Hicrî 857 ve Milâdî 29 Mayıs 1453 tarihi İstanbul’un fetih tarihi olduğunu herkes biliyor. Biz, bilinenleri tekrar etmekten ziyâde, fetih münâsebetiyle, fethin İstanbul’a ve bütün dünyaya kazandırdıkları üzerinde durmak istiyoruz.
Resûlüllah’ın Medhine Mâsadak Olan Fetih Ve Fâtih
Fethin müjdesini Hz. Peygamber, “İstanbul mutlaka feth olunacaktır; Onu fetheden komutan ne güzel bir komutandır ve o fetih ordusu da ne güzel bir ordudur” ifadesiyle açıkça ve dokuz asır evvel müjdelemiştir. Bir milyon hadisi ezberine alan İmam Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı eserinde ve Hadis İmamı Hâkim’in Müstedrek adlı eserinde sahih olarak naklettikleri[1] bu doğruluğunda şüphe bulunmayan hadisdeki medhe, başta Hz. Muâviye olmak üzere çok sayıda İslâm Halife si nâil olabilmek için seferler tanzim eylemişlerdir.
Bunların içinde Yıldırım Bâyezid de vardır. En son bu müjdeye nâil olmak isteyen ise, Fâtih ’in babası Sultân Murad II’dir. Fetih hazırlıklarını sürdürürken âlimlerler de meşveret etmiştir. Bir kısım tarihçilerin iddia ettiği gibi isticvâb için değil belki fetih meselesini istifsâr için davet ettiği Hacı Bayram Veli’ye meseleyi açmıştır. Ancak Kur’an ve Sünnet’in mana âlemlerinden haberdar olan Hacı Bayram Veli Hazretleri, bu fethin kendisine değil, oğluna nasib olacağını, çok ince bir mana diliyle, Sultân Murad II’ye hatırlatmıştır. Sultân Murad II’nin Fâtih’i 14 yaşında tahta geçirmesinin altında da bu mana yatmaktadır.
Resûlüllah ’ın verdiği bu müjdeyi, Kur’an da telvîh ve telmîh-leriyle desteklemektedir. Gerçekten Sebe’ Sûresindeki “beldetün tayyibetün” ifâdesinin cifir ilmiyle işâret ettiği tarih, 857 yani İstanbul’un fetih tarihi olan 1453 yılıdır. Kur’an’ın bu ifâdesinden İstanbul’un fetih tarihini çıkaran ise, o asrın ilim ve mana büyüklerinden Mevlânâ Câmi Hazretleridir ki, sonradan Fâtih Sultân Mehmed kendisini İstanbul’a davet etmişse de, Fâtih’in vefâtı münâsebetiyle Konya’ya kadar gelmişken geri dönmüştür[2].
Fethin Dünyaya Ve İslâm Âlemine Kazandırdıkları
Fethin kazandırdıklarını, maddî ve manevi açıdan ele almak gerekinse de, biz her ikisini mezc ederek, bazı mühim neticelerine işâret edeceğiz:
1- Fethin Hukukî Neticeleri
Bilindiği gibi, İstanbul’un fethinden evvel burada Bizans Hâkimiyyeti söz konusuydu ve Hristiyan lık boyasıyla boyanmış Roma Hukuku tatbik ediliyordu. Fâtih Sultân Mehmed, İstanbul’u Allah ’ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fethedince, bu beldede yeni bir hukuk sistemini yürürlüğe soktu ve bu hukuk sistemi İslâm Hukuku idi. Daha evvel, Bizanslıların vergi, can ve namus konusundaki hak ihlâllerinden bıkan İstanbul ahalisi, Yahudisi ve Hristiyanı ile, İslâmın adâlet düsturlarının bizzat Padişah tara-fından da uygulandığını ve kendilerinin İslâmın teminâtı altında İstanbul’da daha rahat hayat yaşayacaklarını anlayınca, Fâtih’in fetih hareketine direnmek şöyle dursun, çok kısa bir zamanda tam bir şekilde intibâk ettiler. Fetih sırasında yaşanan bazı müşahhas misalleri vermek istiyorum:
İstanbul'daki Kiliselerin Varlığı Fâtih'in
Müsamahasının Eseridir
İslâm devletler hukukunun hükümlerine göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehl-i kitâba ait ma'bedlere asla dokunulmaz; ancak yenilerinin inşaasına da müsaade edilmez. Eskiden beri var olanlar tamir edilebilir. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir. Yani İslâm hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün ma'bedleri yok eder ve gayr-i müslimleri de sürgün edebilir. İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla fetholunmuştur. Ayasofya 'nın ve benzeri bazı kilise lerin camiye çevrilişinin meşrutiyet sebebi zikredilen hükümdür[3].
Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul'daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi. İstanbul'u Allah 'ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya 'yı cami haline getirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder. Papa z ve hahamlar heyeti, İstanbul'u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul'da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını, bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fâtih'e ifâde ederler; ancak kendisine, kendilerine ve ma'bedlerine karşı İstanbul'un sulh yol ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu mânâya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir. Çevresindeki din âlimlerine danışan Fâtih Sultan Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilenlerin dışında kalan kilise ve havralara, hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir.
Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının, Fâtih'in din ve vicdan hürriyeti anlayışı olduğunu, Osmanlı Devleti'nin şanlı Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, verdiği bir fetvada vuzuha kavuşturmaktadır Bu fetvanın orijinali aynen şöyledir:
"Merhûm Sultan Muhammed Hân-Aleyh'ir-rahmetü vel'ğuf-rân-hazretleri, Mahmiye-i İstanbul'u ve etrafındaki karyeleri anveten feth eylemiş midir? El-Cevab: Ma'ruf olan anveten fetihdir. Amma kenais-i kadime sulhen fethe delâlet eder. Sene hamsin ve erba'ın ve tis'a-mi'e (945) tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara tâifesi el altından Sultan Muhammed Hân ile ittifak edüp Tefrûk'a nusret etmeyecek olub Sultan Muhammed dahi anları seby etmeyüp halleri üzere mukarrer edecek olub bu vechile feth olundu deyu şahadet edüp bu şahadet ile kenâis-i kadîme hali üzere kalmıştır. Ketebehu Ebussuud"[4].
Görülüyor ki, Fâtih Sultan Mehmed'in Sırbistan'da tatbik edeceğini va'd ettiği "Her caminin yanına birer kilise inşasına müsaade" durumu, İstanbul'da da tatbik olunmuştur. Fener'de Abdi Subaşı Mahallesindeki Caminin biti şiğinde Rum Patrikhanesi ile kilisenin mevcudiyet i, Osmanlı Devleti'nin gerçek mânâda din ve vicdan hürriyetini göstermiyor mu? Edirnekapı Caddesinin son kısmında yer alan Mihriman Sultan Camii'nin hemen karşısında bir Rum kilisesinin inşasına müsaade etmek, bu hürriyetin mad-dî delillerinden değil midir? Müslümanların gayr-i müslimler hak-kındaki ulüvv-i cenab ve müsamahasına karşılık, gayr-i müslim devletlerin geçmiş asırlarda, özellikle Endülüs'de; son asırlarda ise Osmanlı hâkimiyetinden çıkan memleketlerde kalan müslüman ahaliye reva gördükleri muâmeleler, tamamen din ve vicdan hürriyetini ihlal ettiğinden, mukayese bile edilemez. İşte fethin huku-kî neticelerinden bir tanesi[5].
Fâtih sultân Mehmed, günümüzdeki Avrupalılar gibi çifte standartlı davranmamıştır. Nazarî planda va'd ettiğini, uygulam adaki bazı hatalar dışında aynen tatbik etmiştir. Bunun canlı bir misalini, zimmî lere tanınan hakları yazılı bir emir ve ahidnâme haline getiren Fâtih Sultan Mehmed'in fetihden sonra İstanbul Galata’daki gayr-i müslimlere verdiği fermânında bulunan şu cümlelerden anlıyoruz:
"Ben Ulu Padişâh ve ulu şehinşâh Sultan Muhammed Hân bin Sultân Murâd'ım. Yemin ederim ki, yeri göğü yaradan Perverdiğar hakkı içün ve Hazret-i Resûlün-Aley'is Salâtü Ve's-Selâm-pâk, münevver, mutahhar ruhu içün ve yedi Mushaf hakkı içün ve yüz yirmi dörtbin peygamber ler hakkı içün, dedem ruhîçün ve babam ruhîçün, benim başım içün ve oğlan ların başîçün, kılıç hakkîçün, şimdiki hâlde Galata'nın halkı;
1. Kendülerin âyinleri ve erkânları ne vechile câri ola-gelirse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler. Ben dahi üzerlerine varub kal'alarını yıkub harâb etmeyem.
2. Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bilcümle metâ'ları ve avretleri ve oğlan cıkları ve kulları ve câriyelerin kendülerin ellerinde mukarrer ola, müte'ârız olmayam ve üşendirmeyem.
3. Anlar dahi rençberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi deryâdan ve kurudan sefer edeler, kimesne mâni ve müzâhim olmaa, mu'âf ve müsellem olalar”.
Fetihden sonra asırlarca İstanbul’da tatbik edilen bu ulvî esaslardan dolayıdır ki, hâlâ o günün gayr-i müslim nüfusunun torunları İstanbul’da oturup ticâret yapabilmektedirler ve maalesef müsâmahası ile yaşadıkları Osmanlı ecdâdımıza da hakâret etme cesâretini kendilerinde bulabilmektedirler.
Netice olarak, daha evvel Bizanslıların keyifleri ile başbaşa yürüyen Roma Hukukunun eskimiş kâideleri ve adâlet yerine zulüm dağıtan Bizanslı hâkimler ile hayatını devam ettiren İstanbul Şehri, fetihden sonra, bırakınız insan haklarını karıncanın dahi hukukuna tecâvüz ettirmeyen İslâm Hukuku gibi mükemmel bir hukuk sistemi ve Mahkemede Fâtih ile Rum ustayı aynı iskemleye oturtan Hıdır Bey gibi hâkimleri bulmuştur.
İslâm Hukuku nun hükümlerini derleyen fıkıh kitaplarındaki şer‘î hükümlerin tatbiki yanında, İslâm Hukukunun ülül-emr e tanıdığı içi boş yasama yetkisi kullanılarak başta Devlet Teşkilâtı Kanunnâmesi olmak üzere, 80 küsur Kanunnâme hazırlamak da, yine fethin meyveleri arasında yer alıyordu ve bu uygulam a İslâm Hukuk tarihinde ilk idi.
2- Fethin İlim Alanındaki Neticeleri
İstanbul fethedildiği zaman, buradaki hristiyan ilim adamları hâlâ papazların tesirinde idiler ve hâlâ dünya yuvarlaktır diyenlere kem gözlerle bakmakta idiler. Zaten parlak bir ilim hayatından da bahsedilemezdi. Fetihle beraber, İstanbul ilim aleminin ve özellikle de dünyanın çevresini metre metre ölçmeye çalışan Hoca Çelebi’ler’in, Molla Fenârîlerin ve benzeri allâmelerin merkezi ve otağı haline geldi. Daha evvel eğlencelere ve gayr-ı meşru âlemlere sahne olan İstanbul Sarayları, fetihden sonra ilmî tartışmalara ve her çeşit ilimde yazılan hârika eserlerin devlet büyüklerine takdim ihtifâllerine sahne olmaya başladı.
Dünya’nın ilk büyük Üniversitelerinden biri olan Fâtih Külli-yesi, fethin mühim bir meyvesiydi. Bu Üniversite’de ders kitâb-larından biri İbn-i Sina’n ın El-Kanun Fit-Tıb adlı dev eseri olan Tıbbıye’den tutun da, ders kitâblarından biri Seyyid Şerif Cürcânî’nin Şerh’ül-Mevâkıf adlı kelâm ve felsefe ansiklopedisi olan Medreselere kadar her çeşit ilim okutulmaktaydı. Avrupa’daki Rönesans hareketleri , İstanbul’un fethi ve İstanbul’a getirdiği ilmî havanın tesiriyle başlamıştı. Zira sadece dinî ilimler değil, bilinen ve herkesçe duyulan Fâtih’in toplarını dökecek teknik elemanları yetiştirecek ilim yuvaları İstanbul’da kurulmuştu.
Avrupa nefis muhâsebesi yapmaya başlamıştı. Fâtih’e İstanbul’u fethettiren İslâmın teşvikiyle sonuna kadar açılan ilim kapıları ve ilim adamlarına hürmetti. Kendilerini İstanbul’dan çıkaran ise, dünya dönüyor diyen ilim adamlarını idam edecek kadar cehlin gayyâ kuyusuna dalmalarıydı. Yani Avrupa’daki Rönesans hareketleri, denilebilir ki, İstanbul’un fethiyle başladı. Böylece İstanbul’un fethi, cehâlete esir düşen Avrupa’nın da ilim tarafından fethi demekti.
Fetihden sonra İstanbul, bütün alanlardaki ilim adamları için, hicret edilmesi şart olan bir vatan haline gelmişti.
3- Fethin Siyâsî Ve Sosyal Alanda Kazandırdıkları
Bilindiği gibi, Osmanlı devleti, Osman Bey ve Orhan bey zamanlarında devlet değil bir beylikti. Osmanlı’nın başında bulunanlara sultân veya Padişah değil, bey veya eski tabirle Emîr-i Kebir denmekteydi. I. Murâd Hüdâvendigâr, kendisine Sultân ünvânını verdiyse de, başta Osmanlı’nın manen hâkimi durumunda olan Memlüklüler olmak üzere, hâricî devletler, Osmanlı Devletini müstakil bir devlet olarak görmüyorlardı ve yazış-malarında bahsettiğimiz Emir-i Kebir ünvânını kullanıyorlardı[6]. Bu durumu, Yıldırım Bâyezid kısmen yıkmıştı ki, malum Timur hâdisesi ve fetret devri başladı. İşte Osmanlı Devleti tabirini, hem içeride ve hem de dışarıdaki bütün kesimlere karşı kabul ettiren, İstanbul’un Fâtih tarafından fethi idi ve artık yıkıldığı güne kadar, Osmanlı Devlet-i Aliyyesi tabiri dost ve düşmanın dilinden düşmedi. Cumhuriyetten sonra Osmanlı İmparatorluğu oldu ve bu sene de yeniden Osmanlı devleti haline geldi.
O halde diyebiliriz ki, Osmanlı Devleti, fetih ile devlet haline geldi.
İstanbul’u Dünyanın tek süper devletinin başşehri haline getiren fetih hareketinin, sosyal açıdan da İstanbul’da bir süper değişiklik yaptığını ifâde edebiliriz. Evvela İstanbul’da yaşayan insanlar , asırlarca devam edecek bir huzur ve adâlet ortamı ile tanıştılar. Kumkapı’da, Edirne Kapı’da ve Sultân Ahmed’de, bir tarafdan camilerin minarelerinden ezan sesleri duyulurken ve müminler huzur içinde namaza koşarken, aynı Kumkapı’da ve aynı Edirne Kapı’da Hristiyan lar ve Yahudiler, tıpkı müslümanlar gibi huzur içinde Kilise ve Havralarına koşabiliyorlardı.
Müslüman ve gayr-i müslim bütün İstanbul sâkinleri, öylesine sosyal hizmetlerden yararlanıyorlar ve sosyal yardımlardan istifâde ediyorlardı ki, sadaka taşlarına bırakılan zekât paraları, bazan günlerce bekliyordu da, kimse elini uzatmışordu. Yani sosyal yapıyı, müslümanı ile ve gayr-i müslimi ile ıslâh eylemişti.
4- Ticârî ve İktisâdî Alanda Getirdikleri
İstanbul’un fethi, dünyanın ticâret ve ekonomik dengelerini de değiştirdi. Bir tarafdan keşifleri teşvik ederken, diğer tarafdan, İstanbul’u dünya ticâretinin merkezi haline getirdi. Fâtih zama-nında hazırlanan Dellâliyye ve Gümrük Kanunnâmelerinin hüküm-lerinden anladığımız kadarıyla, Londra , Bağdad, Uzakdoğu ve Rus mallarının önemli bir kısmı, İstanbul’da pazarlanmaktaydı. İstanbul, İpek yolunun finans merkezi olmuştu. Som altından dökülen Muhammedî akçeler, dünya papa çevrelerinde en çok tutulan para birimi haline geldi.
İstanbul’da ticâret, kaidelere bağlandı. İstanbul’a mal getirecek tüccâr, hangi dinden olursa olsun, malından alınacak vergi mikdarını biliyordu. İslâm Hukuku nun verdiği müsaadeye dayanılarak, şehbenderlik denilen ticârî konsolosluklar açılmıştı. Fâtih zamanında Venedikliler ve Rumlara verilen İmtiyâz fermânları bunları açıkça ortaya koyuyordu.
Kısaca İstanbul’un fethi, Rönesans hareketlerini başlatmak ve gayr-i müslimlere adâleti göstermekle, Avrupa için de bir fetih olduğu gibi, hem müslüman Türklerin ve hem de bütün İslâm âleminin medâr-ı iftihârı ve dünyanın da dört yüz yıl boyunca tek süper devleti olması meyvesini vermiştir.
İstanbul, Yeniden ve Ma‘nen Fethedilecek
Birinci dünya savaşından Osmanlı Devleti’nin mağlup ayrılmasıyla ve fethin sembolü olan Ayasofya ’nın müze haline getirilmesiyle, İstanbul, maddeten olmasa dahi manen esâret altına girmiştir. Son yirmi yıldır, İstanbul’daki hayatın fuhşa, eğlenceye ve fethin ruhuna aykırı olan herşeye mağlub düşmesi ise, bu manevî esâreti daha da arttırmıştır.
Ancak nasıl Resûlüllah , İstanbul’un bir “güzel ve bahtiyar bir kumandan” tarafından feth edileceğine işâret eylemiş ise, Âhir zamanda İstanbul’un manen fethedileceğini beş on tane hadisiyle müjdelemiştir. Bu manevî fetih, İstanbul’un İslâm’ın yeniden ihyâsına merkez olması ve bu büyük hareketin sembolü olarak da Ayasofya ’nın minarelerinden “Tekbir” seslerinin yükselmesiyle olacaktır.
Bahtiyardır, bu manevî fetih ordusunda vazife alan ve alacak olan müminler!
Fâtih ’in fethinin 549. yılını kutlarken, yeniden ve ma‘nevî alanda tahakkuk edecek olan ikinci fethi, rahmet-i ilâhiyyeden bekliyor ve “istikbâl inkılâbâtı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır” diyoruz.
[1] Suyûtî, Feyz’ül-Kadîr, V, sh. 262
[2] Elmâlı, Hak Dini Kur’an Dili, sh. 3956; Şemseddin Sâmi, Kamus’ül-A‘lâm, c. III, sh. 1757-1758
[3] Cin, Halil/Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, c. 1, sh. 393 vd.
[4] Ebussuud, Ma'ruzat, İst. Üniv. Kütüphanesi, Türk-çe Yazmalar No: 1798, vrk. 130/a-b.
[5] Osman Nuri, Mecelle -i Umur, 1/217-218
[6] Bkz. Feridun Bey, Münşeât, Fâtih Devri Fermânları
Resûlüllah’ın Medhine Mâsadak Olan Fetih Ve Fâtih
Fethin müjdesini Hz. Peygamber, “İstanbul mutlaka feth olunacaktır; Onu fetheden komutan ne güzel bir komutandır ve o fetih ordusu da ne güzel bir ordudur” ifadesiyle açıkça ve dokuz asır evvel müjdelemiştir. Bir milyon hadisi ezberine alan İmam Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı eserinde ve Hadis İmamı Hâkim’in Müstedrek adlı eserinde sahih olarak naklettikleri[1] bu doğruluğunda şüphe bulunmayan hadisdeki medhe, başta Hz. Muâviye olmak üzere çok sayıda İslâm Halife si nâil olabilmek için seferler tanzim eylemişlerdir.
Bunların içinde Yıldırım Bâyezid de vardır. En son bu müjdeye nâil olmak isteyen ise, Fâtih ’in babası Sultân Murad II’dir. Fetih hazırlıklarını sürdürürken âlimlerler de meşveret etmiştir. Bir kısım tarihçilerin iddia ettiği gibi isticvâb için değil belki fetih meselesini istifsâr için davet ettiği Hacı Bayram Veli’ye meseleyi açmıştır. Ancak Kur’an ve Sünnet’in mana âlemlerinden haberdar olan Hacı Bayram Veli Hazretleri, bu fethin kendisine değil, oğluna nasib olacağını, çok ince bir mana diliyle, Sultân Murad II’ye hatırlatmıştır. Sultân Murad II’nin Fâtih’i 14 yaşında tahta geçirmesinin altında da bu mana yatmaktadır.
Resûlüllah ’ın verdiği bu müjdeyi, Kur’an da telvîh ve telmîh-leriyle desteklemektedir. Gerçekten Sebe’ Sûresindeki “beldetün tayyibetün” ifâdesinin cifir ilmiyle işâret ettiği tarih, 857 yani İstanbul’un fetih tarihi olan 1453 yılıdır. Kur’an’ın bu ifâdesinden İstanbul’un fetih tarihini çıkaran ise, o asrın ilim ve mana büyüklerinden Mevlânâ Câmi Hazretleridir ki, sonradan Fâtih Sultân Mehmed kendisini İstanbul’a davet etmişse de, Fâtih’in vefâtı münâsebetiyle Konya’ya kadar gelmişken geri dönmüştür[2].
Fethin Dünyaya Ve İslâm Âlemine Kazandırdıkları
Fethin kazandırdıklarını, maddî ve manevi açıdan ele almak gerekinse de, biz her ikisini mezc ederek, bazı mühim neticelerine işâret edeceğiz:
1- Fethin Hukukî Neticeleri
Bilindiği gibi, İstanbul’un fethinden evvel burada Bizans Hâkimiyyeti söz konusuydu ve Hristiyan lık boyasıyla boyanmış Roma Hukuku tatbik ediliyordu. Fâtih Sultân Mehmed, İstanbul’u Allah ’ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fethedince, bu beldede yeni bir hukuk sistemini yürürlüğe soktu ve bu hukuk sistemi İslâm Hukuku idi. Daha evvel, Bizanslıların vergi, can ve namus konusundaki hak ihlâllerinden bıkan İstanbul ahalisi, Yahudisi ve Hristiyanı ile, İslâmın adâlet düsturlarının bizzat Padişah tara-fından da uygulandığını ve kendilerinin İslâmın teminâtı altında İstanbul’da daha rahat hayat yaşayacaklarını anlayınca, Fâtih’in fetih hareketine direnmek şöyle dursun, çok kısa bir zamanda tam bir şekilde intibâk ettiler. Fetih sırasında yaşanan bazı müşahhas misalleri vermek istiyorum:
İstanbul'daki Kiliselerin Varlığı Fâtih'in
Müsamahasının Eseridir
İslâm devletler hukukunun hükümlerine göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehl-i kitâba ait ma'bedlere asla dokunulmaz; ancak yenilerinin inşaasına da müsaade edilmez. Eskiden beri var olanlar tamir edilebilir. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir. Yani İslâm hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün ma'bedleri yok eder ve gayr-i müslimleri de sürgün edebilir. İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla fetholunmuştur. Ayasofya 'nın ve benzeri bazı kilise lerin camiye çevrilişinin meşrutiyet sebebi zikredilen hükümdür[3].
Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul'daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi. İstanbul'u Allah 'ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya 'yı cami haline getirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder. Papa z ve hahamlar heyeti, İstanbul'u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul'da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını, bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fâtih'e ifâde ederler; ancak kendisine, kendilerine ve ma'bedlerine karşı İstanbul'un sulh yol ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu mânâya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir. Çevresindeki din âlimlerine danışan Fâtih Sultan Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilenlerin dışında kalan kilise ve havralara, hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir.
Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının, Fâtih'in din ve vicdan hürriyeti anlayışı olduğunu, Osmanlı Devleti'nin şanlı Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, verdiği bir fetvada vuzuha kavuşturmaktadır Bu fetvanın orijinali aynen şöyledir:
"Merhûm Sultan Muhammed Hân-Aleyh'ir-rahmetü vel'ğuf-rân-hazretleri, Mahmiye-i İstanbul'u ve etrafındaki karyeleri anveten feth eylemiş midir? El-Cevab: Ma'ruf olan anveten fetihdir. Amma kenais-i kadime sulhen fethe delâlet eder. Sene hamsin ve erba'ın ve tis'a-mi'e (945) tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara tâifesi el altından Sultan Muhammed Hân ile ittifak edüp Tefrûk'a nusret etmeyecek olub Sultan Muhammed dahi anları seby etmeyüp halleri üzere mukarrer edecek olub bu vechile feth olundu deyu şahadet edüp bu şahadet ile kenâis-i kadîme hali üzere kalmıştır. Ketebehu Ebussuud"[4].
Görülüyor ki, Fâtih Sultan Mehmed'in Sırbistan'da tatbik edeceğini va'd ettiği "Her caminin yanına birer kilise inşasına müsaade" durumu, İstanbul'da da tatbik olunmuştur. Fener'de Abdi Subaşı Mahallesindeki Caminin biti şiğinde Rum Patrikhanesi ile kilisenin mevcudiyet i, Osmanlı Devleti'nin gerçek mânâda din ve vicdan hürriyetini göstermiyor mu? Edirnekapı Caddesinin son kısmında yer alan Mihriman Sultan Camii'nin hemen karşısında bir Rum kilisesinin inşasına müsaade etmek, bu hürriyetin mad-dî delillerinden değil midir? Müslümanların gayr-i müslimler hak-kındaki ulüvv-i cenab ve müsamahasına karşılık, gayr-i müslim devletlerin geçmiş asırlarda, özellikle Endülüs'de; son asırlarda ise Osmanlı hâkimiyetinden çıkan memleketlerde kalan müslüman ahaliye reva gördükleri muâmeleler, tamamen din ve vicdan hürriyetini ihlal ettiğinden, mukayese bile edilemez. İşte fethin huku-kî neticelerinden bir tanesi[5].
Fâtih sultân Mehmed, günümüzdeki Avrupalılar gibi çifte standartlı davranmamıştır. Nazarî planda va'd ettiğini, uygulam adaki bazı hatalar dışında aynen tatbik etmiştir. Bunun canlı bir misalini, zimmî lere tanınan hakları yazılı bir emir ve ahidnâme haline getiren Fâtih Sultan Mehmed'in fetihden sonra İstanbul Galata’daki gayr-i müslimlere verdiği fermânında bulunan şu cümlelerden anlıyoruz:
"Ben Ulu Padişâh ve ulu şehinşâh Sultan Muhammed Hân bin Sultân Murâd'ım. Yemin ederim ki, yeri göğü yaradan Perverdiğar hakkı içün ve Hazret-i Resûlün-Aley'is Salâtü Ve's-Selâm-pâk, münevver, mutahhar ruhu içün ve yedi Mushaf hakkı içün ve yüz yirmi dörtbin peygamber ler hakkı içün, dedem ruhîçün ve babam ruhîçün, benim başım içün ve oğlan ların başîçün, kılıç hakkîçün, şimdiki hâlde Galata'nın halkı;
1. Kendülerin âyinleri ve erkânları ne vechile câri ola-gelirse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler. Ben dahi üzerlerine varub kal'alarını yıkub harâb etmeyem.
2. Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bilcümle metâ'ları ve avretleri ve oğlan cıkları ve kulları ve câriyelerin kendülerin ellerinde mukarrer ola, müte'ârız olmayam ve üşendirmeyem.
3. Anlar dahi rençberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi deryâdan ve kurudan sefer edeler, kimesne mâni ve müzâhim olmaa, mu'âf ve müsellem olalar”.
Fetihden sonra asırlarca İstanbul’da tatbik edilen bu ulvî esaslardan dolayıdır ki, hâlâ o günün gayr-i müslim nüfusunun torunları İstanbul’da oturup ticâret yapabilmektedirler ve maalesef müsâmahası ile yaşadıkları Osmanlı ecdâdımıza da hakâret etme cesâretini kendilerinde bulabilmektedirler.
Netice olarak, daha evvel Bizanslıların keyifleri ile başbaşa yürüyen Roma Hukukunun eskimiş kâideleri ve adâlet yerine zulüm dağıtan Bizanslı hâkimler ile hayatını devam ettiren İstanbul Şehri, fetihden sonra, bırakınız insan haklarını karıncanın dahi hukukuna tecâvüz ettirmeyen İslâm Hukuku gibi mükemmel bir hukuk sistemi ve Mahkemede Fâtih ile Rum ustayı aynı iskemleye oturtan Hıdır Bey gibi hâkimleri bulmuştur.
İslâm Hukuku nun hükümlerini derleyen fıkıh kitaplarındaki şer‘î hükümlerin tatbiki yanında, İslâm Hukukunun ülül-emr e tanıdığı içi boş yasama yetkisi kullanılarak başta Devlet Teşkilâtı Kanunnâmesi olmak üzere, 80 küsur Kanunnâme hazırlamak da, yine fethin meyveleri arasında yer alıyordu ve bu uygulam a İslâm Hukuk tarihinde ilk idi.
2- Fethin İlim Alanındaki Neticeleri
İstanbul fethedildiği zaman, buradaki hristiyan ilim adamları hâlâ papazların tesirinde idiler ve hâlâ dünya yuvarlaktır diyenlere kem gözlerle bakmakta idiler. Zaten parlak bir ilim hayatından da bahsedilemezdi. Fetihle beraber, İstanbul ilim aleminin ve özellikle de dünyanın çevresini metre metre ölçmeye çalışan Hoca Çelebi’ler’in, Molla Fenârîlerin ve benzeri allâmelerin merkezi ve otağı haline geldi. Daha evvel eğlencelere ve gayr-ı meşru âlemlere sahne olan İstanbul Sarayları, fetihden sonra ilmî tartışmalara ve her çeşit ilimde yazılan hârika eserlerin devlet büyüklerine takdim ihtifâllerine sahne olmaya başladı.
Dünya’nın ilk büyük Üniversitelerinden biri olan Fâtih Külli-yesi, fethin mühim bir meyvesiydi. Bu Üniversite’de ders kitâb-larından biri İbn-i Sina’n ın El-Kanun Fit-Tıb adlı dev eseri olan Tıbbıye’den tutun da, ders kitâblarından biri Seyyid Şerif Cürcânî’nin Şerh’ül-Mevâkıf adlı kelâm ve felsefe ansiklopedisi olan Medreselere kadar her çeşit ilim okutulmaktaydı. Avrupa’daki Rönesans hareketleri , İstanbul’un fethi ve İstanbul’a getirdiği ilmî havanın tesiriyle başlamıştı. Zira sadece dinî ilimler değil, bilinen ve herkesçe duyulan Fâtih’in toplarını dökecek teknik elemanları yetiştirecek ilim yuvaları İstanbul’da kurulmuştu.
Avrupa nefis muhâsebesi yapmaya başlamıştı. Fâtih’e İstanbul’u fethettiren İslâmın teşvikiyle sonuna kadar açılan ilim kapıları ve ilim adamlarına hürmetti. Kendilerini İstanbul’dan çıkaran ise, dünya dönüyor diyen ilim adamlarını idam edecek kadar cehlin gayyâ kuyusuna dalmalarıydı. Yani Avrupa’daki Rönesans hareketleri, denilebilir ki, İstanbul’un fethiyle başladı. Böylece İstanbul’un fethi, cehâlete esir düşen Avrupa’nın da ilim tarafından fethi demekti.
Fetihden sonra İstanbul, bütün alanlardaki ilim adamları için, hicret edilmesi şart olan bir vatan haline gelmişti.
3- Fethin Siyâsî Ve Sosyal Alanda Kazandırdıkları
Bilindiği gibi, Osmanlı devleti, Osman Bey ve Orhan bey zamanlarında devlet değil bir beylikti. Osmanlı’nın başında bulunanlara sultân veya Padişah değil, bey veya eski tabirle Emîr-i Kebir denmekteydi. I. Murâd Hüdâvendigâr, kendisine Sultân ünvânını verdiyse de, başta Osmanlı’nın manen hâkimi durumunda olan Memlüklüler olmak üzere, hâricî devletler, Osmanlı Devletini müstakil bir devlet olarak görmüyorlardı ve yazış-malarında bahsettiğimiz Emir-i Kebir ünvânını kullanıyorlardı[6]. Bu durumu, Yıldırım Bâyezid kısmen yıkmıştı ki, malum Timur hâdisesi ve fetret devri başladı. İşte Osmanlı Devleti tabirini, hem içeride ve hem de dışarıdaki bütün kesimlere karşı kabul ettiren, İstanbul’un Fâtih tarafından fethi idi ve artık yıkıldığı güne kadar, Osmanlı Devlet-i Aliyyesi tabiri dost ve düşmanın dilinden düşmedi. Cumhuriyetten sonra Osmanlı İmparatorluğu oldu ve bu sene de yeniden Osmanlı devleti haline geldi.
O halde diyebiliriz ki, Osmanlı Devleti, fetih ile devlet haline geldi.
İstanbul’u Dünyanın tek süper devletinin başşehri haline getiren fetih hareketinin, sosyal açıdan da İstanbul’da bir süper değişiklik yaptığını ifâde edebiliriz. Evvela İstanbul’da yaşayan insanlar , asırlarca devam edecek bir huzur ve adâlet ortamı ile tanıştılar. Kumkapı’da, Edirne Kapı’da ve Sultân Ahmed’de, bir tarafdan camilerin minarelerinden ezan sesleri duyulurken ve müminler huzur içinde namaza koşarken, aynı Kumkapı’da ve aynı Edirne Kapı’da Hristiyan lar ve Yahudiler, tıpkı müslümanlar gibi huzur içinde Kilise ve Havralarına koşabiliyorlardı.
Müslüman ve gayr-i müslim bütün İstanbul sâkinleri, öylesine sosyal hizmetlerden yararlanıyorlar ve sosyal yardımlardan istifâde ediyorlardı ki, sadaka taşlarına bırakılan zekât paraları, bazan günlerce bekliyordu da, kimse elini uzatmışordu. Yani sosyal yapıyı, müslümanı ile ve gayr-i müslimi ile ıslâh eylemişti.
4- Ticârî ve İktisâdî Alanda Getirdikleri
İstanbul’un fethi, dünyanın ticâret ve ekonomik dengelerini de değiştirdi. Bir tarafdan keşifleri teşvik ederken, diğer tarafdan, İstanbul’u dünya ticâretinin merkezi haline getirdi. Fâtih zama-nında hazırlanan Dellâliyye ve Gümrük Kanunnâmelerinin hüküm-lerinden anladığımız kadarıyla, Londra , Bağdad, Uzakdoğu ve Rus mallarının önemli bir kısmı, İstanbul’da pazarlanmaktaydı. İstanbul, İpek yolunun finans merkezi olmuştu. Som altından dökülen Muhammedî akçeler, dünya papa çevrelerinde en çok tutulan para birimi haline geldi.
İstanbul’da ticâret, kaidelere bağlandı. İstanbul’a mal getirecek tüccâr, hangi dinden olursa olsun, malından alınacak vergi mikdarını biliyordu. İslâm Hukuku nun verdiği müsaadeye dayanılarak, şehbenderlik denilen ticârî konsolosluklar açılmıştı. Fâtih zamanında Venedikliler ve Rumlara verilen İmtiyâz fermânları bunları açıkça ortaya koyuyordu.
Kısaca İstanbul’un fethi, Rönesans hareketlerini başlatmak ve gayr-i müslimlere adâleti göstermekle, Avrupa için de bir fetih olduğu gibi, hem müslüman Türklerin ve hem de bütün İslâm âleminin medâr-ı iftihârı ve dünyanın da dört yüz yıl boyunca tek süper devleti olması meyvesini vermiştir.
İstanbul, Yeniden ve Ma‘nen Fethedilecek
Birinci dünya savaşından Osmanlı Devleti’nin mağlup ayrılmasıyla ve fethin sembolü olan Ayasofya ’nın müze haline getirilmesiyle, İstanbul, maddeten olmasa dahi manen esâret altına girmiştir. Son yirmi yıldır, İstanbul’daki hayatın fuhşa, eğlenceye ve fethin ruhuna aykırı olan herşeye mağlub düşmesi ise, bu manevî esâreti daha da arttırmıştır.
Ancak nasıl Resûlüllah , İstanbul’un bir “güzel ve bahtiyar bir kumandan” tarafından feth edileceğine işâret eylemiş ise, Âhir zamanda İstanbul’un manen fethedileceğini beş on tane hadisiyle müjdelemiştir. Bu manevî fetih, İstanbul’un İslâm’ın yeniden ihyâsına merkez olması ve bu büyük hareketin sembolü olarak da Ayasofya ’nın minarelerinden “Tekbir” seslerinin yükselmesiyle olacaktır.
Bahtiyardır, bu manevî fetih ordusunda vazife alan ve alacak olan müminler!
Fâtih ’in fethinin 549. yılını kutlarken, yeniden ve ma‘nevî alanda tahakkuk edecek olan ikinci fethi, rahmet-i ilâhiyyeden bekliyor ve “istikbâl inkılâbâtı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır” diyoruz.
[1] Suyûtî, Feyz’ül-Kadîr, V, sh. 262
[2] Elmâlı, Hak Dini Kur’an Dili, sh. 3956; Şemseddin Sâmi, Kamus’ül-A‘lâm, c. III, sh. 1757-1758
[3] Cin, Halil/Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, c. 1, sh. 393 vd.
[4] Ebussuud, Ma'ruzat, İst. Üniv. Kütüphanesi, Türk-çe Yazmalar No: 1798, vrk. 130/a-b.
[5] Osman Nuri, Mecelle -i Umur, 1/217-218
[6] Bkz. Feridun Bey, Münşeât, Fâtih Devri Fermânları