını kurunca, kuyumcubaşına on iki keselik bir hediye vermek Süleyman Han kanunu gereğidir. Çünkü Süleyman han şehzadeliği zamanında, Trabzon şehrinde Rum Konstantin yanında çalışarak kuyumculuk öğrenmiştir. Onun için halifeliği sırasında Saka çeşmesi yakınında kuyumcu dükkanlarını yaptırmıştır.

Kuyumcu halifelerinden oniki maharetli usta, önce padişahın, sonra şeyhülislamın, sonra diğer büyük vezirlerin ellerini öperler. Sonra kuyumcubaşı cevahirle işlenmiş küçük bir okuma masası, divit,eyer, kılıç ve hançer gibi hediyeleri padişaha sunar. Velhasıl bu Kağıthane vadisinde beş, altı bin çadır kurulur. Vadi bu yirmi gün içerisinde insan denizi kesilir…

Bunlara yirmi yılda bir gezinti verilerek devlet hazinesinden on kese akça, davulcu ve kös ihsan edilerek,gezinti eylemleri Süleyman Han kanunuydu. Evliya, kuyumcubaşızade olduğumdan üç gezintilerini gördüm. Hatta sultan Muret Han gezintisinde el öperek revan olan evliya idim. Bu gezintiyi meydana getirmek için evvela kuyumcu çavuşları gönderilerek diğer vilayetten olan kuyumcular Kağıthane gezintisine davet edilir.

Bunların hepsinin gelmesi imkansız olduğundan asil ve aklı başında çırakları, post sahibi olmak için onar bin kuruş alarak İstanbul’a gelirler. Bunların gezinti şekilleri, Kağıthane mesiresi münasebetiyle anlatılmıştır. Bunlardan seyishaneler, arabalar ve taht-ı revanlar üzerinde bıçak, hançer, mücevher gemi,eyer, kılıç, bıçak, topuz ve daha başka kıymetli eşya ile dükkanlarını süsleyerek geçerler.”

OBXuf.jpg


OSMANLI DA KUYUMCULUK

Osmanlı sarayında çeşitli hizmet erbabı sınıflar mevcut olup bunlardan biri de ehl-i hiref denilen sanatkarlar zümresiydi. El sanatlarıyla uğraşan kimseler demek olan ehl-i hiref, devşirme zamanında saraya verilen acemilerden oluşur; hizmete alınanlar, ustaların ellerinde yeteneklerine göre yetiştirilirlerdi. Bir kimse hizmete alındığından itibaren çok az gündelik alır, sanatında ilerledikçe becerisine göre gündeliği arttırılır, giderek kalfa ve usta olurdu. Bunlar arasında yer alan kuyumcular Topkapı Sarayı'nın Orta Kapısı ile Akağalar kapısı arasında kalan Bîrun denilen bölümde yaşamaktaydılar. Âmirlerine kuyumcu başı denirdi. Kuyumcular, devşirmelerin kabiliyetlilerinden yetiştirilirdi. Kuyumcubaşı bunlar arasından yetişme olmayıp, saray dışındaki kuyumcu esnafının usta, ihtiyar ve mutemetlerinden tayin olunurdu. Bunlar saray kuyumcularına nezaret ederler ve onları yetiştirirlerdi. Saray için alınacak mücevherler ile yabancı hükümdarla ra hediye olarak yaptırılan mücevherler kuyumcubaşı tarafından muayene edilir ve kıymetleri belirlenirdi.

İkibin sanatkâr

Ehl-i hiref teşkilâtında kuyumculukla uğraşan pek çok ustanın ve çeşitli bölüklerin yer aldığı belgelerden anlaşılmaktadır ki, bunların başında altın işçiliği yapan "Zergerân" bölüğü gelmektedir. Yeşim, necef ve maden eserler üzerine altın kakmacılığı yapanlara "zernişâni", taş yontucu ve işlemecilere "hakkâkân", taşa foya yapanlarra ise " foyager" denilmekteydi. Saray kuyumculuğu ile ilgili bazı bilgileri mevâcip (maaş), masraf ve in'am defterlerinden edinmekteyiz. Günümüze gelen en erken tarihli ehl-i hiref mevâcip defterleri Kanuni Sultan Süleyman dönemine aittir.

Mart 1526 tarihli "ehl-i hiref mevâcip teftiş defteri"nde, saray sanatçılarının adları, nereli oldukları bazen de uzmanlık dalları belirtilmiş olup, 1526'da bunların sayılarının 58 zerger, 22 zernişâni, 9 hakkâk ve 1 foyager oldukları anlaşılmaktadır. Zerger, hakkâk ve zernişanların çoğunluğunu Tebrizli ve Bosnalıların oluşturduğunu; usta ve çırakların arasında ise Arnavut, Rus, Gürcü, Akkermanlı, Üsküplü, Çerkez ve Herseklinin bulunduğunu yine bu defterden öğrenmekteyiz.

Topkapı Sarayı'nda Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan hazine koğuşunun amiri, hazinedarbaşı ve hazine kethüdası idi. Hazinedarbaşı sarayın en nüfuzlu görevlilerindendi. O, sarayda hizmet gören ve sayıları 2000 kadar olan saray sanatkârlarının başı olduğu gibi, enderun hazinesi ve saraya ait mücevherler ve kıymetli eşyanın korunmasından da sorumluydu.

Serhâzin-i enderun denilen hazinedârbaşı, ehl-i hirefe karışır, maaşlarını dağıtırdı. Hazine koğuşundaki içoğlanların koruduğu enderun hazinesi binası, dört geniş salondan oluşmaktaydı. Burada çeşitli cins nakit ile kıymetli taşlarla süslü altın ve gümüş kap kacak, mücevher, elmas ile yapılmış eşyalar, kürkler, şallar, değerli kumaşlar, halılar, mücevherli eğer takımları, kıymetli taştan yüzükler, elmaslı ve altın düğmeli seraser, kapaniçeler ve başka eşyalar mevcuttu.

Yavuz'un mührü

Hazine kethüdası da hazine koğuşu ile hazine-i hümayunun (iç hazine) amiri idi. Kendisinin görev değişikliği olduğunda bütün hazineyi bir başkasına en ince ayrıntısına kadar sayarak devir teslim etmek zorundaydı. Bu durum 1680'de hazine kethüdası iken vezir olan MermerMehmed Paşa'nın, ölümünden sonra bıraktığı şeyler arasında saraya ait mücevherler ile kıymetli bazı eşyaların bulunmasından sonra sıkı bir şekilde uygulanmıştı. Hazine kethüdası olanların elinde, Yavuz Sultan Selim'in vasiyeti üzerine enderun hazinesinin dış kapısına basılan kırmızı akikten yapılmış bır mühür bulunmakta idi. Yavuz'un "Benim altınla doldurduğum hazineyi (iç hazine) bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa, hazine anın mührüyle mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun" şeklindeki vasiyetine son zamanlara kadar uyulduğu belirtilmektedir. Her yeni padişah başa geçtiğinde hazine ziyaret edilir, önce hazine kethüdası anahtarı getirir, Yavuz'un mührü muayene olunur ve onun mührüyle mühürlenmiş kilit ve kapı özel bir törenle açılırdı.

Rikâbiyye

Padişahların zaman zaman enderun hazinesini ziyaret ettikleri, burdaki ambarlar, sandıklar ve dolaplar içinde saklanan eşya , silah ve mücevherden oluşan hazineyi gördükleri bilinmektedir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Hazine-i Amire (hazine-i hümayun)'nin Yavuz Sultan Selim (1512- 1520) döneminde, Dış Hazine, Silahtar Hazinesi, Raht Hazinesi, Harem Hazinesi, Muhallefat Hazinesi ve İfraz Hazinesi olarak çeşitli birimler halinde gelişme gösterdiği anlaşılmaktadır. Fatih köşkü ( bu günkü hazine dairesi) odalarında bulunan Hazine-i Hümayun'un da kendi bünyesi içinde Bodrum Hazinesi, Elçi Hazinesi ve Ceyb-i Hümayun Hazinesi gibi bölümleri bulunmaktaydı. Hazine-i Hümayun'da elçi armağanları yanında padişaha; sadrâzam, devlet ileri gelenleri ve valide sultan tarafından verilen hediyeler de bulunurdu.

Geleneklere göre padişah, hediye almasının yanında, seferde başarı gösteren serdar-ı ekreme, eyalet valileri ve çeşitli görevlerde bulunan devlet ileri gelenleri ile yabancı elçilere de hediyeler verirdi. Verilen bu hediyeler darphane-i hümayunda yeniden yaptırılan değerli eşyalardı.

Bu hediyelerle ilgili bilgiler hazine defter kayıtlarından öğrenilmektedir. Meselâ, Kanuni Sultan Süleyman dönemine ait bazı belgelerde, ehl-i hiref sanatkârlarının adet olduğu üzere Ramazan bayramında padişaha hediyeler verdiği belirtilmektedir. Ayrıca padişaha saray mensuplarının Nevruz (yılbaşı)'da "Nevruziye" denilen kuyum işleri, sadrâzam ve vezirlerin ise "Rikâbiyye" denilen hediyeler verdiğini yine kaynaklar belirtmektedir.

Padişahlar bile Saray kuyumcuları, harem ve padişahtan gelen siparişlerin yanında bazen de büyük enderun ağalarının siparişi ya da tamir işleriyle uğraşırlardı. Yapılan her iş için ücret, bizzat o işi yapan ustalara ödenirdi.

Osmanlı padişahlarının güzel sanatlara özellikle tezhip, hat, musikî, resim ve ağaç işlerinin yanında kuyum işlerine de duyduğu sevgi ve ilgi öylesine yoğunlaşmıştır ki, bazen bizzat uygulamalarını da beraberinde getirmiştir. Yavuz Sultan Selim'in şehzadeliğinde Trabzon'da kuyumculuğu öğrendiğini ve babası Sultan II. Bayezid adına sikke kazıdığını Evliya Çelebi'den öğrenmekteyiz. Kefe ve Manisa'da sancak beyliğinde bulunan Kanuni'nin ise şehzade iken maiyetinin ve sarayın ihtiyaçlarını karşılayan esnaf takımının arasında bir de zergerin bulunması, onun bu mesleğe verdiği önemi göstermektedir.

Osmanlı devletinin refah dönemlerinde, kullanılmayan hazine eşyalarının satıldığı, sıkıntılı zamanlarda ise para basılmak üzere daha çok gümüş eşyaların darphaneye gönderildiği yine kaynaklarda verilen bilgiler arasındadır. Ancak mukaddes emanetlerle ilgili eşyalara dokunulmayıp bunların sadece tamir ve ilavelerle korunmasına çalışılmıştır.

Saraya ait takı ve değerli eşyaların ise bazen tozlandığı ya da rutubetten zarar gördüğü ve işe yaramadığı (bunlar arasında kılıçlar, hançerler, koşum takımları da vardı) gerekçesi ile fiyatları belirlenerek dışarı satıldığı da olmuştur. Bu işlerle uğraşan Yahudilerin saray içinde ve dışında kuyumculukla ilgili işleri yü rüttüğü, ancak imalat işlerinde çalışmadıkları, imalatta ise daha ziyade Türk, Balkan ülkeleri ve İran'dan gelen kuyumcuların çalıştığı belirtilmektedir. Saraya bağlı kuyumcular ücretleri dışında parça başına da ücret almakta, dışarıda dükkan açabilmekte idi.

Osmanlı kuyum işlerinin başında padişahların saray atölyelerine ve kuyumculara yaptırdıkları en değerli eserler gelmektedir ki bunlar arasında Kâbe'ye gönderilmek üzere yapılanlar, Hırka-i Saâdet için yapılanlar ve padişahların kendileri için yapılanları sayabiliriz.

Padişahların Mekke ve Medine'ye her yıl surre-i hümayun gönderme geleneği, Osmanlı devlet idaresinin önemli bir uygulamasıydı.

nZ29U.jpg

Padişah, sadrâzam, valide sultan ve başkadın efendinin ehl-i hireften saray ustalarına yaptırdıkları değerli taşlarla süslü altın şamdan, buhurdan, gülâbdan gibi eşyalar yüz yıllarca Medine'ye bu şekilde gönderilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Arabistan'ın İngilizler tarafından Osmanlılardan alınması sebebiyle dönemin Medine muhafızı Fahrettin Türkkan paşa tarafından bu değerli eşyalar İstanbul'a getirilmiş ve enderun hazinesine konulmuştur.

Bosnalı Mehmed Usta

Osmanlı padişah hazinelerinden günümüze kadar gelen eserler, değerli taşlarla süslü altın, yeşim, necef, porselen, tutya ve diğer madenlerden yapılmış olup, bunlar Osmanlı kuyumculuğunun altın kakmacılığını ve taş işçiliğini yansıtmaları bakımından önemlidirler.

İmparatorluğun değişik yerlerinden gelen farklı gelenek ve sanat görüşüne sahip ustaların çalışmalarıyla oluşan Osmanlı kuyumculuğu, 16. yüzyıl ortalarına doğru çeşitli etkilerden ayıklanarak üslûp açısından kendine has bir gelişme göstermiştir.

16. yüzyılın son çeyreğinde imparatorluk, çeşitli sanatlarda olduğu gibi kuyumculuk sanatında da en parlak dönemini yaşamıştır. Bu dönemin en önemli sanatçılarından olan Bosnalı Mehmed Usta, Sultan III. Murad döneminde, ehl-i hirefin zergerler bölüğünde 1588'den itibaren kuyumcubaşı olarak görev yapmış, görevini Sultan III. Mehmed (1595-1603) döneminde de sürdürmüş, Sultan I. Ahmed zamanının ilk yıllarına en geç 1606 yılının Ağustos ayına kadar serzergerân olarak çalışmıştır. Onun Topkapı Sarayı hazinesindeki imzalı ve tarihli eserleri arasında, Sultan III. Murad Divanı'nın kabı, Hırka-i Saadet Sandığı ve Sultan III. Murad tarafından Kâbe içinyaptırılan asma kilit ve anahtar yer almaktadır.

Sultan III. Murad Divanı'nın kabı, mücevherli, yer yer savatlı olup altındandır. Hırka-i Saadet Sandığı, ahşap üzerine altın kaplamadır. Mehmed Usta imzalı Kâbe kilidi ve anahtarı, 16. yüzyılda Osmanlı padişahlarınca yaptırılanların en seçkin örneklerindendir. Saraydaki bu üç önemli esere imza atmış olması, Mehmed Usta'nın saray kuyumcuları arasında özel bir yere sahip olduğunun da kanıtıdır. Altın işçiliğindeki kabartma tekniği ve savatı uygulamasındaki başarısıyla dikkati çeken sanatçının eserlerinde zümrüt ve yakutun yanısıra nadiren elması ölçülü biçimde kullandığı görülmektedir. Mehmed Usta'nın sanatçı olarak önemi, 16. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı kuyumculuğunu yönlendirici bir rol oynamış olmasıdır.Osmanlı Saray sanatında kuyumculukta kişisel üslûbunu ortaya koyan Mehmed Usta eserlerinde 16. yüzyıl Osmanlı sanatına özgü motifleri, "saz" üslubunun ana teması olan hatayi çiçeği ve yapraklarının üsluplaştırılmış biçimlerini ve rumiyi kullanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselme ya da duraklama dönemlerinde saraya bağlı sanatçı sayısı da değişmiş ve özellikle son dönemlerde oldukça azalmıştır. 16. yüzyılda imparatorluğun en güçlü olduğu dönemde sanatçı sayısı fazla iken, 18. yüzyıl ortalarında zergerân olarak sarayda sadece yedi kişinin çalıştığı kaynaklarda belirtilmektedir. 19. yüzyılda ise bu sayı daha da azalmıştır.

Osmanlı sarayında altın, eşyalarda, genellikle saf olarak değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanılmıştır. Örneğin sofra takımlarında altın yerine gümüş ve tombak tercih edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed'den sonra Balkanlardaki bazı altın ve gümüş madenlerinin, daha sonra da doğudaki gümüş madenlerinin Osmanlıların eline geçmesi, ayrıca İstanbul ve Trabzon gibi kuyumculuk merkezlerinin padişahların emrinde olması bu tür eşyaya olan ilgiyi bazen arttırdıysa da, bazı padişahlar çok sade yaşadıkları gibi mücevher, altın ve gümüş eşyaya iltifat da etmemişlerdir.

Osmanlı kuyumculuğu Kur'an kabı, kılıç, hançer, gürz, gaddare, tüfek, tesbih, bardak, matara, kâse, şerbetlik, maşrapa, zarf, kutu, sandık, şamdan, buhurdan, gülabdan, kaşık, nargile, yazı takımı, yelpaze, ayna, tarak, askı, kamçı, sadak.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Mücevherler, her dönem gücün ve zenginliğin sembolü olmuştur. Osmanlı Devleti'nde de mücevherin, özellikle 19. yy.'ın ikinci yarısından sonra bir iktidar sembolü haline geldiğini görüyoruz.

Bu dönemde iktidarı ele geçirmek veya elde tutmak için paradan başka hiçbir şeyin işe yaramayacağı bir gerçektir. Sultan Abdülaziz'in hal'i ile başlayan iktidar mücadelesi de mücevherlerin ekseninde gelişmeye başlıyor. Doç. Dr. Arzu Terzi'nin hazırladığı Timaş Yayınları'ndan çıkan "Saray Mücevher iktidar" adlı kitap, Osmanlı Devleti'ndeki Abdülaziz dönemi ve sonrasında gelişen mücevher mücadelesini aydınlatıyor. Meraklılarını bekleyen kitap, akıllardaki birçok soruya cevap arıyor. İşte "saray mücevher iktidar", kitabından tarihe ışık tutacak başlıklar...

Sultan V. Murat nasıl bir borç girdabındaydı?

1861'den itibaren sultan ve şehzadelerin maaşları da Maliye Hazinesi'nden ödenmeye başlanır. Maaşların gecikmeli olarak ödenmesi, hanedan üyelerini olağan harcamalarının temini için saray dışında yüksek faizlerle borç almaya yöneltir. Aynı dönemde, saray halkının ihtiyaç fazlası aşırı harcamaları ve israf da dikkat çeker. Özellikle sultan hanımları borçlanmalarında kendi mücevher ve değerli eşyalarını rehin olarak verir. Hanedan üyelerinin zamanla rehin verecek kıymetli eşyaları kalmaz. O dönemde aşırı harcama yapanlardan biri de Murat Efendi'dir. V. Murat'ın dış borçlanmada kendine seçtiği banker ise Rum Hristakim Efendi'dir. Bu banker II. Abdülhamit dönemine kadar iktidar çatışmalarının en önemli figürü olur.

Sultan Abdülaziz'in haremi nelere maruz kalmıştır?

Sultan Abdülaziz'in hal' edilmesinden sonra annesi, hanımları ve bir kısım bendegânıyla birlikte Topkapı Sarayı'na götürülürken, yanlarına para, mücevher ve değerli eşyalarını almalarına müsaade edilmez. Abdülaziz'in Fer'iye Sarayı'na götürülmesi esnasında ailesi, gayet alçaltıcı bir şekilde teker teker üst baş aranır. Üzerlerindeki mücevherler, altın ve gümüş gibi değerli eşyalar da çekip alınır.

Sultan Abdülaziz hanedanının mücevherlerine kimler el koydu?

Abdülaziz'in hal'i sırasında ise saray önce askerler tarafından yağma edilmiştir. V. Murat'ın Hazine-i Hassa'ya ödetilmesi kararı verilmişti. Anlaşmanın en can alıcı noktası ise, bu borç anlaşmasına karşılık Hristaki'nin Abdülaziz hanedanına ait mücevherleri rehin olarak istemesidir. Bunun üzerine mücevherler Hristaki'ye emanet edilir.

Rehin edilen mücevherlerin çeşitleri ve kıymetleri ne idi?

Abdülaziz ve onun hanedanına ait mücevherler emanet için kurulan komisyonca teker teker mühürlenir, ağırlıkları ve o anki tahmini kıymetleri belirtilerek deftere geçirilir. Rehin edilen bu mücevherler arasında zümrüt, yakut, elmas ve pırlantalarla bezeli taçlar, başlıklar, gerdanlıklar, bilezikler, küpeler, broşlar, kemer tokaları gibi kıymetli takılar yer aldığı gibi değerli taşlarla süslenmiş saatler, yelpazeler, baston başları, dürbünler de kaynaklarda belirtiliyor. Bu mücevherler arasından 158 parça Hristaki tarafından rehin olarak seçiliyor. Seçilen kıymetli eşyaların tahmini değeri ise 333.596 Osmanlı altınıdır.

Mücevherler banker tarafından niçin Paris'e götürüldü?

Mücevherler bankere rehin olarak verilirken imzalanan mukavelenin süresi dolduğu andan bir ay içinde anlaşma yenilenmediği takdirde Hristaki Efendi, rehin mücevheleri şartlar dâhilinde satabilme yetkisine sahiptir. Buna göre Hristaki, bu mücevherleri ister İstanbul'da, ister Avrupa'da satabilecektir.


II. Abdülhamit, V.Murat'la alakalı cevaplamaları için devlet meclisine hangi üç soruyu yöneltti?

1- Cennetmekan Abdülaziz Han Hazretlerinin nakit ve mücevherlerinin büyük bir kısmı Sultan Murat ve taallukatının ellerinde olduğundan bunların fitne ve fesat yolunda sarf edilmesi sebebiyle bu nakit ve mücevherler ellerinde bırakılmalı mıdır?

2- Sultan Murat'ın ve hanedanının ellerinde bulunan silahlardan, ki bunların bazıları çok kıymetli parçalardır, bahisle bunlarında ellerinde kalması caiz midir?

3- Gerek Murat Efendi'nin gerekse oğlunun son vak'a sırasında askere karşı silah kullandıklarından, bu fiilî hareketten dolayı haklarında nasıl bir kanuni işlem yapılmalıdır?

Sultan Abdülhamit neden mücevherlerin peşine düştü?

Osmanlı'nın mali tablosuna göre tahtta yani iktidarda kalabilmek için paraya ihtiyaç vardı. Hristaki'nin elinde dönemine göre oldukça yüksek meblağlar tutan bir servet vardı. Bu mücevherler de yeterli bir güç olabilirdi. Üstelik Hristaki'nin geçmişte ihtilalcilerle işbirliği yapmış olduğu biliniyordu. Sultan Abdülhamit'i de tahta aynı güç getirmişti. Hristaki'nin elindeki finansman ise bu gücü o dönemde koruyabilmek için önemli idi. Bunların yanında rehin mücevherleri kaybetme riski de Abdülhamit'i harekete geçirdi.

II. Abdülhamit'in mücevherlere karşı rehine verdiği padişah mülkleri hangileriydi?

Sultan Abdülhamit'in Banker Hristaki ile rehin mücevherleri alabilmek için yaptığı uzun görüşmeler neticesinde mutabakata varılır. Yapılan anlaşmada mücevherlerin yerine verilecek olan gayrimenkuller, padişahlık makamına ait mülkler olarak belirlenir. Mücevherlere karşı verilen arazi miri olmadığı için rehin işlemi bey'bi'l vefa usulüne göre gerçekleştirilir. Buna göre, hem alıcı hem de satıcı diğerlerinin izni olmadan bu mülkleri satamaz. Verilen mülkler ise yıllık hasarı 621.115 kuruş değerinde çiftlik arazi, yıllık geliri 10.002.995 değerinde emlak seçilen mücevherlere karşılık verilir.

II. Abdülhamit'in binbir zorlukla İstanbul'a getirttiği mücevherlerin sonu ne oldu?

Büyük görüşmeler neticesinde karşılıklı anlaşmalar ile akıbeti Abdülhamit'in elinde şekillenen mücevherler için çeşitli sorular akılları meşgul etse de, şimdilik bilinen gerçek Abdülhamit'ten sonraki iktidar, mücevherleri Paris'te düzenlenen bir müzayedede satar.

Osmanlı kuyumculuğunun en güzel örnekleri arasında Topkapı Sarayı Müzesi'nde sergilenin zümrütlü hançer, Kaşıkçı elması, Kanuni Sultan Süleyman'a ait fildişi ayna, altın beşik ve bayram tahtı sayılabilir.

Zümrütlü hançer, Sultan I. Mahmud (1730-1754) tarafından İran hükümdarı Nadir Şah'a armağan edilmek üzere yaptırılmıştır. Kabzasının bir yüzünde bulunan etrafını elmasların çevirdiği iri üç zümrüt sebebiyle bu isimle anılmaktadır. Dünyanın en büyük ve en değerli 10 elması arasında yer alan Kaşıkçı elması 86 kratlık olup 1774'te Pigot adlı bir Fransız subayı tarafından Hindistan'ın Madras mihracesinden satın alınmış ve bu yüzden Pigot elması adıyla da tanınmıştır. Daha sonra da Tepedelenli Ali Paşa tarafından satın alınan bu elmas, onun ölümünden sonra Osmanlı hazinesinin malı olmuştur. Kaşıkçı elmasının Osmanlı kuyumculuğu açısından bizi ilgilendiren tarafı, uzmanların, etrafındaki pırlantaların sonradan konulduğu düşüncesinde olmaları, ya Tepedelenli Ali paşa ya da Sultan II. Mahmud tarafından dizdirilmiş olduğu kanısını taşımalarıdır. Kaşıkçı Elması'nı iki sıra çeviren 49 adet pırlanta, ona ayrı bir değer ve güz ellik katmıştır. Kanuni Sultan Süleyman'a ait ayna ise, daire biçimli olup fildişi arkalığının çevresinde sultana övgüler içeren bir yazı yer almaktadır.

Süslü beşik

Türk kuyumculuk ve kakmacılık sanatının en seçkin örneklerinden biri olan altın beşik, Kanuni Sultan Süleyman döneminde adı bilinmeyen bir Osmanlı şehzadesi için yaptırılmıştır. İskeleti ceviz ağacından olan bu beşiğin dış yüzeyi altın yaldızlı sıvama gümüş olup, üzeri elmas, yakut ve zümrütlerle donatılmıştır. Beşiğin iki topuzu, sapı ve bağırdak denilen kundakta kullanılan dokuz adet çubuk da aynı şekilde değerli taşlarla bezelidir. Osmanlı döneminde çoğu kez padişahın doğacak çocuğunun beşik ve örtüsü padişahın annesi tarafından hazırlanırdı. Beşiğin hazırlanması için hazine kethü dasına emir verilir, kethüda değerli taşlar ve sırmalarla süslü beşiği hazırlar, kendisi önde saray memurlarından bir alay arkada olmak üzere "Beşik Alayı" denilen bir törenle bu beşik Eski Saray'dan Yeni Saray'a götürülürdü. Ancak beşiğin bazen sadrâzamlarca da gönderildiği olmuştur. Topka Sarayı'ndaki bu beşiğin vaktiyle Osmanlı sarayında gelenekli bir tören olan "Beşik Alayı" ile saraya getirildiği ve saray hazinesinde korunduğu sanılmaktadır.


dAWjG.jpg

Bayram tahtı​

Osmanlı saraylarında yapılan büyük törenlerden biri de dini bayramlarda padişahların saray ileri gelenleriyle bayramlaştığı muâyede (bayramlaşma) töreniydi. Fatih Kanunnâmesi'nde bu törenin nasıl yapılacağı belirtilmekte ve "Bayramlarda Meydan-ı Divan'a taht kurulup çıkmak emrim olmuştur.." denilmektedir. Zamanla bazı değişikliklere uğrasa da bu törende genellikle bayramın birinci günü padişahlara ait bayram tahtı hazineden alınır, Bab'üs-saade önündeki saçaklı sofaya getirilir, yerlere serilen ipek halıların üzerine yerleştirilen bu tahta padişah oturur, bayram tebriklerini kabul eder, tören bitince alayla bayram namazına giderdi. Törenden sonra ise saray başhazinedarı bayram tahtını alarak hazineye koyardı. Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan Bayram tahtı da vaktiyle bu amaç için kullanılmıştır. Ceviz üzerine altın plakalarla kaplanmış, üzeri değerli taşlarla süslü olan bu taht, Osmanlı kuyumcularının kaplama ve mücevher kakma tekniklerini uyguladığı güzel bir örnektir. Bazı kaynaklarda Sultan III. Murad'a 1585 yılında Vezir İbrahim Paşa'nın al tından, üzeri değerli taşlarla süslü bir Bayram tahtı hediye ettiği belirtilmekle, araştırmacılar bu tahtın o taht olmadığını ileri sürmekte 1760 tarihli bir arşiv belgesinde hazine eşyaları arasında 953 adet zebercedle süslü, altın kaplama bir taht-ı hümayunun varlığının bahsedilmesinden yola çıkarak Hazine Dairesi'ndeki bu tahtı 18. yüzyıla tarihlemektedirler.

Yapıların kubbe ya da tavanın ortasından bir zincirle sarkan genellikle yuvarlak biçimli süs eşyaları olan askıların padişahlar için yapılanlarının en güzel örnekleri Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunmaktadır. Bunlar padişahların oturdukları tahtın tavanında ya da tahtın bulunduğu salonun veya odanın tavanından aşağı bir zincirle asılırdı. Altından ve üzeri değerli taşlarla süslü bu askıların tabanları püskül şeklindedir.

Kadın ve tesbih

Osmanlı döneminde özellikle dini günlerde ve toplantılarda kullanılması âdet olan, içinde hoş kokulu ağaç kabuklarının ve bitki dallarının yakıldığı bir kab olan buhurdanların örneklerine çeşitli müze ve özel kolleksiyonlarda rastlamak mümkündür. Pirinç, bakır ve gümüşten yapılabilen buhurdanların savatlı renkli taşlarla bezeli olanları ince bir işçilik sergilemektedir.

bZsNC.jpg

Boynuz, kemik ve fildişi ile ağaç ve madenden yapılan tesbihlerin özellikle madenden (altın, gümüş, inci, akik, kan taşı, kehribar, şah, maksut, yıldız taşı, yüz sürü, oltu taşı ve necef ) olanları malzemelerinin sertliği sebebiyle yapımı zor olan, zaman alan ve bir sanat eseri niteliği taşıyan parçalardır. D' Ohsson eserinde 18. yüzyılda tesbih kullanımı hakkında şu bilgileri vermektedir. "...Seçkin kadınların uzun bir tesbih taşımaları da âdettir. Bu tesbihlerin taneleri çok büyük bir ustalıkla işlenmiş akik, kan taşı, ak anber yahut mercandan olur. Hatta taneleri arasında çok değerli inc iler serpiştirilmiş olanlar, yahut altın tellerle yapılmış meşe palamudu biçimi süsler bulunur. Erkekler olsun, kadınlar olsun bunu bir oyalanma vesilesi olarak kullanır."

Kulpsuz kahve fincanının içine koyularak korunmasını ve fincanın eli yakmamasını sağlamak amacıyla yapılan tutmaya mahsus fincan zarfları, madenden, ağaçtan, bağa, boynuz ve fildişinden yapılabilmiştir. Madenden yapılanlarında, kakma, telkâri, kalemişi, tombak ve mıhlama gibi teknikler uygulanmış, ayrıca savatlı mercanlı değerli taşlarla kakmalı fincan zarfları da yapılmıştır.
 
Top