İlk Türk Devletlerinde Kültür Ve Medeniyet

wien06

V.I.P
V.I.P
İLK TÜRK DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE MEDENİYET

Kültür ve Medeniyet Nedir?

Kültür bir toplumun sahip olduğu dil , din , gelenek , sanat ve hayat tarzı gibi unsurların bütünüdür.Bir başka deyişle , bir milletin tarihi boyunca meydana getirdiği maddi ve manevi değerlerin bütünüdür.

Medeniyet ise gelişmiş , büyük kültür değerlerinin bütünleşmesiyle meydana gelir.Kültür milli , medeniyet evrenseldir.Kültürler milletleri , milletler de medeniyeti doğururlar.Örneğin , İslam medeniyetinin içinde Arap , Fars ve Türk kültürleri bulunmaktadır.

Türk kültürünün temelini , büyük ölçüde Andronova kültürü oluşturmuştur.Bu kültürün unsurları , daha gelişmiş haliyle Türk kültürü içinde yer almıştır.Türk kültürünün çıkış bölgesi , Aral gölünün doğusu ile Tanrı ve Altay dağları arasıdır.Orta Asya’nın bu uçsuz bucaksız bozkırlarından doğan kültürün temelinde , öncelikle tabiata hakim olma anlayışı yatmaktadır.

Değişken ve sert iklimde uzun mesafelere ulaşılması , hızlı hareket edilmesini gerektirmiştir.Yaşantıları içinde at , bu yüzden en önemli vasıta olmuştur.Türkler at sayesinde geniş topraklar üzerinde gidip gelebilmişler , tabiatın sert yapısına karşı durabilmişerdir.Kendilerinden başka kültürlerlede irtibata geçen Türkler , onlardan çeşitli alıntılar yapmışlardır.Böylece kendi kültürlerini zenginleştirmiş ve geliştirmişlerdir.

Atın yanında , Türk kültüründe en önemli unsur , demir maddenin kullanılması olmuştur.Bu sayede Türkler demirden çeşitli eşyalar ve silahlar yapmışlardır.Bu da onlara diğer toplumlar yanında üstünlük sağlamıştır.Demirin Türk kültür hayatında vazgeçilmez bir yer edindiği destanlardan da anlaşılmaktadır.
İlk Türkler yaşamak için tabiatın sert yapısına ve diğer kavimlere karşı büyük mücadele vermek zorunda kalmışlardır.Böylece Türk toplumu kendine has devlet sistemini geliştirerek diğer kavimlere göre bu konuda öncelik hakkı elde etmiştir.
Türk devlet sistemi , kısa zamanda düzen , disiplin , fedakarlık , adalet , ve müşterek hayat gibi prensipler üzerine oturtulmuştur.Bu sayede Türk devlet sistemi , kısa zamanda emsallerinin önüne geçmiştir.Sonuçta da Türk medeniyetinin ürünü olarak çeşitli Türk devletleri kurulmuştur.

I.Devlet Yönetimi

Türklerin en belirgin özelliklerinden birisi teşkilatçılık yetenekleridir.Bu yüzden tarih boyunca yıkılan bir Türk devletinin , yerine hemen yeni bir türk devleti kurulmuştur.Bunda Türklerin bağımsızlığa olan tutkularıda rol oynamıştır.Dünya da bir veya birkaç Türk devleti var olmuştur.Bu sebeple Türk tarihi bütünlük içinde devam etmiştir.Türk hükümdarları ve yöneticileri “devlet halk için vardır” prensibiyle hareket etmişlerdir.Topraklarını koruyarak , halkı barış ve refah içinde yaşatmak için çalışmışlardır.

Eski Türkler devlete “il” diyorlardı.Siyasi teşkilatlanmanın en üst kademesi devletti.Devlet içinde birleşmiş olan halk “töre” denilen ortak idari ve hukuki düzenle yönetilirdi.Yani , Türk devleti , yurdu koruyan , milleti huzur ve barış içinde yaşatan bir siyasi kuruluştu.

Türklerde bağımsızlık duygusunun temeli , Türk kültüründe yatmaktadır.Bozkırlarda yaşayan Türk , her zaman yer değiştirmek imkanına sahipti.Hürriyetini kaybetme tehlikesi ile karşılaştığında , geçim vasıtası olan hayvanlarını alarak hür ufuklara doğru giderdi.
Türkler hür yaşadıkları topraklarına bağlıydılar.Türklerde ülke ve vatan anlayışı , daima siyasi bağımsızlık düşüncesi ile birlikte yürümekteydi.Eski Türk , yalnız hür ve bağımsız oturabildiği toprağı vatan sayardı.

Hakan, hakan , Türk devletlerinde egemenliğin ve siyasi iktidarın en başında gelen unsuruydu.Türk hükümdarları , şanyü , kağan , han , yabgu , ilteber , idi-kut ve erkin gibi ünvanları kullanırlardı.

Hakan olmanın kaynağı ilahi idi.Yani Türk hükümdarına yönetme hakkının Tanrı tarafından verildiğine inanılırdı.Türk hükümdarı “kut” ile donatıldığı için işbaşına gelebilmekteydi.Ancak kutlu hanedan soyundan olanlar hükümdar olabiliyordu.Bu anlayışa göre , devlet yeryüzündeydi ; fakat iktidar Tanrı’dan geliyordu.
Türk hükümdarı dört şekilde tahta çıkabiliyordu:

a.Hanedan üyeleri arasındaki siyasi ve askeri mücadeleyi kazanan , hükümdar olarak tahta çıkıyordu.Türk tarihinde , tahta çıkmada en çok rastlanan şekil buydu.Mücadele kardeşle kardeş , amca ile yeğen , baba ile oğul arasında olabiliyordu.Türk kültüründe anne ve babaya itaat esastı.Fakat hükümdar bunun haricinde tutulmuştu.Babasını devirip tahta çıkan hiçbir Türk hükümdarını kamu oyu suşlamamıştır.Buna Mete ve Yavuz Sultan Selim örnek verilebilir.Mücadele ne kadar şiddetli ve ağır olursa olsun halk normal karşılamıştır.Bu sayede devlet yönetimi hükümdar ailesinden en güçlü olana verilmiş oluyordu.

b.Hükümdarın rakipsiz aday olması , kolayca tahta çıkmasını sağlıyordu.Bunun yanında , hükümdar adayının yetenek , bilgi ve güç bakımından çok kuvvetli olması da , onu tahta çıkışta rakipsiz bırakıyordu.Böylece başa geçmesi kolaylaşıyordu.

c.Hükümdarın tahta çıkmasındaki diğer şekil ise seçim usulü idi.Hükümdar ölünce , en yüksek dereceli meclis (kengeş , toy , kurultay , veya meşveret meclisi) toplanırdı.Hanedan üyelerinden birini hükümdar seçerdi.Meclis desteğini alan hanedan üyesi genellikle hükümdar olurdu.

d.Hükümdarın tahta çıkışında uygulanan bir diğer sistemde ekberiyet sistemi idi.Bu sistem uzun süre tartışılmış ancak XVIII. Yüzyıl başında Osmanlı Devletinde kabul görmüştür.Alınan bir kararla ailedeki ekber (en büyük) ve erşed (en sağlıklı) olan kişi hükümdar yapılmıştır.Bu usul Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar uygulanmıştır.

Gök Tanrı dini , Türk hükümdarına bütün dünyayı yönetme yetkisi veriyordu.Bu anlayış Türk cihan hakimiyeti’ne uzanan felsefenin temelini meydana getiriyordu.Bununla beraber , Türk hükümdarı , sınırsız bir hakimiyete sahip değildi.İdari yetkileri bazı şartlarla sınırlanmıştı.Hükümdarın görevi dağınık boyları toplayıp nüfusu çoğaltmak , halkı doyurmak ve giydirmekti.Türk hükümdarı “gece uyumadan , gündüz oturmadan çalışmakla yükümlüydü.Hükümdar bu görevlerini yerine getirmediği zaman kendisine Tanrı tarafından verilmiş olan kut’un Tanrı tarafından geri alındığına hükmedilirdi.Böylece , hükümdar meşruluğunu kaybeder ve iktidardan düşürülürdü.

Hatun, hükümdarın eşine verilen isimdir.Türk devletinde hatunlar söz sahibiydiler.Devlet siyesetine yön veren , devlet reisliği yapan , naip olarak devleti yöneten hatunlar görülmüştü.

Meclisler:Asya Hun Devleti’nde devamlı bir devlet meclisi (danışma kurulu) vardı.Ayrıca her yılın 9. ayında genel bir toplantı yapılırdı.Bu toplantıda ordu teftiş edilir , hayvan sayımı yapılır ve memleket meseleleri üzerinde görüşme açılırdı.

Avrupa Hun Devleti’nde de görevi sürekli olan bir “seçkinler meclisi” bulunuyordu.Bu kurulda , yalnız siyasi ve askeri konular değil , ekonomi ve kültür işleri de görüşülüp karara bağlanırdı.

Göktüklerde ve Uygurlarda da bu meclisin yetkileri genişti.Ünlü Göktürk hükümdarı Bilge Kağan , şehirleri surlarla çevirmek ve Taoculuğun yurtta yayılmasını teşvik gibi iki önemli konuyu bu meclise getirmişti.Fakat meclis , başta devlet danışmanı Tonyukuk olmak üzere , bu tekliflere karşı çıkmıştı.Uygurlarda hanedan dışından hükümdar seçilmesi dahi bu meclisin yetkileri arasındaydı.

Millete danışma tarzındaki bu gelenek Oğuzlarda , Hazarlarda , Tuna Bulgarlarında , Peçeneklerde ve Kıpçak-Kumanlarda da devam etmiştir.


II.Ordu

Türk ordu teşkilatı , tarihte Türk devletlerinin temel kuruluşlarından biri olmuştur.Zaten , Türklerin çok sayıda devlet kurmalarının dayanaklarından birisi de disiplinli ve sistemli ordulara sahip olmalarıdır.

Başlangıçta askerlik , Türklerde özel bir meslek değildir.Herkes , hatta kadınlar bile savaş sanatını bilirler , gerekirse kendi beylerinin komutasında orduya katılırlardı.Türk halkı gerektiğinde ordusunun yanında mücadeleye katılırdı.Bu bakımdan Türk toplumu “ordu-millet” deyimi ile nitelendirilmiştir.
İlk düzenli Türk ordusu , büyük Türk hakanı Mete tarafından kurulmuştur.Bu nedenden dolayı Mete’nin tahta çıkış tarihi olan M.Ö. 209 yılı Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir.

Ordu birliklerinde “onluk sistem” kullanılmaktaydı.Birlikler 10’un katlarıyla gruplaştırılıyordu.En küçük birlik 10 , en büyük birlik ise 10000 kişiydi.10000 kişilik birliklere tümen adı verilmiştir.

Türk askerlik sistemi içerisinde en önemli vasıta “at” idi.Askeri savaş taktiklerinin uygulanması hareketlilik ve kıvraklık istiyordu.Türklerde at sayesinde her türlü savaş manevrası ve taktiğini en iyi şekilde uygulamıştır.Türklerin askeri bakımdan üstünlük kurmalarının temelinde insan , at ve silah unsurlarını çok iyi kullanmaları yatmaktadır.Orta Asya’da bir “Türk atı” tipi doğmuştur.Bu atın başı ve kulakları küçük , göğsü ve sağrıları kuvvetlidir.Gür ve uzun yeleli olan bu atın genel yapısı küçüktü.Yine Türk atı süratli ve son derece dayanıklıydı.
Orta Asya Türk ordularının silahları , genelde hafif silahlardır.Bunlar bir askerin taşıyabileceği ağırlıktaydı.Kullanılan belli başlı silahlar ok , yay , kılıç , kalkan , kargı , çomak , mızrak , süngü ve bıçaktı.Türklerin özellikle keskin kılıçları , ıslık çalan okları , kavisli yayları meşhurdu.Türkler bu silahları kendileri yapıyorlardı.


Strateji Ve Taktik

Strateji ; milli politikanın gayelerini gerçekleştirmek için , silahlı kuvvetler ve ikmal maddeleri gibi askeri vasıtaları dağıtma ve kullanma sanatıdır.Bir bakıma orduyu başlangıçtan savaş durumuna getirme faaliyetidir.
Taktik ise , düşman karşısında askeri kıtaları en verimli şekilde kullanma bilim ve sanatıdır.Türkler tarih boyu bu iki askeri kavramın hakkını vermişler ve bu sayede askeri mücadelede genelde önde yer almışlardır.
Bir bölgeyi almak isteyen Türkler , önce keşif seferleri , arkasından da yıpratma savaşları yaparlardı.Genelde düşmana en büyük darbeyi okçu süvari birlikleri vururdu.Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliklerine ok yağdırıp şaşkına çevirirler , diğer birlikler de düşmanı çevirip imha ederlerdi.Savaş sırasında süvari birlikleri yarım ay biçiminde açılarak , merkezdekiler geri çekilirlerdi.Buna “sahte ricat” denilirdi.İstenilen yere çekilen düşman kuvvetleri , pusudaki kuvvetler tarafından çambere alınarak yokedilirdi.Türklerin ustalıkla uyguladığı bu taktiğe “Turan Taktiği” denilmiştir.


III.Hukuk

Hukuk ; kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallara verilen isimdir.Orta Asya’da Türk devletlerine ait özel bir belge yoktur.Bu yüzden hukuk kuralları ile ilgili bilgileri Orhun Kitabeleri ve Çin yıllıklarından öğrenmekteyiz.
Türklerde sosyal hayatı “töre” adı verilen yazılı olmayan kurallar düzenlemekteydi.Her konuda törenin ne olduğunu küçükler büyüklerden öğrenerek yetişirdi.Türk töresi nesilden nesile pratik hayat içerisinde yaşanarak aktarılmıştır.

Türk devletlerinde , sosyal düzeni sağlamada önemli yeri olan , mahkemeler vardı.Bu mahkemelerin başında bulunan kişilere “yargan” adı verilirdi.S uçluyu devlet takip eder ve cezasını verirdi.Kağanın başkanlık ettiği mahkemeye ise “yargu” (yüksek devlet mahkemesi) denilirdi.Burada siyasi nitelikli büyük suçlar görüşülürdü.Töre hükümlerinin hiç şaşmadan uygulandığı bu mahkemede siyasi suçlular yargılanırdı.

Türk töresi oldukça sert ve kesin hükümleri kapsıyordu.Cezaları ağırdı.Türk töresinde hırsızlık yapma , adam öldürme , ırza geçme suçlarının cezası çok katıydı ve tavizsiz uygulanırdı.Türk töresi toplum yapısının belkemiğini oluşturduğundan töreye kimse itiraz edemezdi.Hüküdar bile töreye karşı gelemezdi.


IV.Sosyal Hayat

Eski Türklerde toplum hayatında aile bütün sosyal bünyenin çekirdeği durumundaydı.Kan akrabalığına dayanıyordu.

Türk ailesi küçük aile tipindeydi.Tek kadınla evlenme yaygındı.Kadın hürdü ve Türk topluluğunda saygı görürdü.Ata biner , ok atar , top oynar , hatta ağır sporlar yapardı.Namusuna düşkün olan Türk kadınının savaşta düşman eline geçmesi aşağılatıcı bir durum sayılırdı.

Ailelerin birleşmesiyle “urug” , urugların birleşmesiylede “boy”lar meydana gelirdi.
Boyların başında “bey”ler bulunurdu.Beylerin görevi , içi dayanışmayı sağlamak , hak ve adaleti düzenlemek , gerektiğinde boy’un çıkarlarını silahla korumaktı.Boy’ların birleşmesiyle “bodun” meydana gelir ve başında “han” bulunurdu.Bodun , boylar arasındaki sıkı işbirliğinin meydana getirdiği siyasi topluluktu.

Eski Türk topluluğunda kişilerin ferdi hukuku tamdı.Hür bir iktisadi hayat yaşanıyordu.Yaygın hürriyet havası sebebiyle her aile başlıbaşına bir “il” sayılabilirdi.Siyasi birliğe dahil boylar , bu yüzden birbirlerinden kolayca ayrılıyor ; aynı bölgede veya başka bir yerde yeni bir il kurmak için toplanabiliyorlardı.Aileler ve fertler , göç sırasında kendilerine ait taşınabilir malları beraberlerinde götürebiliyorlardı.bu malları istedikleri gibi kullanabiliyordı.Böylece hürriyet duygusu ve serbestçe davranma eğilimi daima canlı kalıyordu.

Bozkırda yaşayan Türkler ise , hayvan gücünden yararlandıkları için , insan gücüne gerek duymuyorlardı.Bu durum eski Türk devletlerinde köleliği ve bazı zümrelerin imtiyazlı hale gelmelerini engelliyordu.

V.Ekonomi

a.Hayvancılık
Orta Asya’daki Türk ekonomisinin başlangıçta temelini hayvancılık oluşturuyordu.Daha sonra tarım ve ticaret de , ekonomideki yerini aldı.
Orta Asya’nın yer yüzü şekilleri , iklimi ve Türklerin yaşayış tarzları , hayvancılığın gelişmesini sağlamıştır.Türkler en çok at ve koyun beslemişerldir.Yiyecek , içeceklerinin yanı sıra giyimleri için bazı ihtiyaçlarını bu hayvanlardan sağlamışlardır.Dışarıya sattıkları mallar arasında da canlı hayvan ilk sırayı almıştır.

b.Tarım
Türk kültürünün gelişmesiyle bozkır otlaklarının dışındaki verimli topraklarda yapılmaya başlanmıştır.Hunların buğday ve darı yetiştikleri bilinmektedir.Özellikler yerleşik hayata geçen Uygurlar döneminde , tarım çok gelişmiştir.Uygurlar her türlü ekin yanında , çeşitli sebze ve meyveyi de yetiştirmişlerdir.Tarımda sulamaya önem verilmiştir.Göktürkler zamanında açılan Tötö Kanalı bugün dahi kullanılmaktadır.

c.Ticaret
Türk devletleri komşu ülkelere canlı hayvan , kösele , deri , kürk , hayvani gıda satarlar , karşılığında ekin ve giyim eşyası satın alırlardı.
Asya Hunları , Göktürkler , Uygurlar Çin ile batı Hunları , Bizans ile bu esaslarda ticaret anlaşmaları yapmışlardı.

Hazar Devleti de,kıtalar arasındaki yolların kavşak noktasında bulunduğu için, temelleri ticari siyasete dayalı bir devletti.
Türklerle komşuları arasında sürekli rekabete konu olan büyük kazanç vasıtalarından biri de “İpek Yolu” idi.Bu yol,Çin’den Akdeniz kıyılarına ve Anadolu’ya kadar uzanıyordu.İpek Yolu,Batıyı Uzak Doğu’ya Hint’i Çin’e bağladığı için felsefelerin , dinlerin , geleneklerin ve sanat eserlerinin iletilmesinde büyük rol oynuyordu.Bu özellikleri ve iktisadi önemi sebebiyle , İpek Yolu’nun geçit yeri olan İç Asya bölgesi , bin yıl süreyle Türk ve Çin siyasetlerinin ana hedefi olmuştu.

Hazar ve Bulgar ülkelerinden başlayarak Ural-Güney Sibirya-Altaylar-Sayan Dağları üzerinden Çin’e ve Amur nehrine ulaşan daima Türklerin elinde bulunan yolda da canlı bir ticaret faaliyeti vardı.İpek Yolu’na kuzeyden paralel uzanan bu yola “Kürk Yolu” denilmiştir.

d.Maliye
Türk devletlerinin ekonomisi , mağlup ve bağlı devletlerden alınan yıllık vergilere ve armağanlara , ayrıca halktan toplanan vergilere dayanıyordu.Asya Hun Devletinde vergi toplamakla görevli memurlar vardı.
Ayrıca işlek ticaret yollarından sağlanan vergi ve gümrük gelirleri, madencilikten elde edilen yüksek gelir de mali gücü arttırıyordu.
Eski Türkler , para olarak , daha çok üzeri resmi damgalı ipek parçası kullanmışlardır.

e.Sanayi
Dünyanın en büyük devletlerini kuran Türklerin , önemli ölçüde ve çağına göre daima ileri bir savaş sanayisine ihtiyaçları vardı.Bu üstün sanayi , demir sayesinde kurulmuştur.Daha önce ise , Altay’da gerçek bir altın endüstrisi bulunyordu.


VI.Bilim Ve Sanat

Tarih içinde evrensel değer kazanan Türk sanatının kaynakları , Orta Asya’ya kadar uzanmaktadır.Hunlar dönemine ait mimari eser bulunamamıştır.Yalnız Selenga Nehri civarında; Ulan Ude’de etrafı surlarla çevrili ve içinde evlerin yeraldığı bir yerleşim merkezinin izleri bulunmuştur.Bunun yanında , bulunan kabartma resim örnekleri , Hun döneminde ileri bir sanat anlayışının varlığını ortaya koymaktadır.

Türklerin yaşadıkları hayat tarzı , sanatlarına da yansımıştır.Bulunan savaşçı ve hayvan tasvirleri bunu göstermektedir.Özellikle , Göktürkler döneminden kalan mezar taşlarında , bu tür resimlerden örnekler bulunmaktadır.Göktürk Kitabeleri de başlı başına sanat değeri taşımaktadır.Uygurlar , benimsedikleri dinin de tesiriyle taştan kubbeli Maniheist mabetler yapmışlardır.Hoço’da bulunan saray harabesinde duvarların yontulmamış taşlardan yapıldığı ve harçla örtüldüğü görülmüştür.Yine Hoço’da bulunan kubbeli mezar anıtları da Uygurlara aittir.Uygurlar döneminden kalan , saray kalıntılarının duvarlarında çok güzel freskler bulunmaktadır.Uygurlar zamanından kalan minyatürler ise Manihesit kitaplardan sayfalardır.Minyatür , eski yazma kitaplarda görülen , ince bir sanatla işlenmiş olan küçük renkli resimlerdir.Uygur minyatürleri daha sonraları İslam minyatürlerinin kaynağını oluşturmuştur.

Türkler belli dönemlerde resim ve minyatür sanatları yanında heykel ve musiki gibi sanatlarla da uğraşmıştır.Yarı göçebe olan Türklerde sanat , genellikle küçük ve kolay taşınabilir eşyalar üzerinde yoğunlaşmıştır.Türklerin bozkırda hayvanlarla olan yakın ilgileri ; kemer tokaları , kılıçlar , at koşum takımları ve diğer süs eşyaları üzerine pars , kurt , kaplan , kuş , geyik , at gibi hayvanların görünüşlerini işlemelerine sebep olmuştur.Buna Türk resim sanatında “hayvan üslubu” denilmiştir.

Türk sanatı içinde , en gelişmiş unsurlardan biriside musikidir.Orta Asya’daki ilk Türk devletlerinde müzik önemli bir yere sahipti.Bu gün Türk musikisi , kanun ve prensipleriyle diğer köklü dünya müzikleriyle boy ölçüşmektedir.Türk musikisinin güçlü olmasının birinci nedeni ; kökünün çok eski olup , Orta Asya’ya kadar uzanmasıdır.

Türk musikisinin ilk örnekleri kopuzla çalınan dini nitelikli nağmalerdir.Kopuz, daha sonra Türklerin gittikleri her bölgeye girmiştir.Asya’da Orta Avrupa’ya kadar her yerde tanınan ve sevilen kopuz , adeta Türk kültürünün damgasını oluşturmuştur.Hunlarda halk türkülerinin , Göktürk ve Uygurlarda grup musikisinin oluşturduğu , tarihi kayıtlarda mevcuttur.

Türkler , nefesli , telli ve vurmalı müzik aletlerini kullanmışlardır.Müzik , aynı zamanda Türklerde hükümdarın egemenlik sembolü sayılmıştır.Bir musiki kuruluşu sayılan Türk mehter takımının tarihi başlangıç noktası Orta Asya’dır.Yine vurmalı çalgıların da kökeninin Orta Asya olduğu anlaşılmıştır.
 

wien06

V.I.P
V.I.P
VII.Yazı Ve Dil

a.Yazı
Yazı , düşüncenin harflerle ifade edilerek kalıcı hale getirilmesidir.Söz ve hareket geçicidir , iz bırakmaz.Buna karşılık yazı sürekli bir tanıktır.Bu çerçevede Orta Asya Türkleri de Göktürk Ve Uygur yazılarını yaygın olarak kullanmışlardır.

Göktürk (Orhun) Alfabesi
Göktürk Kitabeleri’nde kullanılan gelişmiş alfabe , Türklerin çok daha önceleri yazıyı kullandıkları fikrini kuvvetlendirmiştir.Nitekim , yapılan son araştırmalar da bu fikri desteklemektedir.Isık gölü civarında M.Ö. V ve VI. yüzyıllar arasına ait olduğu tespit edilen Esik Kurganı’nda gümüş bir kepçe bulunmuştur.Bu kepçe üzerindeki yazının Göktürk alfabesiyle yazılmış olduğu anlaşılmıştır.Yine , M.Ö. II. yüzyıla ait Tanrı dağlarındaki Kurday Kurganı’nda bulunan beş harfli yazıda Orhun alfabesiyle yazılmıştır.38 harften oluşan Göktürk alfabesi ; Uzak Doğu’dan , Orta Avrupa’ya kadar geniş bir alanda kullanılmıştır.

Uygur Alfabesi
Uygurlar döneminde , Göktürk alfabesi bırakılmıştır.Muhtemelen , Hint kültürünün ürünü olan Sogd alfabesi benimsenmiştir.Uygurlar bu alfabeyi kendilerine göre küçük değişiklikler yaparak kullanmışlardır.18 harften oluşan bu alfabeye Uygur alfabesi denilmiştir.Göktürk yazısı daha çok sert cisimlere kazınarak yazılırken , Uygur alfabesi kağıt üzerine yazılmaya elverişli görünmektedir.Bu alfabe VIII ve XVIII. yüzyıllarlar arasında Türk ve Moğol devletlerinde yaygın olarak kullanılmıştır.

Uygurlar döneminde , kağıt üzerine yazı yazma , kağıt yapımı da geliştirilmiştir.Uygurlara ait tahtadan yapılma yüzlerce harf bulunmuştur.Bundan da Uygurların ilkel tipte bir matbaa yaparak , baskıya geçtikleri sanılmaktadır.Uygurlar , Çin ve Hint eserlerinin pek çoğunu Türkçeye çevirmişlerdir.Kendileri de çok sayıda yazılı eser meydana getirmişlerdir.Uygurlar döneminden kalan en önemli eserlerden biri olan “Altun Yaruk” Çinceden Uygur Türkçesine çeviridir.Buda dinine ait dini ahlaki konuları işlemektedir.Yine “Sekiz Yükmek” ve “İki Kardeş Hikayesi” de en meşhur Uygur metinleri arasındadır.

b.Yazı

Türk Dilinin Önemi
Orta Asya’da Türk diye nitelenen kavimlerin en önemli müştereği dil , yani Türkçe idi.Çeşitli Türk boyları , önceleri değişik adlarla anılırdı.M.S. VI. yüzyıldan itibaren bu boylara genel isim olarak Türk denmesinin birinci dayanağını Türk dili oluşturdu.Boylar , konuşmaları sayesinde tek bir millet olduklarını anladılar ve beraber yaşama arzusu duydular.

Türk Dilinin Ailesi
Dilimizin tarihi , milletimizin tarihi kadar eskidir.Türkçe dünyadaki çeşitli dil grupları arasında Ural-Altay dil grubu içinde yer alır.Finlilerin ve Macarların dili de Ural dilleri içine girer.Altay dilleri arasında ise Türkçe ile birlikte Moğol , Mançur ve Kore dilleri vardır.Türkler soy bakımından Moğollardan ve Korelilerden ayrıdır , ama dilleri onlarınki ile aynı kökten çıkmıştır.Bu diller sonradan birbirinden ayrılmış , aralarında sadece eski bir akrabalık kalmıştır.

Türkçenin ilk dönemlerine ait yazılı belge olmadığı için , Türk dilinin ilk dönemleri hakkında açık ve kesin bilgilere sahip değiliz.Ancak , Orhun Kitabeleri’ndeki ifade ve kelime zenginliğine bakılarak , Türkçe’nin başlangıç tarihi çok eski devirlere götürülmektedir.


VIII.Edebiyat

Edebiyat ; duygu düşünce ve hayallerin söz ve yazı halinde etkili bir şekilde anlatılması sanatıdır.

a.Sözlü Türk Edebiyatı
Türk dilinin , edebiyat olarak ilk örenekleri sözlüdür.Bunlar halk dilindeki destan ve efsanelerdir.Destan ve efsaneler bir milletin fikir ve düşünce tarihidir.Zafer ve acılarının hatıra defteridir.Destan ve efsanelerde Türklerin düşünce ve inançları , milli kahramanlıkları anlatılmaktadır.Orta Asya Türklerinin en önemli destanları ; Saka Türklerinin “Alper Tunga” ve “Şu” , Hun Türklerinin “Oğuz Kağan” , Göktürklerin “Bozkurt” ve “Ergenekon” , Uygurların “Türeyiş” ve “Göç” , Kırgızların ise “Manas” destanlarıdır.

Dede Korkut Hikayeleri de yazılı hale gelmeden önce , sözlü edebiyatın ürünleri durumundaydı.Oğuz Kağan Destanı ile Mete’nin hayatı arasında büyük benzerlikler bulunmuştur.Fakat Mete , Oğuz Han’dır diye kesin bir hükme varılamamıştır.Türk destanlarında genellikle gökten inen ışık , kurt , bazı mucizevi güçler motif olarak işlenmiştir.

Sav , koşuk ve sagular da Türk edebiyatının sözlü ürünleri arasındadır.Türkler, ölüm törenlerinde (yuğ) matem şiirleri söylemişlerdir.Bu şiirlerden halka hizmet eden , halkın değer verdiği üstün komutan ve hükümdarlar için söylenenlere “sagu” denilmiştir.Saka Türklerinin hükümdarları olan Alper Tunga’nın ölümünden sonra söylenen sagu , buna en güzel ve en meşhur örnektir.Koşuklar , şölenlerde kapuz eşliğinde söylenip çalınan , aşk ve tabiat temalarını işleyen manzum eserlerdir.Savlar ise atasözleridir.Bunlardan başka Bizans kaynakları , Hunların kendilerine mahsus halk türküleri söylediklerini yazmaktadır.

b.Yazılı Türk Edebiyatı
Türk edebiyatının bilinen ilk yazılı örnekleri VIII. yüzyılda taş üzerine kazınarak yazılan Orhun (Göktürk) ve Yenisey Kitabeleri’dir.Orhun nehrinin eski yatağı üzerinde bulunan Orhun Anıtları ; Kül Tegin (732) , Bilge Kağan (735) ve Tonyukuk (720-725) adlarına dikilmiştir.Anıtlardaki kitabeler , zamanına göre akıcı ve edebi bir dille yazılmıştır.Göktürk alfabesiyle yazılan kitabelerde Türklerin devlet anlayışı , devlet görevlilerinin sorumlulukları ve vatan sevgisi konularına değinilmektedir.Ayrıca , Türk beyleri ve kavimlerinin eleştirileri yapılmaktadır.Türklerin , Çinlilerin yıkıcı propagandalarına nasıl kurban gittikleri sergilenmekte , bağımsızlığı geri almanın ne kadar zor gerçekleşeceği anlatılmaktadır.Devlet kurma ve bağımsızlık fikirlerinin de işlendiği kitabelerde , geleceğe yönelik değerli öğütler verilmektedir.

Orhun Kitabeleri , Türk kültür tarihi açısından büyük önem taşımaktadır.Çünkü bunlar , Türkçenin , Türk edebiyatının , Türk tarihinin ilk yazılı belgeleridir.Orhun Kitabeleri’nin yazarı Yuluğ Tigin (Yolluğ)’dir.Kitabeler , ilk olarak İsveçli bir subay tarafından tarafından bulunmuştur.Daha sonra 1893 yılında Danimarkalı dahi bilgin Wilhem Thomsen kitabeleri çözmüştür.Kitabelerdeki yazılardan ilk olarak ; Tengri , Türk ve Kül Tegin kelimeleri okunmuştur.Thomsen kitabelerin tam tercümesini 1922 yılında yayınlamıştır.Kitabelerin bulunuşu , dünyada yankı uyandırmış ve Türk kültürüne karşı ilgi artmıştır.

Ergenekon Destanı
Göktürk Menşe Efsaneleri ve Ergenekon Destanı'na Göre Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışı Göktürklerin "Kurttan Türeyiş"lerine dair Çin kaynaklarında da geçen üç efsane vardır. Aslında bu efsanelerin hemen hemen aynısı M.Ö. 119'da Hunlar tarafından büyük bir yenilgiye uğratılan Wu- sunlar için söylenir. Efsaneye göre Hunlar bir taarruz neticesinde Wu-sun kralını öldürmüş, onun oğlu Kun-mo küçük olduğu için Hun hükümdarı ona kıyamamış ve çöle atılmasını emretmiş.

Küçük Kun-mo dişi bir kurt tarafından emzirilmiş ve bu olayı uzaktan seyreden Hun hükümdarı, çocuğun kutsal biri olduğuna inanarak, büyüdüğünde onu Wu-sunların kralı yapmış, içinden Göktürkleri de çıkaran, Çinlilerin Kao-çı (Yüksek Tekerlekli Arabalılar) ve T'ieh-li (Tölös) dedikleri, Orhun nehrinden Volga kıyılarına kadar geniş bir alana yayılan bu güçlü Türk kavimler topluluğu için de "kurttan türeyiş" efsanesi aynı motifi işler. Çin'deki Toba sülalesi devri kaynaklarında efsane özetle şöyle anlatılır:

"Kao-çı kağanının çok akıllı iki kızı varmış. Öyle iyi kalpli ve akıllılarmış ki, babaları onların ancak tanrı ile evlenebileceklerini düşünerek, kızlarını bir tepeye götürmüş. Ancak tepeye ne tanrı gelmiş ne de onlarla evlenmiş. Kızlar burada beklerken ihtiyar bir erkek kurt tepede dolaşmaya başlamış. Küçük kız, kardeşine bu kurdun tanrının kendisi olduğunu söyleyerek tepeden inmiş ve kurtla evlenmiş. Bu suretle Kao-çı halkı bu kız ve kurttan türemiş." Bu efsanelerin tekamül etmiş şekli, tarihî realiteye de uygun olarak, Göktürk menşe efsanelerinde ve Ergenekon Destanı'nda görülür. M.S.570'te ortaya çıkan Çin'deki Sui Sülâlesi devrinde Göktürklerle yakın münasebet kuran Çinliler, Türklerden öğrendikleri efsaneyi tarih yıllıklarında not etmişlerdir. Efsane şöyledir:

"... (Göktürklerin) ilk ataları Hsi-Hai, yani Batı Denizi'nin kıyılarında oturuyorlardı. Lin adlı bir memleket tarafından, onların kadınları, erkekleri, büyüklü-küçüklü hepsi birden yok edilmişlerdi. Yalnızca bir çocuğa acımışlar ve onu öldürmekten vazgeçmişlerdi. Bununla beraber onun da kol ve bacaklarını kendisini Büyük Bataklığın içindeki otlar arasına atmışlardı. Bu sırada dişi bir kurt peyda olmuş ve ona her gün et ve yiyecek getirmişti. Çocuk da bunları yemek suretiyle kendine gelmiş ve ölmemişti. (az zaman sonra) çocukla kurt, karı koca hayatı yaşamaya başlamışlar ve kurt da çocuktan gebe kalmıştı. (Türklerin eski düşmanı Lin devleti, çocuğun hâlâ yaşadığını duyunca) hemen kendi adamlarını göndererek, hem çocuğu hem de kurdu öldürmelerini emretmişti. Askerler kurdu öldürmek için geldikleri zaman, kurt onların gelişinden daha önce haberdar olmuş ve kaçmıştı.

Çünkü kurdun kutsal ruhlarla ilgisi vardı. Buradan kaçan kurt, Batı Denizi'nin doğusundaki bir dağa gitmişti. Bu dağ, Kao-ch'ang (Turfan)'ın kuzey-batısında bulunuyordu. Bu dağın altında da çok derin bir mağara vardı. (Kurt) hemen bu mağaranın içine girmişti. Bu mağaranın ortasında büyük bir ova vardı. Bu ova, baştan başa ot ve çayırlıklarla kaplı idi. Ovanın çevresi de 200 milden fazla idi. Kurt, burada on tane erkek çocuk doğurdu. (Göktürk Devleti'ni kuran) A-şi-na ailesi, bu çocuklardan birinin soyundan geliyordu." Efsanede Türklerin yaşadığı ve göç ettiği yer olarak gösterilen Batı denizi, kimi tarihçilere göre Turfan'ın kuzey batısında yer alan Balkaş gölü veya Aral, hatta Hazar iken kimi tarihçilere göre de Isık göldür. Isık göl ve civarı, Kırgızların millî destan kahramanı olan Manas'ın da yaşadığı bir bölgedir. Ancak burada önemli olan menşe efsanesinin, Göktürklerin "Ergenekon Destanı"nın ilk şekli olmasıdır. Bütün Türk boylarında derin izler bırakan bu destan, içinde tarihî olayları barındırması bakımından da dikkate değerdir. Destan özetle şöyledir:

"Türk illerinde Göktürk oku ötmeyen, Göktürk kolu yetmeyen bir yer yoktu. Bütün kavimler birleşerek Göktürklerden öç almaya yürüdüler. Türkler çadırlarını, sürülerinin bir yere topladılar. Çevresine hendek kazdılar, beklediler. Düşman geldi. Vuruş başladı. On gün vuruştular, Göktürkler üstün geldi." Düşman, Türkleri er meydanında yenemeyeceklerini anladığından hileye başvurur ve Göktürkleri gafil avlayıp, çadırlarını basar. Büyük bir katliam gerçekleşir.

İl Han'ın küçük oğlu Kayan (Kıyan) ve yeğeni Tukuz (Negüz) kadınlarıyla birlikte düşmanın elinden kaçar ve onların bulamayacağı bir yere "Ergenekon" a (Sarp Dağ Beli) gelirler. Burası geçit vermez, sarp dağlarla çevrili orta yeri düz, verimli bir ovadır. Burada bir müddet sonra nüfusları gittikçe çoğaldığında, birbirine akraba, ayrı ayrı "oba"lar oluşturdular. Nihayet dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri Ergenekon'a sığamaz oldu. Kurultay toplayıp, Ergenekon'dan çıkma kararına vardılar. Çıkış için tek bir geçit vardı fakat burası da demirdendi. Bir demirci ustasının fikriyle demir dağ büyük bir ateş yakılıp, devasa körüklerle harlandırılarak eritildi. Nihayet, Börteçene (Bozkurt) adlı bir başbuğun liderliğinde, Türkler Ergenekon'dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar.

Özetlenen bu destan, İlhanlı tarihçisi Reşideddin tarafından nakledilirken, araya Moğollar da serpiştirilerek, büyük ölçüde tahrif edilmiştir. Ancak destanda geçen motifler ve çağrıştırdıkları olaylar, destanın Göktürklere ait menşe efsanelerinin tekamül etmiş hâli olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Börteçene, Göktürklerin soylarını dayandırdıkları Asena gibi mübarek ve yol gösteren bir kurttur. Hun birliği dağıldıktan sonra, destanın girişinde belirtildiği gibi, Türkler Altay dağları civarına çekilmişler ve bir müddet Juan-Juanlar'ın hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Demircilikte ileri giden Göktürkler, Juan-Juan hükümdarının "Sizler demircilikle uğraşan kölelerimsiniz" diye aşağılanmalarını hazmedemeyerek, onlara savaş açmışlar ve yaklaşık dört yüz yıl süren suskunluktan sonra, 545 yılında büyük bir zafer kazanarak istiklâllerinin temelini atmışlardır. Reşideddin'in de Camiü't-Tevarih'te yazdığı üzere, Ergenekon'dan çıkış, bir bayram olarak kutlanmış, önce Türk kağanı, ardından beyler, bir parça demiri ateşe salıp kızdırdıktan sonra, örs üstünde çekiçleyerek, Ergenekon'u Türk an'anesinde canlı tutmuşlardır.

Göktürk hükümdarlık ailesi Aşına soyundan gelmekteydi. Yukarıda ifade ettiğim efsanelere göre Aşına soyu dişi bir kurttan türemişti ve bu inanış sebebiyle de Göktürk Devleti alâmeti, altından kurt başlı sancak olmuştur. Ergenekon efsanesi, Hun devletinin yıkılmasından sonra, Türklerin yaşadığı zorlukları anlatmaktadır. Dolayısıyla, tarihen yaşanmış olaylar, Göktürklerin, Hun devletinin bir devamı olarak ortaya çıktıklarının bir delilidir. Nitekim devlet yapılanmasının Hunlarla aynı olması da bu fikri kuvvetlendirir.




Sonuç olarak ilk Türk devletlerinden , maddi ve manevi , pek çok kültür mirası kalmıştır.Türklerin yerleşik hayat tarzını benimsemeleri sebebiyle saray , tapınak , kale , sur vb. gibi mimari eserler ağırlık taşımıyordu.Bozkırların çetin tabiat şartları da , kalan eserleri büyük ölçüde yok etmiştir.Bununla beraber , Asya’nın ve Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde hazine , kitabe , mezar eşyası gibi kalıntılar günümüze kadar gelebilmiştir.

Bunlar arasında , Türkistan’da Alma-Ata yakınlarındaki Esik kurganınında bulunan altın ve gümüş eşyalar , seramikler ve altın bir zırh önem taşımaktadır.
Macaristan’da ortaya çıkarılan Avar eserleri arasında dökme aletler ve üzerinde hayvan mücadele tasvirleri bulunan at koşum takımları dikkat çekicidir.Arnavutluk’taki Prostovats altın hazinesi de Avar döneminden kalmadır.
Göktürkler çağına ait çok sayıda balbal bulunmuştur.Bunlar sanat endişesiyle yapılmamıştır.Bu döneme ait Orhun Yazıtları büyük önem taşımaktadır.
Yerleşik hayata geçen Maniheist Uygurlara ait Bezeklik ve Hoço kalıntılarındaki resimler , kitaplardaki minyatürler bu dönem hakkında fikir vermektedir.Doğu Türkistan Uygurlarından kayalara oyularak yapılmış çok sayıda tapınak , ayrıca saray kalıntıları bulunmaktadır.

Tuna Bulgarları döneminden , Şumnu yakınlarında ki Madara’da bulunan 40 metrekarelik bir kaya kabartmasından Kurum Han görülmektedir.İtil Bulgarlarının başkenti Bulgar şehrinin kalıntıları da günümüze kadar gelmiştir.
Orta Macaristan’daki Nagy Szent Miklos (Nagi Sent Mikloş) ve Güney Rusya’daki Perescepine hazineleri Peçenek sanatına ışık tutmaktadır.Nagy Szent Miklos’taki altın kaplar üzerinde Türkçe kitabeler bulunmaktadır.
Türk kültür ve sanatın manevi alandaki etkileri ise çok geniş alanlarda duyulmuş ve günümüze kadar süregelmiştir.

Tobol ve İşim ırmakları arasındaki Sabar (Sibir)’ların etkisi yüzyıllarca devam etmiştir.Sibirya adı bunlardan biridir.Bu dolaylarda yaşayan halkın kahramanlık hikayelerinde ve masallarında Sabarlar bugün dahi geniş yer tutmaktadır.
V. yüzyılın ilk yarısındaki Hun-Burgond savaşları , Almanların ünlü Nibelungen destanına konu olmuştur.XII. yüzyıldaki Kuman-Rus çarpışmaları ise Rus milli destanı olan İgor Destanı’nın meydana gelmesini sağlamıştır.
Avar’lardan dil alanında da bazı hatıralar kalmıştır.Hırvat dilindeki askeri-idari ünvanlar bunlar arasındadır.Yunanistan’daki Navarin , Arnavutluk’taki Antivari şehir isimleri de Avarlardan kalmadır.

Bazı yer isimlerinde Hazarların da etkileri vardır.Hazar Denizi’nin , Ukrayna’nın başkenti Kiyef şehrinin , Moskova’daki Kremlin sarayının adları bu etkilere örnektir.Tuna-Tisa arasında pek çok adı Kumanların hatıralarıdır.
Spor , teşkilat , askerlik vb. gibi alanlarda Türk tesiri yaygın olmuştur.Atçılık , güreş , okçuluk , gülle atma , cirit gibi sporlar ve avcılık Türklerde yaygındı.Çeşitli top oyunları Hunlar çağında mevcuttu.Bu oyunlar , Göktürk döneminde Çin’e girmiştir.Kayak sporu , Altaylar’da çok eskiden beri yapılmaktaydı.Kayakçılığın dünyaya buradan yayıldığı ileri sürülmektedir.
Askerlikte hafif süvari birliklerinin kullanılmasına Türk örneği öncülük etmiştir.Romalılar yay’ı , 10’lu sistemi , ceket , gömlek , pantolon giymeyi Türklerden öğrenmişlerdir.Türk ordularının , ünlü “Turan taktiği” de önce Roma , sonra Bizans tarafından taklit edilmiştir.Türk savaş kıyafeti Çin’de ve Bizans’ta uygulanmıştır.

Buna karşılık , Çinliler de kendi kültürlerini Türklere kabul ettirmek için uzun süre uğraştılar.Kuvvetli oldukları zaman , Türkleri Çince konuşmaya , Çinliler gibi giyinmeye zorladılar.Bunu gerçekleştiremeyince , Türk kültürünü din yolu ile değiştirmeye çalıştılar.Maniheizm , Budacılık , Taoculuk gibi düşünce ve inanışların Türkler arasında yaygınlaşmasına çalıştılar.Bunda başarılı oldukları zaman , geniş Türk kitlelerini kendi bünyelerinde erittiler veya bunların kurdukları devletlerin zamanla Çinlileşmesini sağladılar.

Çin ipeği Türklere çekici geliyordu.Halbuki bu tür kumaşlar , bozkırlardaki çetin yaşam şartlarına ve askerliğe uygun değildi.Çinliler lüks merakını ve rahat yaşama alışkanlığını teşvik ederek , Türklerin yaşayış şeklini değiştirmeye çalıştılar.Bunda başarılı oldukları ölçüde , askeri niteliğin kaybedilmesini sağladılar.
Fakat bu kültür baskısına karşı Türkler şiddetle direndiler.Böylece milli varlıklarını korumayı başardılar.Dirençlerini kaybettikleri zaman ise , ya Çin boyunduruğuna girdiler ya da kültür değişikliğine uğrayıp Çinlileştiler.
 
Top