İclal Aydın ( d. 14 Eylül 1971 - )

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
ADAM KADIN VE ÇOCUK

Adam önce kitapları topladı.
Kadın kapısı kapalı ağlıyordu
Çocuk merdivenlerde oturmuş
Zaman dursun istiyordu
Bir ayrılığın üç dalıydılar
Birikmiş ne varsa atma zamanıydı şimdi
Çocuk merdivenlerin basamaklarını saydı
Saçlarını çözdü bir daha ördü
Kadın kapı kolunu tutmak kapıyı açmak
Adamın yanına gitmek istedi
Adam resimleri ayırdı
Bir ayakkabı kutusuna koydu
Çocuk kapı ziline paktı
Kadın duvardaki saate
Adam açık olan pencereye
Bir ayrılığın üç kahramanıydılar
Zaman durmuyor adam kalmıyor
Kadın engel olmuyordu
Zaman duramıyor adam kalamıyor
Kadın engel olamıyordu
Çocuk boynundaki ipli anahtarla kapıyı açtı
Çizgili defterinin arasından
Kuruttuğu gelincik çiçeğini aldı
Kadın balkon kapısını açtı
Rüzgar perdeleri uçurdu
Adam açık pencereyi kapattı
Masanın örtüsünü düzeltti
Bir ayrılığın üç adamıydılar
Adam gitti...
Kadın kaldı....
Çocuk büyüdü
Şimdi gelincik bir ayakkabı kutusunda,
Beyaz siyah resimlerle birlikte.
Ayakkabı kutusunun anısı çocuğun kilitli kalbinde
Bir ayrılığın üç resmiydiler.
Adam kadın ve çocuk
Perdeler kapı kolu ve merdiven
Bir ağrılığın üç şahidiydiler
İCLAL AYDIN
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
KALANLARIN ARDINDAN


Oldum olası sevmem vedaları.Hoş, kim sever ki?Otobüs yazıhaneleri ve garlar hep sıkıntı salar içime. Anonslar; telaşlı, terli, sinirli insanlar.Gidenler, gidecekler için gelenler, bavullar, paketler, denkler, yükler.Ağlayanlar bir de... Bir otobüs camının ardından hadi gidin artık" diye el eden, buruk, buruşuk yüz.Bütün bunlar işte "yaşayan" bir vedanın gri, mat resminden kalanlardır hafızamda.Geçen hafta gazetelerin birinci sayfasında uğurlama törenlerinin fotoğrafları vardı.Beş aylık hamile bir genç kadın tabutunu okşuyordu kocasının.Nişanlı bir genç kız başka bir cenaze kalabalığı içinde dağınık saçları ve ışığı kaçmış gözleriyle boşluğa bakarken sevdiği adamla birkaç ay önce çekilmiş nişan fotoğrafını tutuyordu elinde. Kollarından tutanların arasında yığılmış, baş örtüsü sıyrılmış, ağlıyordu bir anne bir diğerinde.Şehit kocasının taze mezarı başında türkü söylüyordu bir kahraman kadın.Oğlunun ölü bedenini taşıyan bir ambulans şoförü gözyaşı döküyordu şaşkınlık içinde.Hepsini ortak eden keder ise hiçbirinin yolcusunun bir daha dönmeyecek olmasıydı.Kaç tür acıyla sınar Tanrı insanları? Dönecek diye kapıdan yolcu ettiğini bir daha görememek nasıl bir cennet yoludur en dar köprüsü cehennemden geçen?..Ne bileyim, bir zor geliyor bunları gördükten sonra yazmak.Doğru. Kim sever vedaları.Annem babasını uğurlamıştı bir sabah vakti. O koca adam küçücük kalmış, öyle acı çekiyordu ki hasta yatağında, annem dedemin saçlarını okşarken vaktin geldiğini anlamıştı sanki.Dönmeyeceğini bilerek yolcu etti."Gideceğini öğrendiğim gün yıkılmıştım" demişti yıllar sonra. Dedemin amansız hastalığını ilk öğrendiklerinde, doktoru "yapılacak şey yok" dediğinde yanmış yüreği en çok.Sonra alışmaya başlamış bu gerçeğe."Sınavlar bitmez, Allah dayanma gücünü eksik etmesin" demişti..O günden çok yıllar sonra bir vakit Berlin'deydim. Cem Karaca'nın sesinden dinliyordum, "Çok yorgunum, beni bekleme kaptan" diyordu.Bir gün döneceğini bilerek yaşamak ayakta tutuyormuş insanı, o zaman anladım.Oysa o şarkının sahibi Cem Karaca "dönek" diye isimlendirilmeden önce, dönmeyi bile hayal edemeyerek, dönüşünü bekleyenleri düşünerek yaşıyormuş memleketten çok uzaklarda..Gideni uğurlamak var, bir de "giden olmak" öte yanda.Hayat akıp giderken "vay gidene" derler bir zaman sonra.Yaşadığını bilmek bir yerlerde; döneceğini ummak, dilemek, dua etmek.Birini beklemek.Bunlar bile "hayat"ı sunuyor insana.Özlemeyi öğreniyor insan, gidenlerin ve "gidenden kalanların" ardından.Dönmeyeceğini bilmekle, yüreğine su veriyor insan ve su verilmiş yürek bir sabah çelik oluyor... Bir daha nasıl bir acı girebilir ki o yürekten içeri?


İCLAL AYDIN
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
YAKIN NE KADAR YAKINDIR?



Birbirini yıllardır görmeyen akrabalar ve eski dostlar vardır. Asla ama asla biraraya gelmezler.
Torununu yirmibeş yıldır görmeyen babaanne, kardeşiyle on yıldır konuşmayan ağabey, oğluyla çocukluğundan beri irtibatı olmayan baba, beş yıl önce yolları ayrılmış iki eski dost...Ne bileyim tuhaf gelir bana. Ama insan yaşadıkça ve şahit oldukça anlıyor galiba."Hımmm" çekiyor içinden. "Demek böyle böyle kopuyormuş insanlar"Yakınlarınız...Çoook yakın arkadaşlarınız mesela.Hiç düşündünüz mü nedir sizi birbirinize yakın kılan?Birlikte gülebilmek mi? Ya da ağlayabilmek mi? Ortak bir endişeyi büyütmek mi?Gerçekten niye seversiniz arkadaşlarınızı?Peki ya akrabalarınız?.Kardeşinizi veya annenizi neden sevdiğinizi hiç düşündünüz mü? Kocanızı? Karınızı? Çocuğunuzu?..Sadece damarlarınızda aynı kanı taşıyor olmanız mıdır sebep? Aynı kanı taşıdıklarınızı sevmezseniz Allah günah yazar diye korktuğunuzdan mı? Kan mı çeker gerçekten? Var mıdır böyle bir içgüdüsel dürtü?Bir gün o dürtüyü darmadağın eden bir gerçek hayatla karşılaştığınızda hissettiklerinizi tanıyor musunuz?Yırtıcı bir hayvanın öfkesine benzer içinize yayılan duygu.Bembeyaz bir kar yığının üzerine yavaş yavaş akan ve sıcaklığıyla kan eriten bir kan gibidir o öfke.Eşsizdir.Sıradan bir öfkeye benzemez.Çünkü sıradan bir hayal kırıklığından doğmamıştır.Binlerce hayal kırıklığı birikir içinizde, kuytuda bir yerde... Sizin bile haberiniz olmaz bu birikenden. "Affettiğinizi, hesaplaşabildiğinizi, umursamadığınızı, artık önemsemediğinizi" zannedersiniz. Ama bir gün.İşte o beyaz karı eriten kırmızı kan gibi sızmaya başlar öfkeniz.Bu bir öfke patlaması değildir, hayır!Bedeniniz bunca yıldır biriktirdiği zehiri dökmektedir.İçiniz soğumaya başlar yavaş yavaş, yavaş yavaş, yavaş yavaş.O soğukta sakinlikle koparıp atarsınız sizi birleştiren bütün yakın bağları..."Günah" bile korkutmaz artık sizi.Ve sonunda bir gün; ne kan, ne akrabalık, ne güzel günlerin anısı, ne belediye, ne de yeminler alanla vereni birarada tutabilir artık.Birbirini bir daha görmeyen "yakınlar" vardır.Asla ama asla biraraya gelmezler.Herkes kendi kapısından bakmaktadır kar içindeki o bahçeye.Veren çokk verdiğini düşünür, alan hep az aldığını...Ayrılığı hepiniz tanırsınız. Tanırsınız ama hiç düşündünüz mü neden seversiniz yakınlarınızı?Arkadaşınızı, eşinizi, annenizi, babanızı?Neden?


İCLAL AYDIN
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
AŞK SEVDİĞİM ŞEHİRLER GİBİDİR


Umarım uzun bir yoldur bu.Ve umanm bugüne dek karşımıza çıkanlardan ibaret değildir yaşam ve yaşamı yaşam kıldığına inandığımız aşk..Bana aşkı anlat derler..Kendimizce bir şeyler toparlarız her defasında.Ama çoğu el yordamı, göz karandır. Ölçüsü yoktur aşkın ya da aşkla dolu dolu yaşamanın. Herkesin kendine göre bir tarifi var sonuçta. Kimisi bol acılısını sevmekte kimisi ise kremalı bir tatlı olarak almayı tercih etmekte.Yaş değiştikçe tercihler de değişiyor ve evet, gerçekten her tercih bir vazgeçiş oluyor...Ben galiba bu işi pek kıvıramadım...Hoş, kıvırdım, büklüm büklüm ettim diyene de pek rastlamadım ama.. Galiba "aşk için söylenen her söze kandım" evet.Her şarkıda değilse de bazılarında el kaldırdım...Kimi şairlerin ve yazarların kimi satırlarından sonraysa yazmamak gerek diye düşündüm.Sizce de her aşkın ortak tek bir noktası yok mu?Her aşk tek kişilik değil mi aslında...Bir aşkta iki kişiye yer yok...Radyoda şarkı tutar mısınız kendinize?Ben şarkıları tutar ve hep tuttuğum kişiye kendi dilimden bir ileti sayardım.Yanlış olduğunu söylediler geçenlerde. Tersi olmalıymış meğer, şarkılardan bir mesaj çıkanlmalıymış... İki kişinin birbirine baka baka sağır dilsiz kalmasına bir çare yok galiba.Şarkılardan fal tutuyor insan sonunda... Bana her defasında içinde İstanbul geçen bir şarkı çıkıyor... O zaman düşünüyorum da... Aşk her şehirde farklı duruyor. Bazı şehirlere aşk pek uygun düşüyor.Bu sabah saçlarımı boyadım.Boya kutularının üzerinde renklerin ismini okurken biri ilgimi çekmişti, viyole, bakır kızılı, patlıcan gibi isimlerin arasında koyu bir kızılı tanımlamak için İstanbul demişlerdi.Aldım ben de... İstanbul yaklaşık dokuz yıldır eşlik ediyor her inişime çıkışıma...Herkes gidiyor, şehir kalıyor... Şehirden sevgililer geçiyor. Şehirden sevip kaçanlar, şehirden sevmekten korkanlar geçiyor...Şehir aşk eşkıyaları tanıyor; tüccarlar, üçkağıtçılar, aldananlar, aldatanlar, cesurlar ve suskunlar görüyor... Sonunda,Beyaz bir gecede hayal kırıklıklarıyla dolu eteğini toplamış çıplak ayak dans eden bir kadına dönüşüyor aşk...Ve kaç yaşına gelirse gelsin, kimin bedenine uğradıysa, derin kesikler bırakıp arka kapıdan sessizce çıkıp gidiyor...


İCLAL AYDIN
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
SEVİLMEYEN İÇİN



Binanın camlarına vuran uçak görüntülerine bakıyordu. Sırtı dönüktü. Pencerenin önündeki çiçeklere yaslanıyordu. Uzun bir süre kıpırdamadı "Havaalanına mı bakıyorsun?.." dedim. Hiç ses çıkarmadı. "Uçakları sayıyorsun o zaman!" diye yanına gittim. Binanın camlarına dikmişti gözünü. Zorla çevirip başını bana baktı; "Bir şey düşünüyordum" dedi. Düşündüğü "O şey"i iyi tanıyordum. Hepimiz tanıyorduk.Yarım kalmış her şey hafızada özel bir dosya edinir. "Belgelerim" dosyası içinde bir yer değil, "masa üzerinde ayrıca bir dosya edinir. O yarım kalmış şeye dair geçmiş, gelecek ve olan ne varsa o dosyada birikir. Her gün en az bir kere açılır o dosya. Saçma! Ama açılır işte... Oysa bitmiş, işlenmiş, sonlanmış ve gönderilmişler orada öylece beklemektedirler.Pencerenin önünden çekildi. Uçaklar iniyor ve kalkıyordu. Bilgisayarının başına oturdu. Sanırım bir kez daha o şeyi düşünmeye başladı... Belki de o şeyin "Sebebi" seni seviyorum demediği için, hep "ben de" diye geçiştirdiği için, bir kez olsun kendiliğinden aramadığı, hep arandığı; kendini hep uzak tuttuğu yani sevgide tutumlu ya da tutuk olduğu için ondan vazgeçemiyordu.Ya bir gün... Seni seviyorum derse! Hiç umulmadık bir anda sadece adının yazılı olduğu bir kart, bir mesaj, bir çiçek gelirse!.. Ya birden o güne dek anlaşılmamışların tümünü anlar ve susulmuşların tamamını konuşursa? Ya ansızın çalarsa kapıyı; özledim derse, böyleymiş meğer derse. Belki de bu yüzden, o şey yarım kaldığı için yani. Bitiremiyordu. Bu yüzden gözü yollara dalıyordu. Uçaklara, arabalara, uzaklara.Bilgisayarının başında, kafasında kördüğüm olmuş bir yumak, kalbinde toz duman, bir itiş kakış, öylece oturuyordu. Arkası yine bana dönüktü. Bütün bunları oturup konuşmak zorlama olacaktı belli ki. Arkadaşlık bazen susmayı gerektiriyordu. Ama konuşmasak da dedim ya, düşündüğü o şeyi iyi tanıyordumO da.Bu satırlardaki her üç kişiden ikisi gibi.O da.Bu satırları yazan gibi.O da.Tüm kadınlar ve erkekler gibi.O da.Dünyanın bütün çocukları gibi.O da...Sıradan günlere uyananlar gibi.Sevilmediğini düşünüyordu... "Yeterince" sevilmediğini.Ama... Aslında "Yeterince" nedir ki?...Sahiden...
Kime ne yeter ki?


İCLAL AYDIN
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
HAYAL KIRIKLIKLARININ KALBE BATAN PARÇALARI


Kapıyı çaldım. Uzun bir süre bekledim. Açtığında ağlıyordu. "N'oldu?" diye sordum. "Aman canım yok bir şey, sen gir, geliyorum ben" dedi. Salondaki en sevdiğim koltuğa oturdum. Anlamıştım ne olduğunu. Yüzünü yıkamış alnındaki saçlan ıslak girdi içeri. "Uyuyor mu?" dedim. "Uyuyor" dedi. Gözünden fındık gibi yaşlar dökülmeye başladı. "Benim hiç üzülmediğimi sanıyor galiba. Farkında değil beni nasıl yıktığının"...Biraz oturdum. Yapmamız gereken bir iki şey vardı. Onları hallettik. Sonra kalktım. Üzerimde bir ağırlık, bu sorunu paylaşmanın karşımdaki gözü yaşlı kadının acısını asla azaltmayacağının farkında olarak ve çok üzülerek yola koyuldum.Akşam yemeğe misafirlerimiz vardı. Misafirlerin yakın arkadaşlarımız olması hep işe yarar. Mutfağa yardıma sokabilirsiniz hemen. Salatayı yaparken misafirlerden biri "Ne okudun en son?" dedi. "Birkaç şey bir arada yine... Ama en son şeyi bitirdim. Candan Osma'nın kitabını. Artık içmiyorum diye bir kitap. Okumak lazım. Vereyim istersen" dedim. Konu içmekten açılınca içim bir daha acıdı elbette... Gündüz şahidi olduğum gözyaşları geldi aklıma.Kitabı önerdiğim arkadaşım "Ben içmiyorum artık" dedi. "Sen zaten içmezsin ki" dedim. "Yok yok hiç içmiyorum. Kırk yılda bir filan diye elime alıyordum ama hiç almıyorum artık" dedi. Merakla baktım yüzüne. Anlatmaya başladı. "Ankara'ya gittik geçen yıl. Bir arkadaşımızın düğünü vardı. Düğünde biri oturdu bizim masaya. Hızla içmeye başladı. Adam nasıl sarhoş oldu biliyor musun? Önce komiklikler yapmaya kalktı. Masa buz gibi oldu. Ondan sonra adamın bir alınganlığı tutsun. Bir agresiflik, bir saldırganlık. Ayakta duramıyor ama yıkılmıyordu da. Herkese sataşıyor, şarkı söylüyor. Bütün masa adamdan nefret ediyoruz. Bu arada adamın karısı kafasını kaldırıp bakamıyor bize. Sadece gidelim diye yalvarıyor. Sonra adam ağlamaya başladı. Ben çok sıkıldım, hadi kalkın gidelim artık dedim. Tam kalkarken bizim arkadaşlardan biri 'sen işte içince böyle oluyorsun' dedi. Saçmalama dedim ama gel bana sor. İstanbul'a dönene kadar yol boyu bunu düşündüm. Ben kırk yılda bir içiyorum derken meğer kırk yılda bir de olsa böyle bir felâket yaşatıyormuşum çevreme. O adama benzetilmek müthiş ağır geldi bana. Şimdi ne zaman masada içki görsem kendimi o adamın iğrençliğinde hayal ediyorum." Tanık olduğum tüm içkili geceleri ve çok sevdiklerimin içkili hallerini düşündüm.O durumlarını ertesi gün onlara izletsek neler yaşarlar acaba?... Sevmek çok fena bir şey aslında. Sevmek o kişiyi her suçuyla kabul etmektir ya bazen... O suça ortak olmaktır... O suçu yok saymaktır... O suçu görmezden gelmektir... O suçla yaşamayı kabul etmektir... Sevmek bazen kötü bir yüktür... Kalbi çizik çizik eden."Sevmek o kadının fındık iriliğindeki gözyaşlarını görebilmektir aslında. Sevdiğini düşündüklerinin kalbindeki çizikleri farkedebilmektir. Hayal kırıklıklarının kalbe batan parçalarını toparlayabilmektir.
Sevmek bazen iradedir..."


İclal Aydın
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
YALANLAR SÖYLE BANA


Epey olmuş, not etmişim bir yana... Yıllar önceden kalma bir konuşma. Ne kaldıysa aklımda yazmışım. Diyor ki notlarım: Aslında bir "yalan" avutacaktı onu. Gerçek umurunda değildi. Kalbinin beklediği tek şey biraz avutulmaktı işte. Sevdiği, onu sevmiyorsa bile seviyorum desin istiyordu. Adam belli ki hiçbir zaman istediği gibi sevmeyecekti onu. Ansızın çalmayacaktı kapısı mesela.Bir sabah çalıştığı masaya bir buket çiçek bırakılmayacaktı. "Bu şarkıyı anımsıyor musun?" diye sormayacaktı telefonun diğer ucundan. Birlikte bir yemek pişirilmeyecekti asla ve domatesler doğranırken haberlere birlikte kederlenilmeyecekti. Şefkatle okkşanmayacaktı ateşlenmiş alınlar. Aşk için ertelenmeyecekti hiçbir iş... Ve... Terk edilmeyecekti hiçbir "alışkanlık"... Sıradışı olmayacaktı bu ilişki. Bütün bunları biliyordu ama birisi ona tersini söylesin istiyordu. Biri ona "özel" olduğunu, her şeyin düzeleceğini, bütün bunların geçici olduğunu söylesin istiyordu.Sevilmemekten eskimiş kalbi bir yalanla tadilata girsin istiyordu. Razıydı, yeter ki biri kandırsaydı onu. İyi bir şey söylesin birileri, desin ki mesela "Aslında seviyor seni. Ama gösteremiyor sevgisini. Belli edemiyor işte. Öğrenmemiş nasıl sevilir bir insan? Hepsi böyle biliyorsun. Ama ben anladım, çok seviyor seni. Sen görmedin dün, arkan dönüktü ama öyle güzel baktı ki sana... Suskunluğu içine kapanıklığından, sevgisizliğinden değil inan bana." Böyle desin istiyor birileri. Kandırıyorum onu. Duymak istediklerini söylüyorum.Bir parça teselli bulsa da, o aslında sevdiğinin yalanlarını istiyor... Eski notlarımı okurken bunu bir yana ayırıyorum. Düşünüyorum da, gittikçe büyüyor kandırılma isteğimiz galiba..Gerçek olduğundan daha ağır geliyor çünkü artık. Daha dayanılmaz, daha kaldırılmaz oldu... İç karartan, umutsuzluğa alıştıran, bezdiren, hani olmasa daha iyi olur bir hale geldi. İşte bu yüzden artik kimin umurundaki gerçek? Kimin umurunda yani dayanılmaz sesli bir adamın bir ses yarışmasında ön sıralara çıkması? Kimin umurunda, ciğeri var mı yok mu bilinmez insanların köşe başlarında yol tutması? Kimin umurunda gözümüze baka baka var olanı yok diye gösterenler? Kimin umurunda her akşam yok olanı varmış gibi anlatanlar? Geçtiğimiz günlerde Pakize Suda "Genç kızlar kandırılmak istiyor" diye yazdı. Nicedir aklımdaydı aşk ve yalan yazmak. Tam da üstüne geldi Pako'nun yazısı.Üstelik sadece genç kızlar değil kandırılmak isteyenler... Sıraya girdik hepimiz... "Dertli gönlümüze bir yalan daha söyleyiniz, ömrümüz mutlulukla nihayet bulsun" diye beklemekteyiz. Bal gibi fakındayız oysa. Yazının başında anlatılan sevdalı gibi... Olmayacak bir iş ama birisi "olur" desin diye bekliyoruz... Bir yalanla avunacak kalbimiz... Hepsi bu!


İclal Aydın
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
ÖZÜR KABUL ETME SANATI


Özür dilemek için: Kimileri hediye alır. Kimisi çiçek gönderir. Kimi aracılarla derdini dile getirir. Bazısı bir şey yokmuş gibi yaşamaya devam eder. Ama iki kişinin arasına bir kez bir muz kabuğu düştüyse... Kapı kapandıysa sonra, yağmur başladıysa.... Biri dışanda kaldıysa... Birinin o muza basıp ayağı kaydıysa... Diğeri bunu anlamadıysa... Özür dilemek güç iş değildir ve bir şey eksiltmez insan ömründen. 150 adet kırmızı gülden daha "eder" bir karşılığı vardır içten bir özürün. "Hatalıyım" ya da "değilim, yanlış anladın" girişinin ardından gelen kısa, net ve anlaşılır bir başka kelime: Özür dilerim! Filmi geri almayacaksa da, yolu temizleyecek, kapıyı açacaktır. Ama aslında özür dilemek kadar önemli olan diğer şey o özrü kabul edebilmektir. Nasıl kabul edilir bir özür? Küstah bir edayla, affedici bir havayla, sessizlikle?.. Özür dileyeni ezerek? Küstürerek?..Sevgililer günü çılgınlığı içinde; istanbul'un her yanı kırmızıya bürünmüşken; "alın, alın, hediye edin, ne olur Allah aşkına bu kaseti, bu kitabı, bu telefonu, bu fincanı, bu mumu hediye edin" diye yalvaran ilanlar arasında bunlar geçti aklımdan... Hediyeler onarmıyor kırılan kalpleri. Bu yüzden satıcıların bu saçma baskılan komik geliyor bana. "Sevgilinize en güzel hediye,bu!" dedikleri de... Neyse... Yani... Hediye mediye alamadıysanız, size hediye veren de yoksa, takmayın kafanıza. Yaklaşık 7 yıldır benimle çalışan bir canım Meryem'im var benim. İki yıl önce eşimin sevgililer günü hazırlıklarından çok etkilenerek, o da kocasına bir gül alıyor. Yanılmıyorsam bir de kazak... Ertesi gün ağlayarak geldi; "Anlamadı bile... Kim çıkarmış bu sevgililer günü adetini? Bak hiç yoktu böyle bir bildiğimiz, mutlu mutlu yaşıyorduk... Sen de bundan sonra böyle yap; böyle bir gün yokmuş gibi yaşayalım yine. Bir şey beklemeyiz, bizden de bir şey beklemezler, oh, mis gibi..." Bir sonraki günse çamaşır suyunu boca ettiği kovaya bezleri daldırırken; "bir özür diledi, aldı bütün gönlümü. Patates salatası yaptım, eltimgile gittik..." Hediye mediye palavra bir yerden sonra... Var mı kırılan bir kalbi hakkıyla tamir edebileniniz? Ya da güçlü bir tamirci bileğiniz?... Özür dileyebilen bir dil, özür kabul eden bir kalp?...


İclal Aydın
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P



"Yeni haber yoksa bu iyi bir haberdir."

Soğukkanlı İngilizlerin bir sözü bu. Haksız sayılmazlar; kötü haber olacağına hiç olmasın daha iyi. Çünkü kötü haber vermek çok beter bir iş.

Nasıl söyleyeceğinizi bilemezsiniz. Umarım başınıza gelmemiştir. Ben birkaç kez yaşamak zorunda kaldım, çok ağırdı...

Beklenmedik bir ölüm haberiydi biri. Uzak bir şehirden misafirliğe gelen arkadaşım akşam yemeği boyunca dargın olduğu babasından söz etmişti tuhaf bir şekilde. "Lord gibidir babam, kravatla oturur kahvaltıya" diye başlamış, tabağındaki patates kızartmasına bakıp,"ben onun kadar güzel patates kızartan görmedim ömrümde" diye devam etmişti.

Gece yatmaya hazırlanırken geldi telefon. Ablasının eşi "uygun bir dille söyleyelim, babamı kaybettik bu akşam" diyordu. "Yapma" diyerek elimde telefon, koltuğa yığıldığımı anımsıyorum. Evdeki herkes başıma toplandı "ne oldu" diye.

İşte o an... "Şimdi nasıl söylenir, Allah aşkına nasıl söylenir?" diye kıvranılan o an...

"Baban bu akşam kalp krizi geçirmiş, enişten çağırıyor. Ben şimdi uçak bileti ayarlayacağım sana" diyerek koluna girdim.

Evin uzun koridorunda yürürken bana dönüp "öldü değil mi?" diye sordu.

Sustum... Yere yığıldı o anda. "Özür dilerim babacığım, özür dilerim" diye ağlıyordu...



***

Diğeri bir yakınımla ilgili. Umutla beklediğimiz biyopsinin olumsuz çıkmasıydı.

Doktor telefonda, "Pek iyi haberlerim yok size, sonuçlar beklediğim gibi çıkmadı. Sıçramış ama biz zaten ameliyatta her yeri temizlemiştik. Radyoterapi gerekiyor" diyordu...

Arabaya atlayıp sahil boyunca düşündüm. Geleceğe dair pek çok planı olan o kişiye nasıl anlatacaktım bunu... Haberi vermek bir yana, ben nasıl dayanacaktım bizi bekleyen zor günlere?..

Birkaç saat sonra yanına gittiğimde "her şey yolundaymış" diye başladım söze. "Doktorunun morali yerinde. İyi ki her şeyi temizlemişiz diyor, ameliyat o kadar başarılı sonuç vermiş ki, hücre bozulması olan yerleri de aldıkları için çok rahatlamış. Ancak önlem olarak radyoterapi öneriyor. Hadi bakalım geçmiş olsun hepimize. Ben yemek hazırlamaya gidiyorum" diyerek kalktım yanından...

Elimi tuttu..

"Ben kanser miymişim?" dedi gözümün içine bakarak...

"Hayır" dedim "kanserli olan her şeyi aldılar. Sen kanser değilsin!"

Ağlamaya başladı. "Kimseye söylemeyin ama.. Ben daha çok şey yapmak istiyorum. Sonra kanser hastasıyım diye kimse fırsat vermez bana."


***

Birlikte çalıştığım arkadaşlarıma iş yerimizin kapandığını ya da işten çıkarıldıklarını söylemek de böyle berbat görevlerdendi...

Bitmez bu kötü haberler... Hele ki Türkiye'deysen aç yaşarsın iyi ve güzel bir habere. Bu yüzden sözleri en acıklı şarkılarla göbek atar ülkem halkı. Ağlarken gülüverir, kollarını kaldırıp, parmaklarını şakırdatmaya başlar...

Gazetelere bakarken içim kavrulur sabahları. Kötü haberlerle dolu bir gündemde kendi kendini ucuz eğlence yöntemleriyle avutmayı öğrenmiş kalabalıktan kültürel yükselme beklemenin yersizliğini düşünürüm.

Kötü haber verirken neden bu kadar zorlandığıma şaşarım.

Susmanın ya da kelimelerle oynamanın neden hâlâ bu kadar önemli olduğunu düşünürüm. Kötü habere alışkındır çünkü içinde büyüdüğüm topluluk.

Ben yine de yaşamın içinde "iyi haberlere" inanırım. Habercinin "iyi"si "kötü"sü olmaz demeyin...

Bence olur...


***

İçiniz sıkıldı değil mi. Yaşamınızdaki kötü haberleri düşündünüz...

Peki iyilere sahip çıkmaya ne dersiniz?

Çocukça, basit, olduğu gibi, zahmetsiz bir öneri. Evet, "kuşlar" kötü haberler getiriyor bugünlerde. Ama güzel haberler de geleceğine inanmak istemez misiniz?

Ne dersiniz...




İCLAL AYDIN
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
DEĞER Mİ


Beşer yıllık aralarla hayatıma baktığımda ne kadar değiştiğimi ya da kendimi iyi - kötü ne kadar muhafaza edebildiğimi görebiliyorum.İnandıklarımın, uğruna cidden tartışabileceklerimin hatta kavga edebileceklerimin yani değerlerimin de değiştiğini görmek bazen rahatsız ediyor beni...Değerlerim: Beni şekillendiren, beni ben yapan, büyümekteyken bana öğretilen "insan olmanın" gereklilikleri...İyiliğin bu denli dudak bükülerek gözaltına alındığı bir zamanda, koşulları çetin, rüzgârları sert işlerde çalışmak değerlerinizi koruyabilmenizi daha zorlaştırır, hepinizin malumu.Zirveye tırmanırken üzerinizdeki ağırlıkları atmanızı telkin ederler size. Saçma gelir ilk duyduğunuzda.Ama kan ter içinde "yukarı" tırmanırken sırt çantanızdan atamadıklarınızın size ne kadar gerekli olacağını düşünmeye başlarsınız. Omzunuz acıyordur. Dizleriniz kesilmeye başlamıştır. Mantık da zaten sırtınızdaki "bu gereksiz yükleri bırak, öyle devam et" demeye başlar. Yukarıya giden yolculukta değerleriniz sanki birer "yük"müş gibi durur...Yanınızdakilere bakarsınız.İnsan olmanın bütün erdemlerinden soyunmuş olanların ne kadar hızla tırmandıklarını görürsünüz.Şaşırırsınız. Kendinizden şüpheye düşersiniz. Acaba zirvede sizi bekleyen ulaştığınızda sırtınızdakilere ne kadar ihtiyaç duyacaksınızdır?Bir an durup soluklanır ve çantanızda neler varmış, bakarsınız: Örneğin kalp kırmama inancınızı evirip çevirirsiniz. Ne işinize yaramıştır? Siz itina ederken kaç kişi aynı özeni göstermiştir ki? Çıkarıp bir yana koyarsınız.Sonra, kulağınızdaki "dargınlıklar yersizdir" küpesini de demode bulursunuz.Aslında sırt çantanızdaki en ağır yük "insan özüne duyduğunuz saygı"dır. Bir başkasına, onun varlığına ve tavrına gösterdiğiniz saygı. En ağırı budur ve zirveye koşanlar önce bunu çıkarıp atar...Siz de çıkartırsınız... Kimsede yoksa sizde olmasının ne anlamı olacak?Çocukluğunuzdan bu yana, bir işi yapıp bitirmekle gururlanmanın, bir iş yapmakla birini mutlu etmenin verdiği doygunluğun, görevini eksiksiz yaparak başarmanın verdiği huzurun yeterli olduğunu anımsatan "resim" çerçevesinin o çantaya nasıl sığdığına aklınız ermez.Çünkü artık bir iş yapıyorsan, ona göre bir "somut" karşılığı olmalıdır. Hatta o iş, en iyisi olmalı, o çerçeve yerine de Oscar gibi şahane ödüller taşımalısınızdır. Onu da çıkarırsınız. Zira yakınlık kurulabilecek önemli bir kişinin kartının kapladığı yer eski bir erdem çerçevesinden çok daha azdır.Sonunda gerçekten hafiflersiniz..İyi kötü zirveye vardığınızda, birbirine inanılmaz benzeyenler kalabalığıyla karşılaşırsınız. Boş tencere tıngırtıları, boşlukta çın çın eden kaşık sesleri işitirsiniz. Aynaya bakıyor gibisinizdir. Herkes aynı, herkes hafif, herkes başarılıdır... Üşümeye başlarsınız.Şansınız varsa, yolda bıraktıklarınızı toplamak için geri dönmeye yüreğiniz ve gücünüz kalmıştır..Değerler..Beşer yıllık aralarla hayatıma baktığımda sırt çantamdan neler çıktığını görüyorum. Ya da neler eklendiğini... Nelerden vazgeçemediğimi."Değişmedim, sırtımı hafifletmedim" dersem yalan söylemiş olurum...Ama hâlâ geçmiş küçük ve güzel günlerin anısına bir hatır sormayı, birlikte geçirilmiş birkaç saate saygı duymayı, geçmiş olsun'u, mutlu yıllar'ı, haklısın'ı, özür dilerim'i, daha iyi günler göreceksiniz'i; yeniden, yeniden, yeniden sevmeyi, severken bir daha başa dönebilmeyi, "iyi insan olmanın ağır sırt çantasını taşımayı" önemli buluyorum..Ya da seviyorum...Her dönüp bakışımda, çıkarmaya yeltendiğim ya da çıkarıp attığım bir değerimi geri dönüp bulmam gerektiğini anlıyorum...Galiba artık zirveden çok hayatın düz ve sonsuz varlığının güneşli günlerine inanıyorum...


İCLAL AYDIN
 
Top