Jeopolitik teoriler ve coğrafi güç

Suskun

V.I.P
V.I.P
dunya-haritasi.jpg
Dünya, insanoğlunun ortak yaşam alanıdır. Tarihi süreçte, insanoğlu doğa ile mücadele etmiş, bazen başarılı olmuş bazen de yenilmiştir. Panama ve Süveyş gibi yapay kanallar açılmış, bataklıklar kurutulmuş, ormanlar tahrip edilmiştir. Buradan çıkan sonuç, insanın yaşadığı çevre ile etkileşim içinde olduğudur. Yeryüzü, insanlığın vazgeçemeyeceği yaşama alanıdır. Kaçınılmaz olarak ondan pek çok alanda etkilenmektedir.Üretim faaliyetleri, giyim-kuşam, kültür ve dil, siyasi yapılanma az çok çevreden etkilenmektedir. Örneğin, denize kıyısı olmayan bir ülkenin dili incelendiğinde, o dilde deniz ve denizcilikle ilgili, topluma özgü terim ve kelimelerin oluşmadığı görülecektir.

Bir ülkenin güç unsurlarının tümüne birden “milli güç” denilmektedir. Milli Güç çeşitli bileşenlere sahiptir. Bunlar Güç Kuramı’nın yaratıcısı olan Morgenthau tarafından “Nicel ve Niteliksel Unsurlar” olarak ikiye ayrılmıştır.

Nicel Unsurlar
” Coğrafya
” Doğal Kaynaklar
” Ekonomik Kapasite
” Askeri Hazırlık Derecesi
” Nüfus

Niteliksel Unsurlar
” Ulusal Karakter
” Ulusal Moral
” Diplomasinin Niteliği
” Hükümetin Niteliği

Coğrafya Morgenthau’nun sınıflandırmasında da görüldüğü gibi, milli gücün bir unsurudur. Diğer unsurlar incelendiğinde, bazılarının sürece bağlı olarak değişebileceği (nüfus, ekonomik kapasite gibi) bazılarının zor da olsa değişebileceği (ulusal karakter gibi) görülmektedir. Kuşkusuz, burada değişime en kapalı olan ve daha istikrarlı olan unsur coğrafyadır. Coğrafya; o ülke alanında yer alan dağlar, göller, denizler, geçitler, boğazlar yani görebildiğimiz her unsuru bünyesinde barındırır. Bunlara ülkenin coğrafi konumu, ülke alanının genişliği, topoğrafyası, bitki örtüsü ve iklimi de eklenebilir. Coğrafya ekonomik kapasite ve doğal kaynakları da doğrudan etkilemektedir. Değindiğimiz gibi, coğrafya unsuru diğer unsurlara göre en durağan olanıdır. Zamanla onda da çeşitli değişiklikler olabilir. Fakat bu durumlar istisnadır. Bu anlamda, coğrafya bakidir. Nicholas Spykman’in dediği gibi, “Coğrafya uluslar arası ilişkilerde en temel unsurdur, zira en kalıcı olan odur. Bakanlar gelir ve gider; hatta diktatörler bile ölür ama dağlar yerinde kalır.”

Çağımızda, yeryüzünde keşfedilmemiş yerler kalmamıştır. Dünyanın tüm bölgeleri bilinmektedir. Bu sebeple, insanoğlu keşfetmek arzusuyla uzaya çıkmıştır. Güneş sisteminde yer alan gezegenlerde yaşam imkânı aranmaktadır. Belki de gelecekte, coğrafi keşifler döneminde olduğu gibi uzayda da koloniler kurulabilecektir. Bu durum karşımıza astropolitik denen kavramı getirmektedir ki, buna daha sonra değineceğiz.

Yeryüzündeki hâkimiyet mücadelesi, ilk devletlerin ortaya çıktığı dönemden beri toprakları genişletmek amacı güden savaşlara yol açmıştır. Bir bakıma insanlık tarihi savaşların tarihidir. Toprak sorunları, sınır anlaşmazlıkları, ülkelerin komşularından toprak talepleri, dün olduğu gibi bugün de uluslar arası ilişkilerde önemli çatışma alanlarından birini oluşturmaktadır. Coğrafyanın önemine değindikten sonra, onun kolaylıkla değişemez oluşu da göz önüne alındığında; siyasi coğrafyayı dikkate almayan devlet politikalarının başarısız olma ihtimallerinin son derece yüksek olduğu söylenebilir. Coğrafya alt yapıyı oluşturur. Alt yapı da üst yapı belirler.

Aslında, imparatorlukların gelişim süreçleri incelendiğinde; hepsinin toplu durum ve uluslar arası sistem elverişli olduğu takdirde topraklarını genişletmeyi denedikleri görülecektir. Roma İmparatorluğu’na bakıldığında, amaç tüm dünyayı ele geçirmek ve yönetmektir. Bu düşünce, “Pax Romana” şeklinde açıklanmaktadır. Roma İmparatorluğu, o dönemde Yeni Dünya’nın keşfedilmediği de göz önünde bulundurulduğunda, çok geniş bir coğrafyaya hükmediyordu. Avrupa’nın büyük kısmı, Akdeniz Havzası, Kuzey Afrika ve Anadolu toprakları Roma hâkimiyetindeydi. Moğol İmparatorluğu çok daha geniş bir alana yayılmıştı. İmparatorluk, doğuda Çin Denizi’nden başlıyor, Anadolu ve Orta Avrupa’da son buluyordu. Görüldüğü gibi, fetihler ve toprakların genişletilmesi, imparatorlukların doğal bir davranışıdır.

Coğrafya, bir ülke için çeşitli fırsatlar sunar. Ülkenin yüksek dağlarla çevrili olması, çok geniş bir alana sahip olması, çöller, bataklıklar, büyük nehirler, göller ulaşımı zorlaştırdığı için o ülkenin işgal edilmesini de zorlaştırmaktadır. Bir ada devleti olan İngiltere kıta Avrupası’nda pek çok komşuyla çevrili olan bir ülkeye göre savunma bakımından daha avantajlıdır. Yine iki büyük okyanus vasıtasıyla dünyadan ayrılan ABD, günümüzde teknolojideki gelişmeye rağmen Avrupa devletleri ya da Japonya ve Rusya tarafından kolay kolay işgal edilemeyecek bir konuma sahiptir. Ülkenin iklim şartları da bu anlamda işgali zorlaştırıcı bir etken olabilir. Geniş yüzölçümü ülkelere stratejik derinlik sağlamaktadır. Örneğin; çok geniş topraklara sahip olan ve kış mevsimleri çok sert geçen Rusya, II. Dünya Savaşı sırasında Alman işgaline direnebilmiştir. Kış şartları sebebiyle hızlı başlayan Alman ilerlemesi bir süre sonra kesilmiş, geniş bir hinterlanda sahip olan Rusya, cephe gerisinden sürekli olarak takviye alırken, Almanlar kendi ülkelerinden ve ikmal üslerinden uzaklaştıkları için pek çok temel maddenin sıkıntısını çekmişlerdir. Ayrıca, çok geniş olan cephenin tutulabilmesi için Alman ordusu çok sayıda askerini bölgeye yığmak durumunda kalmış, daha sonra da bu askerler Rus steplerinde çok yayıldıklarından etkinlikleri azalmış ve taarruz yeteneğini büyük oranda kaybederek erimişlerdir. Her ne kadar Sovyetler Birliği çok başarılı son derece fedakar bir direniş gerçekleştirdiyse de, genel olarak söylendiği gibi “Alman generaller General Kış karşısında mağlup olmuştur.” Geniş bir ülkeye sahip olmak avantaj olabilir. Örneğin İsrail, yüzölçümünün azlığı nedeniyle, stratejik derinlikten yoksun bir ülkedir.Bu sebeple, “önleyici saldırı” prensibini benimsemiştir. Savaşın kendi topraklarına taşmasına tahammülü yoktur. Bu sebeple kendisine tehdit oluşturanlara, onlar tehditlerini gerçekleştirmeden önce saldırmaktadır. Hatta bu anlamda Ortadoğu’da nükleer silaha sahip tek ülke olarak, bu silahları kullanmak durumunda kalırsa kullanacağını da belirtmektedir. 1967 Savaşı sırasında, nükleer harp başlığı ile teçhiz edilmiş füzelerin atışa hazır hale getirildiği bilinmektedir.

Türkiye, stratejik derinliğe sahip bir ülkedir. Nitekim İstiklal Harbi sırasında, İzmir’den yürüyüşe geçen Yunan kuvvetleri karşısında alınan çok doğru bir kararla ordularımız Sakarya Nehri’nin doğusuna kaydırılarak kuşatılmaları ve imha edilmeleri önlenmiştir. Bu sırada direniş için gerekli hazırlıklar yapılmış ve eksikler giderilmiştir. Daha sonra Yunan kuvvetleri karşı taarruzumuzla Sakarya batısına atılmıştır. Görüldüğü gibi, genişlik bir avantaj olarak kullanılabilir. Ancak bunun için ülkenin bütününe yayılmış bir geniş bir ulaşım ağına sahip olmak gerekir. Bu, istenildiğinde kuvvet kaydırılmasını süratli kılacaktır. Osmanlı Devleti’nde demiryolu kurma çabaları, büyük oranda askeri maksatlarla olmuştur. Yine de I. Dünya Savaşı’nda tecrübe edildiği gibi, geniş topraklar ve yetersiz ulaşım ağı, asker sevkıyatını çok geciktirmiş ve engellemiştir. Bitki örtüsü de coğrafyadan kaynaklanan bir güç haline dönüşebilir. Vietnam örneğinde görüldüğü üzere, geniş ormanlık alanlarla (jungle) kaplı bir bölgede, savunma durumunda olan Vietnam gerillaları, araziyi iyi bilmeleri sayesinde ABD kuvvetlerini çok defa pusuya düşürmüş ve baskına uğratmıştır. ABD ordusu her zaman alışık olduğu üzere hava kuvvetlerini yeterince kullanamamış ve askerlerin ateş desteği çok kısıtlı olduğu için zayiat artmıştır. Colin Gray’in de belirttiği gibi, “kuşkusuz fiziki coğrafya, siyasi açıdan . Ancak ormandaki hayat ve savaş koşullarına en iyi uyum sağlayan savaşçı o araziyi bir coğrafi sahneden ziyade, bir müttefik olarak görecektir.”

Sonuç olarak , coğrafya ülkelerin yüksek siyasetlerini etkileyen ve karar alıcıların mutlaka göz önüne almaları gereken bir faktördür.

JEOPOLİTİK

Rudolf Kjellen (1864-1922) İsviçre’nin sınırlarını konu edinen makalesinde (1899) ilk kez “jeopolitik” terimini kullanmıştır.Jeopolitik, coğrafyadan faydalanarak çeşitli veriler üreten bir bilim dalıdır. Onun için, “coğrafyanın siyasi yorumu” ya da “coğrafyanın siyasete olan etkilerini inceleyen bilim dalı” denilebilir. Jeopolitik tek başına politika üretmez. Amacı, yüksek siyaset belirleyicilerine veriler sağlamak, bu sayede belirlenen yüksek siyaseti isabetli ve tutarlı kılmaktır. Suat İlhan jeopolitiği şu şekilde tanımlamaktadır: “Bir ulusun, uluslar topluluğunun veya bir bölgenin; kendi coğrafi platformu üzerinde güç değerlendirmesini yapan, etkisi altında kaldığı o günkü dünya güç odaklarını, bölgedeki güçleri inceleyen, değerlendiren, hedefleri ve hedeflere ulaşma şart ve aşamalarını araştıran, belirleyen bir bilimdir.”

Jeopolitiğin coğrafi unsurları şu şekilde sıralanabilir:

1. Coğrafi Konum


Bir ülkenin coğrafi konumu denildiğinde, onun hangi iklim kuşağında bulunduğu, deniz ve okyanuslara çıkış imkanları, ana ulaşım güzergahları ve önemli kavşak noktalarına uzaklığı, dünya siyasetinde önemli güç merkezlerine olan uzaklığı ve önemli çatışma bölgelerine olan uzaklığı anlaşılmalıdır.

2. Sınırların Coğrafi Bütünlüğü :

Bilindiği üzere, devleti oluşturan üç temel unsur vardır. Bunlar, belli bir toprak parçası, bu toprak parçası üzerinde yaşayan insan kitlesi ve bu ortamda faaliyet gösteren idari teşkilattır. Devletlerin egemenlik sahaları üzerinde yaşadıkları topraktır. Devletlerin egemenlik alanlarını da siyasi sınırlar(hudutlar) belirlemekte, diğer devletlerden ayırmaktadır.

Burada önemli olan ise, sınırların geçirgen bir yapıya sahip olup olmadığıdır. Sınırlar, tarihi süreçte farklı şekillerde oluşturulmuştur. Sınırlar doğal engellere (denizler, nehirler, dağlar) göre belirlenebilir, bir etnik ya da dini grubun yaşadığı bölgeye göre belirlenebilir, bir savaş sonrasında imzalanan barış antlaşmasıyla iki taraf ordusunun ilerlemesi sonucunda oluşturdukları hat sınır kabul edilebilir ya da 1916 yılında Kahire’de Sykess ve Picott adlı bir İngiliz ve Fransız subayının ellerine cetvel alarak çizdikleri Ortadoğu ülkeleri sınırları gibi bütünüyle sıra dışı şekilde belirlenir. Ancak belirtmek gerekir ki, bu tarihte çizilen Ortadoğu sınırları klasik “böl ve yönet” politikasını uygulayabilmek için önemli bir araç haline gelmiştir. Arzu edilen durum, sınırların önemli doğal engellere dayanması ve o ülke halkıyla aynı etnik veya dini kökenden olan insanların sınırlara dâhil edilmesidir. Bugün dünyada pek çok ülkenin komşularıyla sınır anlaşmazlıkları bulunmaktadır.

Önemli doğal engellere sahip olan sınırlar savunmaya oldukça elverişlidir. Örneğin İtalya’nın kuzeyinde bir set oluşturan Alp Dağları, İtalya’nın kuzeye doğru genişlemesini engellemiş, bu sebeple İtalya sürekli olarak Akdeniz’de yer alan adalara, Kuzey Afrika sahillerine ve Adriyatik Denizi’nin karşı kıyısında yer alan Balkanlara göz dikmiştir. İtalya’nın II. Dünya Savaşı’nda önce Arnavutluk’u ardından da Yunanistan’ı işgali bu şekilde açıklanabilir.

Sınırları savunmaya elverişsiz ve pek çok komşuya sahip ülkeler sınırlarının savunması konusunda çok daha hassas olmaktadırlar. Şayet komşularının gücü az çok kendisine denk ise bu durum bir miktar rahatlama getirebilir. Ancak bu devletin güçsüz olması onu tehlikeye maruz bırakmaktadır. Tehdit algılamaları yüksek olan ülkeler, yaşadıkları kuşatılmışlık duygusu içinde, yüksek oranda savunma harcaması yapmak ve önemli miktarda insanı silâhaltında tutmak durumunda kalmaktadır. Ancak, harpte kabul gören kurallardan biri de “tüm cephelerde güçlü olmaya çalışanın aslında hiçbir cephede güçlü olmadığıdır.” Bu açıdan, zikredilen ülkeler çok daha hassas bir diplomasi geliştirmek durumundadırlar.

Ülkeler, sahip oldukları sınırlara göre şu şekilde sınıflandırılabilir:

” Kıta Devletleri


Kıta devleti, coğrafi bütünlüğü sağlayan çok geniş sahalarda hüküm süren devletlerdir. En iyi örnek Avustralya’dır. Her ne kadar ABD Kuzey Amerika’nın tamamına sahip olmasa da, komşularının kendisine ciddi bir askeri tehdit oluşturmaması ve onlar üzerinde NAFTA gibi örgütlerle de kurumsallaştırdığı otoritesiyle bir kıta devleti sayılabilir. Yine Rusya, sahip olduğu devasa coğrafya ve ülke sınırlarının büyük oranda önemli engellerle oluşması sebebiyle bir kıta devleti olarak sayılabilir. Bu devletlerin sınırları oldukça güvenlidir.

” Ada Devletleri

Bu ülkeler, adalar veya takımadalar üzerinde kurulmuş olmalıdırlar. Japonya ve İngiltere, bu tanıma uymaktadır. Bu ülkeler, zorunlulukları gereği denizciliğe büyük önem vermektedirler. Zaten denizcilik aynı zamanda önemli bir ekonomik faaliyet alanıdır. Donanmaları güçlü olmak zorundadır. Zira, kara sınırları olmadığından, öncelikle düşmanın kendi topraklarına deniz yoluyla çıkmasını engellemelidirler. Yine, üzerlerinde denizden yürütülecek bir ablukayı da kırabilmek için güçlü bir deniz kuvvetlerine ihtiyaçları bulunmaktadır.

” Kenar Devletleri

Bu ülkelerin denize olan kıyılarının uzun olmasına rağmen, kara sınırları kısadır. Genellikle de az sayıda devlete komşudurlar. Kara sınırları bakımından çok fazla sorunları olmasa da, deniz alanlarının paylaşımı gibi alanlarda eğer karşı kıyılarında devletler varsa sorunlar yaşayabilirler. Yine de güvenli sınırlara sahiptirler. Örnek olarak tek komşuya sahip olan Portekiz verilebilir.

” Kıta İçi Devletleri

En hassas konuma bu devletler sahiptir. Avusturya, Almanya, Özbekistan, Afganistan örnek olarak verilebilir. Bu ülkelerin denize çıkışları ya hiç yoktur ya da azdır. Bu sebeple pek çok komşuya sahiptirler ve denizin kazandırdığı güvenlikten yoksundurlar. Komşularıyla sınır anlaşmazlıkları içinde olmaları muhtemeldir.

3. Geniş Ülkesel Alan ve DoğalKaynaklar

Bir ülkenin topraklarının geniş oluşunun bazen faydalı bazen de zararlı olduğuna değinmiştik. Çok geniş bir araziye sahip olan ancak nüfus yoğunluğu az olan bir ülke için geniş sınırlar sakıncalı olabilir. Çünkü bu sınırları tutabilecek oranda askeri güce erişemez. Yine, bu tür ülkelerin ulaşım ağları ve idari sistemleri coğrafyalarına uygun olmak durumundadır. Yine de, yeterli olanaklara sahip bir ülke için geniş topraklar stratejik derinlik sağlamaktadır. Bazen bu tür geniş sahalar, ülkenin doğal kaynaklarında bir çeşitlilik sağlar ve stratejik doğal kaynakların bulunma olasılığını arttırır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, çağımızın en önemli doğal kaynaklarından petrole sahip olan Körfez ülkeleri incelendiğinde, Irak, İran ve Suudi Arabistan hariç tutulmak üzere yüzölçümü oldukça küçük ülkeler olduğu görülecektir.

4. Coğrafi Özellikler

Coğrafi özellikler, ülkenin bulunduğu coğrafyanın fiziki özelliklerini inceler. Bitki örtüsü, yeryüzü şekilleri, toprak yapısı, iklimi, ülkenin geometrik şekli (dikdörtgen, kare, üçgen ya da hiçbir şekle uymayan) gibi özellikleri içermektedir.

Görüldüğü üzere jeopolitik bilimi; disiplinler arası bir nitelik arz etmektedir. Tarih, Coğrafya ve Askeri Bilimlerle yakın ilişki içinde olan jeopolitik, en başta uluslar arası ilişkiler bilimi ve ülkelerin yüksek siyasetleri için veri özelliği taşımaktadır.




JEOPOLİTİK KURAMLAR


Günümüze kadar, sayıları çok fazla olmasa da bazı jeopolitik kuramlar geliştirilmiştir. Jeopolitik kuramcılar, kuramlarını oluştururken içinde bulundukları dönemin siyasi, kültürel, askeri ve teknolojik gelişmelerinden etkilenmişlerdir. Pek çoğunun ortak kaygısı da, kendi ülkelerinin büyümesi ve bu durumu sürdürmesi olmuştur. Bu kuramların ortaya çıkışı birkaç yüzyıl öncesine dayanmaktadır. Çünkü bu dönemde diplomasi giderek gelişen bir dış politika aracı haline gelmiş, aynı zamanda bir ihtisas alanı haline gelmeye başlamıştır. Bilim ve teknikte yaşanan gelişmeler sebebiyle, askeri konular da bilimsel bir nitelik kazanmaya başlamış ve geçmiştekinin aksine daha karmaşık bir alan haline gelmiştir. Bu bölümde kronolojik olarak kuramları inceleyeceğiz.

1. Deniz Hâkimiyet Teorisi (Alfred Thayer MAHAN 1840-1914)

ABD’li bir amiral olan Mahan, ilk jeopolitik teorinin sahibi olarak kabul edilmektedir. Deniz Harp Akademisi Başkanlığı başta olmak üzere çeşitli görevlerde bulunmuştur. Bu görevdeyken, en önemli eseri “The Influence of Sea Power Upon History, 1660–1783″ (Deniz Gücünün Tarihe Etkisi, 1660-1783) 1890 yılında yayınlanmıştır. Ardından kitabının 1783–1812 yıllarını kapsayan ikinci cildi 1892 yılında yayınlanmıştır. Mahan kitabının “Elements of Sea Power” (Deniz Gücünün Unsurları) adlı bölümünde bir ülkenin deniz gücü oluşturmasını etkileyen faktörlere değinmektedir:

” “Bir devletin denizle olan coğrafi ilişkisi, denize olan coğrafi konumu,
” Devlet toprağının okyanuslarla olan ilişkisinin, kıyı uzunluğunun ve korunaklı limanlarının derinliği ve sayısının fiziksel nitelikleri,
” Devlet toprağının genişlemesi ve genişleyen kısmının fiziki ve beşeri coğrafya ile olan ilişkisi
” Nüfus,
” Milli karaktere sahip bir ticarete yönelik temayülün mevcudiyeti veya yokluğu,
” Despotik devletler (Portekiz, İspanya) ile demokratik devletler (İngiltere, ABD) arasındaki farkların gösterdiği gibi, hükümetin karakterinin önemi.”

Eserleri, hem ABD’de hem de İngiltere, Japonya ve Almanya’da büyük ilgi görmüştür. Eserleri tercüme edilerek harp okullarında okutulmuştur. “Fakat kitabının başarısı ve bu kitabın yayınlanmasından sonra meşhur olmasının en önemli sebebi, muhtemeldir ki eserin yayınlandığı dönemde ABD milli seçkinlerinin bazı kesimlerinin tartışmalarında ve onların yayınlarında sıkça rastlanılan donanma militarizmi siyasetini tavsiye etmesidir.” Hiç kuşkusuz Mahan o dönemin en büyük sömürgeci güçlerinden biri olan ve deniz hâkimiyetini elinde bulunduran İngiltere’den etkilenmiştir. Onun “denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur” tezi, bu dönemde İngiliz donanmasının İngiltere’den çok uzak bölgelerdeki faaliyetlerinden ilham almıştır. İngiltere için donanma en temel unsurdu. Çünkü binlerce kilometre uzaklıktaki sömürgeleri koruyabilmesi, onların merkezi idareden kopmasını engellemesi ve ticaret yollarını koruyabilmesi için donanma hayati önemdeydi. Bunu gerçekleştirirken güçlü bir donanmaya ve donanmanın ikmal yapabileceği deniz üsleri gerekmekteydi. İngiltere, Cebelitarık’ta, Malta’da Kıbrıs’ta önemli deniz üslerine sahipti. Bunun yanı sıra, Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan, Güney Afrika gibi aynı zamanda deniz üssü olarak kullanılan sömürgelere sahipti.

Mahan’ın fikirleri ABD’li karar vericileri özellikle de Theodore Roosevelt’i daha güçlü bir donanmanın ve deniz aşırı üslerin tesis edilmesi için teşvik etmiştir. “Mahan deniz gücü ile ilgili faktörleri inceledikçe emperyalizm konusundaki görüşleri değişti. Eskiden emperyalizme karşıydı. Fakat artık deniz gücü ile sömürgeler arasındaki bağın önemini kavramıştı. Sömürgeler sayesinde ülke yabancı bir diyarda toprak sahibi olur, satmak istediği mallar için daha büyük bir refah ve zenginlik arar.”

II. Dünya Savaşı’nda ABD Japonya ile Pasifik konusunda mücadele etmiştir. ABD, II. Dünya Savaşı’na Pasifik Donanmasının merkezi olan Hawaii’ye gerçekleşen Japon saldırısından sonra 1941 yılında girmiştir. Bu dönemde, uçak gemileri ABD deniz gücünün en önemli unsurlarından biri haline gelmiştir.

Günümüzde de, ABD hala dünyanın pek çok bölgesinde üs bulundurmaktadır, sahip olduğu “yüzer üsler” olarak nitelendirebileceğimiz 15 civarındaki nükleer tahrikli uçak gemisi ve 50 civarındaki nükleer tahrikli denizaltı vasıtasıyla denizlerde önemli bir hâkimiyet kurmuştur ve bu üstünlüğünü I. ve II. Körfez Savaşları ile Afganistan Harekâtı’nda çok başarılı bir şekilde kullanmıştır. Küresel bir güç haline gelebilmek için “power projection capacity” (güç yansıtma kapasitesi) büyük önem taşımaktadır ve sahip olduğu askeri güçle ABD en azından şu an için rakipsizdir.

Bu teori, bahsettiğimiz üzere bugün de kısmen geçerlidir. Ayrıca, Almanya ve Japonya üzerinde de etkileri olmuştur.

2. Kara Hakimiyeti Teorisi (Sir Halford John Mackinder 1861–1947)

Oxford Üniversitesi’nde eğitim gören ve daha sonra burada coğrafya dersleri veren Mackinder, aynı zamanda Kraliyet Coğrafya Derneği üyesiydi. 1904 yılında en önemli eseri olan “The Historical Pivot of The History, Tarihin Coğrafi Mihveri” adlı eserini yayınladı. Bu tebliğinde ünlü Dünyanın Kalbi (Heartland) teorisini işlemiştir. 1919′da “Demokratik İdealler ve Gerçekler” (Democratic Ideals and Reality) isimli çalışmasını yayınladı. Aynı yıl siyasi görevli olarak Polonya ve Rusya’da bulundu. Bu görev onun bölge hakkındaki bilgisini arttırdı.

Mackinder, deniz gücünün öneminin azaldığını ve kara gücünün daha önemli hale geldiğini iddia etmiştir.Bu düşünceden hareketle şu tezi ileri sürmüştür: ” Kim Doğu Avrupa’ya hükmederse Dünyanın Kalbine hakim olur; kim Dünyanın Kalbine hakim olursa Dünya Adası’na hükmeder, kim Dünya Adası’na hükmederse Dünya’ya hakim olur.”

Mackinder, Akdeniz çevresinde ortaya çıkan bütün medeniyetlerin öncelikle karada güçlendiğini ardından da denizler vasıtasıyla genişlediğini; bu sebeple denizcilik teknolojileri ne kadar gelişirse gelişsin gemiler üs ve limanlara ihtiyaç duydukları için karaya bağımlı olduklarını ifade etmiştir.

Mackinder’in geliştirdiği kavramlarına değinmekte fayda bulunmaktadır.Heartland, yeryüzünün en büyük doğal kalesidir. Sibirya’da başlar, Orta Asya ve Volga Havzasını kapsar. Buranın en önemli karakteristiği; sert kara iklimine sahip olması ve sıcak denizlerden uzaklığı nedeniyle, deniz gücünün etki alanı dışında kalmasıdır.

Mackinder’e göre Dünya Adası; Asya, Avrupa ve Afrika’yı kapsar.Diğer kıtalar, Dünya Adası’nın uyduları durumundadır. Mackinder’e göre; Dünyanın Kalbini (Heartland) ele geçiren bir kara gücü, deniz gücünü geliştirerek dünya adasına ve ardından dünyaya hakim olacaktır.

O’na göre, Birinci Dünya Savaşı, Almanlar ve onların idaresi altında bulunan Slavlar’ın anlaşmazlığı sebebiyle çıkmıştır. Almanya savaşta yenilmiştir.Ancak, Birinci Dünya Savaşında Almanya, hem Batılılar ve hem de Rusya ile iki cepheli bir savaş yapmıştır. Asıl tehlike, Almanya’nın bir gün sadece Rusya’ya yönelik bir saldırısıdır. Bu sayede Almanya Doğu Avrupa’yı ve sonrasında Dünyanın Kalbini ele geçirir. O sırada Rusya’da proleterya devrimi ve iç karışıklıklar olduğu için Mackinder daha çok Almanya üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu sebeple “Doğu Avrupa’da Beyaz Rusya, Ukrayna, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Gürcistan, Ermenistan gibi küçük devletler yaratılması gerektiğine inandı.” Rusya’yı Alman saldırılarından korumak için iki devletin aralarında tampon devletler kurulmasını destekledi. Bu dönemde demiryolunun ağlarının giderek büyümesinin, Dünyanın Kalbine hakim olan ülke açısından çok büyük bir avantaj olacağını ifade etmiştir.

II. Dünya Savaşı sürerken fikirlerini yeniden gözden geçirmiş ve 1943 yılında “Yerküresi ve Barışın Kazanılması” adlı eserini yayınlamıştır. Bu eserinde,Dünyanın Kalbinin büyük oranda Sovyetler Birliği hakimiyetinde olduğunu ifade ederek, savaşı Sovyetlerin kazanması ve Almanya’ya hakim olması sonucunda Sovyetlerin dünyanın en önemli bölgelerini kontrol eden dev bir kara gücüne dönüşeceğini vurgulayarak; “Bu gücün karşısında; köprübaşı niteliği ile Fransa’nın, büyük bir havaalanı olma niteliği ile İngiltere’nin, eğitimli iş gücü ve sanayisi ile Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’nın ortak bir güç oluşturmasını” önerdi.

Kara Hakimiyet Teorisi, Alman jeopolitik kuramcılarını da etkilemiştir. I. ve II. Dünya Savaşına bakıldığında ikisinde de kara ve deniz güçlerinin karşı karşıya geldiği görülmektedir. II. Dünya Savaşında Almanya’nın Rusya’ya saldırması da bu bağlamda değerlendirilebilir.

Bu teoriye çeşitli eleştiriler gelmiştir. İlk olarak; kaydedilen hızlı teknolojik gelişmeler sonucunda Dünyanın Kalbi’nin eskisi gibi ulaşılmaz olmadığı vurgulanmaktadır. Ayrıca, eğer bir gücün Heartland’a girişi zorsa, oraya hakim olan gücün de dışarı çıkarak, dünyaya hakim olması aynı derece zordur. Ayrıca, Heartland üzerinde hakimiyet kurabilen Sovyetler Birliği, dünyaya hakim olamamıştır. Bu bağlamda, Kuzey Amerika’da yer alan ABD’nin dünya üzerinde daha geniş bir hakimiyet kurduğunu ve aslında, Mackinder’in Heartland olarak Kuzey Amerika’yı seçmesi gerektiğini savunanlar da vardır.

Ancak; günümüzde Avrasya’da yer alan petrol ve doğalgaz rezervleri nedeniyle, Mackinder’in bu bölgeyi Heartland olarak büyük bir isabetle seçtiği hususunda, görüş birliği oluşmaktadır.

3. Hayat Alanı (Lebensraum) Teorisi (Karl Ernst Haushofer 1869-1946)

1869′da doğan Haushofer, 1903 yılında Harp Akademisi’nde Profesör olarak görev yapmaya başladı. Hitler’in emir subayı olan Hess ile olan tanıdıklığı sebebiyle, Hitler ve Hess darbe girişimiyle hapse atıldığında onları ziyaret ettiği bilinmektedir. Hitler bu tutukluluk dönemi esnasında Kavgam adlı kitabını yazmaktaydı. Haushofer’in jeopolitik görüşlerinin Hitler’i etkilediği ve Kavgam’da bu görüşlerin yer aldığı da söylenmektedir. Gerçekten, Haushofer’in Lebensraum kavramı, Kavgam’da yer almıştır. Hitler ve Nasyonal Sosyalistlerle olan ilişkisi devam etmiş ve 1933 yılında “Jeopolitik” adlı bir dergi çıkarmaya başlamıştır. Alman Dışişleri için de çeşitli görevlerde bulunmuştur.

Almanya’nın Versay Antlaşması ile güçsüz bırakılmak istendiği bu dönemde, Alman ırkından olan insanlar Almanya sınırları dışında bırakılmıştır. Avusturya ve Almanya’nın birleşmesi engellenmiştir. Çekoslovakya’nın Südet bölgesinde pek çok Alman yaşamaktaydı. Bu sebeple, bu dönemde Nazilerin izlediği ilk politika, Anchluss yani ilhak politikası olmuştur. Bu politika şu sloganla ifade edilmiştir. “Tek millet, tek devlet, tek lider.”

İkinci olarak, Haushofer Darwin’in Doğal Seleksiyon kavramından etkilenmiştir. Buna göre, doğada sadece güçlü olanlar ayakta kalırlar. Güçsüz olanlar ölmeye mahkumdur. Bu sayede, en güçlüler seçilir. Alman ekolü, devletleri de canlılar gibi bir organizma olarak görmüş ve hayat alanına ihtiyaç duyduklarını kabul etmiştir. Sorun, Almanya’nın hayat alanının çok kısıtlanmış olmasından kaynaklanmıştır. Bunun için, Almanya doğuya doğru genişlemelidir.

Haushofer, Almanya-Rusya- Japonya arasında bir blok kurulmasını gerekli görmüştür. Fakat Hitler, bu bloğu diplomatik tekniklerle oluşturmak yerine, Rusya’ya saldırmıştır. Bu noktada Hitler ve Haushofer’in görüşleri ayrılmaktadır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P

4. Kenar Kuşak Teorisi (Nicholas Spykman 1893-1943)


Bir gazeteci olan Spykman, daha sonra uluslar arası ilişkiler alanında çalışmaya başlar ve bu alanda Profesör olur. “Dünya Siyasetinde Amerikan’nın Stratejisi”; ve “Barışın Coğrafyası” adlı kitapları bulunmaktadır.

Spykman, Mackinder’in Kara Hakimiyet Teorisini eleştirmektedir. Şöyle der: “Mackinder’in tezi yanlıştır. Eğer Eski Dünya’nın güç siyaseti için bir slogan gerekiyorsa bu, olmalıdır.” Bu anlamda bakıldığında, aslında Mackinder’in Heartland’ı ile Spykman’in Avrasya’sı aynıdır. Aradaki fark, Mackinder’in teorisinde Heartland’ı kontrol etmek için Doğu Avrupa eksenli olarak,Heartland’dan dışarıya doğru bir gücün yayılması vurgulanırken, bu teoride Dünyanın Kalbinin (Heartland) kuşatılması öngörülmektedir.

Spykman’a göre, dünyanın kuzey yarıküresinde yer alan ülkeler tarih boyunca dünya siyasetinde daha etkili olmuşlardır. Ona göre, ABD çok önemli bir güçtür. Atlantik’in karşı kıyısında ise en önemli merkez Avrasya’nın bir yarımadası olan Avrupa’dır.ABD’nin izolasyonizm siyasetini terk etmesi gerektiğini ve İngiltere ile yakın ilişki kurması gerektiğini belirtir.Bu, günümüzdeki ABD-İngiltere stratejik ortaklık ilişkisini de açıklar niteliktedir. AB bağlamında düşündüğümüzde de, İngiltere’nin Avrupa’da oluşturulacak bir siyasi birliğe katılmasının ABD’ye zarar vereceğinden bahseder. Ona göre, Avrupa’nın bütünleşmiş bir devlet haline gelmesi ya da iki Avrupalı hegemon tarafından paylaşılması ABD çıkarlarına aykırıdır. ABD’nin çıkarına olan, Avrupa’da dengelere dayanan bir siyasi sistemdir. Yine, I. ve II. Dünya Savaşları’nda görüldüğü gibi, ABD Avrupa’daki savaşa müdahale etmek durumunda kalmıştır. Bunun için, ABD Avrupa’da kalıcı askeri üsler kurarak bölgedeki dengeyi koruyan bir unsur haline gelmelidir.

Avrasya’yı yani Dünyanın Kalbini, kenar kuşak çevrelemektedir. Kenar Kuşak; Doğu Avrupa’nın sahil ülkelerini, Ortadoğu ülkelerini, Hindistan ve Çin’i kapsar.Bu ülkelerin önemli özelliği, kendilerini hem karada hem de denizde savunmak durumunda olmalarıdır.

Spykman’in teorisi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yani Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı izlenen siyasetin temelini oluşturmuştur. Bu siyaset “çevreleme” siyasetidir. Soğuk Savaş döneminde Heartland ve Doğu Avrupa’nın hakimi Sovyetler Birliği idi. Kendisini “Hür Dünya” olarak niteleyen Batı Bloku ise, Demir Perde’nin genişlemesini engellemek için ABD’nin öncülüğünde NATO ittifakını kurdu. 1952 yılında Türkiye ve Yunanistan da bu ittifaka dahil oldu.Sonrasında da Türkiye-İran-Pakistan mihverinde CENTO (Merkezi Antlaşma Organizasyonu) kurularak, Kenar Kuşak ülkeleri üzerinde etkili oldu.

Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği arasında sıcak savaş yaşanmadı. Ancak, örtülü olarak iki blok sıcak savaşlarda karşı karşıya geldi. Kenar kuşak ülkeleri önemli olduğundan, bu ülkede ayaklanmalar kışkırtıldı, darbeler ve darbe girişimleri yaşandı,istikrarı bozarak diğer bloğa olan desteğin kesilmesi amaçlandı.

Bu dönemde çevreleme siyasetinin kanıtını oluşturan iki önemli sıcak savaş yaşanmıştır. Bunlardan birisi Kore Savaşı, diğeri de Vietnam Savaşı’dır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra komünist bir rejimin kurulduğu Kuzey Kore’nin Amerikan yanlısı Güney Kore’ye saldırması ile başlayan savaş 1953 yılında sona erdi. Savaştan önce de sınır olan 38. paralel yine sınır olarak kabul edildi.

Diğer sıcak savaş ise, 1963 yılında başlayan Vietnam Savaşıdır. Fransa’nın sömürgesi olan Vietnam ya da Hindiçini’den Fransa’nın çekilmesi üzerine, Güney Vietnam hükümeti, Kuzey Vietnam’dan gelen gerillalarla mücadelede başarısız olmuş ve ABD yardıma gitmiştir. ABD, ilk başlarda Güney Vietnam’a askeri malzeme ve danışman/eğitmen göndermiş, ardından bilfiil ABD kuvvetleri gerillalarla çarpışmaya başlamıştır. ABD başarısız olmuş ve Vietnam’dan çekilmek zorunda kalmıştır. Bu büyük oranda kamuoyunda savaşa olan desteğin azalmasından kaynaklanmıştır. Çünkü 50.000′den fazla asker savaşta ölmüştür. Sonunda 1975 yılında Kuzey Vietnam güneyi işgal etmiş ve Vietnam birleşmiştir.

Sovyetler’in Afganistan’ı işgal etmesi üzerine, yine Spykman’in teorisinin bir sonucu olarak, ABD Afgan milisleri her bakımdan desteklemiştir.Pek çok petrol zengini Arap ülkesi de, Afgan milislere yoğun mali destek sağlamıştır. 11 Eylül Saldırıları ile dünya gündemine oturan Ladin de, o sıralar Sovyet işgaline karşı direnişin önemli yöneticilerinden birisiydi. Sonuçta Sovyet işgali başarısız oldu. Orta Asya’nın Hint Okyanusu’na açılan kapısı olan Hayber Geçidi Sovyetler tarafından ele geçirilemedi. Ayrıca, Sovyetler’in komşusu olan Müslüman ülkelerde radikal İslamcıların desteklenerek “Yeşil Kuşak” oluşturma projesi de yine bu amaçlarla ortaya çıkmıştır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, dünya sistemi büyük değişimler yaşamıştır. Bu sebeple ortaya yeni teoriler çıkmıştır. Bunlar; Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” teorisi, Zbignew Brezezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” teorisi ve Alexander Dugin’in “Yeni Avrasyacılık” teorisidir.
 
Top