• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Karl Marx ’a göre devlet nedir?

Suskun

V.I.P
V.I.P
Karl Marx (1818-1883)’a göre devlet
Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir diyen Marx’a göre devlet; sınıflara bölünmüş bir toplumda ekonomik bakımdan egemen olan sınıfın siyasal gücünü ifade eder.
 

Mavi Gül

ѕση_¢ıqℓıк
Özel üye
Marksizmin en temel ve tartışmalı kavramlarından biri devlettir. Marksizmin devlet kavramsallaştırması liberalizmin iki temel eleştirisi üzerinde şekillenmiştir. Bunlardan ilki, tarafsız devlet teorisi iken, öbürü devlet ile toplum, siyasal ile iktisadi alan ikiliklerine dayanan liberal toplumsal modeldir.

Karl Marx, henüz 25 yaşındayken kaleme aldığı Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi (1843) çalışmasında Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in devleti evrensel çıkarların savunucusu ve kamu yararının kurucusu olarak kavramsallaştırmasına karşı çıkarak, devletin doğasının evrensel olarak değil, söz konusu dönem için mülkiyetin tikel çıkarları etrafında anlaşılabileceğini ileri sürer. Tarihsel materyalist bakış açısı geliştikçe Marx ve Engels’in çalışmalarında devletin sınıfsal kökenine ilişkin vurgular artmıştır. Bununla birlikte, özellikle Marx’ın siyasal ve iktisadi alanların birbirinden kopuk biçimde değerlendirilmesine dayanan liberal görüşlere dönük eleştirileri de Marksizmin bu kurumu kavramsallaştırması ve tarihselleştirmesinde etkili olmuştur. 1844 yılında kaleme aldığı Yahudi Sorunu Üzerine başlıklı kısa çalışmasında Marx, politik alan/devlet ile burjuva iktisadi alan arasında kategorik bir ayrım gözeten liberal görüşleri sert biçimde eleştirmiş ve siyasal olan ile iktisadi üretim sürecinin (burjuva/sivil toplum) birbirinden ayrılamayacağını savunmuştur. Bu konudaki vurgular, Alman İdeolojisi’nde (1845) sistematik hale gelmiştir. Alman İdeolojisi’nde devlet, “içerisinde yönetici sınıfın üyelerinin kendi ortak çıkarlarını dayattıkları ve bir çağa has tüm sivil toplumun simgelenmiş olduğu bir form” olarak tanımlanır. Aynı eserde, Marx ve Engels, devleti, burjuvaların karşılıklı mülkiyet ve çıkarlarının temini için hem içeride hem de dışarıda zorunlu olarak kullandıkları bir örgütlenme biçimi olarak tanımlamakla onun sınıfsal içeriğinin altını kalın biçimde çizmişlerdir. Devletin egemen sınıfın çıkarlarını savunmak ve genişletmek amacıyla yine bu sınıf tarafından kullanılan bir kurum olduğu vurgusu belki de en net biçimde Komünist Parti Manifestosu’nda (1848) formüle edilmiştir. Bu ünlü tarife göre “[m]odern devlet iktidarı (Staatsgewalt) bütün burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir kuruldan başka bir şey değildir”. Bu tanımlardan yola çıkarak söyleyecek olursak, devlet sınıfsal bir hegemonyanın kurumsal halidir.

1850’lere gelindiğinde Marx, devlet sorununun özel yansımalarına eğilmeye başlamıştır. 1848-1851 yılları arasında tarihsel bir perspektiften kaleme alınmış Fransa’yla ilgili güncel analizler devletin egemen sınıf ile olan ilişkisinin karmaşıklığını göstermiş, devlet iktidarının kimi zaman egemen sınıfın belli bir fraksiyonu elinde toplanırken, kimi zaman da egemen sınıftan tümüyle özerk bir görüntü çizebildiğini göstermiştir. Marx, Die Revolution ve Neue Rheinische Zeitung’da basılmış olan makalelerinde (Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 [1850] ve Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i [1852]) yaptığı Fransız Devleti’nin doğası, askeri diktatörlük, İkinci Cumhuriyet ve İkinci İmparatorluk değerlendirmeleri ile Bonapartizm ve proletarya diktatörlüğü kavramlarına ulaşmıştır.

Marx, Napoleon Bonaparte ile Louis Bonaparte yönetimlerini karşılaştırırken kullanmış olduğu Bonapartizm kavramı ile sınıfsal güç dengeleri sonucunda devletin dönemsel olarak sivil toplumdan tam anlamıyla özerkleşmesini anlatmaktadır. Bu dönemde burjuvazi egemen sınıf olmaya devam etse de devlet, egemen sınıfın doğrudan bir aracı olmaktan çıkmış durumdadır. Louis Bonaparte, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki yenişemezlik halinden faydalanarak muhafazakar köylülük, sivil ve askeri bürokrasi ve Kilise’nin desteği ile imparatorluğu yeniden ilan edebilmiştir. Bonapartizm, Marx’ın yazılarında zaman zaman egemen sınıfın egemenliğinin maskelenmesi olarak kullanılmış olsa da Marx’ın esas vurgulamak istediği devletin burjuvaziden arizî biçimde özerkleşmesidir. Buna rağmen bu arizî devlet tipinin de bir sınıfsal aidiyeti vardır ve nötr değildir. Marx’ın sınıfsal analizine göre Bonapartizm, köylülükten aldığı destekle ortasınıfın gücünü kırarak kendi iktidarını oluşturmuştur. Fakat, aynı zamanda Louis Bonaparte, kapitalist sınıfın temsilcilerinin bunu yapamadığı –yukarıda belirlediğimiz gibi yönetemediği ve işçi sınıfının da kendi hegemonyasını kuramadığı- bir dönemde sermayenin uzun vadeli (ve yalnız iktisadi olmayan) çıkarlarını savunmaktadır. Engels, daha sonra Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni (1884) adlı çalışmasında Bonapartizm deyişini kullanmasa da bu yenişememe durumuna örnek olarak 17. ve 18. yüzyıllarda mutlakiyetçi devleti ortaya çıkaran aristokrasi ile burjuvazi arasındaki güç dengesini ve işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki denge üzerinde yükselen Bismarck Almanyası’nı göstermektedir. Lev Trotskiy’in Stalin dönemine ilişkin eleştirilerini dayandırdığı kavramlardan biri de Bonapartizm olmuştur. Burada ayrıntılarıyla ele alamayacağımız bu eleştiriler konusunda söyleyebileceğimiz şu olabilir: Sadece kuramsal bütünlük açısından bakılacak olsa dahi söz konusu eleştirilerde kavramın kuramsal ve tarihsel içeriği fazlaca zorlanmıştır.

Proletarya diktatörlüğü kavramı, ilk kez Marx tarafından Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 başlığıyla kitaplaştırılmış olan makalelerinde kullanılmıştır ve Marksizmin merkezi önemdeki kavramlarından biri haline gelmiştir. O kadar ki, Marx, sınıflar mücadelesinin değil ancak sınıflar mücadelesinin sonucunda işçi sınıfının zaferinin proletarya diktatörlüğü biçiminde somutlanacağı yönündeki öngörüsünün kendi özgün buluşu olduğunu söyler. Marx’ın kullandığı anlamıyla her sınıf iktidarı diğer antagonistik sınıf üzerindeki bir diktatörlüktür. Bu bağlamıyla proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının esas olarak kapitalist sınıf üzerindeki devrimci iktidarıdır. Proletarya diktatörlüğünün öteki devlet biçimlerinden farkı ise onun geçici karakterinde yatmaktadır. Bu geçiş devletinin amacı da kendisinin varolmasını gerektiren sınıfsal zemini ortadan kaldırmaktır. Proletarya diktatörlüğü, başka bir açıdan ifade edilirse, sosyalist iktidarın kurulması ve yerleşmesi ile sosyalist iktidar pratiğinin hayata geçtiği süreçlerinin tamamıdır. Bu anlamıyla proletarya diktatörlüğü ile Marx’ta yerleşiklik kazanmış bir kavram olarak bulunmayan sosyalizm, Marksist-Leninist öğretinin gelmiş olduğu noktada bir ve aynı şeydir.

Proletarya diktatörlüğünün nasıl somutlanacağını ve kesin olarak neden gerektiğini ise Marx’ın Paris Komünü incelemelerinde bulmak mümkündür. Marx, bu deyimi Komün deneyimi için kullanmamış olsa da Engels, Paris Komünü’nün yirminci yıldönümü için kaleme aldığı metinde, proletarya diktatörlüğünün nasıl olacağını merak edenlere Paris Komünü’ne bakmalarını salık vermektedir. Marx, belli oranlarda idealize edilmiş bir Komün deneyimi üzerinden yaptığı değerlendirmede “kapitalizmden çıkıp geldiği haliyle komünist toplum”un inşası için devletin ilk başta neden gerekli olduğunun altını çizer. Özellikle Fransa’da İç Savaş (1871) çalışmasında Marx, daha sonra Karl Kautsky ile sosyalist iktidarın yapısı üzerine polemiğe giren Vladimir Iliç Lenin tarafından da sıkça alıntılanan bir dizi tespit yapmıştır. Bunların özü, proletaryanın öncelikli görevinin var olan devlet aygıtını parçalamak olduğudur. Parçalamaktan kasıt, tümüyle ortadan kaldırmak değil, Marx’ın deyişiyle, baskıcı nitelik taşıyan organlarının kesilip atılmasıdır. Bir başka biçimde söyleyecek olursak, proletaryanın iktidarı, devletin iktisadi ve yönetsel işlevlerinin devrimcileştirilmesidir. Engels’in belirttiği gibi, bunun nedeni, proletaryanın iktidarını kalıcılaştırmak için hazır bulduğu bu tek organizasyonu kendi acil çıkarları için kullanma ihtiyacıdır. Buna göre, Marx’ın idealize edilmiş komün yapılanması, genel seçimle belirlenen yerel komünlerden hiyerarşik biçimde “ulusal komün”e uzanan bir zincirdir. Ulusal komünün üzerindeki temel görev, merkezi hükümetin “az sayıda ancak önemli görevlerini” yerine getirmektir. Bürokrasinin ücretleri işçi sınfı ücretlerinin üzerinde olmayacaktır. Halk silahlandırılacak, mevcut ordu lağvedilecektir. Polis, yalnızca komüne karşı sorumlu hale getirilecektir. Kilise devletten ayrılacaktır. Eğitim parasız hale gelecektir. Hakimler genel oy ile seçilecektir. Bu sayılanları, Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nda sunduğu ve bazıları bu acil görevlerle örtüşen maddelerle beraber okuduğumuzda aslında sosyalist iktidarın evrensel programının iskeleti ortaya çıkmaktadır.

Marksizmin kapitalizm sonrası devlet öngörülerine ilişkin son nokta, devletin ortadan kalkmasına ilişkindir. Marksist klasiklerde bu konu üzerine uzun analizlere rastlamak mümkün değildir. Bu spekülatif başlığa yakından bakıldığında Marx ve Engels arasında dahi konuya ilişkin belli farklılıkların olduğu görülmektedir. Türkçe’de genellikle sönümlenmek olarak kullanılan fiil (Almanca: absterben, -das Absterben des Staates-, İngilizce: to wither away, to die out, The withering away of the state) aslında Engels tarafından 1878 tarihli Bay Eugen Dühring’in Bilimde Yaptığı Devrim (Anti-Dühring) adlı çalışmada kullanılmıştır. Engels, açık bir biçimde devletin lağvedilmeyeceğini, kendiliğinden sönümleneceğini, öleceğini ifade eder. Engels, daha sonra Sosyalizm: Ütopik ve Bilimsel adıyla yeniden yayımlanan bu bölümde “er stirbt ab” (ölür) ifadesini yumuşatarak “er schläft ein” (uyur) haline getirmiştir. Oysa Marx, Fransa’da İç Savaş’ta ve ardından Bakunin’in Devlet ve Anarşi (1873) başlıklı çalışması hakkında almış olduğu notlarda (“Konspekt von Bakunins ‘Staatlichkeit und Anarchie’” 1874-5) devletin “siyasi işlevi ve zor aygıtı” ile “idari mekanizmaları” arasında bir ayrım gözetmiştir. Marx’a göre sınıfların ve buna bağlı olarak ikincil çelişkilerin ortadan kalkması ile birlikte devletin siyasal karakterine ve zor aygıtına gerek kalmayacaktır. Bakunin’e dair notlarında Marx, açık biçimde “kelimenin bugünkü siyasal anlamıyla devletin kalmayacağını” belirtmektedir. Devletin sönümlenmesi hakkında de en bilinen değerlendirmelerini Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi - Alman İşçi Partisi’nin Programı İçin Kenar Notları adlı çalışmasında yapmıştır. Fakat, buradaki vurgular da çelişkilidir. Zira, bir noktada Marx, “komünist toplumdaki devlet”ten söz ederken , başka bir yerde programda geçen “demokratisch” sözcüğünün Almanca’daki diğer karşılığının “volksherrschaftlich” yani halk iktidarı olduğunu hatırlatır ve bunun yine bir biçimde iktidara işaret ettiğini söyleyerek bu kavramın kullanılmasının sakıncasına değinir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Marx’ın kendi yazdıklarında bu konunun “kenar notları” ya da Konspekt olarak adlandırılan sistematize edilmemiş yazılarda gündeme gelmesidir.

Devlet ve devletin sönümlenmesi sorunu, Birinci ve İkinci Enternasyonal arasındaki yarılmadan sonra İkinci Enternasyonal ile Üçüncü Enternasyonal arasındaki yarılmada da yoğun biçimde ortaya çıkmıştır. Özellikle hemen Bolşevik Devrimi öncesinde yazılmış Devlet ve Devrim broşüründe Lenin, bu konuda Engels’in değerlendirmelerine dayanan özel bir altbölüm kaleme alma ihtiyacını duymuştur.

Marx’ın ele aldığı bir diğer devlet modeli ise Şarkî (ya da, Doğulu) devlettir. Bu devlet, doğu toplumlarında özel mülkiyet gelişmediğinden, bir sınıftan çok kişi ya da hanedanın egemenliğinin aracı olarak belirir. Marx’ın 1870’li yıllara denk gelen Asyatik üretim tarzı ya da şark despotizmi üzerine yazıları bu devletin doğasına ilişkin önkabullerine dayanır. Bunların –her ne kadar Marx tarafından kaleme alınmış olsa da– Marx’ın tarihsel materyalizm anlayışı ile ne kadar uyumlu olduğu tartışılabilir. Bu devlet tiplerine ek olarak, Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde devleti üretim biçimleri ile ilişkilendirerek üç tip devlet tanımlamıştır: Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet. Açıktır ki, bu sınıflandırma devletin sınıflar mücadelesi ile olan ilişkisine ve dolayısıyla tarihselliğine gönderme yapmaktadır.

Marx, devlet üzerine tek başına bir çalışma yapmamıştır. Bunun bir anlamı, devletin bir tarihsel bütünlüğün parçası olarak görülmesidir. Gerçekten de Kapital’in 1857 tarihli ilk taslağı da buna işaret eder. Bu taslakta altı ciltten oluşması öngörülen Kapital’in dördüncü cildinin devlet üzerine olması planlanmıştır. Bu demektir ki, Marx’ın niyeti bir organizasyon olarak (kapitalist) devletin sermayenin oluşması, dolaşımı, birikimi ve yeniden üretimi sürecinde, yani kısaca kapitalizmin bütünlüklü analizi içinde tuttuğu yeri gösterebilmektir. Bu konudaki sessizlik, daha doğru bir anlatımla, değiniler ardından ilk deneme Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi (1913) adlı çalışmasıdır.

Lenin’in devlete (hem kapitalist devlete hem de proletarya diktatörlüğüne) yaklaşımı ise Kautsky ile girmiş olduğu polemik içinde belirginlik kazanmış ve hatta şekillenmiştir. Kautsky’in proleterlerin kurtuluşunun kapitalist devlet mekanizmalarının azami ölçüde kullanılmasına bağlı olduğu, kapitalizmin tam olarak gelişmeden aşılamayacağı yönündeki reformist vurgularına Lenin karşı çıkmıştır. Lenin, hem Devlet ve Devrim’de (1917) hem de Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky’de (1918) Kautsky’in sınıf mücadelesinden bağımsız biçimde kurguladığı demokrasi ve devlet formülasyonlarını, “devletin sınıfsal bir baskı aygıtı olduğu” ve “proletarya diktatörlüğünün geçici karakteri” hakkındaki vurguları ile etkisizleştirmiştir. Her iki metnin arkaplanında yürüyen bir başka tartışma da Rusya’da bolşeviklerin anarşistlere karşı verdiği mücadeledir. Devletin sönümleneceği, proletarya diktatörlüğünün özünde çoğunluğun iktidarı olduğu yönündeki vurgunun özellikle devrimin öngününde yazılan Devlet ve Devrim’de bu denli yoğun biçimde hissedilmesinin bir nedeninin de Rusya’da etkili olan anarşist harekete karşı verilen siyasal-ideolojik mücadele olduğu varsayılabilir. Bu bağlamda, Bolşeviklerin iktidar mücadelesi ve ardından “proletarya diktatörlüğünün Rusya’daki biçimi” olarak Sovyetler meşrulaştırılmaya çalışılırken, “bir sınıfın başka bir sınıfa karşı kullandığı zor aracı” biçiminde yapılan tanım, Lenin’de devletin asıl tanımı olarak sivrilmektedir.

Devletin bir sınıfın zor aracı olduğu, ilk bakışta, tek boyutlu bir tanıma işaret etmektedir. Devlet aynı zamanda bir sınıfın öteki sınıf(lar) üzerindeki egemenliğini meşrulaştıran aygıttır da. Rıza boyutu, İtalyan komünist Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nin merkezi kavramı olan hegemonya incelenerek anlaşılabilir. Gramsci’ye göre, bir sınıf, egemenliğini yalnızca sahip olduğu zor örgütlenmesine başvurarak sürdür(e)mez. Egemen sınıf, kısa vadeli kolektif çıkarlarının ötesine geçebildiğinden, kurduğu ittifaklarla ideolojik ve siyasi olarak topluma liderlik ederek hegemonyasını kurar. Gramsci, bu ittifaklar bütününü tarihsel blok olarak adlandırır. Gramsci’ye göre tarihsel blok, belli bir toplumsal düzende, egemen sınıfın hegemonyasının yaratılıp, sürekli biçimde beslendiği kurumsal, ideolojik ve sınıfsal ilişkileri kapsar. Egemen sınıfın bu hegemonik konumunu koruması için kullandığı devletin zor aygıtı dışında kalan araçlar, Marksizmin katı bir yapısalcı yorumunu sunan Louis Althusser tarafından ideolojik devlet aygıtları (İDA) olarak adlandırılmıştır. Egemen sınıfın devlet eliyle sendikalardan eğitim kurumlarına, dini yapılanmaya uzanan geniş bir düzlemde ideolojik önderliğini ve hegemonyasını nasıl oluşturup yeniden-ürettiğini anlamak için pedagojik olarak bu yaklaşım yararlıdır. Ancak rıza ve zor arasındaki diyalektik ilişkiyi kavramaktan uzak bir kavramsallaştırma olduğundan, İDA, hem egemen sınıfın nasıl yönettiği hem de devletin bu sınıfla ilişkisini kavramak hususunda problemler yaratabilmektedir. Zaten bu iki başlık, Batı Marksizmi’nin uzun süreli tartışmalarından birinin eksenini oluşturmuştur. Bu konular, egemen sınıfın devletle olan ilişkisine dair, başlıca katılımcıları Ralph Milliband, Nicos Poulantzas ve Ernesto Laclau olan kapitalist devlet tartışmalarını başlatmıştır. Bu tartışmanın ayrıntılarına bu madde altında değinemeyecek olsak da şunu söylemek gerekir: Devletin bir sınıfın zor aygıtı olduğu, egemen sınıf ile çeşitli dolayımlar sonucunda ilişkilendiği, zaman zaman ondan tümüyle özerkleştiği, bununla birlikte egemen sınıf ve mevcut üretim ilişkileri için meşruiyet üreten bir kurumsallık olduğu göz önüne alındığında rahatça söylenebilir ki, Marksizmde “devlet kuramı” ile “ideoloji kuramı” bitişiktir.

Egemen sınıf ve devlet arasındaki ilişki yalnız kapitalizm koşullarında ortaya çıkan bir sorunsal değildir. Kuşkusuz, işçi sınıfının iktidarında da söz konusu sorunsal kendisini gösterecektir. Bu bağlamda Sovyet deneyimi proletarya diktatörlüğünün değişik biçimleri konusunda bilgilendiricidir. Sovyet deneyinden de gördüğümüz üzere kapitalist sınıf ve ilişkilerin fiziksel olarak bulunmadığı, ideolojik olarak da bu sınıfın etkisinin kırıldığı ortamda, proletarya diktatörlüğü bir zor aygıtı olmaktan çok, emeği ile geçinen çoğunluğun devleti haline gelir. Halkın çıkarlarına tabi kılınan sosyalist iktidarın bu aşaması “tüm halkın devleti” olarak adlandırılmıştır ve işçi sınıfının hegemonyasının kurumsallaşması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı ile devlet arasında kurulan ilişkiler, Sovyet deneyimine ilişkin olarak yapılan temel eleştirilerden birini oluşturmuştur. Trotskiy, Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde komünist partinin öncülük misyonunu yerine getiremeyecek oranda bürokratlaştığı saptamasından yola çıkarak Sovyetleri “yozlaşmış işçi devleti” biçiminde tanımlamıştır. Bu tanım, Marksist sınıf analizi açısından ciddi sorunlar içermektedir. Sorunun Trotskiy’nin tarif ettiği zeminde ele alınmasının güçlüğü kimi Troçkistler tarafından da kabul edilmiş ve bu sorunları giderebilmek Sovyetler Birliği bu kez bilimsel hiçbir dayanağı olmayan bir biçimde “devlet kapitalizmi” olarak tanımlanmıştır. Bu analizler, Sovyetler Birliği’ndeki sorunların özüne değinmekten uzaktır ve bu analizlerin Marksist yöntem ve kavramlarla olan ilişkileri de oldukça sorunludur.
 
Top