• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
Not: Bu bölümdeki yazı ve resimler "Bilim ve Aklın Aydınlığında EĞİTİM" adlı dergiden alınmıştır. 12 Mart'ın İstiklal Marşımızın kabul yıl dönümü olması dolayısıyla forumumuzda Mehmet Akif Ersoy'un tüm yaşamının anlatıldığı özel bir bölüm olmasını istedim...

ayrac.gif

Her milletin tüm insanlığa armağan ettiği büyük fikir ve sanat adamları vardır. Bizim tarihimize damgasını vuran bu büyük şahsiyetlerden biri de Mehmet Âkif ERSOY'dur. O, yakın tarihimizin bağımsızlık ve var olma mücadelesini tüm dünyaya Millî Marşımızla haykıran millî şair ve mütefekkirimizdir.

Fikirleriyle, sanat, edebiyat ve kültür dünyamızı zenginleştiren, bu alanda derin izler bırakan, manevi dünyasıyla Türk milletine ve hatta insanlığa örnek olan millî şairimizin hayatını, sanatını, düşüncelerini, ideallerini ve edebiyatımızdaki yerini canlı tutmak ve özellikle genç nesillere tanıtmak gereği ortadadır.
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...

MEHMET ÂKİF ERSOY’UN ŞAHSİYETİNİN KAYNAKLARI​

Her milletin yüksek şahsiyet sahibi insanları vardır, onları tanıtmak ve şahsiyetlerini hangi kaynaklardan beslenerek kazandıklarını araştırmak, eğitimcilerin başta gelen görevleridir. Mehmet Akif Ersoy, modern Türk edebiyatı ve düşünce tarihinin kuşkusuz seçkin şahsiyetlerinden biridir. Onu, şahsiyeti ve eserleriyle doğru tanımak, bugün yaşamakta olduğumuz sıkıntıları aşmada bize yol gösterecek düşüncelerin ipuçlarını yakalamak demektir.

Mehmet Âkif Ersoy’un hayatına ve eserlerine baktığımızda, onun kelimenin tam anlamıyla bir “şahsiyet” olarak karşımıza çıktığını görürüz. Hayat hikâyesi, eserleri ve onu yakından tanıyan arkadaşlarının hakkında yazdıklarından yola çıkarak bu şahsiyetin hangi kaynaklardan beslendiğini, zamanla nasıl oluştuğunu, eserlerine ve gündelik hayata ne oranda yansıdığını açıklıkla görmek mümkündür. Buna göre onun şahsiyetinin üç kaynaktan beslendiğini söyleyebiliriz.
  1. Kur’an’lı ev,
  2. Pehlivanlı mahalle,
  3. Deneysel bilimli okul,
Bu kaynakları sırasıyla şöyle açabiliriz:

1. Kur’an’lı Ev:

Mehmet Akif Ersoy’un şahsiyetini besleyen birinci kaynak “Kur’an’lı ev”dir.

Akif, İstanbul’un Fatih semtinde bulunan bir evde dünyaya geldi. Bu evde Doğu Türkistan’dan, Buhara’dan İstanbul’a göç etmiş olan bir ailenin soyundan gelen Emine Şerife Hanım ile Batı Türklerinden, Arnavutluk’tan İstanbul’a gelen Tahir Efendi’nin kurduğu bir aile yaşıyordu. Bu, içinde beş vakit namaz kılınan ve Kur’an-ı Kerim okunan bir evdi. Çocuk Akif, ilk din terbiyesini ve ileride gelişip serpilecek olan şahsiyetinin tohumlarını böyle manevi iklimde yaşayan bir aileden almıştır. Bunu kendisi de belirtir:

“İlk din terbiyemi, ev, mahalle, ilk mektep ve rüştiye tahsilinde aldığım telkinler vermiştir. Bilhassa evin bu husustaki etkisi büyüktür. Annem çok ibadet eden ve günahlardan kaçınan bir hanımdı; babam da öyle (...). İbadetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmışlardı”.

Bu alıntıda özellikle son cümleye dikkati çekmek istiyorum. Onun ailesi “ibadetin zevkini tatmış” bir ailedir. Belli ki bu ailede yaşanan İslamiyet, bilime, içtenliğe ve umuda dayanan bir İslamiyet’tir. İslam’a bağlılığı, cahilliğe, taklide ve korkuya dayanan bir kimsenin ibadetinden zevk duyması mümkün değildir. Çocuk Akif, anneciği Emine Şerife Hanım’ın tatlı sesiyle okuduğu Kur’an ayetlerini duya duya büyüdü. Babası Tahir Efendi’nin onlar üzerindeki açıklamalarını ve düşüncelerini dinleye dinleye olgunlaştı. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını içinde yaşadığı bu “Kur’an’lı ev”, Mehmet Akif'e ömrünün sonuna kadar hiçbir zaman soluklaşmayacak ve silinmeyecek birtakım şahsiyet özellikleri kazandırmıştır. Bunların başında “samimiyet” gelir. Mehmet Akif Ersoy, şiirleri ile nesirlerinde anlattığı duygu ve düşüncelerinde kelimenin gerçek anlamıyla “samimi” olan bir şahsiyettir. Bunu şiirlerinin, dolayısıyla sanatının en büyük hüneri sayacak kadar ileri götürmüştür:

Bana sor sevgili kârî, sana ben söyliyeyim

Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım

Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri

Ne tasannu bilirim, çünkü ne sanatkârım.
Çocukluğunu, manevi iklimin hakim olduğu bu “Kur’an’lı ev”de yaşayan Mehmet Akif'in küçücük kalbinde Kur’an-ı Kerim’e karşı uyanan bu ilgi, sonra onu ezberlemeye, daha sonra da Türkçe’ye çevirmeye kadar ilerleyecektir. Daha da önemlisi bu kitap, onun şahsiyetine ve sanatına yön veren tükenmez kaynaklardan biri olacaktır. Henüz yirmi iki yaşındayken yayımladığı ilk şiirinin “Kur’an’a Hitap” olduğunu biliyoruz:

Ey nüsha-i cân-ı ehl-i dinin!

Ey nâsih-ı şân-ı münkirînin!
beytiyle başlayan yirmi sekizlik beyitlik bu uzun şiir,

Pîrâye-i hâfızam sen oldun

Sermâye-i hâfızam sen oldun.

Sensin hele ey kitâb-ı a’zam

Hâşâ buna hiç tereddüd etmem

Dünyada refîk u hem-zebânım

Ukbada muîn ü müste’ânım.
beyitleriyle sona erer ve Mehmet Akif'in hem günlük hayatının, hem sanatının onunla ne kadar kaynaştığını gösterir. Mehmet Akif, daha sonra başta Sebilürreşad ve Sırat-ı Müstakîm dergilerinde olmak üzere yazacağı makalelerinde ve yayımlayacağı şiirlerinde Kur’an”ıKerim’den seçtiği ayetlerden yola çıkarak duygu ve düşüncelerini yazmaya devam etmiş ve bu davranışını ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür.

2. Pehlivanlı Mahalle:

Mehmet Akif Ersoy’un şahsiyetini besleyen ikinci kaynak “pehlivanlı mahalle”dir. Buna kısaca “spor”dur, diyebiliriz. O, daha öğrencilik yıllarındayken yüzmek, atlamak, taş atmak ve koşmak gibi spor dallarıyla yakından ilgilenmeye başlamıştır. Mehmet Akif’in yüzmeye karşı tutkunluğunu, arkadaşı Ali Rıza Uğur, “O, denizi gördü mü, biz de onun yüzdüğünü görürdük.” cümlesiyle âdeta özetlemiştir. Bu sporların arasında onun en çok ilgilendiği, şüphesiz “pehlivanlık”tır. Ona pehlivanlığı mahallelerinde bulunan Kıyıcı Osman Pehlivan sevdirmiştir. Bu zat, Mehmet Akif'in ölümüne kadar münasebetlerini devam ettirdiği yakın dostlarından biridir. Mehmet Akif öldükten sonra Mithat Cemal Kuntay, artık çok yaşlanmış bulunan Kıyıcı Osman Pehlivan’ı ziyarete gitmiş ve Akif üzerine konuşmuşlardır. İşte Osman Pehlivan’ın gözüyle Mehmet Akif'in çocukluğundan çizgiler:


“Akif Efendi’yi çocukluğundan beri tanıyorum. Ben ondan bir-iki yaş daha büyüğüm. O, yaşça mahallemizin en küçüğü sayılır. Fakat mahalle çocukları arasında üstünlüğü vardı. Her şeyde onun sözü hâkim olurdu. Beni çok severdi. (...) Bir gün bana dedi ki:

-“Osman, ben iyi yapılı ve kuvvetliyim. Acaba seninle güreşemez miyim? Sen, gel bana pehlivanlığı öğret. Ben de sana okuma öğreteyim. (...) Öyle yaptık. O, pehlivanlığı öğrendi; fakat ben okuyamadım”

Mehmet Akif, Mithat Cemal Kuntay ile konuşmalarında söz Kıyıcı Osman’dan açıldığında, onun, “Namık Kemal’in ümmî”si olduğunu söylermiş... Vatanını Namık Kemal kadar coşkun bir duyguyla seven bu Müslüman adam, iki rekat namaz kılmadan hiçbir güreşe tutuşmazmış...

İşte böyle bir pehlivan olan Kıyıcı Osman’dan güreş dersleri alan Mehmet Akif, mahallede, mektepte, hatta yakın çevredeki köy ve kasabalarda güreş müsabakalarına katılmıştır. Mehmet Akif, pehlivanlığa sadece bir spor değil, “bünyenin fazileti” olarak bakıyordu. Ona göre pehlivanlar “içki bilmez” ve “fuhuş tanımaz” temiz insanlardı. Gençliğinde onu zararlı alışkanlıklara kapılmaktan “Kur’an’lı ev” ile “pehlivanlı mahalle” kurtarmıştır. Başta pehlivanlık olmak üzere ilgilendiği sporlar, Mehmet Akif'in bünye bakımından “sağlam”, ahlak bakımından “iyi” ve irade bakımından “kararlı” bir şahsiyet olarak yetişmesini kolaylaştırmıştır.

3. Müspet İlimli Mektep:

Mehmet Akif Ersoy’un şahsiyetini besleyen üçüncü kaynak “müspet ilimli mektep”tir. Akif, öğrenim hayatından bahsederken Fatih Merkez Ortaokulu’ndaki Türkçe öğretmeni Hoca Kadri’yi özellikle belirtir. Abdülhamit döneminin (1876 – 1908) “hürriyetçi şahsiyetlerinden biri” olan bu zat, Mehmet Akif'in şahsiyetini yoğuran önemli öğretmenlerinden biridir. Bunu, “Bu zat, lisan itibariyle üzerimde çok etkileyici oldu...” cümlesiyle bizzat kendisi açıklar.

Mehmet Akif, Merkez Ortaokulu’nu bitirince Annesi Emine Şerife Hanım, oğlunun medreseye gidip sarık sarmasını ve cübbe giymesini ister. Medresede hoca olan babası Tahir Efendi ise:

“Hanım, medresede okuyacağı şeyleri, oğluma, ben evimde de öğretirim.” diyerek karşı çıkar ve oğlunu Siyasal Bilgiler Okulu’na yazdırır. Beş yıllık olan bu okulun dördüncü sınıfına giderken Mehmet Akif'in babası ölür. Ailecek geçim sıkıntısına düşerler. O sırada yeni bir mektep olan Mülkiye Baytar Mektebi açılır. Bu mektepten çıkanların hemen iş bulacaklarına dair söylentilerin yayılması üzerine Mehmet Akif, birkaç arkadaşıyla birlikte dört yıllık olan bu mektebe geçer. Mehmet Akif, Mülkiye Baytar Mektebi’nde “deneysel bilimler”le tanışır. Bu tanışma ona eşya ve olaylara “bilim disiplini”yle bakmayı öğretir. Ona bu disiplini kazandıran hoca, Rıfat Hüsamettin Paşa (1862 – 1921)’dır. Rıfat Hüsamettin Paşa, mikrop kültürünü Paris’te “Pasteur (Pastör) (1822-1895)’ ün kendisinden almış, eli onun eline değmiş” ve bu yeni bilimi Mülkiye Baytar Mektebi’ne getirmiş bir hocadır. Mehmet Akif, Rıfat Hüsamettin Paşa’dan Pasteur’ün yalnız ilmini öğrenmekle kalmamış, onun insanlık için o “büyük feragatini” de dinlemiştir. Bunun sonunda hem kendisine, hem ilmine karşı sevgi ve saygısı artmıştır.

Deneysel bilimlere bu derin sevgi ve saygısı, Mehmet Akif'e “realite”yi doğru olarak “gözleme” ve onu eserlerinde doğru olarak “anlatma” becerisini kazandırmıştır. Programı geniş ölçüde deneysel bilimlere dayalı böyle bir mektepte okumaktan gelen gözlem, bilgi ve düşünce birikimi, onun şahsiyetinde realiteye bağlılık çizgisinin gelişmesini kolaylaştırmış ve onu şiirimizin önde gelen gerçekçi şairlerinden biri durumuna getirmiştir:

“Akif, okulda, seçtiği branş çerçevesinde, tabiata, realist bakışa, gerçeği olduğu gibi görme, olanı olduğu gibi gözlemeye alıştı.Ve hayat ve sanatı boyunca bunu uyguladı.

Baytar mektebinden sonra meslek hayatı başlar. Laboratuar ve mektep bilgisi, bizzat tabiat ve memlekette pratik alana götürülür. Tabiatın patolojisinden cemiyetin patolojisine geçmek artık bir mizaç ve zihin yapısı, bir ülkü meselesi, o günün havası içinde bir gün meselesidir. Müspet bilgi, eşyada “şimdiki zaman”ı gözler”.


Bütün bunların yanında Mehmet Akif'in şahsiyeti üzerinde görüşlerini yazan yakın arkadaşları ve tanıdıkları, onda şu özelliklerin de bulunduğunu belirtmişlerdir:

Mehmet Akif, “vefalı”, “hür fikirli”, “taassup, istibdat, cahillik ve ümitsizliğe düşman”, “din konusunda müsamahası ve haksızlığa tahammülü olmayan”, “azim sahibi”, “sözünde duran”, “hasisleri ve meşrepsizleri sevmeyen”, “cömertliği ve tevazuu seven”, “hüsn-i hat ve musikiye meraklı olan” ve “geleceğe önem veren” bir şahsiyettir. O, bütün bu özelliklere sahip olduğunu günlük hayatını bunlara uygun yaşamak suretiyle göstermiştir.

Mehmet Akif'in hem şahsiyeti, hem sanatı, milletimizin de gönülden benimsediği bu feyizli kaynaklardan beslenmiştir. Bu sebeple onun şiiri, nesiller boyunca okunmuş, sevilmiş insanımızı ve gençlerimizi terbiye etmiştir. Bugün de postmodernizmin getirdiği şüphe, tereddüt ve bunalım ortamında Safahat’ın yol göstericiliğine ihtiyacımız devam etmektedir.

Recep Duymaz

Kaynaklar:
  • Lûtfi Öztabağ, Psikolojide İlk Adım, Remzi Kitabevi, İstanbul 1970, s.173,174.
  • Lûtfi Öztabağ, age., s. 174.
  • Özcan Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1982, s.21.
  • Özcan Köknel, age., s. 61.
  • Kaynakların adlandırılması, Mithat Cemal Kuntay’a aittir: Mehmet Akif Ersoy, Hayatı-Seciyesi-Sanatı, Ankara 1986, s.157.
  • Fevziye Abdullah Tansel, Mehmet Âkif, Hayatı ve Eserleri, İkinci Basım, İrfan Yayınevi, İstanbul 1973, s. 14; Recep Duymaz, “Mehmet Âkif Ersoy’un Eserlerinin Bibliyografyası”, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Âkif Ersoy, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1986, s. 225 - 252.
  • Mehmet Âkif’in Kur’an-ı Kerim ile münasebeti için bkz: Ertuğrul Düzdağ, “Mehmet Âkif ve Kur’an-ı Kerim”, Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar-2, Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi Yayınları, İstanbul 1989, s. 7496; Dücane Cündioğlu, Bir Kur’an Şairi, Bîrun Yayınları, İstanbul 2000.
  • Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, 4. Baskı, Diriliş Yayınları, İstanbul 1979, s. 13,14.
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...

BİR OKUYUCU OLARAK MEHMET ÂKİF​

Yakından tanıyanlar, Mehmet Âkif'i, hayatının değişik dönemlerinde ya birisinden bir kitabı okuyan ya da birisine bir kitabı okutan kişi olarak anlatmaktadırlar. Etrafıyla sürekli bir okuma alışverişi içindedir o. Bu alışverişi sağlamak için gerektiğinde, İstanbul'un bir semtinden uzak başka bir semtine evini taşımaktan geri durmaz. Âkif'in, yakın dostlarıyla, haftanın belirli günlerini ayırdığı okuma zamanları vardır. Bu okuma ilişkilerinin eğitimle bağlantılı bir yönünün bulunduğu muhakkak. Fakat asıl, yaratıcı muhayyileyi harekete geçiren yönüne dikkat çekmek istiyorum ben. Ayrıca, okutucu-kitap-okuyucu formülüyle ifade edebileceğimiz söz konusu okuma biçimi, şahıslarla sınırlı kalmayan bir boyuta sahiptir.

Mehmet Âkif'i topluca ele alınca içimize doğan, bir kişilikle karşı karşıya olma duygusudur. Âkif'i tanımak, bu sağlam, sıkı, sahih kişiliği tanımak demektir. Şair ve yazar Âkif'in nasıl bir okuyucu olduğunu anlamaya, bu kişiliğin bir boyutunu oluşturan okuyuculuğuna bakarak onu içerden tanımaya çalışalım.

İsterseniz önce kütüphanesinden başlayalım. Tanığımız Mithat Cemal Kuntay, şarlatan olmayan bir kütüphane olarak tanımlıyor Âkif'in kitaplığını ve ekliyor: Bu ufacık kütüphanede okunmadık tek kitap yok. Sayıca fazla olmayan bu kitaplar hangileriydi? Bunu bugün tam bir liste hâlinde ortaya koyacak bilgiye sahip değilsek de, okuduğundan haberdar olduğumuz kitaplarına bakınca, Âkif'in okuma ilgilerinin boyutlarını aşağı yukarı hissedebiliyoruz. Yakınında bulunanların Âkif hakkında yazdıkları yazı ve kitaplarda, bazılarının isimleri dağınık hâlde yer alan bu eserler, Âkif'in okuma ilgilerinin Türkçe, Fransızca, Arapça ve Farsça'nın imkânlarını kullanan, hem doğuya hem de batıya doğru açılan ilgiler olduğunu gösteriyor.

Âkif-kitap ilişkisine tekrar dönelim. Şişirme olmayan kitaplığındaki eserleri nasıl okuyordu Âkif? Cevabı Mithat Cemal veriyor: Kitabı önce toptan sonra tenkit ederek okur, dördüncü okuyuşta intihaplarını yapardı. Az eseri çok okurdu. O gece bir aralık, bir kitabı bitirmek kolay değildir, dedi.

Okumayla ilgili çözümlemelerimizin bu aşamasında belki de önce okumanın temel donesini oluşturan kitap üzerinde durmalıyız. Mithat Cemal'in Âkif için söylediği tarzdaki bir okumada, okunan kitabın bazı özelliklere sahip olması gerekir. Her kitap böylesi bir okumaya cevap verecek yüksek vasıfları taşıyamaz çünkü. Buradan okuyucunun bir özelliğine gidiyoruz: Seçicilik... Böylece Âkif'in kütüphanesinin hacmi de bir yere oturmuş oluyor. Bu az sayıdaki kitabın seçilmiş eserlerden meydana geldiğini düşünebiliriz. Bir okuyucu için seçme öncelikle, eseri ve yazarı seçme demektir. Âkif örneğine bakarak okunan metinden bir iç seçme yapma anlamını taşıdığını da söyleyebiliyoruz. İyi okuyucular söz konusu edildiğine göre, bu iç seçmenin okuyucudan okuyucuya değişebilen, zevke dayalı bir boyutunun bulunduğuna işaret etmemiz lâzım. Zevk sahibi okuyucuların okudukları kitaplardan yaptıkları seçmeler, esere nüfuz etme güçlerini de gösterir. Mithat Cemal'in Âkif için söylediği Edebiyatın en ücra yerlerini biliyordu. sözleri Âkif'teki nüfuz derinliğini göstermesi bakımından anlamlıdır.

Âkif'in okumasının eğitimle ilgili bir tarafının bulunduğuna işaret etmiştim. Bu tarafıyla okuyucu bir öğrenicidir. Kitabı bütün girdisi çıktısıyla sonuna kadar tanımak; metnin okuyucuya açılmadık bir yönünün kalmaması anlamında bir öğrenmedir bu. Okuyucunun kitabı bütünüyle avucunun içine alması, onu bu yönden bitirmesidir. Ancak şunu hemen belirtelim ki yüksek vasıflar taşıyan bir sanat eseri için bitirme sözünün görece bir anlam taşıması kaçınılmazdır. Bir sanat eserini, bir sanat metnini bütünüyle bitirmek mümkün değildir. Yeni bir bakış, farklı bir çerçeve içine yerleştirerek bakmak, daha önce farkına varılmayan bir boyutuyla diriltecektir o eseri.

Zihnî aktivite bakımdan çalışkan bir okuyucudur Âkif. Mithat Cemal'den izleyelim: Okurken de yazarken de başının bütün melekeleriyle çalışkandı. Okudum' demesi anladım' demekti. Bu konuda Âkif için baş vurabileceğimiz bir başka tanık Ömer Rıza Doğrul da şöyle diyor:

Âkif gibi okuyana nadir tesadüf olunur. Bir eserden ne öğrenmek mümkünse hepsini öğrenmeden ve lâyıkıyla öğrenmeden, unutmayacak bir hâlde öğrenmeden eseri bırakmazdı. Okuduğu her eseri birkaç kere okumaktan çekinmez, iyice anlamadığı her noktayı erbabına müracaat ederek lâyıkıyla anlamadan eseri bırakmazdı.

Erbabına müracaat etmek bir yönüyle bizi yine aynı noktaya sevkediyor: Öğrenme faaliyeti... Yaratıcı muhayyilenin ürünü olan eserlerde bu yön, daha çok, eserin içine oturduğu kültürel dokuyu ifade etmektedir.

Tekrar başa dönerek okuma ediminin okuyan-eser (metin) olarak belirlenebilecek basit biçimi yanında okuyan-metin-okutan şeklinde formülleştirilebilecek üçlü durumuna işaret etmek istiyorum. Âkif, hayatının çeşitli dönemlerinde erbabından bazı eserleri okuduğu gibi (Mesela Musa Kazım Efendi'den Şeyh Bedrettin'in Vâridat'ını okumuştur.) kendisi de yetişme kabiliyeti gördüğü gençlerle ilgilenmekten geri durmamış, onlara bazı kitapları okutmuştur (Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Emin Erişirgil, Mahir İz isimleri sayılabilir ilk anda). Mahir İz, böyle bir okuma başlangıcını şöyle anlatıyor: Aynı vapura bindik. İkbal bana Peyami Meşrık'ı göndermiş, ben iki kere okudum, güzel kitap. İstersen bir kere de beraber okuyalım' dedi; memnuniyetle şükranlarımı bildirdim. Salı günlerini buluşma günü olarak kararlaştırdık. Bir salı kendileri geliyor, bir salı ben gidiyordum. Kitabı ben okuyor, o dinliyordu. Âkif, hem teklifi yaparken hem de uygulama aşamasında, işin bir hocaöğrenci ilişkisi görünümü kazanmamasına, teklifsiz bir şekilde gerçekleşmesine dikkat ederek büyük bir tevazu örneği de vermiş oluyor.

Mahir İz'in hatıraları arasında ilgi çekici bir üçlü okuma örneği daha var. Onu da alıntılayarak bu konunun başka bir yönü üzerinde durmak istiyorum. Bizim evde muallim arkadaşlarımızla her akşam yapılan toplantıya bir gece bir düğün münasebetiylekimse gelmedi. Ben de yalnız oturmaktansa Dergâh'a [Ankara'daki Tacettin Dergâhı kastediliyorÂ.K.] gittim. Baktım, Üstad bir sedirin üstünde bağdaş kurmuş, Münir Bey de karşısındaki bir yer minderinde diz çökmüş, elindeki Hâfız Divanı'nı okuyordu. Ben kapının yanındaki bir yer minderine oturdum, dinlemeye başladım. Münir Bey durakladıkça Âkif Bey gazeli kaldığı yerden alıyor ve ezbere tamamlıyordu. Elinde kitap yoktu. Bu hâl, ders bitinceye kadar belki üç, beş, on kere devam etti. Ben Âkif Bey'in hafızasına hayran kaldım. Ertesi sabah bize gelince bu hayretimi kendisine açtım. Münir'e onsekizinci okutuşumdur' dedi. Yani on yedi kişiye daha evvel okutmuş, on sekizincisi Münir Bey'miş.

On sekiz sayısına ulaşacak kadar bir kitabı başka birine okutmak. Bu okutmalar Âkif için de birer okumadır aynı zamanda. Burada okuyanların her seferinde değişiyor olmasını da düşünmek lazım. Âkif, bir yönüyle öğretici konumundadır bu okumalarda. Fakat Âkif'i okutanokuyucu durumuyla ele alalım. O, şahıs olarak bir bilgi taşıyıcısı ve aktarıcısı değildir yalnızca. Bir şair (sanatçı) duyarlılığına sahiptir aynı zamanda. Ayrıca söz konusu olan metin (Hafız Divan'ı) de önemlidir. Sıradan bir eser değildir o. Şöyle bir tablo çıkıyor önümüze: Üstün vasıflar taşıyan bir sanat eseri, yaratıcı muhayyileye sahip bir büyük şair tarafından, her seferinde yeni bir algılayıcı muhayyileye sunulmaktadır. Bireysel olarak bu okutmanın (okumanın) Âkif'in sanatçı kişiliğine katkısını tahmin etmek güç olmasa gerek. Kendi orijinalitesini keşfetmiş bir şair için, etkilenme denemez bu katkıya; onun buluşçu tarafının beslenmesidir bu okuma. Metin okumayı bir dış akış olarak değerlendirirsek, sanatçının kendi iç akışı beslenip tazelenecektir bu anda.

Yukarıdan beri üzerinde durduğumuz ve bir yönüyle Âkif'in hayatındaki kişisel biçimlerini ortaya koyduğumuz bu okuma şeklinin, bir başka yönden bakıldığında, Mehmet Âkif'in dışında gelişen bir çerçeveye sahip olduğu görülmektedir. Topluma ait kültürel yaşantı dairesidir bu. Söz konusu okuma modelini, o bağlamın bir unsuru olarak da kısaca ele almamız gerekiyor.

Birgün Ahmet Hamdi Tanpınar Yahya Kemal'e Neydi bu eskilerin hayatı acaba, nasıl yaşarlardı? diye sorduğunda Gayet basit. der Yahya Kemal; Pilâv yiyerek ve mesnevî okuyarak. Medeniyetimiz pilâv ve mesnevî medeniyetiydi. Bu sözlerdeki Yahya Kemal'e has sadeliğe dikkat çekmek isterim. Yahya Kemal, eski hayatı, üstün bir sadeleştirme gücüyle, iki unsur etrafında canlandırıyor. Bir insan portresini, maddesi ve manasını besleyen iki öğeyle şekillendiriyor. Vazgeçilmez bir öğesi olarak toplumumuzun mutfak kültürünü temsil eden pilavı şimdilik bir yana bırakalım. Konumuz bakımından okuma edimine işaret eden mesnevîyi ele alalım. Gerçi ilk elde mesnevî burada bir türü adlandırıyor. Ancak, tür adını kendine özel ad hâline getirmiş olan Mevlâna'nın eserini de çağrıştırmış oluyor. Mevlâna'nın Mesnevi'si, Âkif'in on sekizinci defa bir talebesine okuttuğunu öğrendiğimiz Hafız Divanı gibi, eski kültürümüzün klasikleri arasındadır. Bunlara Sâdi'nin Bostan ve Gülistan'ını da ekleyebiliriz. Adını andığım bu eserler, ehli tarafından, bahsettiğim okutma yöntemiyle, yüzyıllar boyunca okunagelmiş eserlerdendir. Şerh yazma geleneği de bu okuma zincirinin bir parçası gibidir.

Bu hatırlatmalardan sonra Mehmet Âkif'e dönerek dönemin yatay bir kesitini alırsak, Âkif'in böyle bir okuma terbiyesinin ucunda duran konumunu da tespit etmiş oluruz. O, kendi kültürel kaynaklarıyla içten bir ilişkinin adamıdır. Dönemi ve Âkif'in moderne açılan yüzü düşünülürse onun, milletine ait kültürel kaynaklar karşısındaki bu konumunun başlı başına bir önem taşıdığı ortaya çıkacaktır. Âkif'in geleneksel kültürle ilişkisinin içten yanına özellikle dikkat çekmek istiyorum. Bildiklerini iyi bilme bu okuma terbiyesini tanımış olan yazarların bir özelliğidir. Sağlam, sıkı yapı sözlerimizin karşılığıdır bu özellik.

Âkif'in kendi kültür değerlerimiz karşısındaki içerden konumuna işaret ettik. Buna ilave olarak içerden fakat içine kapalı değil diye de eklememiz gerekir. Onun, Fransızca ile sembolleştirdiğimiz, kişiliğinin batı kültür ve edebiyatına açık boyutunu hiçbir zaman gözden kaçırmamamız gerekir.

Alim Kahraman

KAYNAKÇA
  • Mithat Cemal, Mehmet Âkif, İstanbul 1939.
  • M. Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, İstanbul 1956.
  • Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul 1975.
  • Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, İstanbul 1963.
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...

HALKIN ÇAĞDAŞ ŞAİRİ​

Mehmet Âkif, hayatı boyunca halktan biri olarak yaşamış, bu yaşayış tarzı çeşitli şekillerde şiirlerine de yansımıştır. Esasen, edebiyatı toplumun yararına bir araç sayan şairin bu endişelerinin eserlerinde görülmesi gayet doğaldır.

Âkif'in, 1906-1910 yılları arasında yazdığı Küfe, Meyhâne, Mahalle Kahvesi, Hasır, İstibdat, Kör Neyzen, Hürriyet, Ahiret Yolu gibi karşılıklı diyaloglarla gelişen manzum hikâye tarzındaki şiirlerinde sosyal konular işlenmiştir. Daha sonraki yıllarda, siyasî gelişmelerin de etkisiyle, şiirlerinde var olma-yok olma savaşı veren halkı uyaran, uyandırmaya çalışan fikirlere yer vermiştir. Bu dönemki şiirlerinde, önceleri, baştan sona sosyal içerikli manzum hikâye tarzındakiler kadar olmamakla birlikte, yer yer toplum hayatından tablolar çizdiği görülür. Halk hayatının, Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi'nin eserlerini aratmayacak derecede canlı, gerçekçi tespit edilmiş olmasını o devirde görülen realizm akımının etkisine bağlamak mümkünse de, şairin kudret ve kabiliyetini, halkın içinden birisi oluşunu da unutmamak gerekir. Sanatına hakikat, hayat ve müşahadenin hâkim olduğunu söyleyen Âkif, bu konuda şöyle diyor: Muharrir için en sağlam esas, hakiki hayattan aldığı intibâlardır. (...) Avam arasında muhâvereler yürütmek mi istiyorsunuz? Halkın arasına karışınız; bir taraftan çenesi düşük adamları, bilhassa kocakarıları dinleyiniz. Bir taraftan da söylenen sözleri edâsıyla telâffuzu ile beraber zabtediniz

Âkif'in, bu söylediklerini şiirlerinde başarı ile uyguladığını bilmekteyiz. Öyle ki, Mahalle Kahvesi isimli şiirini okudukları zaman, kahve sahibinin Bu herif, muhakkak böyle kahvelerde yetişti dediği meşhurdur.

Mehmet Âkif, halk ve köylüye çok önem verir, yazarların onlara hitap eden eserler yazmamasından şikâyet eder: Erbâb-ı fikir ve nazarımız hayâlen göklerde uçarlar da, nasîb-i nûrunu maddeten bağlı bulunduğu topraktan bekleyen şu halkı bir kere olsun hatırına getirmezler. Hepimizin velinimeti bulunan köylü dediğimiz sınıf-ı müstahsili hiç düşünmemek, zavallıya hâlâ Âşık Garip'ler, Âşık Kerem'ler okutmak en büyük bir vazifesizlik olmuyor mu?

Halkın kültür seviyesinin yükseltilmesi gerektiğine inanan Âkif, bu yolda eser veren Köy Hocası'nı yayıncısı Vahid Bey'i ve Hüseyin Kâzım Bey'i çok takdir eder.

Yüzyılların ihmali sonucu her bakımdan perişan durumda bulunan köylüye mutlaka sahip çıkmak gerektiğini söylerken, Âkif'i çağının çok ilerisinde görüyoruz: Hem bugün köylüyü düşünmek meselesi bir hamiyyet meselesi değil, doğrudan doğruya hayat meselesidir. iyi bilmeliyiz ki, asırlardan beri muttasıl sağmak istediğimiz o zavallıda artık ne can kalmıştır, ne kan. Yanına sokulursanız ayakta duracak mecâli olmadığını görürsünüz. ihmâl-i hâzırın biraz daha devamı bîçâreyi hâk-i helâke serecek

Medreselerin yozlaşarak eski işlevini kaybetmesi sonucunda, halkı aydınlatacak hocaların kalmayışından yakınan Âkif, aydınların onu insan bile saymadığını, hocalarla halkın arasındaki ahengin bozulduğunu, bunun telâfisinin imkânsız olduğunu belirtir:
-Be Hocam,
Sana biz medresenin hizmeti hiç yok demed
Bir bedâhet bu ki inkâra çalışmak delilik.
Halkı irşâd edecek var mı ya sizden başka?
Onu insan bile saymaz mütefekkir tabaka.
Köylüden milletin evlâdı kaçarkan yan yan
Sizdiniz köydeki unsurla berâber yaşayan.
Rûhunuz halkımızın köylümüzün rûhuna de
Sözünüz bir, özünüz bir, o ne mes'ûd âhek
Biz bu âhengi harâb etmeyecektik, ettik;
Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik.
Âkif, halk adamı olduğunu istiklal Savaşında da göstermiştir. Caminin, halk hayatını düzenleyen bir kurum olarak rolünü çok iyi görmüş, vaaz kürsüsüne çıkmıştır. Halkın nabzı camilerde atmaktadır. Balıkesir'de Zağanos Paşa Camii'nde, Kastamonu'da Nasrullah Camii'nde, Ankara'da Hacı Bayram Camii'nde yaptığı konuşmalar ve okuduğu şiirler halk üzerinde olumlu etkiler yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa'nın karizmatik liderliğinde zafere ulaşacak olan Millî Mücadele'de Âkif de cami kürsüleri aracılığıyla kamuoyunu yönlendirmiştir.

Âkif'in halk adamı oluşuna bir örnek daha vermek istiyoruz. Onun gençliğinde kıspet giyip meydanlarda yağlı güreşe çıktığını biliyoruz.

Öyle ki, meşhur Kıyıcı Osman Pehlivan ile dostluğu ölesiye devam etmiştir. Ölüm döşeğinde ziyarete geldiklerinde fevkalâde bir iyileşme hâli gösterdiği, bu ziyaretin onu bir iki gün zinde tuttuğu düşünülecek olursa ruhundaki bu sevgi daha iyi anlaşılır.

Buraya kadar, Mehmet Âkif'in halk adamı özelliğini ve halka, köylüye dair fikirlerini gösterdik. Şimdi ise, bu hususların şiirlerine ve üslubuna nasıl yansıdığını görelim.

Halkın Dili

Âkif, halk hayatını ve problemlerini ele alırken halkın konuştuğu dili kullanır. Bu, onun anlatmak istediklerini halka ulaştırabilme arzusundan kay naklanır. Dilde sadelik yanında, atasözü, deyim, tabir ve argo kelimeleri de kullanmaya özen gösterir: Kalırsa el beğenir, ölürse yer beğenir, kurunun yanında yaş da yanar, pardon çıkalı eşeklik mübah oldu, ortada fol yok yumurta yok, geçmişe mâzi derler, bal demekle ağız tatlanmaz, çivi çiviyi söker, iyilik et de denize at, balık bilmezse Hâlık bilir, yer pek gök yüksek, eşek ölür semeri kalır, insan ölür eseri, kale içinden alınır, iki el bir baş içindir, takke düştü kel göründü, selâmun aleyküm Kör Kadı, ağzı yok dili yok, besmelesiz, ağzı kara, parmağı ağzında kalmak, it damarı tutmak, çam devirmek, tıngır elek tıngır saç, sıfırı tüketmek, zıpçıktı, zırzop, zibidi, kıyak...

Âkif'in atasözlerine olan merakını biliyoruz. Hafızasındaki zengin atasözü hazinesinden sohbetlerinde çokça faydalanır. Bu hususta annesinden çok istifade etmiştir. Karısının da bu yönünü beğenir. Mısır'daki dostlarından ihsan Efendi'ye, Sizin Yozgat'taki atasözlerini toplasan ne güzel olur demiş, o da bir hayli toplamış. Âkif ziyadesiyle memnun kalmış.

Âkif halk hayatına ait tasvirler yaparken türkü ve mâni söyleyenlerle ilgili ayrıntıyı da tespit etmeyi ihmâl etmez. Hurafe olduğunu belirtmek için de olsa, halkın bazı âdet ve inanışlarını zikreder:

- Bak anne, aydede bak bak!

- Aman da maşallah

Değirmi tabla kadar var...

- Susundu Ayşe günah.

- İlâhi teyze tuhafsın, neden, günah olacak?

- Günah dedim ya bırak şimdi...

- Haydi sen de bunak

*

O rasad-hâne-i dünya, o Semerkant bile

Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:

Ay tutulsun, Kovalım şeytanı kalkın! diyerek

Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek

*

İnmemiştir hele Kur'an bunu hakkıyle bilin

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için
Yukarıdaki örneklerde ayı parmakla göstermenin günah olduğu, ay tutulunca davul-dümbelek çalarak şeytanı kovmak gerektiği gibi inanışlarla Kur'an falı geleneği söz konusu edilerek bunların hurâfe olduğu belirtilmektedir. Mahalle Kahvesi şiirinde de duvarlardaki halk resimleri ve beyitler ayrıntılı şekilde tespit edilmiştir. Bunlar Köroğlu, Şah ismâil ile Gülizar, Kerem ile Aslı, Ferhad ile Şirin gibi halk hikâyelerinin belli safhalarını; Ahmedü'r-Rüfâî, Hacı Bektâş-ı Veli gibi tarikat ulularının menkabelerini konu alan halk resimleri âh min-el-aşk... yazılı resim-yazı, halk zevkini yansıtan değişik beyitlerdir...

Duvarda türlü resimler, alındı Çamlıbeli,

Kaçırmış Ayvaz'ı ağlar Köroğlu rahmetli!

Arab Üzengi'ye çalmış Şah İsmâil gürzü

Ağaçda bağlı duran kızda işte şimdi gözü.

Firaklıdır Kerem'in of! der demez yanışı,

Fakat şu âh min-el-aşka kim durur karşı?

Gelince Ezrakabânû denen âcûze kadın

Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhâd'ın!

Görür de böyle Rüfâî'yi elde kamçı yılan

Beyaz bir aslana binmiş durur mu hiç dede can?

Bakındı bak Hacı Bektaş'a, Deh! demiş duvara!

Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra.

Birer birer oku mümkünse, sonra mânâ ver...

Hayır, hülâsâsı kâfî yekûnu ömre sürer:

Bedâheten kurulan herze-pâreler ki düşün,

Epey zaman daha lâzımdı herze olmak içün
Yine Mahalle Kahvesinde, kahvecinin dolaplarını tasvir ederken halk hekimliğine dair bazı hususlar zikredilmiştir:

Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz,

Onun yanından kan almak için beş on boynuz.

İkinci katta bütün kerpetenler, usturalar....

Demek ki kahveci hem diş tabibi, hem perukâr!
Âkif'in halka hitap etme arzusundan dolayı şiirlerinde mizah unsurlarına yer verdiğini sanıyoruz. Şüphesiz bu şairin kişiliği ile de ilgili bir özelliktir. Ancak, çeşitli mesajlar taşıyan uzun şiirlerini halk kitlelerine sıkmadan okutabilmek için, yeri geldikçe arada konuya uygun fıkralara yer vermesi bilinçli bir davranıştır. Esasen, edebiyatta faydacılığa inanan Âkif'in Doğu kültüründe var olan -meselâ, çok sevdiği Sâdî ve Mevlânâ'da olduğu gibi- kıssadan hisse geleneğini benimsediği anlaşılıyor.

Fıkra gelsin mi?

- İşin fıkracılık zâten imam13

*

- Dinle bir fıkra da benden bakalım şimdi

*

- Yine bir fırka mı yerleştireceksin araya?
gibi mısralar onun bu işi bilerek yaptığını göstermektedir.
Cemal Kurnaz
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...

MEHMET ÂKİF’TE MİLLET KAVRAMI​

Mehmet Âkif, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı devlet adamları ve aydınları arasında etkili olan fikrî ve siyasi akımlar içerisinde, II. Meşrutiyetten sonra yayımlamaya başladığı şiirleri, İslam dünyasından çeşitli fikir adamlarından yaptığı çeviriler ve diğer yazılarıyla İslamcılık ideolojisinin ısrarlı takipçi ve savunucularından biridir. Ancak, özellikle Birinci Dünya Savaşı içerisindeki Arap isyanının, bu idealin gerçekleşme imkânının bulunmadığını ortaya koyması, Mehmet Âkif’i, kendisini “Müslüman Türk” olarak tanımlayan ve Batılı emperyalist devletlerin saldırılarına bu tanımın kazandırdığı motivasyonla karşı koyan Türk milletinin sözcüsü olma konumuna getirmiştir. Başka bir deyişle, II. Meşrutiyet döneminde İslamcı ideolojinin önemli temsilcilerinden biri olan Mehmet Âkif, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele sürecinde, Türkçülük fikrinin bazı temel yaklaşımlarını benimsemiştir. İstiklal Marşı bu yeni yaklaşımın son ve en önemli belgelerinden biridir. Ancak bu yeni yaklaşımın Mehmet Âkif’in İslamcılık ideolojisinin savunuculuğunu yaparken aldığı tavra çok da aykırı bulunmadığını belirtmek gerekir. Esasen Mehmet Âkif’in başyazarı olduğu ve İslamcı yazar ve fikir adamlarının yayın organı olan Sırat-ı Müstakim dergisi, bir yayın politikası olarak daima Türkiye dışındaki Türk dünyası ile ilgilenmiştir. Söz konusu derginin koleksiyonu incelendi ğinde bu durum açıkça görülmektedir. Bu dergi çevresinde toplanan, Mehmet Âkif’in de içinde bulunduğu İslamcı aydınların bazıları, ılımlı bir Türkçülüğü reddetmemişlerdir. Bu yüzden, konuyla ilgili bir çok çalışması bulunan ve İslamcılık üzerine doktora tezi hazırlamış olan İsmail Kara, bu aydınların o dönemde “Türkçü İslamcılar” olarak nitelendirildiklerini belirtmektedir.

Bunların çoğu, Mehmet Âkif gibi, Millî Mücadeleyi desteklemişlerdir. Millî Mücadeleye bizzat katılan Mehmet Âkif, bu mücadele sonucunda kurulacak yeni rejimin Türk unsurunu temel alan bir millî devlet yapılanmasına gideceğinin bilincindedir. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine katılması ve İstiklal Marşını yazmış olması, onun, millet iradesini yönetim anlayışının temeli kabul eden bu yeni yapılanmaya gönüllü olarak katıldığını göstermektedir. Öte yandan, Millî Mücadele yıllarında İslamî duyarlık bu mücadelenin önderlerince sürekli diri tutulmaya çalışılmıştır. Ancak siyasî anlamıyla “İslamcılık”ın artık yürürlükte tutulma imkânı kalmadığı ortaya çıkmıştı ve Mehmet Âkif de elbette bunun farkındaydı.

Mehmet Âkif’in İslamcılık ideolojisinin hararetli savunucularından biri iken, İslam’ı dışlamayan bir milliyetçilik fikrine yaklaşması, işte bu süreçte, büyük ölçüde Birinci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşmiştir. Şiirlerine kronolojik olarak baktığımızda, 1915-1916 yıllarına kadar onun İslam dünyasının siyasi birliği fikrine hâlâ inandığı “millet” kavramıyla bütün Müslümanları kastettiği görülmektedir. Örneğin, Hakkın Sesleri adlı kitabında yer alan 1913 yılına ait bir şiirinde onun “İslam milleti” fikrini savunmaya devam ettiğini görüyoruz:

Hani, milliyyetin İslam idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
(...)
Arabın Türke; Lâzın Çerkes’e, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel‘în ediyor Peygamber.
(Hakkın Sesleri, Üç beyinsiz kafanın...............)]

1913-1914 yıllarında yayımlanan Fatih Kürsüsünde şiirinde, Mehmet Âkif’in, yukarıda sözünü ettiğimiz, siyasi anlamıyla İslam birliği fikrinin gerçekleşme imkânının kaybolmasından duyduğu üzüntü ve karamsarlık açıkça görülmektedir. Fakat 1915’te yayımlanan ve Çanakkale direnişinin şairde yarattığı coşkunlukla son bulan Berlin Hatıraları’nın da içinde bulunduğu kitabındaki şiirlerde, önceki şiirlerindeki karamsarlığın dağılmaya başladığını görürüz. Bu kitaptaki şiirlerde Âkif artık İslam birliği fikrinin hararetli bir savunucusu değildir. Ve onun bu kitapta yer alan bir şiirinde ilk kez “ırk” kavramını kullandığını görürüz. Burada ırk sözüyle onun münhasıran Türk milletini kastettiği belki söylenemez. Çünkü bu kelime o tarihte henüz bir kavram olarak sonradan alacağı anlamı kazanmış değildir. Fakat bu şiirde artık siyasi İslam’ın yerini “Müslümanlık”ın aldığı açıktır:

Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Alem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
İstemem, dursun o payansız mefahir bir yana...
Gösterin ecdada az çok benzeyen bir kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigâr,
Çok değil, ancak necib evlada layık tek şiar.

Âkif’te millet kavramının değiştiğinin en somut örneği ise, hepinizin bildiği gibi, İstiklal Marşı’dır. Bu şiirde artık “millet” bütün Müslümanları değil, Millî Mücadeleyi gerçekleştiren Türk milletini ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Aynı şiirde “ırk” kavramı da bu kez açıkça karşılığını bulmuştur. Başka bir deyişle, “ırk” ve “millet”, Mehmet Âkif’in düşünce dünyasında aynı anlama gelmeye başlamıştır.

Mehmet Âkif’in, 1915 yılına kadar İslamî ve bu tarihten sonra millî bir kimlik olarak tanımladığı “millet” karşısındaki tavrıdır. Şairimiz, Balkan Savaşlarından Çanakkale direnişine kadar olan dönemde büyük bir karamsarlık içerisindedir ve âdeta milletten umudunu kesmiştir. Bunda kuşkusuz Rumeli ve Balkanlardaki Osmanlı topraklarının kaybedilmesi ve bu duruma yeterince karşı konulamamasına duyduğu tepkinin belirleyici bir rolü vardır. 1915’ten önceki tarihlere ait birçok şiirinde, milleti oluşturan unsurlar (din adamları, aydınlar, bilim ve devlet adamları, askerler…) tahkir ve tezyif edici, aşağılayıcı ifadelerle anılmaktadır. Örneğin Süleymaniye Kürsüsünde adlı manzum hikâyede, II. Meşrutiyetten önceki ve sonraki yıllarda İstanbul’un durumunu anlatan şair, “kışla, daire, mektep, medrese, kılıç ve kalem” gibi sembolik kavramlarla ifade ettiği toplumsal sınıfları tam bir bozulma ve çürümüşlük hâlinde tasvir eder:

Ne felâket, ne rezaletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbali
İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:
Bir siyaset ki didiklerdi eminim Karakuş!
Nerde bir maskara sivrilse, hayasızlara pîr,
Haydi Mabeyn-i Hümayun’a!... Ya bâlâ ya vezir!
Ümmetin hâline baktım ki yürekler yarası,
Ne bir ekmek yedirir iş ne de ekmek parası.
Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var, ne kalem... Her ne sorarsan, hep yok!
(...)
Hele ilmiyye bayağıdan da aşağı bir turşu!
Bab-ı Fetva denilen daire, ümmî koğuşu.
Ana karnından icazetlidir, ecdada çeker;
Yürüsün, bir de sarık, al sana kadıasker!
Vükelâ neydi ya? Curnalcı, müzevvir, adî;
Ne Hüdâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî,
Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi...

Hani can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi!
Siyaset, sivil ve askerî bürokrasi, ordu ve bilim-eğitim kurumlarındaki bu bozulmanın yanı sıra halk da her şeye boş vermiş ve vurdumduymaz bir hâldedir:

Yoklayım şimdi avamın da biraz
Nedir efkârı dedim. Hey gidi vurdumduymaz
Öyle dalgın ki, meğer sûrunu İsrafil’in,
İşitip, yattığı yerden azıcık silkinsin!
Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar
Bir mezarlık gibi: Her nasiye bir seng-i mezar!
Duymamış kaygı denen duyguyu vicdanında.
Okunur her birinin cebhe-i hüsrânında,
“Ne gelenden haberim var, ne gidendenhaberim;
Serseri kevne geleliden beri sersem gezerim!”

Bütün bu vaziyet dolayısıyla, İstanbul’dan uzaklaşan ve İslam dünyasının çeşitli bölgelerini dolaşan, bu manzum hikâyenin anlatıcısı konumundaki kişi3, Hindistan’da iken, II. Abdülhamid’in anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu, yani II. Meşrutiyet’in ilan edildiğini duyunca buna inanamaz. Çünkü ona göre özgürlük ancak onu elde etme uğrunda çaba gösteren bir milletin elde edebileceği bir şeydir. Türk milletinde ise ne böyle bir istek ne de böyle bir çaba vardır.

Mehmet Âkif, 1912 yılına ait bu şiirde bütün toplum kesimleriyle olumsuz ve karamsar bir ba kış açısıyla tasvir ettiği milleti, aynı yıllarda kaleme aldığı diğer birçok şiirinde de aynı karamsarlıkla anlatmaya devam edecektir. Bu tarihlere ait şiirlerinin birçoğunda onun, içinde bulunduğu feci durumu kavrama yetisinden mahrum bulunduğunu düşündüğü milleti “yığın”, “cenaze”, “leş”, “meyyit”, “dilenci”, “yüreksiz” gibi sıfat ve imajlarla birlikte andığı görülmektedir. Örneğin, Hakkın Sesleri adlı kitabındaki bir şiirde bu imajların şu şekilde kullanıldığını görüyoruz:

Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana... Eller de senin baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin niye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa, ümidin mi yüreksiz?
(...)
Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: “Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!”
Lâkin hani milyonları örten şu yığından,
Tek kol da “Yapışsam...” demiyor bir tarafından!
Aynı kitapta yer alan bir başka şiirde yine “leş” imajıyla karşılaşıyoruz:

Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
İslam’ı da “Batsın!” diye tutmuş, yediyorsun!
Allah’tan utan! Bari bırak dini elinden...
Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!

1913-1914 yıllarında yayımlanan Fatih Kürsüsünde adlı eserinde şair, millet için yine “leş” ve
“cenaze” imajını kullanır. Söz konusu eserin anlatıcısı durumundaki vaiz, İslam dünyasını oluşturan milletleri “Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar” hâlinde görür. Yine bu milletler “esaretiyle mübahî”dirler. Damarlarındaki kan âdeta irinleşmiş”tir ve bütünüyle İslam dünyası “bir yığın leş”ten ibarettir. Milletlerin içindeki yeri “dilenci mevkii”dir. Sadece günü kurtarmak için “şeref, şan, şehamet, din, iman, vatan, hiss-i hamiyet, hak, vicdan...” gibi bütün mukaddeslerini terk etmiştir:

Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar;
Damarda seyri belirsiz, irinleşen kanlar;
Sürünmeler, geberip gitmeler, rezaletler
(...)
Dilencilikle yaşar derbeder hükûmetler;
Esaretiyle mübahî zavallı milletler;
Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar
(...)
Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar...
Atâletin o mülevves teressübâtı bütün
Nümune işte biziz... Görmek isteyen görsün!
Mehmet Âkif’in “millet” hakkındaki bu olumsuz bakışının değişmeye başladığını, 1915’te yayımlanan Hatıralar adlı kitabındaki bazı şiirlerde görmeye başlıyoruz. Örneğin Hatıralar’ın ilk manzumesi olan, Bakara Suresi’nin 286. ayetinin yorumu şeklinde yazılmış şiirde şair, milletinin yüzyıllar boyunca İslam’ın koruyuculuğunu yaptığını hatırlatarak, bu milletin Allah’ın “bir emrine ecdadı da ahfadı da kurban” olduğu hâlde bugün felaketten felakete sürüklenmesinden duyduğu acıyı anlatır ve “Balkan’daki yangın daha kül bağlamamışken” yeni bir savaşla karşı karşıya kalmasının bir bakıma bu milletin hak etmediği bir sonuç olduğunu söyler. Fakat -Birinci Dünya Savaşını kastederek “bu cehennem”in bile onu yıldıramadığını, “kum dalgalarından”, “çöller”den, “kar kütlelerinden” “bir çağlayan gibi” geçmekte olduğunu belirtir. Böylece milletten söz edilen mısralarla başlayan şiir, milletin orduya dönüşmesiyle, mukaddesleri uğrunda korkusuzca ölüme atılan ordunun zaferi hak ettiğini belirten mısralarla sona erer:

Bir böyle şehidin ki mükâfatı zaferdir,
Vermezsen İlâhî, dökülen hûnu hederdir!
Şiirin bu ikinci kısmı, daha sonra Âsım adlı eserinde göreceğimiz, Çanakkale şehitlerine hitap eden parça ve İstiklal Marşı ile benzerlik göstermektedir.

Yine Hatıralar adlı kitabında yer alan Berlin Hatıraları şiirinde de, yukarıda sözünü ettiğimiz Süleymaniye Kürsüsünde adlı eserde diğer kurumlarla birlikte bozulmuş ve çürümüş olarak gösterilen ordu ve millet “Muazzam ordumuzun en muazzam evladı” olarak nitelenir. Ve başlangıcı karamsar olan bu şiir, Çanakkale direnişini gerçekleştiren askerlerin dilinden, şu mısralarla sona erer:

Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harim-i namusun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Aşıp da kaplasa afakı bir kızıl sârsar;
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi sinede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!
Bu olumlu bakış, Mehmet Âkif’in bir sonraki şiir kitabı Âsım’da da devam eder. Köse İmam ve Hocazade adlı iki kişinin karşılıklı konuşması biçiminde düzenlenen bu uzun manzum eserde, eski nesli temsil eden Köse İmam’ın –ki onun Mehmet Âkif’in eski ruh hâlini temsil ettiğini de söyleyebiliriz milleti “leş” olarak nitelemesine Hocazade –ki o da Mehmet Âkif’in yeni ruh hâlini temsil eder karşı çıkar. Ona göre millet “dipdiri”dir. Sadece biraz “dalgın”dır, elinden tutan ve yol gösteren olduğu takdirde kurtuluşunu gerçekleştirecektir. Çanakkale şehitleriyle ilgili meşhur mısraların da bulunduğu Âsım’da, Âkif’in millet konusundaki olumsuz ve karamsar tavrının nasıl değiştiği, yukarıda bazı örneklerini verdiğimiz Hakkın Sesleri ve Hatıralar adlı kitaplarında yer alan şiirlerle karşılaştırıldığında görülebilir. Bu değişimin ve umudun zirvesi İstiklal Marşı’dır; artık millet leş, dilenci, meyyit, cenaze vb. değil, “istiklal”i hak eden kahraman bir “ırk”tır.

Fazıl Gökçek
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...

MEHMET ÂKİF'İN SANATI İLE MİLLÎ MARŞ OLAN ŞİİR​

İnsanları bir araya getiren ortak değerler vardır. Bu değerler millet olmanın da aracıdır. Ülkenin hangi bölgesinde olursa olsun insanların üzerinde ittifak edebilecekleri noktalar mutlaka vardır. Bunlar gizli sözleşmeler mahiyetinde soyut ama yaşayan değerler olduğu gibi; somut, ortak belge niteliğinde olma özelliği ile de herkese açıktır. Her fert bu tür vasıtaları kendinden bir parça sayar. Bu vasıta ile diğer insanlara ulaşır, sıkı bir dayanışma içine girer. Birlikte yaşamanın esrarlı bir terkibi gizli ya da aşikâr bu tür ittifaklarda yer alır.

Değişik karakterlerde ve farklı kültürel birikimlerdeki kişilerin bir arada olmasını sağlayacak bağlar toplumsal bütünlük için gereklidir. Bu tür bağların çokluğu, yüreklerin aynı heyecanla atmasını sağlar. Ortak heyecanlar büyük başarıların yolunu açar. Bu nedenle üzerinde ittifak edebileceğimiz değerlerin çokluğu büyük olmanın göstergesidir. Ortak değerlerin çokluğu millet bütünlüğünün teminatıdır. Bunları yok saymak, zedelemek, unutturmaya gayret etmek, karşı değerler katarak bulandırmak, işin farkına varamayanların gafleti olarak görülmelidir.

Millet için ortak ittifak belgelerinden biri de İstiklal Marşı'dır. Nice zaferler, acılar, fedakârlıklar, hayaller, idealler ve millet olma şuuru bu şiirin bünyesinde toplanmıştır. İstiklal Marşı'nın rengi milletin rengidir. Bu marş milletin geçmiş, hâl ve gelecek zaman dilimlerinin özeti ve ışığıdır. Milletle marş arasında birbirini tamamlayan ve yaşatan damarlar vardır.

Milletin üzerinde ittifak edebileceği dayanışma belgelerinin ortaya çıkışı için özel vasıfları olan sanatçılara ihtiyaç vardır. Sanatçı milletiyle bütünleşmiş olmalıdır. Milletin rengini iyi gözlemeli, yaşananları sanatçı duyarlılığı ile besleyip bir terkipte toplayabilmelidir. Milletin rengi sanat eserlerinde hissedildiği oranda eserin millî oluşu gerçekleşir. Sanat eserlerinde millete sunulan hedefler, milletin değerleriyle aynı paralelde gidiyorsa karşılıklı uyum sağlanmıştır.

İstiklal Marşı her insanın yazabileceği bir metin değildir. Çok önemli vasıfları haiz kişilerin başaracağı bir iştir. Milletini tanıyan, onun değerleriyle bütünleşmiş, söylediklerini yaşayan, samimi, fedakâr, mütevazı, sağlam karakterli, ağlayan, ağlatan, hisseden, söyleyen bir sanatçı böyle bir metni yazabilecektir. Bu başarı Mehmet Âkif Ersoy'a nasip olmuştur.

Mehmet Âkif'in, Safahat'ında neler söylediği, İstiklal Marşı'nda neler anlattığı sık sık dile getirilmiştir. Bunlarla ilgili sayısız kitap ve makale yazılmış; akademik çalışma, resmî ve özel toplantılar yapılmıştır. Mehmet Âkif'in nasıl yazdığına, sanatçı kimliğine ve sanatçı duyarlılığına daha az temas edilmiştir. Âkif'in başarısında sanatçı kimliğin de önemini vurgulamak gerekir. Duygu, düşünce ve hayalleri sanat eseri hâline nasıl getirdiği incelenmelidir. Böylece anlam zenginliği ve değeri yanında üslup özellikleri ve ayrıcalıkları da bilinecektir.

Millî Marş Olan Şiir

İstiklal Marşı, millet için önemli bir belgedir. Varoluş belgesidir. Yediden yetmişe milletin bütün fertlerinin ortak duygusunu terennüm eder. Üzerinde herkesin anlaştığı, anlaşabileceği ya da anlaşması gereken düşünceler, duygular İstiklal Marşı'nı oluşturur. Bir sanatçının bu duyguları ve değerleri bütün incelikleriyle bilmesi hâlinde marşı yazması mümkün olacaktır. Bir anlamda millet bir sanatçıda bütünleşmiş, sözcülük görevini ona vermiştir. Sanatçıya düşen bu ulvî sorumluluğu ifade edecek kelimeleri bulmak ve sanatçı duyarlılığı ile son şeklini vermektir. Bu zor bir görevdir. Millet adına sadece bir şiir yazılacak ve bu şiir bütün eksiklerinden uzak fazlalıklardan kurtulmuş olacaktır. Bir özel belge olduğu için müdahale edilmesi de mümkün olmayacaktır.

Bu durumda İstiklal Marşı'nı kim yazabilir? Yukarıda sayılan özellikleri şahsında toplayabilen sanatçıya düşen bir görevdir bu.

İstiklal Marşı seçilmiş bir şiirdir. Yüzlerce şiir arasında Millî Marş olmaya layık görülmüş, bütün bir maziyi ve geleceği tam bir uyum içinde sunarak milletle bütünleştiği için kabul görmüştür. İfade ettiği fikir, gösterdiği hedef ve barındırdığı değerlerle sanatkârane söyleyişi buluşturmuştur.

Âkif, hayatı sanata, sanatı hayata katmıştır. Böylesi özellik çok az sanatçıya aittir. Şiiri kurarken merkezde kendisi vardır. Temsil ettiği kitle millettir. Milletin duygularını sanat eserine dönüştürmenin gayreti içindedir. Buradaki başarısı bütün benliğiyle şiirde varolmasına bağlıdır. Dışarıdakilere seslenirken şiirin merkezindedir. Milletin iftihar edilecek vasıflarını kendi kimliğinde toplamakta, bütün vatan coğrafyasında hissedilenleri şiir hâline getirmektedir. Realist bir sanatçı oluşu durumu en güzel sunmasına yeterlidir. Zira sanatçı zor günleri, endişeyi tereddüdü, ümidi, fedakârlığı, zaferi, imanı, yurdun değişik bölgelerindeki görevlerinden derlemiştir.

Söylediğinde samimidir. Samimi olduğu için de etkilidir. Âkif, Söz ruhtan çıkarsa ruha nüfuz eder, ağızdan çıkarsa kulağın hududunu aşmaz görüşüne katılır. İstiklal Marşı bu açıdan değerlendirildiğinde mısralardaki yürekten söyleyiş dikkati çeker:

Ruhumun senden ilahî şudur ancak emeli derken bu özelliğin zirvesine ulaşırız.

Mehmet Âkif kelimeleri seçerken ona kendince özel anlamlar yükler. Kelimelerin mısraa yerleştirilmesi, diziliş, sıralama, vurgular farklı anlam ayrıntılarını ortaya çıkarır.

Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın derken Arkadaş kelimesine sanatçının yüklediği değerler ve ton farklarının katkısı bu zenginliği ifade eder. Bu kelimenin vurgusu önemlidir. Âkif'in sanat gücü bu tür vurgularda gizlidir. Böylece kelimeye, samimiyet, tabiilik, ikaz, yakınlık, kesinlik, uyarma anlamları yüklenmiştir.

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı mısraındaki tabiilik hepimizin dikkatini çeker. Bir şiir mısraı bu kadar konuşuyor gibi rahat ve tabii söylenmiş olabilir.

Edebî eserin oluşumuna etki eden faktörleri bu şiirde bulmak mümkündür. Bir sanat eserine dönemin problemleri yön verir. Toplumsal ve sosyal meseleler insanları derinden etkiler. Döneme ve daha sonraki yıllara damgasını vuran olaylar yumağı uzun süre eserlere konu teşkil eder. İstiklal Marşı böyle bir sürecin içinden süzülmüş duygular birikimidir. Tarih, medeniyet ve milletin hafızası telmihlerle canlı tutulmuş, güncel olaylarla zenginleştirilmiş, geleceğe ait hedef ve arzularla sunulmuştur.

Sanatçının başarısı, kabiliyeti olduğu sahaya vukufuyla da orantılıdır. Bu saha güzel sanatların değişik şubeleri olabileceği gibi, bir şube içinde farklı türler de olabilir. Duygu ve düşünceleri dışa vurmada her sanatçının farklı malzeme ve vasıta kullanmasındaki sebep de budur. Sanatkâr olarak tanınan birinin ilgili sanat şubelerinin birinde ya da bir kaçında başarılı olduğunu görürüz. Onun güzel sanatların bütün şubelerinde başarılı olmasını istemek haksızlık olur. Mehmet Âkif dönemin şiir ustaları arasındadır. Eserleri okuyucular tarafından hasretle okunmakta, yeni yeni şiirleri beklenmektedir. İstiklal Marşı'nın söz konusu olduğu günlerde Mehmet Âkif'ten de şiir talep edilmesinin sebebi budur. Devrin şairleri arasında onun farklı bir yeri vardır. Onun katılmadığı bir yarışmanın maksadı hasıl olmamış demektir. Mehmet Âkif, kimliği, ruhu, geçmişi ve hassasiyetleriyle İstiklal Marşı'nı en iyi yazabilecek kişi olarak kabul ediliyordu. Bu beklenti üzerine yarışmaya' Maarif Vekaletinin talebi ve arkadaşlarının ısrarı ile katılmıştır.

Sanat eserini oluşturmada sanatçının felsefi pozisyonu önemlidir. Yazacağı tür ve konu ile bütünleşmiş olması başarısını artırmaktadır. Bilindiği gibi Âkif İstiklal Marşı'nı sadece yazmamış, bütün ayrıntıları ile yaşamıştır. Söylediklerini görmüş, gördüklerini yaşamış bütün olayları ruhunda hissetmiştir. Şiirlerinin çoğunu bu özel hâl ile yazdığı, arkadaşları tarafından nakledilmiştir. Binlerce kilometre uzakta Çanakkale Zaferi şiirini yazarken gece âdeta cezbe hâlinde, bir vecd içinde şiiri tamamladığı nakledilmektedir.

İstiklal Marşı olabilecek 724 şiir teklif edilmiştir. Bunlar arasından bir tanesi Millî Marş olmaya layık bulunmuştur. Bunda şiirin dış unsurları, içeriği tabiî ki üslubu önemli bir etkendir. Şiire özgünlük katan Âkif'in samimiyetidir. Bu tavır şiirin üslubunu belirlemede ilk sıradadır. İstiklâl Marşı olarak yazılan diğer şiirlerde de konu hemen hemen aynı olmasına rağmen hiçbir şiir, millî hafızayı, geleceğe ait hedefleri, görev ve sorumlulukları, heyecanlı, samimi ve realist biçimde sanatkârane ifade edememiştir. Burada şu gerçeği hatırlamak gerekiyor; Shakespeare'dan önce Romeo ve Jülyette hakkında iki yüze yakın eser yazılmıştır. Doğu kültür coğrafyasında Leyla ile Mecnun hakkında birçok eser yazılmıştır. Alman edebiyatında Geothe'nin Faust'undan önce aynı konuda birçok eserin yazıldığı bilinmektedir. Romeo ve Jülyette denince Shakespeare, Leyla ile Mecnun denince Fuzuli, Faust denilince Goethe öne çıkmaktadır. Bizde de İstiklal Marşı denince aynı konuda yazılmış diğer şiirleri aşan bir şiir olarak Mehmet Âkif'in yazdığı şiir dikkati çekmiştir. Adı geçen sanatçıların kendileriyle özdeşleşen eserlerine kattıkları değeri ve özgünlüğü Âkif, Millî Marş olarak düşündüğü şiire sindirmiştir.

Şiirde duygu ve düşünce aktarımı birinci şahıs anlatıcı tarafından yapılmıştır. Anlatıma yakınlık ve samimiyet katan bu tarz, şiirde samimimiyeti esas alan Mehmet Âkif in üslubuna daha yatkındır. Bu uygulama şiirin tamamına ses tekrarlarından oluşan bir ahenk de katmıştır.

Mehmet Âkif okuyucuya çok yakın bir sanatçıdır. Safahat'ın içinde, Ey karii , Ey sevgili karii gibi hitaplarla diyaloğu sağlar. İstiklâl Marşı'nda Korkma, Çatma, Arkadaş, Bastığın yerleri toprak deyip geçme, tanı! gibi söyleyişler Âkif in okuyucu ile yakınlığını ifade eder.

Sanat eserinde okuyucu ile buluşma noktaları eseri değerli kılan yanlardır. Bu tür bağların çokluğu eser için önemli bir değerdir. Okuyucu veya dinleyici bu noktalarda daha bir dikkatle ve ilgiyle sanat eserine bağlanır. Âkif bu buluşmayı hitabelerle, soru cümleleriyle, konuşma cümleleriyle sağlamıştır. Hemen her kıtada bu özelliği görmek mümkündür. Tekdüze bir anlatım şiire durgunluk verir. Soru cümleleriyle fiillerle, heyecan veren cümlelerle söylemi daha canlı hâle getirmek mümkündür. Âkif ustalığını bu yönde de göstermiş, Safahat'ında yer alan şiirlerde bu yolu uygulamıştır. İstiklal Marşı gibi şekil ve muhtevası çok başka önem arz eden bu şiirde Âkif bütün sanatkârlığını göstermiştir. Yiğitçe bir eda, sonra bir niyaz cümlesi, alımlayıcıyı-muhatabı sürüklemektedir.

Söylemek istediklerini okuyucuya ya da dinleyiciye ulaştırırken sanatçının yansıttığı tavır önemlidir. Duygu ve düşüncelerini rahat bir söyleyişle ifade eden sanatçı başarılı kabul edilir. Neşe, hüzün, heyecan, nedamet, nida ve öfkeyi ifade ederken sanatçının vermek istediği mesaja uygun eda üretmesi beklenir.

İstiklal Marşı'nda kavramlar, hedefler ve istekler, belli bir tertip ve düzen içinde yerleştirilmiştir. Başlangıçta yüksek kavramlara değinilmiştir. Alsancak ve Hilalin; bunların temsil ettiği bağımsızlık, hürriyet gibi değerlerle alımlayıcı okuyucu ya da dinleyicisarsılmış, kendine gelmesi için emir cümleleri ile ifade zenginleştirilmiştir.

Marşın kuruluşu ustacadır. On kıta içinde bir millet için gerekli moral değerler yer almıştır. Ümit, cesaret, yüce değerler, kimlik tanımı, kendini bilme, vatanın önemi, toprağın vatan oluşunu sağlayan unsurlar; rahat, müsterih, asude eda ve şükrün ifadesi ile final kıtasına ulaşır.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal

Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal

Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet

Hakkıdır Hakk a tapan milletimin İstiklal
Bu mısralarla son bulan marşta, başlangıçtaki tereddüt ve endişe gitmiştir.

Akşam karanlığı ile başlayan şiir sabah aydınlığı ile tamamlanmıştır. Tereddüt, yerini sükûnete ve rahatlığa bırakmıştır. Yapılan fedakârlıkların karşılığı alınmıştır. İnsanın sahip olduğu özelliklerle vardığı netice dile getirilmiştir.

İstiklal Marşı'nda sanatçının planladığı bir kompozisyon vardır. Şiirlerinde plan yapma özelliği Âkif'in daima dikkat ettiği bir uygulamadır. Marşın kompozisyonunda Âkif okuyucuyu veya dinleyiciyi zihnen ve bedenen canlı bir ortamda gezdirir.

Sanat eserinin edası önemli bir vasıftır. Kelimelere özel anlamlar ve vurgular yükleme imkânı sanatçının becerisi olarak kabul edilir. Mehmet Âkif, yeri geldiğinde çocukça bir eda, yeri geldiğinde nadim bir kul, bazen heybetli bir adam tavrı ile şiirde hissedilir. Marşın tamamında meydan okuma, tembih, ikaz, niyaz, davet gibi özel anlamları buluruz.

Sanatçının heyecanlarının, hislerinin tam olarak esere yansıması istenir. Bu noktada başarılı olan sanatçı kabul görür, kalıcı eserler meydana getirir. Şiir mısralarında sanatçı ruh anaforunun yer alması eserde tempoyu dengeler. Birkaç mısra içinde hareket, heyecan, inişler, çıkışlar dikkati çeker. Böylesi bir üslupla sanatçı okuyucuyu peşine takar. Onunla coşar, onunla sakinleşir. Bu özellik sanat eserinde muhatabı etkileyen ve esere bağlayan bir estetik öge olarak önemlidir. Mehmet Âkif bu özelliği Safahat'ında uygulamıştır. İstiklal Marşı'nda da kıtalar arasında okuyucuyu coşturan dinamik hâle getiren, sonra sakin, asude bir hâle bırakan özellik vardır.

İstiklal Marşı'nda monotonluğu ortadan kaldırmak için Âkif'in kısa şiir cümleleri kurduğunu görürüz. Kısa cümleler fiil sayısını artırmış, bu durum akıcılığı sağlamıştır. Sanatçı tarafından önemine dikkat çekilen fikirlerin tekrirlerle sunulduğu görülür. Böylesi bir uygulama, fikrin hatırda kalmasını, dikkatin o noktaya toplanmasını sağlar, ahengi besler.

Mehmet Âkif şiiri daha tesirli kılmak için benzetmeler ve karşılaştırmalar yapar. Kelimelerin yan anlamlarını okuyucunun dikkatine sunar. İkinci kıtadaki hilâl kelimesini, dörtlüğün anahtar kelimesi yaparak okuyucunun dikkatini üst seviyede toplar. Hilâl kelimesi ile millet hafızasında yer alan çağrışımlar gündeme getirilir.

İstiklal Marşı'nın muhatabı bütün bir millettir. Her seviyede okuyucu ya da dinleyici için ifadeler ve işaretler taşıması gayet tabiidir. Halkın günlük konuşma dilindeki deyimler, terimler, konuşma edasıyla oluşturulmuş sözler ve üst seviyede felsefi tespitler şiirin geniş bir muhatap kitlesi olduğunu gösterir. Bu anlayış şiirin geniş kitlelere, nesilden nesile intikali yanında aynı kuşağın farklı insanları arasında da iletişim kurulmasını sağlar. Her kuşak ve kuşak içi farklı topluluk, kendince şiirin bir yerinden tutunur.

İstiklal Marşı bir dil birikiminin ürünüdür. Zengin bir dil mirasının kelimeleriyle yazılmıştır. Âkif'in dile hakimiyeti İstiklal Marşı'nda belli olur. Kelimelerde kültürler gizlidir. Kavramların içinde bir milletin hafızası sindirilmiştir. Birinci kıtadan itibaren bazı örnekler vermek gerekirse sancak, ocak, millet, kurban, hilâl, helâl, Hak, İstiklal, iman, şehit, cennet, vatan, mabet, ezan, şehadet, din, hürriyyet, gibi kelimeler kültürel boyutuyla ve tarihî birikimiyle özel anlamlar arz etmektedir. Bu kelimelerde asırların hatırası vardır. Zaferler, acılar, kültürel değerler esrarlı bir terkiple nesilden nesile aktarılır. İstiklal Marşı'nın mısralarına serpiştirilmiş bu anahtar kelimelerle kuşaklar arası değerler aktarımı yapılmaktadır. Dil zevkini canlı tutan, anadil için musiki numunesi olan kelimeler Âkif tarafından şiire yerleştirilmiştir.

Mehmet Âkif Türkçeye hâkim bir şairdir. Dile olan kabiliyeti bilinmektedir. Anadilinden başka Arapça, Farsça, Fransızca dillerini de iyi bilmesi Türkçenin inceliklerini sanat eserine yansıtmasına yardımcı olmuştur.

Safahat'ta değişik iş, meslek ve cinslerin olması binlerce mısralık bir hacmin verdiği imkândır. Bu çeşitliliği Âkif İstiklal Marş'ına taşırken, o insanların deyimlerini, terimlerini günlük konuşmalardaki cümlelerini şiire almıştır. Sanatçı

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım

Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım
gibi mısralarda en sade ve basit söyleyişi yakalamıştır. Marşın üçte birini geçmeyen Arapça ve Farsça kaynaklı kelimelerin de özel bir anlamda eserde yer aldığını söyleyebiliriz. Hakk, istiklal, na-mahrem, şehadet, vecd, na'ş, izmihlal gibi kelimeler kültürel altyapı ile bütünleşmiş derin anlamları nedeniyle şiirde yer almıştır.

Mehmet Âkif'in lisanı, hitabet lisanıdır. Aynı sesi Namık Kemal'de de görürüz. Safahat şairi, karşısında geniş kalabalıklar varmış gibi cümleler kurar. Seçtiği zamirler ve fiil şahıs zamanları bu amaca yöneliktir. Yazdığı şiir, bir millî marş niteliği taşıyorsa sanatçı daha da coşar.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım
mısralarıyla bir meydan okuma ve yiğitçe bir eda, hitabet lisanının imkânlarıyla sanat eserine yerleşir.

Sonuç

Sanat eserini meydana getiren psikolojik, felsefî, etik, politik ve sosyal unsurların İstiklâl Marşı'nda yer aldığını görürüz. Sanatçının ülkesi için samimiyeti, fedakârlığı, vefa ve sadakati, diğer topluluk ve anlayışlarla karşılaştırmalar yapması eserde ciddi bir tertibin işaretidir.

Âkif bir çok eserin plansızlık yüzünden değerini kaybettiğini söyler. İstiklal Marşı, şiir olarak iyi planlanmış bir sanat eseridir. Diğer şiirlerde bulduğumuz tertip ve düzeni bu şiirde de buluruz. Girişten itibaren hitap ettiği kavramlarla, gösterdiği hedeflerle, öğündüğü değerlerle dikkati çeker. Bir millî marş olarak nesillere aktarılacak değerleri sıralaması ve yaşatması bakımından önemlidir. Gittikçe aydınlanan ve ümide doğru gelişen şiirde iyi bir plan olduğu görülür.

Mehmet Âkif İstiklal Marşı'nda milleti çok iyi temsil etmiştir. Milletin rengi bütün tonlarıyla şiire yerleşmiştir. Marş bu hâliyle millete küçük ama önemli bir rehber niteliğindedir. Buna bir küçük anayasa da diyebiliriz.

Sanat eserinde sanatçının duygularının tam yansıtılması esastır. Sanatçının samimiyeti yaşadıkları, müşahedeleri, hayalleri tam olarak şiire sindirilmiştir. Mazi, hâl, gelecek şiirin kıtaları arasına değerler bütünü olarak yerleştirilmiştir. Eserde okuyucuyu kucaklayan bir tabiilik vardır. Milletin değerleriyle bütünleşen yönü, olduğu gibi milletin asırlardır işlenmiş diliyle, deyimleriyle ifade edilmiştir. Çok rahat şiir cümleleri kuruyormuş hissi, okuyucuyu ayrıca kendine çeker. Tabii söyleyiş konuşmalardaki rahatlığı şiirde hissettirir. Âkif'in sözünü sakındırmaz bir realist oluşu İstiklal Marşı'nda ülkeye göz dikenlere layık oldukları cevabı verir. Medeni olduklarını iddia edenlerin davranışları en üst seviyede kınanmaktadır. Bu cesur üslup İstiklâl Marşı'nın genel havasını tamamlamaktadır.

İstiklal Marşı'ndan kurtulmak isteyen bazı gayret sahipleri var. Bunlar sadece İstiklâl Marşı'ndan kaçmıyorlar. Milletin tarihinden, kültüründen, inancından kısacası mazisinden kaçıyorlar.

Dil ile oynama, İstiklal Marşı'nın dili ile mesafeyi açtı. Maksatlı müdahalelerden sonra aradaki dengesizliği marşı feda ederek gidermek hiç de vefalı bir davranış değildir.


Kalıcı eserlerin bütün zamanlara ve nesillere hitap etmesi gerekmektedir. Aynı duyarlılığı paylaşan bir akış içinde İstiklal Marşı zamanla eskimeyecek bir şiirdir. İnandığı ve güvendiği fikirleri başkalarına da telkin etmek ve benimsetmek, gelecek kuşaklara aktarmak için en içten anlatım, şairi tarafından sağlanmıştır. Hayalle alışverişi olmayan ve sözü hakikat seviyesinde tutan bir şairin inanarak yazdığı böyle bir şiirin Millî Marş olmasından daha tabii bir şey yoktur.


Nazım Elmas
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...

İSTİKLÂL MARŞI: DERİN BİR MİLLÎ MUTABAKAT METNİ​

arş sözleri, şarkı sözlerine benzer; ekseriya manası zayıf, tekerleme edalı, dile kolay gelen metinlerden oluşur. “Millî Marş” denilen marşların da pek bu çerçevenin dışında olduğu söylenemez. Nitekim, Millî Mücadele sırasında bir “millî marş” yazılması söz konusu olduğunda yarışmaya katılan yüzlerce şiir arasında Mehmet Âkif’in şiiri, kendi farklılığını herkese kabul ettirir.

Mehmet Âkif, esasen Meclis’te etkili olan asker-sivil seçkinlerin ideolojik dairesi içinde sayılmaz. Meclis’te çok sayıda bulunan ulemadan, hocalardan değildir ama, onlardan da ayrı görülmez. Meclis’in çok konuşmayan, hatta neredeyse hiç konuşmayan mebuslarından olan Mehmet Âkif, o sıralar üzerine düşen her şeyi yaptıktan başka, bütün söyleyeceklerini bu şiirle, İstiklâl Marşı ile ifade etmek için beklemiş gibidir.

İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi, o sıralar çok az şeyi ittifaka yakın ekseriyetle kabul etmiştir. İstiklâl Marşı, üzerinde ittifak sağlanan bu nadir şeylerdendir. Mehmet Âkif’in şiiri, şiiriyeti yanında söyleyecek şeyleri olan ender marşlardandır. O bir haykırışla başlar. Bu haykırış, iki asırdır savaşa savaşa çekilen ve nihayet dokuz asırlık ana topraklarında varlık mücadelesi veren bir milletin kuşkularını bertaraf etmek ister:

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Mehmet Âkif şiirin devamında, Doğu-Batı, İslam-Batı ya da mücerret (soyut) şekilde Batı’yla asırlardır savaşan bir topluluğun mensubu olarak Türk-Batı mücadelesinin diyalektiğini yapar.

Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl
Mehmet Âkif bu sehl-i mümteni denilebilecek mısrada istiklalin, bağımsızlığın Hakk’a tapmanın tabiî sonucu olduğunu söyler. Esasen, Hakk’dan başkalarına tapanın müstakil olması, hür olması mümkün müdür? Hakka tapan insan insanlığı ve istiklâli hak etmiştir veya müstakil olacak mücadele azmine sahiptir. Esasen sonraki mısrada belirtildiği gibi, Hakk’a tapan insan ezelden beri hürdür, hür yaşar.

Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nda bütün mukavemet unsurlarını “iman” kavramı etrafında toplar:

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

.....

..... Nasıl böyle bir imanı boğar,

“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar!
İman sahiplerine Hakk’ın vadettiği günler doğacaktır:

Kimbilir, belki yarın... Belki yarından da yakın.
Bu “millî” marşta dinî vecd ve İslamî terminoloji çok kuvvetli şekilde hissedilir:
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın..

.... Ruhumun senden İlahî şudur ancak emeli:

Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli;

Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli

Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.

... Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.
Şair, İstiklâl Marşı’nda “bayrak” gibi “ezan”ı da bağımsızlık sembolü olarak zikretmektedir. Ezana atıfta bulunmakla kalmamakta, bir insanın Müslüman olmasının delili mahiyetinde sayılan, kelimeişehadeti ayrıca zikretmektedir. Mehmet Âkif ezana atıfta bulunmakla, Türkiye’nin dinî-kültürel kimliği konusunda çok etkili bir yaklaşım veya tavır ortaya koymaktadır. Ezanların şehadetlerinin dinin temeli olduğu ve sonsuza kadar yurdun üstünde inlemesi, heyecanla okunması gerektiği belirtilmektedir. Ezanın şehadetlerinden birincisinde (Eşhedü en lâ ilâhe illallah) “Allah’tan başka tanrı olmadığına şahitlik ederim.” denilmekte; ikincisinde ise, “Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederim.” denilmektedir (Eşhedü enne Muhammeden Resulullah). Bir insan bu iki ibareyi söylemekle -yani kelimeişehadet getirmekleMüslüman olur.

Mehmet Âkif, karşı cepheyi de, Meclis mensuplarının çoğu nazarındaki prestijine aldırmadan açıklıkla çizmekten çekinmez:

Garbın âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Mehmet Âkif, burada, Batı’nın o sıralar toplumumuz için en korkulu yüzü olan teknolojiye meydan okur. Garb’ın âfakını saran çelik zırhlı duvar, teknolojiden, hatta kitle hâlinde ölüme yol açan savaş teknolojisinden başka bir şey değildir. Bu üstün teknolojiye sahip olarak bizi yok etmek isteyen Batı, “medeniyyet”, esasen zalim bir varlıktır, âdeta “tek dişi kalmış” korkunç bir canavardır...

1982 Anayasası’nda yer alan hükme göre, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği belirtilen “İstiklâl Marşı” emperyalizme karşı kimliğimizi Müslüman bir toplum olarak haykıran bir metindir.

Mehmet Âkif, Millî Mücadele’yi yürüten 1. TBMM tarafından oy birliğine yakın ekseriyetle kabul edilen, sonraki dönemlerde yapılan köklü değişikliklere rağmen değiştirilmeyen, bilahare yapılan anayasalarda değiştirilemeyeceği hükme bağlanan İstiklâl Marşı’nda bilinçli olarak bir aidiyet-kimlik formülü ortaya koymaktadır.

1. TBMM’nin kayıt defterinde Burdur Meb’usu Mehmet Âkif “İslam şairi” olarak kayıtlıdır. Onun bu marşı yazmasını en çok isteyen ünlü “Türkçü” ve Türk Ocağı başkanı, o sırada Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi’dir. Bu marşı ayakta alkışlayan lar arasında Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa da vardır. Demek ki görüş farklılıklarına ve ne yazacağı bilinmesine rağmen millî marş ısrar edilerek Mehmet Âkif’e yazdırılmış ve metin ortaya çıktıktan sonra muhteva da bilinerek tasvip edilmiştir.

İstiklâl Marşı’nın Cumhuriyet’ten sonra millî marş olarak kalması, köklü değişikliklere rağmen değiştirilmemesi, yüzlerce yıllık bir sembol olan bayrak gibi aidiyet ifade eden muhtevası ile açıklanabilir. Aidiyetimiz değişmedikçe, kimliğimiz sürdükçe, bayrağımız gibi millî marşımız da değişmeyecektir.

Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’ndan önce marş benzeri şiirler yazmıştır. Bunlardan ilki, Balkan Harbi sırasında yazılan “Cenk Şarkısı”dır (1912). Bu şiir,

Yurdunu Allah’a bırak çık yola;

“Cenge” deyip çık ki vatan kurtula.

Böyle müyesser mi gaza her kula?

Haydi levend asker, uğurlar ola.
kıtası ile başlar. Halk şiiri tarzındaki “Cenk Şarkısı” gerçekten halk duyarlığını yansıtan, âdeta askerle konuşan bir şiirdir. Mehmet Âkif daha sonra İstiklâl Marşı’nda ifade edeceği bazı temaları bu şiirde de kullanmıştır.

Yerleri yırtan sel olup taşmalı

*

Düşmana çiğnetme bu toprakları

*

Eş hele bir dağları örten karı:

Ot değil onlar, dedenin saçları!

Diğer şiir, yine Millî Mücadele sırasında yazılan ve Erkân-ı Harbiye Riyaseti tarafından orduya tamim olunan “Ordunun Duası” şiiridir. Bu şiir Ali Rifat Bey tarafından bestelenmiştir.

Ordunun Duası

Yılmam ölümden, Yaradan askerim;

Orduma, “gazi” dedi Peygamberim.

Bir dileğim var, ölürüm isterim:

Yurduma tek düşman ayak basmasın.
kıtasıyla başlar. Her kıta sonunda bir dua şeklinde şu nakarat tekrarlanır:

“Amin!” desin hep birden yiğitler,

“Allahu Ekber!” gökten şehitler.

Amin! Amin! Allahu Ekber
Mehmet Âkif’in, Ankara’da Balıkesir’in işgalinin yıl dönümü dolayısıyla yazdığı kıta da İstiklâl Marşı’ndaki ses ve muhtevayı hatırlatan bir şiir parçasıdır. Bilhassa,

Ey benim her taşı bir ma’bedi iman olan yurdum,

Seni er geç bana mutlak verecek ma’budum!
mısraları İstiklâl Marşı ile karıştırılabilecek mahiyettedir.

İstiklâl Marşı’nın muhtevası Mehmet Âkif’in zihninde, Balkan Harbi sırasında oluşmaya başlamış, muhtelif metinlerde on yıl boyunca parça parça ifade etmiştir. Bilhassa, Berlin Hatıraları’nın sonunda İstiklal Marşı’nın ilk kelimesini kullanmaya kadar varmıştır:

Korkma

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz!

Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazmayı kabul ettikten sonra zihninde olanı kâğıda geçirmekte fazla zorlanmamış ve güç yazan bir şair olmasına rağmen şiiri kısa zamanda bitirerek teslim etmiştir.

Millî marş olarak kabul edilişinden bu tarafa törenlerde, toplantılarda okunan İstiklâl Marşı’nın sahip olduğu nüfuzu sadece resmî olarak kabul edilmesine, kanunla, anayasa hükmü ile korunmasına bağlamak mümkün değildir. O taşıdığı derin ve yüksek anlamla, bulunduğu köklü atıflarla milletimizin benliğini ifade eden, kendi gücünü, kendi nüfuzunu ve dokunulmazlığını meydana getiren bir şaheserdir.


D. Mehmet Doğan
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...

MEHMET ÂKİF VE ÇANAKKALE DESTANI​

teden beri, Türk edebiyatının, başka milletlerin edebiyatlarıyla mukayese edildiğinde, millî hayatımızı, millî realitemizi ve tarihimizi hak ettiği şekilde yansıtmadığı tarzında yaygın bir kanaat ve eleştiri mevcuttur.

Merhum hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan da gerek derslerinde, gerekse özel sohbetlerinde zaman zaman bu konuyu dile getirir ve biraz da esprili bir ifade tonuyla, Yahya Kemal’in bu mesele hakkındaki düşüncelerini naklederek, Türk milletinin destanlar yaratmaktan destanlar yazmaya vakit bulamadığını; başardığı işleri ve zaferleri anlatmayı, bunlarla övünmeyi yiğitlik gururuna yediremediğini ve bütün bunları bir tür ayıp saydığını söylerdi.

Yenileşme devri Türk edebiyatı tarihinde Türk kültür ve medeniyetine farklı bir gözle bakılmasını öğreten Yahya Kemal, “Edebiyatımız Niçin Cansızdır?” adını taşıyan makalesinde, bir örnekle bu durumu şu şekilde ortaya koyar:

“Büyük bir harpte, on cephemizin ateşinde hazır bulunmuş çok güzîde ve edebiyat meraklısı bir askerimizin elinde bir gün Çanakkale destanına dair Fransızca, mâruf bir eseri gördüm; yine bize dair ve yine Fransızca olmak üzere buna benzer kitaplar vardı. Bunu görünce kalbimde bir acı hissettim. Döktüğümüz kanın bile manzarasını Fransızca’dan seyretmeye mahkûmuz dedim. Bizim harp cephelerimiz, edebiyatımızda bin bir safhalarıyla yokturlar. Demek ki çok eski harplerimiz gibi bunlar da, seneler geçtikçe unutulacaklar!”

Gerçekten, Yahya Kemal’in bu görüşlerine hak vermemek mümkün değil ! Eski ve uzak tarihimiz bir tarafa, daha dün denilecek kadar yakın tarihimizde bir Kırım Harbi’ni, bir 93 Muharebesi’ni, bir Pilevne Müdafaası’nı, Balkan Savaşı’nı, Yemen Muharebesi’ni, Medine Müdafaası’nı, Çanakkale Destanı’nı, İstanbul’un İşgali’ni, Maraş ve Antep savunmasını, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan edebî eserlerin, bu olaylarla ilgili olarak çevrilen filmlerin, sahneye konulan tiyatro eserlerinin sayısı ne yazık ki pek de öyle göz dolduracak kadar fazla değil.. Türk romancılarını ve senaryo yazarlarını tarih ve tarihî olaylardan çok, nedense günümüzün aktüel olayları daha fazla ilgilendiriyor. Hâlbuki tarih, özellikle kendi tarihimiz ve mazimiz bugünkü hayatımızı ve geleceğimizi şekillendiren, inkârı asla mümkün olmayan bir realite olarak önümüzde durmaktadır. Amerika kendisine muhayyel bir geçmiş yaratmaya çalışırken nedense biz, asırlar öncesine uzanan gerçek tarihimizi unutmaya çalışıyor, âdeta bir baba kompleksi gibi her gün kendi mazimizden uzaklaşmaya çalışıyoruz.

Çanakkale ismi geçtiği zaman, nedense öteden beri, Türk tarihi ve edebiyatıyla meşgul olan herkesin zihninde derhal millî şairimiz Mehmed Âkif’in “Çanakkale Şehidleri” için kaleme aldığı meşhur, destansı şiiri hatıra gelir.

Gerek bu savaşın devam ettiği günlerde, gerekse daha sonraki tarihlerde Çanakkale zaferi dolayısıyla başka yazarlar tarafından da birçok eser kaleme alınmış olduğu hâlde, Mehmed Âkif adı bir bakıma Çanakkale destanı ve Çanakkale şehitleriyle âdeta özdeşleşmiş gibidir. Bunun için ben de burada Mehmed Âkif’in Çanakkale şehitleri için yazmış olduğu şiirde vurguladığı bazı kavramlar üzerinde duracağım.

Mehmed Âkif’in, öncelikle, çağdaşı olan birçok Türk aydınından farklı şekilde, İslamiyetin, özünden uzaklaşmadan, içinde yaşadığı çağın icaplarına göre yeniden yorumlanarak toplumun çeşitli sosyal problemlerini hâlledebileceğini dile getirdiğini belirtelim. Mehmed Âkif’in bu tanınmış şiirinde, bugün rastgele ve yerli yersiz herkesin kullanmakta olduğu ve bu yüzden de gerçek anlamını giderek kaybetmeye başlayan “şehitlik” kavramının nasıl ele alındığına geçmeden önce, doğrudan doğruya dinî, daha doğrusu İslamî bir hüviyeti bulunan bu kavramın, İslam dini ve kültürü çerçevesinde sadece Allah yolunda, “ilâyı kelimetullah” için canını seve seve feda eden Müslümanlara verilen bir sıfat olduğunu belirtmemiz gerekir. Şehit ve şehitlik kavramıyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de Bakara suresi ile Âl-i İmran suresinde şu âyetler geçmektedir: “Allah yolunda öldürülen kişilere “ölüler” demeyiniz. Gerçekte onlar diridirler, fakat siz bu inceliği anlayamaz ve hissedemezsiniz!” (Bakara suresi, âyet 154). “Allah yolunda öldürülen kişilerin ölü olduklarını zannetme; gerçekte onlar diri olarak Rablarının huzurundan rızıklandırılmaktadırlar.” (Âl-i İmran suresi, âyet 169).

Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan bu iki surede, şehitlere büyük değer verildiği ve gerçekte onların asla ölü olmadıkları ısrarla vurgulanmaktadır. İşte “şahâdet” kavramının bu dinî hüviyeti, Türk milletinin, İslamiyeti kabul ettiği tarihten başlayarak bugüne kadar hep “Ölürsem şehit, kalırsam gazi!” idealini âdeta bir hayat tarzı olarak benimsemesine yol açmıştır.

Mehmed Âkif, gerek Safahât’ta yer alan bir kısım manzumelerinde, gerekse bazı makalelerinde, İslam dininin idealize ettiği biçimde “şahâdet” ve “şehitlik” kavramlarının yanı sıra, aşağıda gö receğimiz gibi, bunlarla doğrudan ilgili başka kavramlar üzerinde de durmuştur.

Mehmed Âkif’e göre, Türk milletinin uzun tarihi boyunca, uğrunda savaştığı ve gerektiği zaman canını hiç çekinmeden seve seve feda ettiği bazı ebedî ve kutsal değerler vardır. Meselâ hürriyet ve istiklal, Türk milletinin en yüce ve en kutsal değerleri arasında yer alır. Bu değerler, hemen beraberinde vatan gibi, bayrak gibi başka değerleri de getirir. Vatan, bir milletin üzerinde yaşadığı ve ecdadımızdan kan ve can pahasına bize miras kalan mukaddes bir toprak parçasıdır. Bundan dolayı vatan, millet unsurundan asla ayrı düşünülemez. Vatan, bir coğrafya, millet ise bir insan topluluğudur. Bir milleti millet hâline getiren de, hürriyet ve istiklal gibi; hak, hukuk, dil ve din gibi bazı mukaddes değerlerdir. İşte bu ebedî değerlerin başında gelen vatan tehlikeye düştüğü anda, millet olabilme şuuruna erişmiş ve vatanını seven her insan, vatanını kurtarmak için, varını yoğunu, hatta en kıymetli varlığı olan canını bile feda etmeye hazır olmalıdır.

Daha çok vatan kavramıyla birlikte yer alan “şehâdet” ve “şehit” kavramları, en veciz ifadesini Mehmed Âkif’in “İstiklal Marşı”ındaki şu parçalarda bulur:

Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehît oğlusun, incitme, yazıktır atanı,

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

*

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!
Mehmed Âkif’e göre, Türk tarihinin en muhteşem zaferlerinden birini meydana getiren Çanakkale Destanı’nın bütün şan ve şerefi, o sırada vatanını tehlikede gören ve namusunu kurtarmak üzere canlarını feda eden, âdeta cehennemle boğuşup galip gelen Mehmetçiğe aittir. Çağın bütün teknik imkânlarıyla donatılmış düşman ordularına karşı her türlü güçlük ve mahrumiyet içinde vatanını, imanını ve namusunu kurtarmak için göğsünü siper yapan kahraman Türk askeri, bu savaşta 250.000 kadar şehit ve kayıp vermek suretiyle, düşmanlarına Çanakkale’nin asla geçilemeyeceğini bir kere daha ispatlamıştır.

Çanakkale Savaşları edebiyatımızda çok sayıda şiir, makale ve hatıra türünde yazılarla birlikte müstakil olarak hikâye, roman ve tiyatro eserlerine de konu olmuştur. Ancak bunların başında, Mehmed Âkif’in, Safahât’ın altıncı kitabı olan Âsım’da yer alan şiiri gelmektedir. Önce 10 Temmuz 1924 tarihinde Sebîlürreşad mecmuasında “Âsım’dan Bir Parça” adıyla yayımlanan ve doğrudan doğruya Çanakkale şehit ve gazilerine hitap ettiği için “Çanakkale Şehidlerine” adıyla tanınan bu şiir, gerek şekil, gerekse muhteva itibariyle bu savaşı ve Mehmetçiğin kahramanlıklarını olağanüstü bir ifadeyle canlandıran en önemli örnektir. Bugün üzerinden doksan yıl geçmiş olduğu hâlde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Çanakkale Savaşı anılınca, her Türk’ün aklına ilk önce işte Mehmed Âkif’in bu ünlü şiiri gelir.

Çanakkale Muharebeleri’nin bütün şiddetiyle devam ettiği sırada resmî görevle Berlin’de bulunan Mehmed Âkif, yakın arkadaşı Binbaşı Ömer Lütfi Bey’in naklettiğine göre, gurbet diyarında gece gündüz Çanakkale Cephesini düşünmekte ve arkadaşına hemen her sabah şu cümleleri tekrar etmektedir:

“-Ömer Bey, bu Çanakkale ne olacak?
-Allah bilir ama vaziyet tehlikelidir. Askerlik noktasından düşünülünce ümit yok. Ancak fen ka- idelerinin hâricinde, fevkalbeşer bir şey olmalı ki dayanabilsin!

Ben, böyle dedikçe:

-Eyvah, son istinatgâhımız da yıkılırsa ne olur? diyerek çocuk gibi gözlerinden yaşlar dökülmeye başlardı. Âkif’in Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu. Ben kavâid-i harbiyyeden bahsettikçe canı sıkılırdı. Onun böyle askerî muhakemelere taham- mülü yoktu. O, daima kat’î bir kelime isterdi.

-Bütün dünya toplanıp hücum etse, yine Çanakkale sükut etmez! derdi. Onun büyük imanı başka bir ihtimale asla müsait değildi!”


İşte Mehmed Âkif bu şiirini, Çanakkale sırtlarında gövdelerini düşmana siper yaparak vatan toprağını çiğnetmeyen Mehmetçiğin hatırasını yaşatmak üzere kaleme alır. Yine bu şiir sayesinde, canlarını feda ederek mübarek vatan topraklarını bizlere miras bırakan Mehmetçiğin aziz hatırası da böylece âbideleşmiş ve ebediyete intikal etmiş bulunmaktadır.

Çanakkale Zaferi’nin kazanılmasından üç yıl sonra, 1918 yılında, devrin tanınmış dergilerinden Yeni Mecmua’nın Çanakkale için hazırladığı özel sayıda, devrin ünlü edebiyatçılarından Ruşen Eşref Ünaydın’ın Anafartalar kumandanı Gazi Mustafa Kemal’le yaptığı uzun bir röportaj yayımlanır. Bu röportajın bir yerinde Ruşen Eşref, Mustafa Kemal’den, savaşa ait kahramanlık sahnelerinden de bahsetmesini rica edince, Mustafa Kemal şu ibretli anekdotu anlatır:

“Biz ferdî kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz dedi. Yalnız size Bomba Sırtı Vak’ası’nı anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre.. Yani ölüm muhakkak.. Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulamamacasına kâmilen düşüyor. İkincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. Hiç ufak bir fütur bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur’ân-ı Kerîm, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahâdet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emîn olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran, işte bu yüksek ruhtur!”

Mehmed Âkif’in, “Çanakkale Şehidlerine” adıyla bilinen şiirinden başka, görevli olarak Berlin’de bulunduğu 1915 yılında, Çanakkale savaşlarının henüz devam ettiği günlerde kaleme aldığı “Berlin Hâtıraları”nın sonunda yer alan bir şiiri daha vardır.

Beş altı pençe bir olmuş boğazlamakta bizi,

Silindi gitti hilâlin şu anda belki izi!
mısralarıyla başlayan bu şiir seksen mısra kadar devam etmektedir.

Şair burada, Türk askerinin Çanakkale’de sebat etmesini ister. Ona göre, bu sebat kaybolduğu, düşman Çanakkale’den İstanbul (pâyitaht) a girdiği zaman neler olabilecektir? Bütün ümidi, Boğaz’da dövüşen askerde olan 350 milyon müslüman, rastgele çiğnenen dağınık bir kitaba dönecektir. Minareler susturulacak, İslamiyet’in on üç buçuk asırdır yeryüzünde yaptığı bütün eserler ve ruh ortadan kalkacaktır. Ama temiz alınları “İslam için son istihkâm” olan Türk askeri, kendisine bağlanan ümidi asla boşa çıkarmaz.

Mehmed Âkif’in, bu şiiri kendisine ithaf ettiği arkadaşı Binbaşı Ömer Lütfi Bey, şiirde
Çanakkale arslanları adına konuşur:

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmusun?

Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.

Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;

Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;

Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,

Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;

Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
mısralarıyla devam eden şiirde Mehmed Âkif, Çanakkale’de ölüme âdeta meydan okurcasına arslanlar gibi dövüşen Mehmetçiğe dayanmasını tavsiye eder ve şiir onun şaire verdiği şu cevapla sona erer:

Değil mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!

Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cephe sarsılmaz!
“Çanakkale Şehidleri”nde ise, Türk askeri konuşmaz; çünkü onun konuşacak zamanı yoktur. Bu askerin imanla dolu ve Hudâ’nın ebedî serhaddi olan göğüsleri vardır. Çünkü Allah ona bu iman gücünü verirken, ondan “en güzel eseri” olan namusunu çiğnetmemesini istemiştir:

Âsım’ın nesli diyordum ya.. Nesilmiş gerçek

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek!
Mehmed Âkif’in bütün Safahât boyunca idealize ettiği Âsım’ın nesli, bu gaye uğruna şehid olmuş ve naaşı dağları taşları doldurmuştur. Mehmed Âkif, vatan uğrunda canlarını veren kahraman Mehmetçiğin şehâdetini, “bir hilal uğruna güneşlerin batışı”na benzetir:

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar taşlar..

O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor;

Bir hilâl uğruna, yâ Rab ne güneşler batıyor!

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i.

Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi.
Şiirin bundan sonraki kısımlarında, şairin Çanakkale’de şehit düşen kahraman Mehmetçiğe karşı duyduğu sevgi, saygı ve hayranlık dile getirilir. Çünkü bu askerler, İslamiyet’in ruhu ve özü demek olan “Tevhîd”i kurtarmışlardır. Allah’a ve onun Peygamber’ine inanan ilk müminlerin kâfirlerle yaptığı Bedir Savaşı ile nasıl İslam dini kurtulmuşsa, Çanakkale Zaferi ile de son Türk vatanı, İslam’ın yer yüzündeki son kalesi olan Türkiye kurtulmuştur. Bu yüzden Mehmetçik, şairin gözünde, Bedir’de savaşan sahâbî kadar şanlı ve şerefli bir mevkiye yükselmiştir.

Çanakkale savunmasının, ancak “ebediyetlere sığacak” kadar büyük olan şehitlerine hitap eden şu mısralardaki ifade tonuna, öyle zannediyorum başka bir şairde rastlamak mümkün değildir:

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

“Gömelim gel seni tarihe!” desem sığmazsın!

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitab..

Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
Bütün Türk tarihinde görülmemiş derecede muazzam bir hadise olan bu zafer, kahraman vatan çocuklarını böylece ebediyete ulaştırmıştır. Mehmed Âkif, bu şehitler için neler tasavvur etmez ki:

“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;

Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ nâmıyla,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyla;

Ebr-i nisânı açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

Sen bu âvîzenin altında bürünmüş kanına,

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana..

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Mehmed Âkif, Çanakkale’de şehit düşen Mehmetçiği neden bu derece yüceltmektedir? Çünkü onlar, “ehl-i salîb”in demirden çemberini göğüslerinde kırıp parçalamışlar; ataları Selâhaddîn-i Eyyûbî ve Kılıç Arslan kadar büyük olduklarını ispatlamışlardır. Bütün İslam Âlemi, kendini yok olmanın eşiğinde görerek hüsrana kapılmış bir durumda iken onların canları pahasına kazandığı zafer, bu hüsranı ortadan kaldırmıştır. Onların ulaşmış olduğu şehâdet mertebesi öyle yücedir ki onlar için türbeye, kabre bile gerek yoktur. Çünkü onları gittikleri ebedî âlemde kucağını açmış Peygamberimiz beklemektedir:

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor peygamber!
Bir şehit için bundan büyük teselli, bundan büyük mükâfat olabilir mi!

Sadece Türk edebiyatında değil, belki dünya edebiyatında bile bir benzeri bulunmayan Mehmed Âkif’in bu şiirinde, Türk milletinin ebedî timsali olan Mehmetçiğin destanî kahramanlığı dile getirilmiştir.

Yüz binlerce şehide mâl olan Çanakkale zaferi bize, aynı zamanda, Türkiye’de düşmana vatanını çiğnetmeyen ve çiğnetmeyecek yeni bir neslin ve yeni bir insan tipinin doğmuş olduğunu da göstermektedir. Çanakkale Savaşları Mehmed Âkif gibi, sadece devrin edebiyatçılarını değil, yediden yetmişe bütün Türk milletini etkilemiş, hattâ devrin padişahı Sultan V. Mehmed Reşad bile bu savaş dolayısıyla beş beyitlik bir gazel kaleme almıştır. Padişahın bu manzumesine, başta Yahya Kemal olmak üzere, devrin tanınmış birçok şairi tarafından tahmis ve nazîreler yazılmıştır.

Çanakkale destanı dolayısıyla burada son olarak Mehmed Âkif’in “Çanakkale Şehitleri” ile beraber, yüz binlerce şehit, gazi, dul ve yetimin ıstırabını dile getiren ve halkın diliyle terennüm edilen ünlü Çanakkale türküsünü de hatırlamamız gerekir:

Çanakkale içinde Aynalı Çarşı,

Ana ben gidiyom düşmana karşı,

Âh gençliğim eyvah..
şeklinde başlayan ve:

Çanakkale içinde vurdular beni,

Ölmeden mezara koydular beni..
mısralarıyla devam eden bu türkü, gerçekten gerek sözleri, gerekse bestesi ile millî vicdanın sesi hâline gelmiş, anonim; yani bütün Türk milletine mâl olmuş bir eserdir.


Abdullah Uçman
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...

HALK EĞİTİMİ AÇISINDAN CAMİLER VE ÂKİF​

Millî şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, yaşadığı dönemde (1873-1936) Saltanat / Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet gibi üç ayrı yönetim biçimini görmüş; Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Harpleri gibi dünya çapında olaylara şahit olmuştur. En çok da o dönemin sade vatandaşları halkın ve dünya müslümanlarının hâlini, zor günlerini yakından “hisli bir yürek” olarak izlemiştir.

Her bakımdan “olağanüstü” sayılabilecek o sıkıntılı şartlarda, müslüman ahali için halk eğitimi kurumları olarak mekteplerin yanında camiler ve tekkeler vardı. Bu kurumlar o günkü Osmanlı toplumu için her zamankinden çok daha önemli ve vazgeçilmez bir anlam taşıyordu. Zira halkın bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi görevini yazılı basın olarak belli sayıdaki gazete ve mecmualar/dergiler yürütmekteydi. Sesli ve görüntülü medya ise henüz yoktu.

Böyle bir siyasi ve sosyal ortamda Âkif, inançlı bir aydın olarak, halkla ilişki kurma imkânı veren tüm kurum, yol ve araçları kullanarak millete ulaşmaya, onlarla olupbitenleri dostça ve içtenlikle paylaşmaya, çıkış ve çözüm yollarını göstermeye gayret eden bir eğitimci konumunda olmuştur. O, bu görevi sonuna kadar, -kendi yakın çevresini, ailesini ihmal etme pahasına da olsabilinçli bir şekilde gönüllü olarak ve isteyerek sürdürmüştür. Hayatı ve eserleri bunun kanıtıdır.

Gerçekten de Âkif, şiirlerini topladığı ünlü eseri Safahat’ı “Fatih Camii” manzûmesi ile okuyucuya sunar. Onu anlatabilmek için âdeta çırpınır. Neler söylemez, hangi değerlendirmeleri yapmaz ki? Sonunda Fatih Camii için hiç unutulmayacak mısraı bulur:

“Bu bir ma’bed değil, Ma’bud’a yükselmiş ibâdettir.”
Âkif’in, özelde Fatih Camii genelde bütün camilerle âşinalığı / tanışıklığı tâ çocukluk yıllarına uzanır. O diyor ki:

Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,

Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence.

Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;

Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”

Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.

Namaza durdu mu, hâliyle koyuverir peşimi,

Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde,

Ne âşıkâne koşardım hasırlar üstünde!
Aslında Âkif, camilere hem İslâm’ın temel kurumu olarak ifade ettikleri mana ve yerine getirdikleri işlevler (ilim, ibadet, eğitim, iletişim ve idare) hem de tanıklık ettikleri sanat dehası ve medeniyetimizin sonsuzluğa uzanan eserleri olarak bakar, öyle değerlendirir ve öyle görülmelerini ister ve bekler

Kürsüdeki Şâir

Âkif, 17 Haziran 1910 tarihini taşıyan “Hasbıhâl” başlıklı yazısında, İslâm kültür tarihinde başlangıçtan beri temel halk eğitimi kurumu olarak görev yapmış olan mescidler/ camiler hakkında, “Camiler efkâr-ı milleti tenvir için ne müsâit yerlerdir(Camiler kamuoyunu aydınlatmak için ne elverişli yerlerdir)” tespitini yapmıştır. Hayatı boyunca da bu müsâit/elverişli yerlerden, halkı aydınlatıp eğitmek için olabildiğince yararlanmaya gayret etmiş ve çalışmalarını cami eksenli olarak yürütmüştür. Aslında Âkif’in dünyası da mabed/cami merkezli bir nitelik arz eder. Ne var ki, “Onun görüşü cami duvarını aşamamıştır” yargısına katılmak mümkün değildir. O, özelde bütün İslâm dünyasını, genelde tüm insanlık âlemini tâ özünden kavramış ve ona göre tespit ve tekliflerde bulunmuş, bu yönde o, mümin yüreğini, bilgi, duygu, yetenek ve imkânlarını ortaya koymakta asla tembel ve cimri davranmamıştır. Nitekim Âkif, Safahat’ın dördüncü kitabı “Fatih Kürsüsünde”, müslümanların o günkü durumunu tam bir din adamı/halk eğitimcisi ve mürşid olarak değerlendirir. Evrendeki temel kanunun, hareket ve sa’y/ çalışma olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyar ve her defasında sözünü;

“Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir,

Çalış çalış ki bekâ, sa’y olursa hakkedilir.”
diye pekiştirerek bitirir. Daha sonra tembellik, cehâlet, yanlış anlaşılmış ve yorumlanmış tevekkül, kader, hurafe, içtihat gibi doğrudan halkın düşünce ve yaşayışını etkileyen konularda eleştiri ve değerlendirmeler yapar, bu ilkelerin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiğini tam bir bilgeeğitimci olarak yana yakıla anlatır. İlim, mektep, maarif ihtiyacı üzerinde ısrarla durur; ihtilâfları, avam, cemaat, gençlik, sosyete eksenli olarak değerlendirir, en sonunda da Balkan Harbi’nin yürek yakan manzaralarına, şiirle tablo çizer gibi dikkat çeker, milletin kurtuluşunun birlik-beraberliğe, ümitle ve yılmadan çalışmaya bağlı olduğunu vurgular ve sözlerini, baştan beri söylediklerinin doğal uzantısı olan bir temenni/dua ile bitirir:

Ya Rab, bizi kahretme, helak eyleme... Âmin

Tâ ibret olup kalmayalım âleme... Âmin


Çöksün mü nihayet yıkılıp koskoca bir din?

Çektirme, İlâhî, bu kadar zilleti. Âmin!
Âkif, özellikle kritik dönemlerde kendisini “milleti aydınlatmak için” cami kürsülerinde bulmuş ve oradan millete seslenmiştir. Yani o, sadece şiirleriyle değil bizzat kendisi uygulamalarıyla da camide ve kürsüdedir. Şimdi onun hayatından birkaç çizgiyi hatırlayalım:

“1913 yılının ilk aylarında ve Balkan Harbi mağlubiyetinin felâketli günleri içinde Mehmed Âkif, İstanbul’un üç büyük camiinde va’azları ile halka hitap etti. Şubat ayının ilk yarısında Beyazıd, Fâtih ve Süleymaniye camilerinde verilen bu va’azların metinleri SR’ (Sebîlü’r-reşad)da yayınlanmıştır.”

“1920, Anadolu’daki millî mücâdele faaliyetinin başladığı yıl oldu. İlerleyen Yunan işgal kuvvetlerine karşı Batı Anadolu’da Ayvalık ve Balıkesir’de ilk cephe açılmıştı, işgal altındaki İstanbul’da bunalan Mehmed Âkif, ocak ayı sonunda Eşref Edip’le birlikte Balıkesir’e gitti. Burada Zağnos Paşa camiinde halka va’z ederek, onları mücâdeleye ve savaşanlara yardım etmeye davet etti, Bu va’zının metni 12 Şubat tarihli SR’ (Sebilü’r-reşad)da yayınlandı.”

1920 yılının Ekim ayı ortalarında Kastamonu’ya giden Âkif, şehir halkıyla sıkı temaslar yaptığı gibi civar kasaba ve köylerin hemen hepsini de dolaşarak düşmana karşı başlatılan hareketin önemini anlattı...Sebilürreşad’m 464. sayısında Âkif’in Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği meşhur va’az yayınlandı. Derginin on bir sayfasını kaplayan va’az metni, istiklâl Savaşı’nın neden yapıldığını açıklayan en önemli vesikadır.


Safahat’ın ikinci kitabı olan “Süleymâniye Kürsüsünde” Âkif;

“Beni kürsîde görüp, va’zedecek sanmayınız;

Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız.

Dînin ahkâmını zâten fukahanız söyler,

Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer,

Bana siz âlem-i İslam’ı sorun, söyliyeyim;

Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim,

görmediğim.”
girişiyle başlamış olsa da o tam bir din adamı, halk eğitimcisidir. Onun bu manzumedeki değerlendirmeleri ve tespitleri kimleri nasıl görmek istediğini dile getirir.

Mazhar Osman’ın isabetle belirttiği gibi “Âkif, şiirle vaaz eden bir muttaki bir ahlâkçı idi. Âkif şiirlerinde, dinsizliğe, kaba sofuluğa, riyâkâr taassuba cihat açmıştı.”

Böyle bir cihat sürdürüldükten sonra, cami kürsüsünde olmakla mısralar içerisinde bulunmak arasında pek de fark yoktur. Bu açıdan bakılınca Safahat, her konuya uygun engin duygularla bezenmiş diri sözler, haklı eleştiriler ve isabetli değerlendirmelerle dolu güncel bir vaaz-halk eğitimi kitabıdır.

Âkif’in görüşü Kur’an ve Sünnet’e dayanan, fakat bunların yorumunda akıl ve ilmi esas alanların görüşüdür. Başka bir deyişle, mâbet ile mektebi ve dinle dünyayı ayırmayı asla onaylamayan Âkif’in anlayışına göre; “İlim, doğrudan doğruya, dinin arabasına koşulmalıdır. En büyük dehaları yetiştiren medreseler, ulu Tanrının muhteşem tapınakları önünde baş eğmedi mi?” O bu fikrini Süleymaniye Camii’nin konumunu tanımlarken şöyle dile getirir:

“Dur da Ma’bûd’una yükselmek için ilme basan

Ma’bed’in hâlini gör, işte serâpâ iman!”12


Evet, medâris o vahdet-serây-i muhteşemin

Önünde; hürmetidir dine her zaman ilmin.”
Mehmed Âkif, camilerdeki halk eğitimi hizmetlerini ve özellikle vaizliği ve zamanındaki bazı vaizleri değerlendirmekten de geri durmamıştır. Şu görüşler ona aittir:

“Aykırı fikirleri devirecek kudreti kendilerinde göremeyenler; sebîl-i hakkı bulabilmek için bir hayli mücâhede geçirmiş olmayanlar mevki-i irşada çıkıp da ibâdullahı ızlâle kalkışmamalıdır. Vaizlik, nâsihlik. mürşitlik gâyet müşkil vazifelerdendir.

Sözlerini dinletebilip de efkârı arkalarından getiremeyenler, cemaati kâbil-i hitap olmamakla töhmetliyerek işin içinden sıyrılıveriyorlar; asıl kabiliyetsizlik ile, aczin kendilerinde olduğunu hiç hatırlarına getirmiyorlar.


Vaizlere, icâzetname (diploma) ile yetinilmeyip “sıkı bir imtihandan” geçirildikten sonra görev verilmesini ısrarla savunan Âkif, şu sözleriyle bu fikrini kanıtlar:

“Udebâyı ulemâdan Ziya Paşa merhum “Bizde gayet mühim iki vazife vardır ki, bililtizam en ehliyetsiz ellere tevdi olunur: Biri nahiye müdürlüğü, diğeri çocuk lalalığı” diyor ki, biz buna bir de vaizliği ilâve etmek için hiç düşünmeğe hacet görmüyoruz.

Vaizlik, mürşidljk edecek adamın yalnız sebîl-i hakkı tanıması kâfi değildir; o caddeye çıkan yolların nerelerden sapmak ihtimali olduğunu da iyice bilmelidir. Bir de yanlış yol tutanlara “dalâlettesin!” demekle iş bitmez. Oraya nasıl düşmüş; saha-i reşâda nasıl çıkacak, buraları tamamiyle tayin etmeli, sonra bîçârelerin eline yapışmalıdır. Hele tekfir, tehdit ma kamında ele alınacak silahlardan değildir. Zira bunun ika edeceği mevt-i mânevîyi duyacak hisler pek azaldı. Onun için “Sus! Kâfir oldun!” nidası top gibi patlasa yine kuru sıkı telakki olunacak.”


Âkif’e göre din ve dil iki kutsaldır. Dil, dinin kökleşmesine yarayan fikirlerin ifade aracı olarak mukaddesti/kutsaldı. Sade dili, dini halka anlatmak için kullanan Âkif, inandığı ve güvendiği fikirleri başkalarına da telkin etmek ve benimsetmek için onları çekici ve alımlı renklerle boyar, ağırlıktan, koyuluktan, sertlikten kurtarırdı. Bir vaiz, cemaate telkinde bulunurken, nasıl onların anlayacağı dili kullanmak zorunda kalırsa Âkif de, yüreğindeki ateşi boşaltmak istediği zaman, açık Türkçeye başvurur. Şu mısralar bunun güzel bir misalini teşkil eder:

“Hâli islah edecekler diyerek kaç senedir,

Bekleyip durduğumuz zübbelerin tavrı nedir?

Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu!

Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu.


Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne...

Acırım tükrüğe billahi, tükürsem yüzüne!

Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lâzım...

Şu kadar vermelisin.” Kahrolayım kaçmazdım.”
Âkif, iman ettiği prensipleri, usta bir aktör gibi, halkı güldüre-ağlata, kafalara çivilemek yolunu tutmuş bir eğitimcidir. Şair-vaiz Mehmed Âkif’in, bazı âyet ve hadislerin mealini nazmen yorumlama merakına başta Safahat’ı, düz yazı ile yorumlarına da diğer eserleri şahitlik etmektedir. Mensur olarak kaleme aldığı tefsirlerinin manzum şekillerini yazmış olması ve hele ömrünün son senelerinde Mısır’da on yılda gerçekleştirdiği ve fakat o günün koşulları içinde ülkeye getirmediği ve yakılmasını vasiyet ettiği Kur’an tercümesi ile Âkif, bir anlamda karşımıza şair-müfessir olarak da çıkmaktadır. O inandığı gibi yaşamış ve inandığından, doğru bildiğinden başka bir şeyi söylememiş olmak gibi bir mümin dürüstlüğünün, bir eğitimci kimliğinin ve imtiyazının/ ayrıcalığının sahibidir.

“Sen din ile pâyidâr olursun,

Din gitti mi târumâr olursun!”
İtiraf etmeliyiz ki aradan geçen bunca zamana rağmen bugün bile camilerimizde şiirleriyle halka seslenmeye devam eden bir şair varsa, o Âkif’tir.

Öyle sanıyorum ki, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ülke çapında bir anket yapacak olsa, din görevlilerinin şiir ve beyitlerini en çok ezbere bildiği şair Âkif olacaktır. Bu da merhumun, bir bilge-eğitimci olarak cami ile hayatı nasıl bütünleştirdiğini gösterir. Nitekim damadı Ömer Rıza Doğrul şöyle der:

“Hayatında yazdığı ve neşrettiği ilk şiir “Kur’ân’a hitab”tı ve bu hitap onun genç ruhundan semaya yükselen, sonra bütün ömrünce onun ruhuna sağnak sağnak feyiz yağdıran bir ‘rahmet’ olmuştur.”

Âkif, “o bizim Şark’ımızın ruh-i kemâli” diye övdüğü şair Sâ’dî için,

“Odur şi’ri hikmetle mecz eyleyen

Odur şiir nâmiyle hak söyleyen”
der.

Bize kalırsa bu beyit, Âkif’in kendisi hakkında da aynen geçerlidir. Onun halk eğitimi açısından “kürsüdeki şair”liğinin göstergesi de “şiir adıyla hak söylemesi” olsa gerektir.


İsmail L. Çakan
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...

İSTİKLÂL MARŞI'NI YENİDEN OKUMAK​

Edebiyat bilimcileri genellikle edebî metinlerin zamandan ve mekândan münezzeh olarak ele alınması gerektiğini vurgularlar. Saf metin anlayışını önceleyen bu bakışın kendi içinde tutarlılığı var ise de, bazı metinlerin zaman ve mekânla ilişkisini kurmadan yorumlanması, metnin anlaşılmasını zorlaştırır. İstiklâl Marşı da, dayandığı sosyal zeminden dolayı, metnin oluşmasına yol açan olayları irdelemeden anlaşılamaz.

İstiklâl Marşı'na giden yol, Çanakkale Destanı şiiriyle 1915'te başlamışsa da, öncesi 1912-1913'te yaşanan Balkan Savaşlarıdır. 1897 yılında, son zaferini yaşayan Osmanlı, Balkan Savaşları ile mağlubiyet acısını yaşamış fakat Çanakkale ile yeni bir dirilişin başlangıcını gerçekleştirmiştir. Âkif'in Çanakkale Destanı, bu dirilişin çığlığıdır. Arkasından yaşanan Anadolu'nun işgali ile yeni bir direniş canlanmış; bütün Anadolu kan ve barut kokusuna gark olmuş; Mehmet Âkif, bu kan ve barut kokusu içinde, İstiklâl Marşı'nı kaleme almıştır. Şiir Meclis'te okunurken, cephelerden top sesleri geliyordu. Şiiri dinleyenlerin tenlerine barut kokusu sinmiş; cephede savaşanlarıyla, savaşanlara destek olanlarıyla, Meclistekileriyle tüm millet, varlıkla yokluk arasındaki çizgide büyük bir gerilim yaşamakta idi.

İstiklâl Marşı böyle bir atmosferde yazılmıştır. Böyle bir atmosferde yazılan şiirin, kelime hazinesi de, bu atmosferi yansıtacak şekilde olmalıydı. Âkif, şiirine Korkma nidasıyla başlamıştır. Bu kelime, sözlükteki basit bir korkmak anlamıyla kullanılırsa, sıradanlaşır fakat arkasında 1912'den başlayıp Çanakkale ile devam eden varlık ve yokluk mücadelesinin en muhataralı anları düşünülürse, bir milletin topyekun direnişiyle ve bu direnişteki kutsallıkla daha etkili bir anlam kazanır. Bu kelimenin arkasında, 10 yıldır savaşan ama tarih sahnesinden silinip gitmeyeceğini yedi düvele gösteren bir milletin direnci, başarıları ve öz güveni vardır.

Âkif, şiirine korkma diyerek başlamakla, geleceğe dair ümitlerin tohumlarını atmaktadır. Ayrıca, bu kelime, tek kelimelik bir emir cümlesi olmakla, anlam değeriyle beraber, fonksiyon değeri de taşıyan bir ifadedir. Bu hâliyle bu tek kelimelik cümle, stratejisi iyi yapılmış bir savaş anında, komutan tarafından verilen kesin emir hükmündedir ve geri planında 10 yıllık mağlubiyetler ve zaferler olduğu kadar binlerce yıllık Türk tarihinin ihtişamı da yatar.

Âkif, şiirinin ikinci dörtlüğüne, Çatma kelimesi; yani, ilk dörtlükte olduğu gibi, içinde, yalvarma da olan yine bir emir cümlesi ile başlar. İlk dörtlükte, bağımsızlığın sembolü olan bayrağı anlatmak üzere, millete seslenirken, ikinci dörtlükte, doğrudan bayrağa seslenerek Çehreni çatma der. Buradaki çehre çatmak da, basit bir anlam taşımaz. Bunu da arkasında, mağlubiyet acısı vardır; hüzün vardır; kahır vardır; yokluklar ve çaresizlikler vardır ama asla ümitsizlik yoktur. Bir nebze de olsa, içinde ümit olan, başarı imkânı olan ve milletine güvenen bir ses gizlidir bu kelimede. Bu kelimede, Allah'a yalvarma, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeme vardır. Ayrıca, bu kelime de tek kelimeden ibaret bir cümle olmakla, ilk dörtlük ile paralel bir söyleyiş özelliği gösterir. Takip eden mısradaki emir kipiyle kullanılan Gül kelimesi de, hem dua, hem de kararlılık gösterisi için önemlidir.

Dördüncü dörtlükte, Âkif, Korkma derken, korkulmaması gereken şeyi ve niçin korkulmaması gerektiğini söyler. Korkulmaması gereken şey, medeniyet denen tek dişi kalmış canavardır ve bundan niçin korkulmaması gerektiğini de açıklarken, 10 yıldır direnen ve hâlâ direnmeye devam eden iman dolu serhaddinin gücünü ve bu gücün merkezi olan imanı zikreder. Âkif'in inanç dünyasında, korku ile iman bir arada olamaz. İman varsa korku yoktur. Çünkü iman, sebepler sebebinin mutlak varlığına imandır ve o mutlak varlık da, Bedir arslanları ile Çanakkale kahramanlarını galip kılan gücün sahibidir. Âkif bu yüzden ilâhî güç ile insan gücü olan medeniyet arasındaki mücadelede, imanın kazanacağını öngörerek Korkma! demektedir.

Beşinci dörtlükteki, Uğratma ve Siper et gövdeni emir cümleleri, verilen mücadelenin son noktasını vurgulayan ifadelerdir. Kararlılık ve mücadele gücünün altını çizen bu cümleler, bunların etrafında örgülenen cümlelerin merkezi durumundadır. Dörtlükteki alçaklar ve hayasızca akın kelimeleri, durumun vehametini gösterirken, kullanılan iki emir cümlesi, direncin gücünü gösterir.

İstiklâl Marşı'nın, emir kipi açısından en yoğun dörtlüğü, altıncı dörtlüktür. Âkif, bu dörtlükte, Tanı, Düşün, İncitme ve Verme kelimeleriyle, bir iç muhasebenin ve direniş gücünün yansımasını dile getirmektedir. Verilen mücadelenin kaybedilmesi durumunda, nasıl bir toprak parçasının kaybedileceğini hatırlatan Âkif, bu emir cümlelerini kullanırken, aynı zamanda, milletin azmini ve bu azmin temelinde yatan vatan bilincinin gücünü de sergilemektedir. Âkif, basılan yerin basit bir toprak olmayıp altında binlerce şehidin yattığını Tanı ve Düşün emirleriyle ifade ederek cümlelerine bir kararlılık ve kesinlik fonksiyonu yüklemektedir. İncitme! cümlesinde naifleşen Âkif, bu cümlesine, merhamet ve acıma fonksiyonu da yükler. Dörtlüğün son mısraında,
dünyalar ile cennet vatan mukayesesi yapan şair, toprağın üstündekiler kadar altındakilerin de bu topraklara bir değer kattığını ve bu yüzden bu toprakların dünyalara bedel olduğunu söyleyerek
Verme emir kipi kararlılığını yansıtır.

Altıncı dörtlüğün sonundaki Verme ifadesi, beklenen sonucu dile getirirken, takip eden dörtlüklerde, vatanın verilmediği ön görüsü ile yaşanan ortam anlatılır. Bu dörtlüklerdeki etmesin, değmesin, inlemeli ifadeleri, dilek ve temenni olduğu kadar, birer dua ifadeleridir de. Bu ifadelerin hepsi, vatanın özgürlüğünü amaçlamaktadır. Şair, vatanından ayrı kalmaması; bu vatana namahrem elinin değmemesi ve bayrakla birlikte vatanın özgürlüğünü simgeleyen ezanın da bu topraklarda sonsuza kadar okunması için dua etmektedir. Emir kipi fonksiyonuna yakın bir kullanımla metinde yer alan bu kelimeler de Âkif'in şiirindeki kararlılığın birer göstergesidir.

Son bentte Âkif, henüz savaş sürerken zaferin müjdesini vermektedir. Bu yüzden, istiklâlin sembolü olan bayrağa seslendiği bendinde şair, bu bende Dalgalan diyerek başlamaktadır. Buradaki dalgalanmak, zafer sevinci ve mutluluğuna dayanan bir hareketliliğin ifadesi olarak şiire girer. İlk iki dörtlüğe Korkma ve Çatma kelimeleri ile başlayan Âkif, şiirini bitirirken de başlangıçtaki kararlılık ve kesinlik psikolojisini yansıtır. Artık bayrak büyük bir sevinçle dalgalanacaktır; çünkü dökülen kanlar, özgürlük ile karşılığını bulmuş, hakkı olan istiklâlini kazanmıştır.

İstiklâl Marşı'nın omurgasını, emir kipiyle kullanılan bu 11 fiil oluşturmaktadır. 11 fiilin yanı sıra kullanılan dilek-istek ve dua kipleri de, şairin büyük bir kararlılıkla takındığı tavrın âkıbetiyle ilgili olarak ümitli ve müspet düşüncelere sahip olduğunu gösterir. Âkif, gerek emir kiplerini ve gerekse dilek-istek ve dua kiplerini, basit sözlük anlamlarıyla değil, arka planındaki direniş gücü ve yaşanmışlıklarla doldurarak metnine dahil ederek şiirinde anlam zenginleşmesini sağlamıştır. Bu yüzden, İstiklâl Marşı, bu bakış açısıyla okunduğunda, daha etkili olacaktır.


Namık Açıkgöz
 
Top