• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Murathan Mungan

cırcırböcee

V.I.P
V.I.P
21 Nisan 1955'te İstanbul'da doğdu. Ortaöğrenimini Mardin'de yaptı. Mardin Lisesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü'nü bitirdi. Bir süre tiyatro oyunlarında rol aldı. İstanbul'da Devlet Tiyatroları'nda ve Şehir Tiyatrosu'nda dramaturg olarak çalıştı. Çeşitli dergi ve gazetelerde şiirleri, öyküleri ve tiyatro üzerine yazıları yayınlandı.
W7REw.jpg
İstanbul'da yaşıyor. Oyunları, öyküleri ve şiirlerini yazmayı sürdürüyor. Başlangıçta Hilmi Yavuz, Attilâ İlhan etkilenimlerinin belirgin olduğu, oldukça ağdalı ve ve özentili şiirler yazdı. "Kum Saati"nde yer alan sonraki şiirlerinde söyleyiş değişmemekle birlikte dilinin sözcükler düzeyinde yalınlaşmaya başladığı dikat çekti. Oldukça dağınık düzyazılardan oluşan şiirlerden, içten ve yalın ürünlere doğru ilerleyişini sürdürdü. Olgunluk dönemi şiirlerinde ise kendine özgü bir biçim ve söyleyişe ulaştı. Özellikle "Metal"deki şiirleriyle 1980 kuşağının en çok okunan, tanınan şairleri arasında ilk sıralarda yer aldı. Oyunlar, öyküleri ve diğer düzyazılarıyla hem üretken, hem etkili bir yazar olduğunu ortaya koydu. Başarılı senaryolar de yazdı.

ESERLERİ

OYUNLAR:
  • Mahmud ile Yezida (1980)
  • Taziye (1982)
  • Geyikler Lanetler (1997)
  • Bir Garip Orhan Veli (1997)

ÖYKÜ:
  • Son İstanbul (1995)
  • Cenk Hikayeleri (1986)
  • Kırk Oda (1987)
  • Lal Masallar (1989)
  • Kaf Dağının Önü (1994)
  • Ressamın Sözleşmesi (resim konulu öyküler seçkisi) 1997
  • Üç Aynalı Kırk Oda 1999

ROMAN:
  • Yüksek Topuklar 2002

ŞİİR:
  • Osmanlıya Dair Hikayat (1981)
  • Kum Saati (1984)
  • Sahtiyan (1985)
  • Yaz Sinemaları (1989)
  • Eski 45'likler (1989)
  • Mırıldandıklarım (1990)
  • Yaz Geçer (1992)
  • Oda, Poster ve Şeylerin Kaderin (1993)
  • Omayra (1993)
  • Metal (1994)
  • Murathan'95 (Seçmeler) 1995
  • Oyunlar, İntiharlar, Şarkılar (1997)
  • Mürekkep Balığı (1997)
  • Başkalarının Gecesi (1997)
  • Erkekler İçin Divan 2001

DÜZYAZI:
  • Li Rojhilate Dile Min 1996
  • Paranın Cinleri 1997
  • Metinler Kitabı (1998)
  • Doğduğum Yüzyıla Veda 2000
  • Meskalin 60 Draje 2000
  • 13+1 Fazladan Bir Kitap 2000
  • Soğuk Büfe 2001

SENARYO:
  • Dört Kişilik Bahçe 1995
  • Dağınık Yatak 1997
  • Başkasının Hayatı 1997

ÖDÜLLERİ

1978 Türkiye İş Bankası Tiyatro Oyunu ikinciliği Mahmud ile Yezida oyunu ile
1980 Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü Turgay Fişekçi ve Ozan Telli'yle paylaştı (Osmanlıya Dair Hikayat adlı kitabıyla)
1981 Gösteri Dergisi Şiir Birincilik Ödülü Sahtiyan kitabıyla
1984'te sergilenen Taziye oyunu ile Sanat Kurumu tarafından en iyi tiyatro yazarı seçildi
1987 Haldun Taner Öykü Ödülü'nü Nedim Gürsel'le paylaştı (Hedda Gabler Adlı Bir Kadın hikayesiyle)
 
Düzenleyen yönetici:

kelebek

-ütopik-
V.I.P
Şiirlerini beğenerek okurum. Tek romanı olan yüksek topuklar'ı da okuyup gerçekten hayran kalmıştım. Okumayanlara tavsiye ederim. Beğendiğim bir yazar-şairdir. Teşekkürler
 

kelebek

-ütopik-
V.I.P
yüksek topuklar'dan

Geçen ay bir arkadaşım, beş gün için beş yaşındaki kızına bakıp bakamayacağımı sordu bana. Bir yerlere gideceklermiş, buna çok ihtiyaçları varmış. Bunu biraz da evliliğini kurtarmak için yaptığı yollu imalarda bulundu. Bir çeşit hayat-memat meselesi yani. Beş günlük tatillerle hiçbir evliliğin kurtarılamayacağını bildiğim halde hiç sesimi çıkarmadım. Kimsenin hayatı hakkında iri laflar etmeyeli epey olmuştu. Her zaman çocuğa bakan annesi hastanedeymiş –hoş hâlâ hastanede, ve onun o hastaneden sağ çıkmaması, birdenbire hayatımın belli başlı "temennilerinden" biri oldu– (siz sevmemiş olabilirsiniz ama, duygumu en iyi "temenni" sözcüğü açıklıyor); kız kardeşi ise kazandığı burs nedeniyle Kanada'ya gidiyormuş. Ben, iş gezilerinin dışında bunca yıldır kendi keyfime Antalya'ya bile gidemezken, topu topu üç beş kez gördüğüm şu çokbilmiş suratlı dişlek kız, gece geç saatlere kadar Toronto sokaklarında gezsin ve taze turist hayranlığıyla alık alık kar küreyen makineleri seyretsin diye neler çektim. Yok, hayır, yine de o makinelerin kürediği karlar altında şaşkın bir ölüm dileyemem ona; o kadar kalpsiz değilim.
Aslında bütün kabahat bende. Kimsenin suçu yok. Kabul etmemeliydim. Peki niye kabul ettim? Zaten izinliydim o sıralar; çalışmıyor, bütün gün evde oturup duvarlara bakmak istiyordum. Çaresiz durumda olan arkadaşımsa, ilk kez bir şey istiyordu benden. Az görüşmemize, pek yakın olmamamıza karşın, özellikle parasız zamanlarımda borç alabildiğim biriydi. (Ki, her ne kadar fena kazanmıyorum desem de, parasız zamanlarım hayatımın önemli bir bölümünü kapsar.) Ama bu da bir neden değildi. Ne bileyim, belki de canım iyilik yapmak ve cennete gitmek istiyordu. Bütün bunlar gene de ikna etmediyse sizi, basiretsizlik deyin. Kısacası bir gaflet ânında evet demiş oldum. Ama hiçbir gaflet ânının bedeli bu kadar yüksek olmamalı.
Düşünün: Beş yaşındaki bir kız çocuğuyla beş gün! Beş tam gün!
Sonuçta, Barbie bebeğini alır gelir, önüne çocukluğumdan kalma Tina ciltlerimi koyarım; iki Fatoş, bir Ayşegül, biraz çizgi film seyreder, biraz da şekerlemelerle oyalanır, olur biter sanıyordum. Ne gaflet!
Kapı açılıp da salona girdikleri anda, başıma gelecek olan felaketi anlamıştım. Aynı erkeği çılgınca seven iki gözükara rakibenin, en kanlı zamanlarında yüz yüze gelmesi gibiydi ilk karşılaşmamız. Sanki benimle hesaplaşmaya gelmişti. Bana günümü gösterecekti. Kana kandı. Ya o, ya bendi. Salonun ortasında çaresiz kalakalmıştım. Karşımda beş yaşında bir kız çocuğu değil, fettan, şuh ve kindar bir kadın vardı. Ben öyle başıma gelecek felaketleri sezmiş olmanın şaşkınlığıyla aval aval bakınırken, annesinin yanından kopup, zarif olduğunu sandığı gösterişli adımlarla yanıma geldi. Yüzünde, pembe dizilerdeki zengin, iyi eğitim görmüş, kötü kalpli genç kızlara özgü çarpık bir gülümsemeyle, manalı bir şekilde elini uzatarak:
"Merhaba, ben Tuğde," dedi.
Ben, eyvah, bütün 15.00'lerde ve bütün 18.00'lerde bütün televizyon kanalları açılacak, bütün o pembe diziler seyredilecek ve ben hafif hafif delireceğim, diye düşünürken, annesi –ki, artık o da bir düşmandı– en şirin sesiyle:
"Merak etme ablası, çok usludur, seni hiç üzmez, bütün gün sessiz sedasız oturur televizyon seyreder," dedi.
Gözucuyla televizyona baktım, kararmış ekranıyla her şeyden habersiz öylece duruyordu; yok, hayır, daha taksitleri bitmemiş o masum alete hiçbir şey yapamazdım.

Onu görür görmez, birdenbire aslında çocuk sevmediğimi düşündüm. Evet, ben aslında çocuk sevmiyordum. Düşünecek olursam, yarım saatten fazla dayanabildiğim tek bir çocuk yoktu. Ya da henüz icat edilmemişti. Böyle olduğu halde, hep onlarla iyi geçiniyormuş gibi yapmış, yakınlarımın da, arkadaşlarımın da çocuklarına hep öyle davranmıştım. Çoğunun doğum gününü unutmaz, hoşlarına gidebilecek armağanları almakta hep doğru seçimler yapardım. Çocukları yarım saat için sahiden çok seviyor, sahiden onlarla olmaktan hoşnutluk duyuyor, yarım saat sonra ise mümkünse ses geçirmeyen bir dolaba kaldırılmalarını istiyordum. Eğer bu süre bir saati geçmişse, bu dolap, bir buzdolabı bile olabilirdi.
Onların sürekli ortalıklarda dolanıp hep bir şey istemeleri, sürekli bir şeyler sormaları, bizim çoktan sıkıldığımız bu dünyanın onlara yeniden ve yeniden açıklanması sinirime dokunuyor; güzel bir öğleden sonra ya da hoş bir akşamüzeri geçirmek için gittiğim yerlerden onlar yüzünden bitkin dönüyordum. Oysa hemen herkes nedense beni, çocuk seviyor, diye biliyordu. Aman Allahım, ben bir sahtekârdım! Bu yaşta bir kadın olarak niye hâlâ çocuk sahibi olmadığım yolundaki bütün soruları sahtekârca yanıtlamıştım demek. Bunu şimdi anlıyordum; ne hiç evlenmemiş olmam bir nedendi, ne de karşıma bu iş için uygun biri çıkmamış olması... İşim gereği sık seyahat edişimi neden göstererek kedim olmayışını açıklamam da bir sahtekârlıktı. Bunu da şimdi anlıyordum. Kedilerin de mitolojisini seviyordum olsa olsa; ne beslemeyi biliyordum, ne de bakımlarını üstlenmeye yanaşıyordum. Mini mini kedili kutular, şirin kedi kartlarıyla, orda burda gördüğüm kedilere gösterdiğim yakınlık numaralarıyla idare ediyordum.
Şu lanet olası kız yüzünden, çocuklar ve kedilerden sonra aslında kadınları da hiç sevmediğim çıkacaktı ortaya. Aman Allahım, yoksa ben yalnızca erkekleri mi seviyordum? Onların da magandalarını, zontalarını, sonradan görmelerini, yere tükürenlerini, burnunu karıştıranlarını, yuppielerini, arabalarında çıs-tak çalanlarını, "altın kolye-pırlanta yüzük-zincirli künye" üçgeni içinde yaşayanlarını çıkarırsan aradan, dünya bir avuç kalıyordu. Benim için dünya birdenbire çok ıssızlaşmıştı.
Annesine pencereden birlikte el sallayıp uğurladıktan sonra, derin bir sessizlik oldu aramızda, ikimiz de birkaç dakika ne yapacağımızı bilemedik. Daha çok fırtına öncesi bir sessizliğe benziyordu bu, sanki daha çok birbirimizi tartıyor, strateji ve taktik hesapları yapıyorduk. Sonra birden kendimi ayıpladım: Koskoca kadınsın ayol, alt tarafı beş yaşında bir çocuk! Utanmıyorsun kendini onunla bir tutmaya!
Böyle düşünmek o an bana iyi geldiyse de, onun alt tarafı beş yaşında bir çocuk olmadığını anlamam uzun sürmeyecekti. Alt tarafı beş yaşında olmadığı gibi, üst tarafında da, yıllarla açıklayamayacağım kadar yoğunlaştırılmış bir kadınlık vardı.
Kalktım, mutfağa gittim. Hayattaki onca şeyi eledikten sonra elimde kalan şu bir avuç dünyanın üzerine bir bardak su içtim. İçimdeki bir his, beni zor günlerin beklediğini söylüyordu. Zaten o içimdeki hissin bana bugüne kadar hoş bir şey söylediğini hiç hatırlamıyorum.
Eminim, o gece ev de, yattığımız odalar da, uyuduğumuz yataklar da ikimiz için aynı derecede yabancıydı. Bütün gece duvarlara baktım.
Onu, büyük bir şirinlikle yaptığım yatağına yatırdıktan sonra, "Işığı açık bırakmamı ister misin Tuğde?" diye sevecenlikle soracak olduğumda, hak etmediği bir muameleye maruz kalmış, ama gene de sezdirmemeye çalışıyormuş gibi sitemle yüzüme baktı ve "Ben karanlıktan korkmam," dedi.
Ben, "Hayır belki tuvalete falan kalkman gerekir, diye düşündüm de..." diye geveleyecek oldum; başını bile çevirmeden, gözlerini benden ayırmaksızın bir tek ufak hareketle elini uzatıp, "Burada gece lambası var ya," diyerek lambanın düğmesine bastı. Ki, o kahrolası düğmeyi hiçbir aradığımda yerinde bulamamışımdır.
"O halde mesele yok," dedim acı acı gülümseyerek...
Kabul edin, acı acı gülümseyerek lafı buraya çok yakıştı.
 
Top