• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu yarışma düzenlendi. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada katilmanizi bekliyoruz...

Kurtuluş Savaşında Ulus Olma Bilinci Adlı Kompozisyon

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Kurtuluş Savaşında Ulus Olma Bilinci Adlı Kompozisyon

Birinci Dünya Savaşının başlamasından hemen önce Balkan dağları dumanlı, Anadolu yaylaları karlıydı. Yenik bitirilen savaşlar moralleri bozmuş, yitirilen topraklar inancın yitirilmesine yol açmıştı. En acısı yıllarca Osmanlı egemenliğinde refah ve barış içinde yaşayan halkların, bu küçülme döneminde Türk’e kinlerini kusmalarıydı. Bağırıyor, haykırıyor, küfrediyorlardı. Zafer naralarının, hakaretlerin hedefindeki genç Türk subayları içerliyor ancak ellerinden başka bir şey gelmiyordu. Elbet onlara bu sözlerini yutturacak günler gelecekti. Elbet Türklük yere zincirle bağlı kalmayacaktı. Yürekleri uzun zamandır ilk defa hırs ve milliyetçilik duygusuyla dolmaya başlamıştı. Çünkü kim ne derse desin bu kötü günler padişahtan, çiftçiye, askerden doktora, savcıdan hemşireye kadar herkesin suçuydu.
Daha bu yaralar soğumadan güçlü düşman donanmaları Mart 1915’te Çanakkale önlerinde gövde gösterisi yapıyordu. “Yetmez, daha çok isteriz. Anadolu, Türkiye bizim olmalı! Türklük silinip gitmeli!” der gibiydiler. Denediler de alev kusan silahlarıyla. Denizden olmadı karadan, karadan olmadı havadan, uzaktan, yakından, gündüzden, geceden hep denediler.
Bu kadarı fazlaydı. Yürekler hırs ve kızgınlıkla daha hızlı çarpıyordu. “Bre zalimler, yıllarca sizi bolluk ve bereket içinde yaşatan Türk’e bu mudur teşekkürünüz? Bu mudur dininize, dilinize hoş görü göstermemizin karşılığı? Nankörler!” der gibiydi konuşmayan gözler. Buraya kadardı. Daha fazla geri çekilecek yer yoktu. Bu durumda yaşamaktansa gururla ölmek yeğdi. Ölmeye karar verdiler.
Bir de Mustafa kemal vardı içlerinde. “Esir yaşamaktansa yok olmak daha iyidir” diyen, “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” diyen, “Çanakkale geçilmez!” diyen. Mustafa Kemalin sesi, ses oldu tepelerde, kıyılarda, yayıldı tüm Gelibolu yarımadasına. Siper oldu, set oldu, yıldırım oldu düşmana, geçirtmedi.
Çanakkale önsözü oldu Türkiye Cumhuriyetinin.
Türklük gururu, kazanma inancı, yaşama hevesi, Çanakkale’de filizlendi. Bu gencecik filizler, analarının kınalı kuzuları zaferi getirse de İstanbul’un işgalini engellemeye yetmedi yaptıkları ama ok yaydan çıkmıştı bir kere. Mustafa kemal askerinden subayına bu kıvılcımı görmüş, yüreklerdeki isyanı sezmişti. Bu ruh Mustafa Kemal’in Türk İstiklaline, Türk’ün Ata’sına, halkın ordusuna güvenini kamçıladı. Kurtuluş savaşı gönüllerde başlamıştı. “Çanakkle savaşını bize kazandıran bu ruhtu” diyecektir yıllar sonra.
Samsun bir sonraki durak oldu ümitle bir ışık arayan gönüllere. İstanbul’un kara bulutlar altındaki siluetini geride bırakan Bandırma vapuru özgürlüğe yelken açarken taşıdığı yolcuları Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarları olacaktı. O artık halkın arasındaydı. Çanakkale’de sezdiği kahraman bakışın memleketindeydi artık.
Anadolu duyardı bir Mustafa Kemal varmış diye. Şimdi bu asker hemen yanlarındaydı. Mavi gözleri şimşek gibi çakan, kalbinde korku, sözlüğünde umutsuzluk olmayan bir sarı saçlı kumandan. Yorulmak nedir bilmezdi. Yapacağız, geri alacağız, başaracağız, Akdeniz’e ulaşacağız diyen bir yiğit askerdi. İlden ile, evden eve gezen, derleyen, toplayan, inandıran, planlayan, akıllı hamleler yapan bir Mustafa Kemal. Her adımda halkın daha çok etrafında toplanmasına kucak açarken halkının gözlerindeki ışıkla zafere inancını her dakika artıran lider. “Selçuk’un, Cengiz’in Osman’ın,devletini denedik olmadı. Şimdi kendi içimizden halkın kendini yönettiği bir ülke kurmanın tam zamanıdır” diyen Mustafa Kemal.
O güne kadar alışık olunmayan türden değişik şeyler diyordu. Özgürlük, kazanmak, karşı koymak, nefes almak gibi. Gazetelerde yazmayan, işgalcilerin inkâr ettiği, konuşulması yasak şeyler.
Yılların tükenmişliğini, bilgisizliğini, inançsızlığını yıkmaya söz veren asker, lider, devlet adamı Mustafa Kemal hitabetme yeteneği ile şehirden şehre gönülleri deliyor, bakışlarıyla inanmayan gözlere umut saçıyordu. Şarkılar, türküler O’nun adına söylenmeye başlamıştı köylerde, kasabalarda.
Padişahın ölüm fermanları, sarayın entrikaları, hükümetin çabaları O’nun hızını kesemediği gibi Türk Halkı’nın O’na duyduğu sevgi ve saygının daha çok artmasına yol açıyordu. Türk halkı unutmaya yüz tutmuş Türklüğünü hatırlamaya başlamıştı. Parlak zamanları, zaferle dolu maziyi, büyük kahramanlarını hatırladıkça kendisinde daha büyük işler yapmak için daha fazla güç buluyordu artık.
İmamlar, öğretmenler, köylüler, askerler O’nun etrafında kenetlendikçe çelikten bir zincir örülüyordu her geçen gün. Bu zincir Anadolu’nun en ücra köylerine kadar uzanıyor, dağları, ovaları aşıp tüm yurdu sarıyordu. Terhis edilen Ordu, kuşatılan saray ve işgal edilen başkente rağmen Anadolu’da yeniden alevlenen Türklük ateşi herkesi kıskandıracak bir güzellikle yürekleri okşuyordu.
Bu coşkuyla Mustafa Kemal ve arkadaşları Ankara’ya geldiler. Burası yeni devletin başkenti olacaktı. Meclis hazırlandı ve bir Cuma sabahı 23 Nisan 1923’te dualarla açıldı. Tek adam olma hayalini asla kabul etmeyen Mustafa Kemal halkına o gün bir meclis hediye ederek hakimiyeti ve geleceğine karar verme yetkisini teslim etmişti. O gün Türklük bir kez daha ULUS olduğunu hatırlamıştı. Bu tek yürek oluş büyük işler başarılacağının göstergesiydi.
İki yıllık hazırlıkların ardından artık beklentilerin gerçekleşmesi zamanıydı tüm fakirliklere rağmen. Yeniden var olmanın zamanıydı. Hür ve güçlü olmanın, yılların ezikliğini, unutulmuşluğunu, yalnızlığını yok etme zamanıydı. Halk ayağındaki çorabını, bir çift öküzünün tekini vererek ortak oldu bu rüyaya. Paylaşılan acılar kader birliği sağlamıştı. Birlikte yok olmak veya kazanmak, hür yaşamaktı oyunun adı.
Bu göze almışlıkla başladı Kurtuluş Savaşı. Var olma savaşıydı, farklıydı Çanakkale’den. Yitirilecek sadece toprak, can veya saygınlık değildi, vatandı, anayurttu. Korunmaya çalışılan saray veya İstanbul değildi, haysiyetti. Düşman Fransız, İngiliz değildi cahillik, ezilmişlik, unutulmuşluktu. Bu savaş yaşamak veya ölmek savaşıydı. Samsun’dan İzmir’e kadar üç yıldan fazla sürdü.
Soğuk gecelerde analar çocuğu yerine mermileri örttü ıslanmasın diye, onbeş yaşında Mehmetçikler silah aldı eline koştu cepheye, kadınlar çekti kağnıları öküzlerin çıkamadığı yerlerde. At nallarının sesi duyulmasın, düşman anlamasın diye atların ayağına bağladıkları botları yok diye Mehmetçikler onbeş kilometre çıplak ayakla yürüdü kar üstünde gece karanlığında. Atların koşarak gittiği yolu uyumadan yürüdü Ordu günlerce.
Düşmanın kaçarken yakıp yıktığı köylere bir nefes ferahlık oldu Ordunun ayak sesleri. Alkışlar dualar takip etti kahraman Mehmetçiği. Zafer İzmir’de vurdu kıyılara 9 Eylül 1922 sabahı.
Burada bir hançer saplanmıştı Türk’ün bağrına göz göre göre. Burada kızlar katledilmiş, gebeler bıçaklanmış, çocuklar dipsiz kuyulara atılmış, dedelerin kulakları kesilmiş, silahsız askerler üzerine benzin dökülerek yakılmıştı. Burası İzmir’di. Samsun’dan dört gün önce tüm ümitlerin solduğu, gönülleri kara bulutların kapladığı yer. Oysa şimdi Hoş Gelişler Ola Mustafa kemal Paşa şarkılarıyla karşılanan kahraman ordu bu karamsar havayı yok ediyor, umut kasırgası İzmir imbatına karışıyordu.
Kader birliği sevinç birliğine dönüşmüş, kenetlenen eller kan kardeş olmuştu. Köyler, kentler, meslek grupları yoktu artık. Bir toplum vardı ortak idealde buluşan. Dili, dini, tarihi, kültürü, idealleri aynı olan. Bu toplum halktı, milletti, ulustu. Kahraman Türk Milleti’nin bugün yaşayan bedeniydi. Adı Türk Ulusu’ydu.
1920’lerde daha savaş günleri alevlenmeden bu yüksek ideal ile halkına Millet olma bilincini öğreten Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk Meclisi açarken de, Orduyu hazırlarken de, savaş hazırlıklarını prova ederken de hep aynı inançla yaşıyordu tereddüt etmeden. “Geldikleri gibi giderler!”
O’nun bu kararlı hali en karşı çıkanları bile derinden etkiliyor, Acaba? dedirtiyordu. İstanbul Hükümeti ise nasıl olsa beceremezler derken savaşın sonlarında çareyi kaçmakta buluyordu.
Daha 1920’de Meclisin açılmasıyla meşruluğunu yitiren İstanbul hükümeti Osmanlı Devleti’nin tarihe gömüldüğünün işaretiydi. Türkiye Büyük Millet meclisi’nin açılmasıyla halk artık köle kalmayacak, kendisinin efendisi olacaktı. Meclis halkının sesi olacaktı. Savaş sonrası bu beklenen oldu. Önce Cumhuriyet ilan edildi ve sonra Hilafet kaldırıldı. Böylece padişahlık ve halifelik tarihin tozlu sayfalarına saklanırken Türkiye Cumhuriyeti bir yıldız gibi parlamaya başlamıştı.
Çanakkale’de başlayan Türklük ruhu uyanışı, Kurtuluş savaşında yeşermiş İzmir’de gerçek benliğine kavuşmuştu. Ümmet, halk, toplum, aşiret veya azınlık durumuna düşürülmeye çalışılan Türklük yeniden şahlanmış, Türkler bir Ulus olduğunu hissetmeye başlamıştı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla halktan Ulus olmaya geçen Türk halkı Kahraman ordusuyla birlikte ilk hedefine varmıştı. İzmir’de tarihe damgasını vuran bu inanç Türk Ulusunun bir daha asla sönmeyecek özgürlük ateşinin neler yapabileceğinin de göstergesiydi.
Barış yıllarında yaşanan göz kamaştırıcı gelişmeler hep bu azim ve kararlılığın meyveleriydi. İnancın zaferi dünya ordularını da, inanmayanları da, engellemeye çalışanları da yenmeye yetmişti. Ulus olmak ayrıcalıktı, kazanmaktı, birleşmekti, kader birliği yapmaktı. İyi günde kötü günde aynı duyguları paylaşmaktı.
Tarih boyunca esir yaşamayan Türkler bir yeni devlet daha kurmuş, varolma savaşı kazanmış ve geleceğin emanetçisi olan çocuklara Cumhuriyet ve Bağımsızlık meşalesi teslim edilmişti. Bu güzel armağanın, mukaddes emanetin sahibi olan gençler ve çocuklar işte o günlerde Cumhuriyetin yılmaz bekçileri olmaya söz verdiler!

Berat BİÇER
 
Geri
Top