O MESELE kapanmıştı.

duurm68

Üye
“Yahu bitmişti o mesele. Bunu yeniden gündeme getirmenin anlamı ne sanki?”

“Ülkenin bu kadar önemli sorunu varken ne diye bu mesele konuşuluyor?”

Başörtüsünün yüksek öğretim kurumlarında serbest bırakılmasına dair düzenlemeler yapılırken bu ve benzeri cümleler uçuştu durdu etrafta. Gazete manşetlerinden yürütülen “kaos” çığırtkanlığı, birbirini anlamak niyetinden azade olarak bir araya getirilen insanların “sağırlar diyaloğu” sergilediği televizyon programları, zaman zaman bir arenaya dönen televizyon stüdyoları, yürüyüşler, alkışlar eşliğinde savrulan klişe sloganlar, siyasi kanatta restleşmeler vs…

Tüm bunlar olurken madalyonun diğer yüzünde yer alanları düşünüyorum. Hani kendileri hakkında birilerinin karar vermeye çalıştığı. Bir diğer güruhun ise bunu fırsat bilip yine onlar üzerinden muhalefet geliştirdiği. Oysa sorunu en yakıcı şekilde yaşayan “özneler” onlar. Ama sıra çözüm arayışına geldiğinde “nesne” konumuna indirgeniveriyorlar nedense. Yıllardır sözle de halle de kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Ancak bu çaba yankı bulmuyor önyargılarla katılaşmış yüreklerde.

Halden anlamak bu kadar mı zor? Bir genç kız, bir kadın neden “çağdaş, ilerici, modern” gibi albenili sıfatlarla bezenip kendisine sunulan ve daha cazip görünen bir hayat tarzını elinin tersiyle iter de baş örtüsünü tercih eder? Hak ederek geldiği üniversite kapısından başörtüsü sebep gösterilip içeri alınmadığında hangi duygularla sarsılır yüreği ve nasıl bir güçten hareketle gerisin geri döner? Kendi yurdunda eğitim hakkını kullanamayan gençleri muhacirler misali yollara döken, gurbetlere uçuran hangi derttir? Elinde diploması ve kazanılmış mesleki hakları olduğu halde yine başörtüsü nedeniyle resmi sıfatlarından vazgeçen doktorlar, öğretmenler, avukatlar, akademisyenler başka dünyanın insanları mıdırlar ki, birilerince “akılsızlık” addedilen böyle bir tercihte bulunabilmektedirler?

EVET, sıkıntıyı yaşayan, bir tercih yapmak durumunda kalan ve her şeye rağmen bu kararının arkasında durmaya azmedenler bizzat kadınlar. Hal böyleyken başörtüsü yasağını savunanlarca “erkeklerin oyununa geliyorlar”, “kadınlar kullanılıyor”, “kendilerini ikinci sınıf insan konumuna düşürüyorlar” şeklinde ithamlara maruz kalanlar yine onlar. Bu gibi ifadeler çağın kadın ve insan algısı üzerine ip uçları veriyor aslında. Aşkın olanla bağların koparıldığı ve sadece maddi düzlem esas alınarak bir anlam dünyası inşa edilmeye çalışıldığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Buna rağmen bazı insanların hele de kadınların Kutsal olanı referans alarak hayatlarına bir yön vermek istemeleri ne kadar anlamsız ve dahi şüphe edilmesi gereken bir durum olarak algılanıyor. Çünkü modern zihniyetin temelinde dine pozitivist bakış açısı hakimdir. Buna göre din, geri kalmış ve zavallı insanların mecburen sığındıkları sosyal bir olgudur. İnsanlık ilerledikçe ve kendi kendine yeter hale geldikçe(!) sırtındaki bu yükü de atıp rahata erecektir. Böylece kadınların erkekler tarafından ezilme ve sömürülme aracı olarak kullanılan bir husus da bertaraf edilmiş olacaktır. Ancak bunun böyle olmadığı ortada. Yirmi birinci yüzyıl insanlarının gündeminde hala inanç var ve olmaya da devam edecek.

Diğer yandan bu gibi ithamlar kadının “rüştünü ispat etme” noktasında bazı insanların halâ tereddütleri olduğu izlenimini veriyor. Kadının insan olup olmadığının tartışıldığı, babası, eşi veya vasisi üzerinden tanımlandığı ve pek çok hakkından sırf kadın olduğu için mahrum bırakıldığı dönemlere zaten tanıklık etmişti yeryüzü. Yaratıcısı ile ilişkisini merkeze alıp diğer tüm ilişkilerini bu eksende tanzim etmeye çalışan, bunu yaparken de hür fikri ve hür vicdanının inisiyatifiyle hareket eden bir kadının kabul edilemezliği aynı zihniyetin bu çağdaki bir yansıması değil midir? Neden bu tür yönelimlerin hep erkekler yüzünden ve onlarla ilişkiler baz alınarak olabileceği düşünülür? Bu bir anlamda kadın aklına ve vicdanına güvenmemek demek olmuyor mu? Oysa her bir insan tekinin kendisini ve alemleri yaratan Rabbi ile hiçbir ayırıma tabi tutulmaksızın her zaman ve zeminde diri tutabileceği bir ilişki zemini, bir irtibat imkanı var. “Kamusal alan” da kapsama alanına dahil üstelik.


BAŞÖRTÜSÜ yasağını savunanlar güçlerinin yettiğini düşündükleri oranda pervasız olabiliyorlar. Kapıları kapatarak, kapalı kapıların önüne bir de görevli dikerek gençlerin dünyalarını daraltmaları yetmezmiş gibi, hayallere de sınır çekmeye çalışıyorlar. Nasıl olacaksa bu? Özellikle kısmi serbestlik sağlandıktan sonra başka alanlarda da hak talebinde bulunulacağı düşüncesinden hareketle şimdiden “hayal kurmayın” türünden ihtarlarda bulunuyor bazıları. Bu ihtar cümleleri her aklıma geldiğinde zihnimde “I have a dream” (Bir hayalim var) sesi yankılanıyor. Martin Luther King’e ait bu ses. Tarih, 28 Ağustos 1963. Yer, Washington DC. 300 bin kişi kürsüdeki adamı dinliyor. Kararlı ve inançlı kişiliğiyle, barışçı hitab tarzıyla çok etkili olan King, önemli mesajlar veriyor tarihi konuşmasında. Amerikan Özgürlük Beyannamesi’nin imzalanmasının üzerinden yüz yıl geçmiştir. Buna rağmen insanlar sırf derilerinin renginden dolayı ayrımcılığa maruz bırakılmakta, vazgeçilemez ve devredilemez özgürce yaşama ve mutlu olma hakkı kendilerine tanınmamaktadır. Herkes için olması gereken hak ve adalet bir kısım insandan esirgenmektedir. Bu hâl değişmelidir. Değişim ise ortak aklı harekete geçirmekle mümkündür. İşte o ortak aklın harekete geçmesi için inançlı, idealist insanların hayal kurması ve bu hayaline başkalarını da ortak etmesi gerekmektedir. Nitekim bu tarihi konuşmada defalarca tekrarlanan “Bir hayalim var” sözü, kitlelere yeni ufuklar açıyor, yüz binler için umutları yeşerten bir soluk oluyor. Zaten insan hayal ettiği müddetçe yaşar derler. Mesela ikna odalarında “ikna olmayarak” üniversite eğitimini yarıda bırakan bir hanımın torunuyla birlikte olsa bile bir gün okulunu tamamlamak gibi bir hayali var. Şimdi bu yürek, birileri izin vermiyor diye, başkaları istemiyor diye hayal kurmasın mı?


MESELE, hayal, simge, oyun, yasak... Hak, hukuk, eşitlik, adalet, özgürlük… Kelimeler ve kavramlar yağmur gibi yağıyor dört bir yandan. Ancak şu unutulmamalı ki dünya bir imtihan meydanıdır. Her şeyin Sahibi olan aynı zamanda her şeyi Bilen Alemlerin Rabbi’nin bir muradı var muhakkak. Bize düşen sorumluluk bilincini muhafaza etmek ve bunun gereğini yapmaktır. Alemlere Rahmet olan Efendimiz (sav), omuzlarına yüklenen yükün ağırlığını ifade kastıyla “Beni Hud suresi ihtiyarlattı” demişti. İnananlar için kendisinde güzel bir örnek bulunduğu Kur’an’da bildirilen Allah Rasulü’nün (sav) yüreğinin ta derinliklerine işlemiş bir sorumluluk bilincine sahip olduğunun ifadesiydi bu. İşte bizim bugün yaşadığımız, Allah Rasulü’nün yaşadıkları yanında, Rabbani terbiyenin bize dönük küçük bir cüzü olarak okunabilir.

O zaman “mesele” yok!
 
Top