Forumlar
Yeni Mesajlar
CerezExtra
EĞLENCE ↓
Şans Kurabiyesi
Renk Falınız
ÇerezRADYO
Sevgiliye Özel
ÇerezDERGİ
Hızlı Okuma Testleri
Pratik Çözümler
Yeniler
Yeni Mesajlar
Yeni ürünler
Yeni kaynaklar
Son Aktiviteler
İndir
En son incelemeler
Dükkan
Giriş
Kayıt
Yeniler
Yeni Mesajlar
Menu
Giriş
Kayıt
Uygulamayı yükle
Yükle
Forumlar
Tarih
Cumhuriyet Tarihi
Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm
JavaScript devre dışı bırakıldı. Daha iyi bir deneyim için, devam etmeden önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
You are using an out of date browser. It may not display this or other websites correctly.
You should upgrade or use an
alternative browser
.
Konuya cevap yaz
Mesaj
<blockquote data-quote="YoRuMSuZ" data-source="post: 324939" data-attributes="member: 1"><p><h3>İSTİKLÂL MARŞI'MIZIN TARİHÎ, EDEBÎ, DİNÎ VE KÜLTÜREL KAYNAKLARI</h3><p></p><p><strong>(Bölüm 2)</strong></p><p><strong></strong></p><p><strong>"Celâl"</strong> kelimesi, Allah'ın sonsuz güzelliğinin tecellilerinden, yansımalarından birisidir. Allah'ın en genel manada iki güzel sıfatı vardır: Cemal ve Celal. Allah'ın güzelliği lütufla, merhametle, yardımla, cennetle tecelli ederse buna cemal, kahırla, cezalandırmakla, cehennemiyle tecelli ederse buna da celal denir. Allah'ın Celîl ismi, celal sahibi anlamına gelir. Âkif, bu manadan hareketle celal sıfatını kullanıyor.</p><p></p><p>Bu iki mısrayı şöyle de okuyabiliriz: Ey nazlı Türk bayrağı! Türk milleti, varını yoğunu ortaya koymuş hâlde istiklâli için savaşıyor. Emperyalist Batılıları kovuncaya kadar mücadelesi devam edecektir. Bunun için elinden geleni yapıyor. O bakımdan aman kurban olayım ona kızma, celallenme, yüzünü ekşitme, ters ters bakma. Bu kızgınlık, şiddet, öfke niye? Bu fedakâr millete bir gül, tebessüm et, yaklaş, ümit ver, sıcak dur.</p><p></p><p>Bir de şairin Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl? mısraında eski Türk bayrak anlayışından yansımalar vardır. Eski Türklerde bayrak kutsaldı ve koruyucu bir ruh olarak görülüp algılanırdı. Bayrakta ulu atanın koruyucu ruhunun ve Türk milletine zafer kazandırma özelliğinin bulunduğuna inanılırdı. Bayrağın şiddetle, celalli bir şekilde bakması demek, ondaki ulu ata ruhunun millete, ülkeyi işgal güçlerine niye teslim ettiniz, bayrağı niye yere düşürdünüz, diye kızması demektir. Bu kıtanın ilk iki mısraında ayrıca Âkif, Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesi nde geçen şu iki beyitten üslup, yaklaşım ve benzetme motiflerini almıştır. En azından Namık Kemal'in bu beyitleri, Âkif'in bilinçaltında onu etkilemiştir. Namık Kemal'in beyitleri şöyle:</p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>(Vatan öyle vefasız, nazlı, güzel bir kadına dönmüş ki, aşkına sadık olanları gurbet elemlerinden ayırmaz.) </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Cemâlin tâ-ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>(Şimdi kalpleri kendine çekme, gönülleri çelme gücü sendedir, güzelliğini gizleme. Güzelliğin sonsuza kadar milletin gözünden uzak kalmasın).</em></p><p><strong>Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;</strong> mısraında şehadete yüklenen tarihsel işlev imgesi vardır. Burada Türk milletinin tarih boyunca iki temel değer için kanını akıtmaktan çekinmemesi vurgulanıyor. Şairin burada sana hitabındaki sen, hilaldir. Hilal ise millî değer bağlamında Türk millî bağımsızlığını, hürriyetini, siyasi istiklâliyetini temsil ediyor. Dinî değer bağlamında ise Salib (Haç)e yani Hristiyan dünyaya karşı İslâm dünyasını ve İslâmî değerleri temsil ediyor. Batılılar özellikle hilal kelimesiyle bütün bir İslâm dünyasını ve İslâmî değerleri ifade ederler. Dolayısıyla millî ve dinî değerleri korumak, bunlar için gerektiğinde şehit olmak, Türk milletinin temel vasıfları arasında yer alır.</p><p></p><p><strong>Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!</strong>: Bu mısrada Türk milletinin en temel hakkının bağımsızlık oluşu imgesi vardır. Allah'a tapan, haktan ve doğruluktan ayrılmayan Türk milletinin tam bağımsız ve bağlantısız bir millet olarak yaşamasının onun en temel haklarından birisi olduğu vurgulanmaktadır. Âkif, bir vaazında bir Tunuslunun şu sözlerini aktarır: Ey Osmanlı Müslümanları! Allah aşkına bizim düştüğümüz mahkumiyete sakın sizler de düşmeyiniz. Saltanatınızın, istiklâlinizin kıymetini biliniz. Çünkü dünyada onsuz yaşamak, meğerse yaşamak değilmiş. Biz bunu pek acı, pek uzun tecrübelerden sonra anladık. İnşallah siz o tecrübelere maruz kalmazsınız.</p><p></p><p>Ayrıca bu mısrada İzmir'in işgali üzerine İstanbul'da bir meydan toplantısında Profesör Selahaddin Bey'in yaptığı bir konuşmada geçen şu cümlesinden de etkilenmeler vardır:</p><p></p><p>Milletler uyanıyor, devlet oluyorlar, hakkını isteyen bir millet ortadan kaldırılamaz.</p><p></p><p>Hakk'a tapan Müslüman Türk milletinin istiklâl içinde yani müstakil bir millet hâlinde yaşaması, yani siyasi, idarî kararlarında bağımsız olması, kendi kültürünü, kendi geleneğini, kendi dinini bağımsız ve özgürce yaşaması, yabancı devletlerin idaresine girmemesi gereğini Hasan Basri Çantay da bir yazısında şöyle vurgular:</p><p></p><p>Bir esir kurtarmanın temin ettiği saadet (mutluluk) böyle olursa, acaba miktarı binlere, yüz binlere hatta milyonlara baliğ olan (ulaşan) esir ve mazlum kardeşlerimizin tahlisi (kurtarılması) ne büyük vicdanî saadetler bah şetmez (vermez) bize! Bugün o esirler, o zuafâ-yı mazlûmîn (mazlum zayıflar) hep bize, hep bizim rehâkâr-ı hamiyyet ve imdadlarımıza intizâr edüp (yardımlarımızı bekleyip) duruyorlar. Çünkü yeryüzünde ve İslâm dünyasında Cenab-ı Hakk'ın esaretinden muhafaza buyurduğu (özgürce yaşattığı) tek bir millet varsa o da lillahi'l-hamd ve'l-minne (Allah'a hamd ve şükürler olsun ki) biziz. Saadet-i istiklâle (bağımsızlık mutluluğuna) malik (sahip) gibi görünen bazı hükûmât-ı İslâmiyye (Müslüman hükûmetler) Garb (Batı) pençesinden henüz kendisini kurtaramamıştır.</p><p></p><p>Maamafih (Bununla birlikte) ey dindaş! İslâm mutlaka hürriyet (özgürlük) ve istiklâl (bağımsızlık) ile yaşar. Küfrün (kafirlerin, Hristiyanların, Avrupalıların) İslâm (Müslümanlar) üzerinde velayet (sahiplik, efendilik) ve hâkimiyeti (üstünlüğü, yöneticiliği) merdûddur (kabul edilemez).</p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım; </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. </em></p><p>Bu kıtada Türk milletinin hiçbir zaman sömürge olmadığı ve olamayacağı inancı, imgesi vardır.</p><p></p><p>Buradaki ezel kelimesini düz anlamıyla zamanın öncesizlik boyutu anlamıyla değil, Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı andan beri hep hür ve bağımsız yaşadığı, başka milletlerin boyunduruğu altına girmediği şeklinde anlamalıyız. Türk milleti, tarih boyunca bu coğrafyada doğrudan doğruya sömürge olmamış tek millettir. Dolayısıyla şair, bu durumu kuvvetle vurgulayarak mübalağa sanatıyla zamanda öncesizlik demek olan ezelden bu yana hür yaşamış, sömürge olmamış bir millet olduğumuzu ifade eder. Hür yaşarım ifadesiyle de bundan sonra da öyle kalacağımızı, hür, müstakil bir millet olacağımızı, emperyalist Batılı devletlerin sömürgesi olmamakta kararlı olduğumuzu büyük bir inançla haykırıyor.</p><p></p><p>Bu kıtanın ilk iki mısraının yazılmasına sebep olan kaynaklardan biri, 10 Ağustos 1920'de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması'dır. Burada çılgın, ülkemizi işgal eden İtilaf devletleridir, yani Batı'dır, Avrupa'dır, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Amerika'dan oluşan Haçlı dünyasıdır. Bu çılgın emperyalist Batı'nın bizi zincire vurması ise Sevr Anlaşması, program ve projesidir. Bu Sevr paçavrasında Türk milletine devlet olarak sadece Orta Anadolu'da Adapazarı, Bilecik, Bolu, Eskişehir, Kütahya, Afyon, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Zonguldak, Sinop, Samsun, Merzifon, Amasya, Çorum, Yozgat, Kırşehir, Nevşehir, Kayseri gibi yerlerden oluşan küçük bir bölge veriliyor, diğer yerler Haçlılar tarafından paylaşılıyordu. Böylece Türkler, zincire vurulacak ve Anadolu ortasına küçük bir bölgeye hapsedilecektir.</p><p></p><p>Âkif, Sevr paçavrasının bizi esaret altına almak istemesine tepki duyarak, Türk milletinin her zaman hür yaşamış ve hür yaşama azminde olan bir millet oluşunu haykırıyor.</p><p></p><p>Ayrıca bu mısralar, söylem olarak Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesinde geçen şu mısralarından mülhemdir:</p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yı hürriyet </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>(Zulümle, haksızlıkla hürriyeti yok etmek mümkün müdür? Çalış, eğer gücün yetiyorsa insanlıktan önce anlama, algılama gücünü ve bilme isteğini kaldır, ondan sonra ancak hürriyeti yok edebilirsin.) </em></p><p>Yine Namık Kemal şöyle der:</p><p></p><p></p><p>Bir adamın, velev taşlarla beyni ezilsin, fikrince kanaat ettiği tasdîkâtı (onayladığı değerleri) tağyîr etmek (değiştirmek) kâbil midir (mümkün müdür)? Velev hançerle yüreği paralansın, vicdanınca tasdik ettiği mu'tekadâtı (inançları) gönlünden çıkarmak mümkün olabilir mi? Demek ki naklî, aklî, hikemî, siyasi, ilmî, zevkî her nevi efkâr (fikirler) zaten serbest, zaten tabiidir. Değişir se kimsenin icbâriyle (zorlamasıyla) değil, tabiatın ilcâsıyla (doğal seyri içerisinde) değişir.</p><p></p><p>İzmir'in işgali üzerine İstanbul'da Sultanahmet Meydanı'nda yapılan bir toplantıya katılan Türklerin havaya kaldırdıkları levhalarda şu cümleler yazılıdır:</p><p></p><p>Türk hürdür, esir olamaz., Hak isteriz: 2 milyon Türk, 200 bin Rum'a feda edilemez., Yaşamak istiyoruz, Müslüman ölmez ve öldürülemez.</p><p></p><p>Bu cümleler, Âkif'in yukarıda açıklamaya çalıştığımız kıtanın hissiyatıdır. Ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşama azmi ve kararlılığında olan Türk milletinin ruhuna tercüman olan ifadelerdir ve Âkif, bu ruha tercüman olmuştur.</p><p></p><p></p><p> <strong>Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!</strong> mısraında Türk milletinin sömürgeleştirilmesinin imkânsızlığı imgesi vardır. Kudurmuş bir şekilde her şeyi göze alarak üzerimize çullanan, aklını, şuurunu, realist düşünme kabiliyetini kaybetmiş işgalci Batılı Haçlı sürüleridir. Şair, onların bu davranışını çılgınlıkla ifade ediyor. Yakalanıp tutulan hayvanları ya da esir edilmek istenen insanları hapsetmek için zincire vururlar. Ellerini ayaklarını zincirle bağlarlar. İşgalci güçler de Türk milletini zincire vurarak esir etmek, sömürgeleştirmek, kıskıvrak kıskaca alıp, köleleştirmek istemektedir. Fakat şair, böyle bir çılgınlığa sadece şaşarım! diyerek bunun imkânsızlığını, düşünülmesinin bile saçmalığını ve mantıksızlığını dile getirmektedir.</p><p></p><p>Zincire vurmak motifini Âkif, hem üslup, hem anlam, hem de benzetme motifi olarak değişik bir şekilde Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesi nde geçen şu iki beytinden ilham alarak kullanmıştır. Namık Kemal şöyle diyordu:</p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Değildir şîr-i der-zencîre töhmet acz-i akdâmı </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Felekte baht utansın bî-nasîb erbâb-ı himmetten</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>(Zincire vurulmuş arslanın kurtulmak için ayaklarının aciz kalması, zinciri kıramaması, kendi suçu değildir. Dünyada kader utansın nasipsiz destekçi ve yardımcılardan.)</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Kemend-i cân-güdâzı ejder-i kahr olsa cellâdın</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>(Celladın can alıcı ipi, urganı öldüren bir yılan bile olsa esaret zincirinden yine bin kere yeğdir.)</em></p><p><strong>Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım</strong>;: Bu mısrada hapsedilme, sömürgeleştirilme, köleleştirilme, köşeye sıkıştırılma isteğine karşı mutlak bir direniş azmi görülür. Kükremiş, coşkun, gürül gürül akma kabiliyetindeki sel, önünde hiçbir engel tanımaz. Önüne çekilen setleri, bentleri yıkar geçer. Türk milleti de kendisi için biçilen rollere, hapsedilmek istendiği sınırlara isyan eden, hiçbir zaman Batılıların dayatmalarını kabul etmeyecek olan hür bir millettir. Hür bir millet olarak yaşamasını imkânsız kılacak tüm engellere karşı koyacak güçtedir.</p><p></p><p><strong>Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım</strong>. mısraında Türklerin eski efsanevî destanı olan Ergenekon Destanı'na dolaylı bir gönderme vardır. Ergenekon Destanı'nda da Türkler çoğalıp içine sıkıştıkları dağların arasından dağları delerek, demirleri eriterek çıkmışlardı. Etraflarındaki dağları yırtmışlar, enginlere sığmamışlar ve dışarı taşmışlardı. Yani Türk'ün önünde engel yoktur, demirden dağ bile olsa eritir, gene geçer azim ve iradesi vurgulanıyor.</p><p></p><p>Ergenekon Destanı kısaca şöyledir: Türk boyları arasında Köktürklerin çok kuvvetli olduğu bir sırada etraftaki bütün kavimler, Tatarların öncülüğünde birleşip Köktürkleri ortadan kaldırmayı kurarlar. Köktürklerle diğer milletler savaşa tutuşur. Tatarlar, Köktürkleri yener ve hepsini kılıçtan geçirirler. Sadece Köktürk Hanı İl Han'ın oğlu Kıyan ve eşi ile İl Han'ın kardeşinin oğlu Nüküz ve eşi kaçabilirler. Bunlar, düşmandan saklanmak ve korunmak için sarp dağların arasında insan yolu düşmez, sadece bir atın zor geçebileceği bir yolu olan bir yere sığı nırlar. Etrafı yüksek dağlarla çevrili bu sulak, yeşillik yere Ergenekon adını verirler. Ergene: Dağın kemeri, kon: keskin, sarp demektir. Bu iki aile, burada 400 yıldan fazla kalıp çoğalırlar.</p><p></p><p>Bir zaman sonra buraya sığamaz olurlar. Aralarında istişare edip oradan çıkmayı, atalarının geniş, düz, güzel yurtlarını tekrar ele geçirmeyi kararlaştırırlar. Dağların arasından çıkıp göçelim, dostum diyenle görüşelim, düşmanla güreşelim derler. Fakat çıkacak yol bulamazlar. Bir demirci, dağın bir yerinde demir madeni olduğunu, onu eritirlerse oradan çıkış için yol bulacaklarını söyler. Herkes bu fikri beğenir ve dağın demirden olan o bölgesine odun ve kömür yığarlar. 70 deriden körük yapıp körüklerler. Böylece demirden dağı eritip oradan çıkış için yol bulurlar ve özgürlüğe kavuşurlar. O zaman Köktürklerin hakanı Börte-Çene (Bozkurt)dir Önlerine çıkan dostlarla dost olurlar, düşmanları yenerler ve 450 yıl sonra atalarının öcünü alıp ata yurtlarına otururlar.</p><p></p><p>Bu destanda iki temel motif vardır:</p><p></p><p>1. Dış baskılar, düşmanlar ya da tabiat şartları tarafından sıkıştırılmışlık, kuşatılmışlık, harici sınırlar tarafından hapsolmuşluk,</p><p></p><p>2. Bu kuşatılmışlık, sıkıştırılmışlık ortamından ne pahasına olursa olsun kurtulmak, imkânsız görünen engelleri aşmak, dağları demirden bile olsa eriterek o engelleri aşmak ve özgürlüğe kavuşmak. Bu, bir millî özgürlük destanıdır. Bu destan ruhu, tarih boyunca Türk milletine ilham kaynağı olmuştur. Millî Mücadele sürecimizde de başta Yakup Kadri Karaosmanoğlu olmak üzere bazı yazar ve şairler, değişik gazete ve dergilerde Türk'ün Millî Mücadelesini Ergenekon'dan çıkış olarak algılamışlar, Atatürk'ü de Türk'e yol ve yön gösteren önder Bozkurt olarak görmüşlerdi.</p><p></p><p>Mehmet Âkif'in de bu destandan elbette haberi vardı ve bilerek veya bilmeyerek bilinçaltına yerleşmiş olan Ergenekon Destanı'na ait bazı motifler, o farkında bile olmadan İstiklâl Marşı'na yansımıştır. Âkif, bu dörtlükte de Ergenekon Destanı'na gönderme yapmıştır. Buna göre, Anadolu'da İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Amerikan işgalcilerinden oluşan sıradağlar tarafından kuşatılan ve belli bir alana; Anadolu içlerine kıstırılan Türk milletinin bu emperyalist dağları demirden, çelikten, zırhtan, tanktan, tüfekten, uçaktan bile olsa bunları eritip, yırtıp aşarak geçeceğini, Türk milleti için hiçbir engelin olamayacağını ve buna olan inancını vurgulamıştır.</p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar? </em></p><p>Burada silâh teknolojisinin üstünlüğüne karşı İslâm imanıyla karşı duruş imgesi vardır.</p><p></p><p><strong>Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar</strong> mısraıyla, ülkenin batı bölgelerinde yer alan Ege ve Marmara denizlerinin rıhtımlarına Batı'nın çelik zırhlı gemilerinin demirlemeleri, çelikten birer duvar gibi dizilmeleri de kastedilmektedir.</p><p></p><p>Âkif bir yerde şöyle der: Ankara Ya Rabbi ne heyecanlı, halecanlı günler geçirmiştik Hele Bursa'nın düştüğü gün Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye'se (ümitsizliğe) düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydik? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz Fakat imanımız büyüktü.</p><p></p><p>Yukarıdaki mısraları Âkif'in bu sözleri ışığında okumak lazımdır.</p><p></p><p>Materyalizm, mekanizm, pozitivizm anlayışları maddeyi, görüneni esas alır. Pozitivizme göre hayatta, sosyal ve doğal olaylarda geçerli olan determinizm ilkesidir. Bunu savaşa uyarlayacak olursak savaşan taraflardan hangisi sayı ve silah üstünlüğüne sahipse o galip gelir. İstiklâl mücadelemizde emperyalist işgalci Batılı güçler, silah teknolojisi bakımından bizden kat kat üstündüler. En modern silahlarla saldırıyorlardı. Bizimse silahımız yok ya da çok azdı. Olanlar da geri teknolojiye sahipti. Âkif burada Garbın âfâkının çelik zırhlı duvarla sarılmış olduğunu yani Batı'nın silah teknolojisi bakımından çok üstün olduğunu belirtirken; öte yandan pozitivist prangaya isyan ediyordu. Olabilir ama ben de sınır boylarımı, savunma hatlarımı iman dolu göğsü olan Mehmetçiklerle, bütün milletimizle savunuyorum. Benim İslâm kaynaklı mutlak imanım, inancım, her türlü maddî engeli, her türlü modern silahı yenecektir, diyordu.</p><p></p><p>Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii'nde verdiği bir vaazda üstün silah gücünün o kadar etkili olmadığını şöyle belirtir:</p><p></p><p>Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz.</p><p></p><p> Son büyük Türk Hakanı Mustafa Kemal Paşa da Âkif'le aynı inanca sahipti. O da pozitivist mantığa direnen bir iman eri idi. Âkif'in direniş imanını o şöyle ifade etmişti:</p><p></p><p>Gittiğimiz yol bir iman yoludur. Evet biz on milyonluk küçük ve yorgun bir milletiz. Düşmanlarımız ise pek çoktur ve pek kavi dir (güçlüdür). Vâkıa (Gerçekte) riyazî (matematiksel, maddi güçleri hesaplayarak, yani istatistikî olarak) düşünülecek olursa galebe çalmamız (üstün gelmemiz) müşküldür (zordur). Fakat bizde olan şey onlarda yoktur. Bizde iman kuvveti vardır. Zaten bu mücâhede (savaş) bir iman işidir. İmanı kavi (güçlü) olan buraya gelir çalı şır. İmanı zayıf olana ihtiyacımız yoktur. Biz bin türlü düşmanlarımızın kuvvetine rağmen muvaffak (başarılı) olacağız</p><p></p><p>Bu kıtanın ilk iki mısraında düşman ne kadar kuvvetli olursa olsun şairin kendine tam bir güven duygusu vardır. Aynı motif, Dede Korkut Kitabı'nda da görülür. Kazan, kâfirler tarafından esir alınır. Kollarını urganlarla bağlarlar ve ondan kendilerini övmelerini isterler. Kazan ise urganları kırarak güler ve düşmanları değil de kendisini över ve şöyle der:</p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Bin bin erden yağı gördümise öyünüm dedüm </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Yigirmi bin er yağı gördümise yıylamadum </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Otuz bin er yağı gördümise ona saydum </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Kırk bin er yağı gördümise kıya bakdum </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Elli bin er gördümise el vermedüm </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Altmış bin er yağı gördümise aytışmadum </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Seksen bin er gördümise segsenmedüm </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Doksan bin er yağı gördümise donanmadum </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Yüz bin er gördümise yüzüm dönmedüm</em></p><p>Ayrıca yukarıdaki 2 mısrada Âkif, aletleri, silahları değil de iradeyi ve imanı önceler. Bu motif, yine Dede Korkut Kitabı'nda vardır. Begil, hüner atın değil, erindir der. Burada alet ve silah değil, insan iradesi ve imanı belirleyicidir.</p><p></p><p>Yine bu mısralar, Millî Mücadele sırasında ülkenin değişik yerlerinde müftülerin, hocaların, din adamlarının ya da başka kanaat önderlerinin, alimlerin, şairlerin, fikir adamlarının yaptıkları birbirine benzeyen konuşmalardan da izler taşımaktadır. Nitekim bunlardan biri olan Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilince Denizlilere yine aynı gün yani 15 Mayıs 1919 günü verdiği bir fetva ile Millî Mücadele'ye çağırır. Bu fetvada, Âkif'in yukarıdaki mısralarıyla hemen hemen aynı manaya gelen şu ifadelere yer verir:</p><p></p><p>Silahımız olmayabilir, topsuz tüfeksiz sapan taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklâl aşkı, vatan sevgisi hassasiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazilerdir. Bu mutlak olarak cihâd-ı mukaddestir (kutsal cihattır).</p><p></p><p><strong>Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.</strong> mısraını Mehmet Âkif, Namık Kemal'in Vatan Şarkısında yer alan şu mısraından ilhamla yazmış olmalıdır. Zira her iki mısra da söylem ve anlayış birliğine sahip. Yani vatanın sınır boylarını biz iman dolu göğüslerimizle, bedenlerimizle kale gibi koruruz demekteler. Namık Kemal'in sözü geçen mısraı şöyle:</p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Serhaddimize kal'a bizim hâk-i bedendir</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>(Sınır boylarımızın kalesi beden toprağımızdır.)</em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em> </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, </em></p><p></p><p style="margin-left: 20px"><em>Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar? </em></p><p>Bu mısralarda süflî değerler manzumesinin ulvî değerler manzumesine karşı saldırganlığı söz konusu edilir. Burada iki ayrı toplum ve medeniyetinin karşıtlığı gündeme getiriliyor. DoğuBatı çatışmasının bir yüzünü görüyoruz. İman kavramı, simgesel olarak Müslüman Türk milletini, Doğu'yu, İslâm medeniyetini temsil ediyor.</p><p>Kendisine medeniyet' adı verilen canavar ise İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunanlı ve Amerikalı gibi işgalci güçlerin, Batı toplumlarının haksız çıkarları uğruna, insanlık dışı bir şekildeki emperyalist saldırılarını temsil ediyor. Canavara benzetilen medeniyet, Batının bilim, teknoloji, sanat, kültür gibi olumlu taraflarını değil; tam tersine insanlık dışı sömürgeci uygulamalarını, kitlesel katliamlarını, saldırganlığını, silah gücüyle masum kitleleri öldürmelerini temsil ediyor.</p><p></p><p>Şair, canını dişine takmış bağımsızlık ve istiklal mücadelesi veren Müslüman Türk milletine seslenerek moral destek, ümit ve cesaret telkin ediyor. Şöyle hitap ediyor: Kendisine medeniyet denilen ve tek dişi kalmış canavara benzetilen son Haçlı ordularının kudurmuşçasına saldırmalarından ürküp korkma, aldırma, endişeye kapılma! Toplarıyla, tüfekleriyle, bombalarıyla bu medeniyet kisveli işgal canavarı kudurmuş bir hâlde ulusun, bağırsın, böğürsün, gürültüler çıkarsın dursun! Sendeki büyük, güçlü ve sağlam İslâm imanını boğamaz, yenemez. Seni yok edemez. Bilakis sen onu bu imanın sayesinde yenebilirsin. Burada ulusun kelimesi, bir köpeğin, canavarın çıkardığı ürkünç sesler anlamındaki ulumasıdır. En son teknolojiyle üretilmiş tank, top, bomba, tüfek sesleri bir canavarın uluması olarak algılanıyor.</p><p></p><p>Burada ayrıca medeniyet terimine şairin yüklediği anlam şudur: Tohumlarını ve köklerini Müslümanlardan aldıkları müspet bilimi geliştirerek makine, teknoloji medeniyetini üreten Batı dünyası, bu ilerlemenin verdiği avantajla kendini medeni, bilimde, fende, teknolojide geri kalmış toplumları da ilkel, primitif, geri olarak görmüştür. Yani dünyayı medeniler ve medeni olmayanlar olarak ikiye ayırmıştır. Fakat Batı, elde ettiği medeniyet imkânlarını insanlığın hayrına, iyiliğine kullanmak yerine sömürü, zulüm ve imha aracı olarak kullanmıştır.</p><p></p><p><strong>Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar?</strong>: Batı, 19. yüzyılda Afrika ve Asya ülkelerini doğrudan işgal ederken oraları kendisine sömürge edinirken, oralarda kolonyal bir yönetim kurarken gerekçesi oralara medeniyet götürmekti. Yani Asya ve Afrika insanları cahil, kültürsüz, medeniyetsiz, ilkel ve vahşi idiler. Avrupalı efendiler onlara medeniyet götürüyorlardı. Sömürü düzenlerini dünya kamuoyuna böyle cilalı bir kılıf içinde sunuyorlardı. Bugün de aynı Haçlı Batılılar, Afganistan'a, Irak'a, şuraya buraya demokrasi götürüyoruz diye giriyorlar. Terimler değişiyor ama öz değişmiyor.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="YoRuMSuZ, post: 324939, member: 1"] [HEADING=2]İSTİKLÂL MARŞI'MIZIN TARİHÎ, EDEBÎ, DİNÎ VE KÜLTÜREL KAYNAKLARI[/HEADING] [B](Bölüm 2) "Celâl"[/B] kelimesi, Allah'ın sonsuz güzelliğinin tecellilerinden, yansımalarından birisidir. Allah'ın en genel manada iki güzel sıfatı vardır: Cemal ve Celal. Allah'ın güzelliği lütufla, merhametle, yardımla, cennetle tecelli ederse buna cemal, kahırla, cezalandırmakla, cehennemiyle tecelli ederse buna da celal denir. Allah'ın Celîl ismi, celal sahibi anlamına gelir. Âkif, bu manadan hareketle celal sıfatını kullanıyor. Bu iki mısrayı şöyle de okuyabiliriz: Ey nazlı Türk bayrağı! Türk milleti, varını yoğunu ortaya koymuş hâlde istiklâli için savaşıyor. Emperyalist Batılıları kovuncaya kadar mücadelesi devam edecektir. Bunun için elinden geleni yapıyor. O bakımdan aman kurban olayım ona kızma, celallenme, yüzünü ekşitme, ters ters bakma. Bu kızgınlık, şiddet, öfke niye? Bu fedakâr millete bir gül, tebessüm et, yaklaş, ümit ver, sıcak dur. Bir de şairin Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl? mısraında eski Türk bayrak anlayışından yansımalar vardır. Eski Türklerde bayrak kutsaldı ve koruyucu bir ruh olarak görülüp algılanırdı. Bayrakta ulu atanın koruyucu ruhunun ve Türk milletine zafer kazandırma özelliğinin bulunduğuna inanılırdı. Bayrağın şiddetle, celalli bir şekilde bakması demek, ondaki ulu ata ruhunun millete, ülkeyi işgal güçlerine niye teslim ettiniz, bayrağı niye yere düşürdünüz, diye kızması demektir. Bu kıtanın ilk iki mısraında ayrıca Âkif, Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesi nde geçen şu iki beyitten üslup, yaklaşım ve benzetme motiflerini almıştır. En azından Namık Kemal'in bu beyitleri, Âkif'in bilinçaltında onu etkilemiştir. Namık Kemal'in beyitleri şöyle: [INDENT][I]Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim[/I][/INDENT] [INDENT][I]Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten[/I][/INDENT] [INDENT][I](Vatan öyle vefasız, nazlı, güzel bir kadına dönmüş ki, aşkına sadık olanları gurbet elemlerinden ayırmaz.) [/I][/INDENT] [INDENT][I]Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme[/I][/INDENT] [INDENT][I]Cemâlin tâ-ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten[/I][/INDENT] [INDENT][I](Şimdi kalpleri kendine çekme, gönülleri çelme gücü sendedir, güzelliğini gizleme. Güzelliğin sonsuza kadar milletin gözünden uzak kalmasın).[/I][/INDENT] [B]Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;[/B] mısraında şehadete yüklenen tarihsel işlev imgesi vardır. Burada Türk milletinin tarih boyunca iki temel değer için kanını akıtmaktan çekinmemesi vurgulanıyor. Şairin burada sana hitabındaki sen, hilaldir. Hilal ise millî değer bağlamında Türk millî bağımsızlığını, hürriyetini, siyasi istiklâliyetini temsil ediyor. Dinî değer bağlamında ise Salib (Haç)e yani Hristiyan dünyaya karşı İslâm dünyasını ve İslâmî değerleri temsil ediyor. Batılılar özellikle hilal kelimesiyle bütün bir İslâm dünyasını ve İslâmî değerleri ifade ederler. Dolayısıyla millî ve dinî değerleri korumak, bunlar için gerektiğinde şehit olmak, Türk milletinin temel vasıfları arasında yer alır. [B]Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl![/B]: Bu mısrada Türk milletinin en temel hakkının bağımsızlık oluşu imgesi vardır. Allah'a tapan, haktan ve doğruluktan ayrılmayan Türk milletinin tam bağımsız ve bağlantısız bir millet olarak yaşamasının onun en temel haklarından birisi olduğu vurgulanmaktadır. Âkif, bir vaazında bir Tunuslunun şu sözlerini aktarır: Ey Osmanlı Müslümanları! Allah aşkına bizim düştüğümüz mahkumiyete sakın sizler de düşmeyiniz. Saltanatınızın, istiklâlinizin kıymetini biliniz. Çünkü dünyada onsuz yaşamak, meğerse yaşamak değilmiş. Biz bunu pek acı, pek uzun tecrübelerden sonra anladık. İnşallah siz o tecrübelere maruz kalmazsınız. Ayrıca bu mısrada İzmir'in işgali üzerine İstanbul'da bir meydan toplantısında Profesör Selahaddin Bey'in yaptığı bir konuşmada geçen şu cümlesinden de etkilenmeler vardır: Milletler uyanıyor, devlet oluyorlar, hakkını isteyen bir millet ortadan kaldırılamaz. Hakk'a tapan Müslüman Türk milletinin istiklâl içinde yani müstakil bir millet hâlinde yaşaması, yani siyasi, idarî kararlarında bağımsız olması, kendi kültürünü, kendi geleneğini, kendi dinini bağımsız ve özgürce yaşaması, yabancı devletlerin idaresine girmemesi gereğini Hasan Basri Çantay da bir yazısında şöyle vurgular: Bir esir kurtarmanın temin ettiği saadet (mutluluk) böyle olursa, acaba miktarı binlere, yüz binlere hatta milyonlara baliğ olan (ulaşan) esir ve mazlum kardeşlerimizin tahlisi (kurtarılması) ne büyük vicdanî saadetler bah şetmez (vermez) bize! Bugün o esirler, o zuafâ-yı mazlûmîn (mazlum zayıflar) hep bize, hep bizim rehâkâr-ı hamiyyet ve imdadlarımıza intizâr edüp (yardımlarımızı bekleyip) duruyorlar. Çünkü yeryüzünde ve İslâm dünyasında Cenab-ı Hakk'ın esaretinden muhafaza buyurduğu (özgürce yaşattığı) tek bir millet varsa o da lillahi'l-hamd ve'l-minne (Allah'a hamd ve şükürler olsun ki) biziz. Saadet-i istiklâle (bağımsızlık mutluluğuna) malik (sahip) gibi görünen bazı hükûmât-ı İslâmiyye (Müslüman hükûmetler) Garb (Batı) pençesinden henüz kendisini kurtaramamıştır. Maamafih (Bununla birlikte) ey dindaş! İslâm mutlaka hürriyet (özgürlük) ve istiklâl (bağımsızlık) ile yaşar. Küfrün (kafirlerin, Hristiyanların, Avrupalıların) İslâm (Müslümanlar) üzerinde velayet (sahiplik, efendilik) ve hâkimiyeti (üstünlüğü, yöneticiliği) merdûddur (kabul edilemez). [INDENT][I]Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. [/I][/INDENT] [INDENT][I]Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! [/I][/INDENT] [INDENT][I]Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım; [/I][/INDENT] [INDENT][I]Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. [/I][/INDENT] Bu kıtada Türk milletinin hiçbir zaman sömürge olmadığı ve olamayacağı inancı, imgesi vardır. Buradaki ezel kelimesini düz anlamıyla zamanın öncesizlik boyutu anlamıyla değil, Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı andan beri hep hür ve bağımsız yaşadığı, başka milletlerin boyunduruğu altına girmediği şeklinde anlamalıyız. Türk milleti, tarih boyunca bu coğrafyada doğrudan doğruya sömürge olmamış tek millettir. Dolayısıyla şair, bu durumu kuvvetle vurgulayarak mübalağa sanatıyla zamanda öncesizlik demek olan ezelden bu yana hür yaşamış, sömürge olmamış bir millet olduğumuzu ifade eder. Hür yaşarım ifadesiyle de bundan sonra da öyle kalacağımızı, hür, müstakil bir millet olacağımızı, emperyalist Batılı devletlerin sömürgesi olmamakta kararlı olduğumuzu büyük bir inançla haykırıyor. Bu kıtanın ilk iki mısraının yazılmasına sebep olan kaynaklardan biri, 10 Ağustos 1920'de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması'dır. Burada çılgın, ülkemizi işgal eden İtilaf devletleridir, yani Batı'dır, Avrupa'dır, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Amerika'dan oluşan Haçlı dünyasıdır. Bu çılgın emperyalist Batı'nın bizi zincire vurması ise Sevr Anlaşması, program ve projesidir. Bu Sevr paçavrasında Türk milletine devlet olarak sadece Orta Anadolu'da Adapazarı, Bilecik, Bolu, Eskişehir, Kütahya, Afyon, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Zonguldak, Sinop, Samsun, Merzifon, Amasya, Çorum, Yozgat, Kırşehir, Nevşehir, Kayseri gibi yerlerden oluşan küçük bir bölge veriliyor, diğer yerler Haçlılar tarafından paylaşılıyordu. Böylece Türkler, zincire vurulacak ve Anadolu ortasına küçük bir bölgeye hapsedilecektir. Âkif, Sevr paçavrasının bizi esaret altına almak istemesine tepki duyarak, Türk milletinin her zaman hür yaşamış ve hür yaşama azminde olan bir millet oluşunu haykırıyor. Ayrıca bu mısralar, söylem olarak Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesinde geçen şu mısralarından mülhemdir: [INDENT][I]Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yı hürriyet [/I][/INDENT] [INDENT][I]Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten[/I][/INDENT] [INDENT][I](Zulümle, haksızlıkla hürriyeti yok etmek mümkün müdür? Çalış, eğer gücün yetiyorsa insanlıktan önce anlama, algılama gücünü ve bilme isteğini kaldır, ondan sonra ancak hürriyeti yok edebilirsin.) [/I][/INDENT] Yine Namık Kemal şöyle der: Bir adamın, velev taşlarla beyni ezilsin, fikrince kanaat ettiği tasdîkâtı (onayladığı değerleri) tağyîr etmek (değiştirmek) kâbil midir (mümkün müdür)? Velev hançerle yüreği paralansın, vicdanınca tasdik ettiği mu'tekadâtı (inançları) gönlünden çıkarmak mümkün olabilir mi? Demek ki naklî, aklî, hikemî, siyasi, ilmî, zevkî her nevi efkâr (fikirler) zaten serbest, zaten tabiidir. Değişir se kimsenin icbâriyle (zorlamasıyla) değil, tabiatın ilcâsıyla (doğal seyri içerisinde) değişir. İzmir'in işgali üzerine İstanbul'da Sultanahmet Meydanı'nda yapılan bir toplantıya katılan Türklerin havaya kaldırdıkları levhalarda şu cümleler yazılıdır: Türk hürdür, esir olamaz., Hak isteriz: 2 milyon Türk, 200 bin Rum'a feda edilemez., Yaşamak istiyoruz, Müslüman ölmez ve öldürülemez. Bu cümleler, Âkif'in yukarıda açıklamaya çalıştığımız kıtanın hissiyatıdır. Ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşama azmi ve kararlılığında olan Türk milletinin ruhuna tercüman olan ifadelerdir ve Âkif, bu ruha tercüman olmuştur. [B]Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım![/B] mısraında Türk milletinin sömürgeleştirilmesinin imkânsızlığı imgesi vardır. Kudurmuş bir şekilde her şeyi göze alarak üzerimize çullanan, aklını, şuurunu, realist düşünme kabiliyetini kaybetmiş işgalci Batılı Haçlı sürüleridir. Şair, onların bu davranışını çılgınlıkla ifade ediyor. Yakalanıp tutulan hayvanları ya da esir edilmek istenen insanları hapsetmek için zincire vururlar. Ellerini ayaklarını zincirle bağlarlar. İşgalci güçler de Türk milletini zincire vurarak esir etmek, sömürgeleştirmek, kıskıvrak kıskaca alıp, köleleştirmek istemektedir. Fakat şair, böyle bir çılgınlığa sadece şaşarım! diyerek bunun imkânsızlığını, düşünülmesinin bile saçmalığını ve mantıksızlığını dile getirmektedir. Zincire vurmak motifini Âkif, hem üslup, hem anlam, hem de benzetme motifi olarak değişik bir şekilde Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesi nde geçen şu iki beytinden ilham alarak kullanmıştır. Namık Kemal şöyle diyordu: [INDENT][I]Değildir şîr-i der-zencîre töhmet acz-i akdâmı [/I][/INDENT] [INDENT][I]Felekte baht utansın bî-nasîb erbâb-ı himmetten[/I][/INDENT] [INDENT][I](Zincire vurulmuş arslanın kurtulmak için ayaklarının aciz kalması, zinciri kıramaması, kendi suçu değildir. Dünyada kader utansın nasipsiz destekçi ve yardımcılardan.)[/I][/INDENT] [INDENT][I]Kemend-i cân-güdâzı ejder-i kahr olsa cellâdın[/I][/INDENT] [INDENT][I]Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten[/I][/INDENT] [INDENT][I](Celladın can alıcı ipi, urganı öldüren bir yılan bile olsa esaret zincirinden yine bin kere yeğdir.)[/I][/INDENT] [B]Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım[/B];: Bu mısrada hapsedilme, sömürgeleştirilme, köleleştirilme, köşeye sıkıştırılma isteğine karşı mutlak bir direniş azmi görülür. Kükremiş, coşkun, gürül gürül akma kabiliyetindeki sel, önünde hiçbir engel tanımaz. Önüne çekilen setleri, bentleri yıkar geçer. Türk milleti de kendisi için biçilen rollere, hapsedilmek istendiği sınırlara isyan eden, hiçbir zaman Batılıların dayatmalarını kabul etmeyecek olan hür bir millettir. Hür bir millet olarak yaşamasını imkânsız kılacak tüm engellere karşı koyacak güçtedir. [B]Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım[/B]. mısraında Türklerin eski efsanevî destanı olan Ergenekon Destanı'na dolaylı bir gönderme vardır. Ergenekon Destanı'nda da Türkler çoğalıp içine sıkıştıkları dağların arasından dağları delerek, demirleri eriterek çıkmışlardı. Etraflarındaki dağları yırtmışlar, enginlere sığmamışlar ve dışarı taşmışlardı. Yani Türk'ün önünde engel yoktur, demirden dağ bile olsa eritir, gene geçer azim ve iradesi vurgulanıyor. Ergenekon Destanı kısaca şöyledir: Türk boyları arasında Köktürklerin çok kuvvetli olduğu bir sırada etraftaki bütün kavimler, Tatarların öncülüğünde birleşip Köktürkleri ortadan kaldırmayı kurarlar. Köktürklerle diğer milletler savaşa tutuşur. Tatarlar, Köktürkleri yener ve hepsini kılıçtan geçirirler. Sadece Köktürk Hanı İl Han'ın oğlu Kıyan ve eşi ile İl Han'ın kardeşinin oğlu Nüküz ve eşi kaçabilirler. Bunlar, düşmandan saklanmak ve korunmak için sarp dağların arasında insan yolu düşmez, sadece bir atın zor geçebileceği bir yolu olan bir yere sığı nırlar. Etrafı yüksek dağlarla çevrili bu sulak, yeşillik yere Ergenekon adını verirler. Ergene: Dağın kemeri, kon: keskin, sarp demektir. Bu iki aile, burada 400 yıldan fazla kalıp çoğalırlar. Bir zaman sonra buraya sığamaz olurlar. Aralarında istişare edip oradan çıkmayı, atalarının geniş, düz, güzel yurtlarını tekrar ele geçirmeyi kararlaştırırlar. Dağların arasından çıkıp göçelim, dostum diyenle görüşelim, düşmanla güreşelim derler. Fakat çıkacak yol bulamazlar. Bir demirci, dağın bir yerinde demir madeni olduğunu, onu eritirlerse oradan çıkış için yol bulacaklarını söyler. Herkes bu fikri beğenir ve dağın demirden olan o bölgesine odun ve kömür yığarlar. 70 deriden körük yapıp körüklerler. Böylece demirden dağı eritip oradan çıkış için yol bulurlar ve özgürlüğe kavuşurlar. O zaman Köktürklerin hakanı Börte-Çene (Bozkurt)dir Önlerine çıkan dostlarla dost olurlar, düşmanları yenerler ve 450 yıl sonra atalarının öcünü alıp ata yurtlarına otururlar. Bu destanda iki temel motif vardır: 1. Dış baskılar, düşmanlar ya da tabiat şartları tarafından sıkıştırılmışlık, kuşatılmışlık, harici sınırlar tarafından hapsolmuşluk, 2. Bu kuşatılmışlık, sıkıştırılmışlık ortamından ne pahasına olursa olsun kurtulmak, imkânsız görünen engelleri aşmak, dağları demirden bile olsa eriterek o engelleri aşmak ve özgürlüğe kavuşmak. Bu, bir millî özgürlük destanıdır. Bu destan ruhu, tarih boyunca Türk milletine ilham kaynağı olmuştur. Millî Mücadele sürecimizde de başta Yakup Kadri Karaosmanoğlu olmak üzere bazı yazar ve şairler, değişik gazete ve dergilerde Türk'ün Millî Mücadelesini Ergenekon'dan çıkış olarak algılamışlar, Atatürk'ü de Türk'e yol ve yön gösteren önder Bozkurt olarak görmüşlerdi. Mehmet Âkif'in de bu destandan elbette haberi vardı ve bilerek veya bilmeyerek bilinçaltına yerleşmiş olan Ergenekon Destanı'na ait bazı motifler, o farkında bile olmadan İstiklâl Marşı'na yansımıştır. Âkif, bu dörtlükte de Ergenekon Destanı'na gönderme yapmıştır. Buna göre, Anadolu'da İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Amerikan işgalcilerinden oluşan sıradağlar tarafından kuşatılan ve belli bir alana; Anadolu içlerine kıstırılan Türk milletinin bu emperyalist dağları demirden, çelikten, zırhtan, tanktan, tüfekten, uçaktan bile olsa bunları eritip, yırtıp aşarak geçeceğini, Türk milleti için hiçbir engelin olamayacağını ve buna olan inancını vurgulamıştır. [INDENT][I]Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; [/I][/INDENT] [INDENT][I]Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. [/I][/INDENT] [INDENT][I]Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, [/I][/INDENT] [INDENT][I]Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar? [/I][/INDENT] Burada silâh teknolojisinin üstünlüğüne karşı İslâm imanıyla karşı duruş imgesi vardır. [B]Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar[/B] mısraıyla, ülkenin batı bölgelerinde yer alan Ege ve Marmara denizlerinin rıhtımlarına Batı'nın çelik zırhlı gemilerinin demirlemeleri, çelikten birer duvar gibi dizilmeleri de kastedilmektedir. Âkif bir yerde şöyle der: Ankara Ya Rabbi ne heyecanlı, halecanlı günler geçirmiştik Hele Bursa'nın düştüğü gün Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye'se (ümitsizliğe) düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydik? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz Fakat imanımız büyüktü. Yukarıdaki mısraları Âkif'in bu sözleri ışığında okumak lazımdır. Materyalizm, mekanizm, pozitivizm anlayışları maddeyi, görüneni esas alır. Pozitivizme göre hayatta, sosyal ve doğal olaylarda geçerli olan determinizm ilkesidir. Bunu savaşa uyarlayacak olursak savaşan taraflardan hangisi sayı ve silah üstünlüğüne sahipse o galip gelir. İstiklâl mücadelemizde emperyalist işgalci Batılı güçler, silah teknolojisi bakımından bizden kat kat üstündüler. En modern silahlarla saldırıyorlardı. Bizimse silahımız yok ya da çok azdı. Olanlar da geri teknolojiye sahipti. Âkif burada Garbın âfâkının çelik zırhlı duvarla sarılmış olduğunu yani Batı'nın silah teknolojisi bakımından çok üstün olduğunu belirtirken; öte yandan pozitivist prangaya isyan ediyordu. Olabilir ama ben de sınır boylarımı, savunma hatlarımı iman dolu göğsü olan Mehmetçiklerle, bütün milletimizle savunuyorum. Benim İslâm kaynaklı mutlak imanım, inancım, her türlü maddî engeli, her türlü modern silahı yenecektir, diyordu. Âkif, Kastamonu Nasrullah Camii'nde verdiği bir vaazda üstün silah gücünün o kadar etkili olmadığını şöyle belirtir: Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Son büyük Türk Hakanı Mustafa Kemal Paşa da Âkif'le aynı inanca sahipti. O da pozitivist mantığa direnen bir iman eri idi. Âkif'in direniş imanını o şöyle ifade etmişti: Gittiğimiz yol bir iman yoludur. Evet biz on milyonluk küçük ve yorgun bir milletiz. Düşmanlarımız ise pek çoktur ve pek kavi dir (güçlüdür). Vâkıa (Gerçekte) riyazî (matematiksel, maddi güçleri hesaplayarak, yani istatistikî olarak) düşünülecek olursa galebe çalmamız (üstün gelmemiz) müşküldür (zordur). Fakat bizde olan şey onlarda yoktur. Bizde iman kuvveti vardır. Zaten bu mücâhede (savaş) bir iman işidir. İmanı kavi (güçlü) olan buraya gelir çalı şır. İmanı zayıf olana ihtiyacımız yoktur. Biz bin türlü düşmanlarımızın kuvvetine rağmen muvaffak (başarılı) olacağız Bu kıtanın ilk iki mısraında düşman ne kadar kuvvetli olursa olsun şairin kendine tam bir güven duygusu vardır. Aynı motif, Dede Korkut Kitabı'nda da görülür. Kazan, kâfirler tarafından esir alınır. Kollarını urganlarla bağlarlar ve ondan kendilerini övmelerini isterler. Kazan ise urganları kırarak güler ve düşmanları değil de kendisini över ve şöyle der: [INDENT][I]Bin bin erden yağı gördümise öyünüm dedüm [/I][/INDENT] [INDENT][I]Yigirmi bin er yağı gördümise yıylamadum [/I][/INDENT] [INDENT][I]Otuz bin er yağı gördümise ona saydum [/I][/INDENT] [INDENT][I]Kırk bin er yağı gördümise kıya bakdum [/I][/INDENT] [INDENT][I]Elli bin er gördümise el vermedüm [/I][/INDENT] [INDENT][I]Altmış bin er yağı gördümise aytışmadum [/I][/INDENT] [INDENT][I]Seksen bin er gördümise segsenmedüm [/I][/INDENT] [INDENT][I]Doksan bin er yağı gördümise donanmadum [/I][/INDENT] [INDENT][I]Yüz bin er gördümise yüzüm dönmedüm[/I][/INDENT] Ayrıca yukarıdaki 2 mısrada Âkif, aletleri, silahları değil de iradeyi ve imanı önceler. Bu motif, yine Dede Korkut Kitabı'nda vardır. Begil, hüner atın değil, erindir der. Burada alet ve silah değil, insan iradesi ve imanı belirleyicidir. Yine bu mısralar, Millî Mücadele sırasında ülkenin değişik yerlerinde müftülerin, hocaların, din adamlarının ya da başka kanaat önderlerinin, alimlerin, şairlerin, fikir adamlarının yaptıkları birbirine benzeyen konuşmalardan da izler taşımaktadır. Nitekim bunlardan biri olan Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilince Denizlilere yine aynı gün yani 15 Mayıs 1919 günü verdiği bir fetva ile Millî Mücadele'ye çağırır. Bu fetvada, Âkif'in yukarıdaki mısralarıyla hemen hemen aynı manaya gelen şu ifadelere yer verir: Silahımız olmayabilir, topsuz tüfeksiz sapan taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklâl aşkı, vatan sevgisi hassasiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazilerdir. Bu mutlak olarak cihâd-ı mukaddestir (kutsal cihattır). [B]Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.[/B] mısraını Mehmet Âkif, Namık Kemal'in Vatan Şarkısında yer alan şu mısraından ilhamla yazmış olmalıdır. Zira her iki mısra da söylem ve anlayış birliğine sahip. Yani vatanın sınır boylarını biz iman dolu göğüslerimizle, bedenlerimizle kale gibi koruruz demekteler. Namık Kemal'in sözü geçen mısraı şöyle: [INDENT][I]Serhaddimize kal'a bizim hâk-i bedendir[/I][/INDENT] [INDENT][I](Sınır boylarımızın kalesi beden toprağımızdır.)[/I][/INDENT] [INDENT][I] [/I][/INDENT] [INDENT][I]Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, [/I][/INDENT] [INDENT][I]Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar? [/I][/INDENT] Bu mısralarda süflî değerler manzumesinin ulvî değerler manzumesine karşı saldırganlığı söz konusu edilir. Burada iki ayrı toplum ve medeniyetinin karşıtlığı gündeme getiriliyor. DoğuBatı çatışmasının bir yüzünü görüyoruz. İman kavramı, simgesel olarak Müslüman Türk milletini, Doğu'yu, İslâm medeniyetini temsil ediyor. Kendisine medeniyet' adı verilen canavar ise İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunanlı ve Amerikalı gibi işgalci güçlerin, Batı toplumlarının haksız çıkarları uğruna, insanlık dışı bir şekildeki emperyalist saldırılarını temsil ediyor. Canavara benzetilen medeniyet, Batının bilim, teknoloji, sanat, kültür gibi olumlu taraflarını değil; tam tersine insanlık dışı sömürgeci uygulamalarını, kitlesel katliamlarını, saldırganlığını, silah gücüyle masum kitleleri öldürmelerini temsil ediyor. Şair, canını dişine takmış bağımsızlık ve istiklal mücadelesi veren Müslüman Türk milletine seslenerek moral destek, ümit ve cesaret telkin ediyor. Şöyle hitap ediyor: Kendisine medeniyet denilen ve tek dişi kalmış canavara benzetilen son Haçlı ordularının kudurmuşçasına saldırmalarından ürküp korkma, aldırma, endişeye kapılma! Toplarıyla, tüfekleriyle, bombalarıyla bu medeniyet kisveli işgal canavarı kudurmuş bir hâlde ulusun, bağırsın, böğürsün, gürültüler çıkarsın dursun! Sendeki büyük, güçlü ve sağlam İslâm imanını boğamaz, yenemez. Seni yok edemez. Bilakis sen onu bu imanın sayesinde yenebilirsin. Burada ulusun kelimesi, bir köpeğin, canavarın çıkardığı ürkünç sesler anlamındaki ulumasıdır. En son teknolojiyle üretilmiş tank, top, bomba, tüfek sesleri bir canavarın uluması olarak algılanıyor. Burada ayrıca medeniyet terimine şairin yüklediği anlam şudur: Tohumlarını ve köklerini Müslümanlardan aldıkları müspet bilimi geliştirerek makine, teknoloji medeniyetini üreten Batı dünyası, bu ilerlemenin verdiği avantajla kendini medeni, bilimde, fende, teknolojide geri kalmış toplumları da ilkel, primitif, geri olarak görmüştür. Yani dünyayı medeniler ve medeni olmayanlar olarak ikiye ayırmıştır. Fakat Batı, elde ettiği medeniyet imkânlarını insanlığın hayrına, iyiliğine kullanmak yerine sömürü, zulüm ve imha aracı olarak kullanmıştır. [B]Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar?[/B]: Batı, 19. yüzyılda Afrika ve Asya ülkelerini doğrudan işgal ederken oraları kendisine sömürge edinirken, oralarda kolonyal bir yönetim kurarken gerekçesi oralara medeniyet götürmekti. Yani Asya ve Afrika insanları cahil, kültürsüz, medeniyetsiz, ilkel ve vahşi idiler. Avrupalı efendiler onlara medeniyet götürüyorlardı. Sömürü düzenlerini dünya kamuoyuna böyle cilalı bir kılıf içinde sunuyorlardı. Bugün de aynı Haçlı Batılılar, Afganistan'a, Irak'a, şuraya buraya demokrasi götürüyoruz diye giriyorlar. Terimler değişiyor ama öz değişmiyor. [/QUOTE]
Alıntıları ekle...
İsim
Spam kontrolü
Atatürk'ün doğduğu şehir?
Cevapla
Forumlar
Tarih
Cumhuriyet Tarihi
Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm
Top