İclal Aydın ( d. 14 Eylül 1971 - )

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
Beni neden aramıyorsun?

Bir insanı gün ortasında delirtmek için kullanılabilecek ideal birkaç cümleden biridir. Kafa bin türlü şeyle meşgul, adeta bir yağmur bulutu olmuşken cep telefonunda bir ses... "Beni niye aramıyorsun?"
Sitem duymak sinir eder beni. Eminim sadece beni değil pek çok kişiyi. "Yani var ya, hep ben arıyorum, çok hayırsızsın çok." Zorlama kurulan bir iki cümle, özür filan, bu arada bu sitemi yemenin sonucu mecburen konuşmanın uzatılması, bekleyen iş, dağılan kafa...
Beni benden almak için cep telefonundan arayın, muhabbet etmek için aramıştım diye başlayın ve bir de sitem edin... Yerle bir oldum bile. Çocukken zorla yedirilen kereviz tencerelerine dönerim.
Telefon sesinden hiç hoşlanmıyorum. Telefonu sohbet amaçlı kullanmak alışkanlığını anlamıyorum.
Sitem edenlerden de hiç hoşlanmıyorum. Bunun ilişkilerde bir alışkanlık haline gelmesini de anlamıyorum.
Sonra kavga eden gazetecilerden, birilerinin yaptığı işler üzerine fikir yürüterek ama onun dışında bir şey yapmayarak yaşayanlardan, bir çeşit düşünce asalaklarından mesela, bütün televizyon programlarının feshaneye dönmesinden, korsan kitap, kaset, vcd, satanlardan ama daha çok alanlardan ve bir daha tekrar edeyim evet sitem edenlerden hiç hoşlanmıyorum. Bu sitemciler kadar hoşlanmadığım bir başka grup daha var...
Benim duygum en iyisidirciler...
Başka bir duygu ve düşünceye tahammüllü olamadıklarından kafadan hakaretle girerler konuya. Üslupları genellikle kendileri ve düşünceleri dışındaki her şeyi aşağılamak şeklindedir, öyle akıllıdır, öyle birikimlidirler ki insan öyle bir tavşanın ön dişleri gibi kalır karşılarında.
Bir de siyaset yazmayınca, bir kalemi ciddiye almayanlar vardır ki yukardaki hiçbir kategoriye girmez onlar. Siyaset dışında ya, nasılsa yazı yazıveriyor-dur bir şeyler. Yüzüne karşı YASAK KELİME demezler ama içlerinden eminim uzatmalı söylüyorlardır. "Salaaaaaakk" diye. Ve tüm bu salaklığa rağmen nasıl bu kadar çok insan tarafından benimsendiğine akıl sır erdiremezler. Erdiremedikçe içlerindeki safrayı döktürürler...
Yani sanmayın ki çocuk kitaplarındaki mutlu, saçı iki örgülü kızlar gibi "hayat güzeldir" diye gezinip duruyorum. Şu yukarda saydıklarıma en az benim kadar öfkelenenler var biliyorum. Benim de sinirlerim ve hatta gıcıklarım olduğunu bilmenizi istedim.
Yöntemler geliştirdim. Yukardaki şahısların hiçbirisi yokmuş gibi yaşıyorum. Duymuyorum. Görmüyorum, ilgilenmiyorum. Nefis bir karşılık bence. Kesinlikle öneriyorum. Cep telefonunu atmama az kaldı... O zaman tam olacak... Bir yazının tam ortasında kimse "Neden beni aramıyorsun?" demeyecek...

İclâl Aydın
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
Stres

Stres günlük hayatın olağan bir parçasıdır. İyi yönetildiğinde daha verimli çalışmanız için olumlu etki yaratabilir. Kötü yönetilen ya da yok sayılan stres öldürücüdür. Stres talepler karşısında vücudun tepkisidir. Oluşan baskının derecesi, bu baskıya karşı koyup koyamayacağınızı belirler. ***
Kitap bu satırlarla başlıyor.
Zamana karşı yarıştığınız; daha hızlı olmanız gerektiğini, kendinize ve ailenize yeterince vakit ayıramadığınızı, monotoni içinde algınızı bir türlü toparlayamadığınızı düşündüğünüz; sürekli uyumak istediğiniz, yeme ve uyku bozukluğu üzerine nefret büyüttüğünüz, çevrenizdekilerin davranış ve sözlerine tahammül edemediğiniz, düşüncelerinizde dağınıklık oluştuğunu fark ettiğiniz anlar olmuştur mutlaka.

Oluyordur.

Her şeyi bırakıp gitmek istediğiniz ama bir türlü gidemediğiniz için, gidemeyeşinize ve dolayısıyla kendinize çok öfkelendiğiniz günleri bilirsiniz.

Başarınıza, sahip olduklarınıza, mutlu olmanız gerektiğini düşündüren her türlü zenginliğinize sahip çıkabilmek ve sürekliliğini sağlamaya çalışmak, onlara ulaşmaktan daha çok yormaktadır sizi.

Bir şeye ulaşmaya çalışırken harcanan enerjinin tamir edici gururu, gün gelir elde edilmiş başarıyı kaybetme endişesinin altında eriyip gider.

Stres, evet, günlük hayatın olağan bir parçası.

Bunları düşünürken elime bir kitap geçti. Setteydim, yorgundum ve artık eve gitmek istiyordum. O sırada dekorda bir köşede gördüm kitabı: “Stresle Baş Etmek” isimli kitap derhal benimle birlikte eve doğru yol aldı.***
Oldukça ilginç ve kolay okunur, yol gösterici, şemalarla ve testlerle çözümler sunan ciddiye alınabilir bir stres yönetimi rehberi. Doğan Kitap'ın yayınladığı kitabı Gerard Hargreaves yazmış, Ali Cevat Akkoyunlu çevirmiş.

Kitapta stres yönetimi ile ilgili ipuçları var ama ben sorunu tanımlamanın çözüme giden yolun yarısı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden kitabın girişten sonraki bölümünde yer alan soruları son derece ilgi çekici buldum.

Stresinizi değerlendirdiğiniz sorularla son 12 ayda başınıza gelen olayları puanlıyorsunuz. Çizelgenin sonunda elde ettiğiniz sonuç stresinizin size neye mal olabileceğini açık seçik gösteriyor.

Örneğin; boşanma 73, eşin ölümü 100, evlenme 50, iş değiştirme 39, mali durumda değişiklik 38, banka kredisi ödeme 30, olağanüstü kişisel başarı 26, uyuma alışkanlıklarında değişiklik 16, okul değiştirme 20, patronla sorun 23, yakın arkadaşın ölümü 37, ailede bir hastalık 44 puan...

Bu uzun listenin sonunda puanınız 300'ün üzerindeyse iki yıl içinde strese bağlı bir rahatsızlık geçirme olasılığınız normal bir kişiye oranla yüzde 80 daha fazla...

Ve üç aşamalı stres tablosunda üçüncü basamak ne yazık ki engellenemez ciddi hastalıklar ve ölüm ihtimali ile sonuçlanıyor.***
Sonuç olarak her tatilin, mutlu bir kısa zaman diliminin,eğlencenin ardından unuttuğumuz bir şey var.

Olumsuz düşüncelerimiz ve endişelerimiz vücudumuzun tam ortasında sert bir blok oluşturuyor. Tuhaf bir ruh, gönül sertleşmesi başlıyor. Kolay öfkeleniyor, kolay hastalanıyor zor iyileşiyoruz. Üstelik düşüncelerin iyileşmesi karaciğerin ya da midenin iyileşmesinden çok daha zor. Ortalama rahatlama önerilerinin ya da stresi savuşturma yöntemlerinin her zaman işe yaramadığını da biliyoruz. Yoga, masaj, Pilates, yürüyüş, spor, diyet, olumlu düşünme çabası...

Hiçbirinin işe yaramadığı bir düzen içinde sağlam bir kişilik, sağlam bir düşünce yapısı ve çelik gibi bir yürek edinebilmek gerçekten çok zor.

Ama imkânsız değil.

Sonunda herkes kendi yöntemini kendisi bulacak.

İclâl Aydın
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
Atın Kanatlarınızı... Melek Değilsiniz...

İyiliğinizi isteyen bir dostunuz günün birinde şunu diyor: “Sen çok düzgün bir adamsın. Bu da insana hüzün veriyor...”

Şöyle cevaplıyorsunuz: “Hayatta hata yapma şansın olmayınca düzgün oluyorsun mecburen. Yoksa ben de saçmalamak isterdim. Yanlış kararlar vermek, zamanı boşa harcamak, Amsterdam'a gidip ot çekerek yerlerde yuvarlanmak emin ol pek hoşuma giderdi. Bunları yapma lüksüm olmadı ama. Çünkü tüm mesaimi hayatta kalmaya ve yeteneklerimi geliştirmeye harcamak zorundaydım”.

O sırada kocaman köpeği gelip oturmuş oluyor yanına. Küçükken seyrettiğiniz Lassie dizilerinden fırlayıp gelmiş tatlı bir şey. Arkadaşınız bir sigara yakıyor, sadık dostunu okşayarak dinliyor sizi.

“En kötü tarafı da ne, biliyor musun?” diyor, elini altın sarısı tüylere bir kez daha daldırarak: “Kendini melek zannediyorsun. Melek olmaya çalışıyorsun. Bu da seni mahvediyor”

“Ne yapayım?” diyorsunuz.

“Kanatlarınla vedalaş” diyor.

Ne var ki zor iş insanın kanatlarına veda etmesi.

Kanatlarına ihtiyacının kalmadığını anlaması kolay değil. Ama her zaman daha zor bir şey var hayatta: O kanatları taşımak.

Mesele kanatların ağır olması değil sadece. O tuhaf ve tüylü şeyleri omuzlarımızda taşırken iki büklüm olmamız da değil. Asıl sorun, kanatların bizi melek yapması.

Yani haklı arkadaşınız.

Kanatlar meleğe dönüştürüyor sizi. Temiz, beyaz, masum varlıklar haline geliyorsunuz. İlk bakışta güzel görünüyor tabii; etrafınızdaki halenin herkesin gözünü kamaştırması hoşunuza gidiyor. Caddelerde kanatlarınızı hafif hafif kımıldatarak dolaşmaktan benzersiz bir zevk alıyorsunuz.

Sonra sonra anlıyorsunuz, bunun cendere olduğunu.

Çünkü melek olunca aşık olmaya, sevişmeye ya da intikam almaya hakkınız yok. Adı üstünde, meleksiniz çünkü. Bir melekten ne bekleniyorsa onu yerine getirmekle yükümlüsünüz. Başkalarının gözündeki melek imajına hizmet etmekle geçmeli hayatınız.

Tabii hayat geçip gitmeli bu arada.

“O YASAK KELİME kanatları omuzlarıma takanı bir bulursam yapacağımı biliyorum” diyorsunuz arkadaşınıza.

Gülüyor. “İnşallah geç kalmamışsındır” diyor sonra.

Melek olmak bu yüzden biraz hüzünlü işte. Tatsız bir varoluş biçimi. Etrafınızdaki meleklere dikkatle bakın; başkaları için yaşadıklarını göreceksiniz.

Annemiz, öğretmenimiz, babamız ya da kardeşimiz onlar. Cinsiyetleri yok. Cinsellik onların yanında konuşulmaz bile. Başkalarının biçmiş olduğu melek rolünü çıt çıkarmadan oynayarak yuvarlanıp giderler.

Onları melek yapınca yücelttiğimizi sanırız. Oysa yaptığımız düpedüz aşağılamadır aslında. Bir insanı melek olmaya zorlamak kadar büyük bir şeytanlık düşünemiyorum.

İlahi hiyerarşide bile melek insandan sonra değil mi?

Melekler başka şansları olmadığı için iyi ve masum. İnsanoğluysa kendi seçimiyle iyi ya da kötü olabiliyor.

Onu yaradılış dekorunda başrole çıkaran da bu belki: Işığa olduğu kadar karanlığa da sahip olması. İkisinden de beslenerek bulması, evrenin muhteşem döngüsü içindeki yerini.

Yoksa o kadar büyüyor ki kanatlarınız, yürümenizi engelliyor artık.

Sürekli başkalarının ne diyeceğini, nasıl göründüğünüzü, töreye uyup uymadığınızı düşünmekten yaşamaya fırsatınız olmuyor ve bu mutsuz ediyor sizi.

Oysa mutsuz olmak istemiyorsunuz. Mutsuz bir baba ya da anne olmak istemiyorsunuz.

Mutluluk özlemi dolaşıyor damarlarınızda. Melek kanunlarına göre suç işlediğinizi düşünüyor ve suçluluk duyuyorsunuz. Meleklere özgü bu suçluluk duygunuzu kullanarak size istediklerini yaptırabilirler.

Suçluluk bir duygudur çünkü. Tıpkı aşk gibi.

Aşık oluyorsunuz bu arada. Böylece her şey kendiliğinden çözümlenmiş oluyor. Kanatlarınız derhal alınıyor elinizden. Meleklerin aşık olmaya hakları yok, biliyorsunuz. Aşık olmanın cezası, dünyaya kafa üstü düşmek.

Oysa bilmiyorlar: Uçmanızı engelleyen o ağır kanatlardı aslında.

Kanatlarınızdan kurtulunca hafifliyor ve özgürleşiyorsunuz. Kendi isteğinizle seviyorsunuz bir çocuğu, başkaları öyle istediği için değil. Kendi isteğinizle kokluyorsunuz bir kadını, kardeşinizin yardımına koşarken işinize yarayan başkalarının taktığı kanatlar değil, insan bacaklarınız oluyor.

Melek değilsiniz artık. Bu sizi insanlaştırıyor.

Hata yapabilir, saçmalayabilir, yanılabilirsiniz. Provası olmayan bu dünyada kusursuz olma mecburiyetinden kurtulabilirsiniz.

Kanatlarınızla vedalaşıyorsunuz. Özgürlüğe uçabilirsiniz artık.

İCLAL AYDIN…
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
Sen değerlisin kızım anlasana ya...


Bebek'te sevdiğim mahalle cafe'lerinden birinde bir şeyler yiyorum. Çekim çıkışı iki çift laf ederiz diye buluşmuşuz arkadaşımla.

İçerideki uğultuya sürekli telefon sesi karışıyor. Eski telefonumun melodisi olduğu için dikkatimi çekiyor. Algıda seçicilik olsa gerek her telefon çalışında kafamı kaldırıp sesin geldiği yöne bakıyorum.

Masada genç bir çift var. Çok güzel, doğal kızıl bir genç kadın ve saçları jöleyle arkaya yatırılmış mavi gömlekli genç bir adam kırmızı şarap içiyor.

Yemeğin ve şarabın tadını daha çok genç kadın çıkarıyor gibi çünkü adam sürekli telefonla konuşuyor veya mesaj yazıyor. Aralarda yakaladığı boşluklarda konuşmaya çalışıyor kadın. Adam yanıtlar verip tekrar yeni bir mesaj sesiyle telefonuna dönüyor.

Adama gıcık oluyorum.

Elinden telefonu alıp balkondan Boğaz'a fırlatmak istiyorum.

Arkadaşıma “Kusura bakma dinleyemiyorum seni. Şu çift bütün dikkatimi dağıtıyor” diyorum.

“Aman canım belki sevgili değildirler” diye yanıt veriyor çünkü o da adamın sürekli ötüp duran telefonundan rahatsız olmuş bir bahane uyduruyor...

Ve diyalogumuz şöyle devam ediyor:

- Hayır, bu bir ilk buluşma.

- Eğer öyleyse, bu adam bir öküzcan.

- Kesinlikle. Kıza bak ne kadar güzel ve zarif. Bence bu oğlan bu kızı hak etmiyor, kızın ışığını göremez ki, bakmıyor bile...

- Zaten ışık mışık da görmek istemiyor bence. Ya belki iş adamıdır. İhalesi mihalesi vardır.

- Daha kötü ya, işini iş yerinde bıraksın, ayıp yani kıza da bize de. Beynimizi çürüttü şurada iki saatte...

- Ukala bir tip çok yakışıklı da değil ama baksana küçük dağları bu yaratmış sanki.

-Aaaaa kız hesaba yöneliyor.

- Yapma kızım, yapma ablacım, dur yapma şunu yaaa...

- Duydun mu? Biliyorum sevmiyorsun böyle şeyleri ama ben ödeyeceğim dedi kız ve öküzcan kılını kıpırdatmadı. Şuna bak sırıtarak kıza bakıyor, patlatacağım bir tane kafasına.

- Aaa sen de abartma. Ne var bunda ya? Hesabını kendi ödüyor kız. Adama da kıyak yapıyor arada.

- Hayır hayatım, bu kız şu anda bu gerizekâlı, kaba oğlanın kabalığına ve değer bilmezliğine zemin oluşturuyor. Biz de geçtik bu yollardan. Kimseye kuruş ödetmedik. Kimseye yük olmadık. Jestler, hediyeler olmayıversin ne olur ki dedik. Hesabı ödemeye atladık. Otoparkçılarla kendimiz yüzgöz olduk. Her işimizi kendimiz yaptık. Delikanlı kız olarak yaşadık. Sürprizler, hediyeler, hoşluklar, tatiller organize ettik. Susmayan telefonlara, asabiyetlere anlayış gösterdik. Üstelik bunu hayal kırıklıklarına rağmen doğru ve erdemli tavır sayıp her defasında her yeni insanda tekrar ettik. Noldu?

- Söylesene noldu?

- Kendilerini daha çok sevdiler.

- Peki bizi?

- Belki zaman zaman, belki bir zaman... Sevmişlerdir herhalde... Şimdi ben bu kıza gidip demek istiyorum ki; yapma bebeğim yapma bunu. Sana mesajlar arasında zaman lütfeden ve ta karşıdan değer görmeyi hak etmediği belli olan bu adama vakit harcama. Beklentini yükselt. Hesap ödeyen kadının hiçbir kıymeti yok aslında onların gözünde...

- Sakın söyleme böyle bir şey...

- Söylemeyeceğim, yazacağım...

- Şaka yapıyorsun...

- Hayır yapmıyorum...


***


Şaka yapmıyorum hanımlar, gerçekten...

Tarihin en eski gerçeğinin doğru olduğunu anladım artık: Kadın ve erkek her açıdan çooook farklıdır. O farklılığı bozmak, bozmaya kalkmak büyük hata...

Beklentinizi yükseltin...

Kırıntı değil büyük bir dilim isteyin.

Ve asla bir Türk panteri gibi hesap pusulasının üzerine atlamayın...

Ya sen demeyin...

Var bir bildiğimiz herhalde :)


İCLAL AYDIN
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
Aşkı beklemek ....

Akşam oldu. Komşu evlerin çocukları gülüşerek döndüler oyundan. Çalışma odamın kapısını araladım, kızımın izlediği çizgi filmin sesi geliyor. Bense Müzeyyen Hanım dinliyorum. Huzurlu akşamları onun sesiyle onurlandırmak hoşuma gidiyor...

“Sen yoksun ya yanımda, bu âlemden bana ne” diyor...

“Laliiiiş” diye sesleniyorum kızıma. İkiletmeden pıtır pıtır koşarak geliyor. “Efendim anne” diyor kapıdan merakla bana bakarak. “Mert aramış seni, öyle mi” diye soruyorum. “Evet” diye kafasını sallıyor. Utangaç, tatlı mı tatlı bir gülümseyiş var yüzünde. “Bana bir bardak su verebilir misin peki” diye soruyorum. Yine pıtır pıtır koşarak mutfağa gidiyor. Öğrendiğini öyle güzel uyguluyor ki, dantel örtülü el kadar küçük tepsinin üzerindeki bardağı tek damla dökmeden getiriyor. O artık “kocaman” oldu. Kocaman oldu da birinci sınıf yarı yıl tatiline girerken Mert'e ev telefonunu veriyor.

***


Mert ilk aradığında biraz sinirliydi. “Kimsin” diye sordu bana telefonu açar açmaz.

“Sen kimsin” dedim ben de. “Ben Mertim. Lal'i istiyorum. Söyle kimsin” dedi. Eh, ben de kız anasıyım. Hem ara, anneye çıkış hem de kızı ikinci cümlede iste. Yok artık! Beni on yedi yaşıma kadar kimse arayamamıştı ayrıca.

“Ben de Lal'in annesiyim. Önce kendini güzelce tanıt bakalım Mert. Sonra da bir sor bakalım ben müsait miyim, Lal müsait mi?” dedim. Mert fazla uzatmaktan yana değildi “Müsait misin??!!” diye bağırdı. Ben de Lal'i çağırdım. Laliş telefonu alıp odasında konuşmayı tercih etti.

“Niye aramış Mert seni” diye sordum. “E, numaramı vermiştim arayacak tabii anne, araması lazımdı” dedi.

Allah Allah...

Mert ertesi gün aradığında oldukça tedirgindi. “Merhaba ben Mert. Lal'i arayabilir miyim? Arasam mı? Aradım şimdi. Arayabilir miyim?” diye arka arkaya sıraladı.

***


Daha adını bile koyamadıkları bir duygunun heyecanı içindeler. O telefon nasıl sevindirebilir ki yedi yaşına henüz basmış bu küçük insanları? Kızıma baktıkça bazı duyguların insanın hücresiyle birlikte dünyaya geldiğine inanıyorum. Öğrenilebilir şeyler değil bunlar, hayır...

Müzeyyen Hanım “Bu dünyada sevmeyen ya deli ya divane” diyor tam da ben bu satırı yazarken, şaka gibi...

O telefonu beklemek... Nasıl güzeldir. Telefon çalışıyor mu diye sık sık ahizeyi kaldırıp sanki görülebilir bir şeymiş gibi bakmak, her telefon sesine acaba o mudur diye koşmak, o olmayan herkese sinirlenmek, umudu giderek kaybetmek; tam, bitti artık, kesin aramaz denilen o anda, beklenmedik bir vakitte geliveren o telefonda kalbinin ağzından çıkacağını sanmak...

İlişkinin kendisinden çok daha güzel değil miydi? Aşkı yaşamak değil de beklemekti esas olan. Ve Allah'ım âşık olmak için bir bakış yeterdi...

Kızım da kendisi öğrenecek ne çare...

Güzel, sakızlı bir Türk kahvesi iyi gider şimdi. Müzeyyen Hanım yeni bir şarkıya geçti... “Akşam oldu, hüzünlendim ben yine...”


İclal Aydın
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
Ünzile

Dün gece hiç uyumadım.
Bütün gün ve gece yağmur vardı İstanbul'da.
Bardaktan boşanırcasına yağdı önce. Azaldı, sonra tekrar hızlandı velhasıl aralıksız ıslattı şehri. Arapsaçı olmuş trafikte Boğaz Köprüsü'nden geçmeye çalışırken durmaksızın aynı şarkıyı dinliyordum.
“Ünzile insan dölü/ bilinmezlere gebe” diyordu Şebnem Ferah o doyamadığım sesiyle.
Yorgunluktan sızlayan ayaklarım ve gözlerimle geç saatte eve ulaştığımda bir süre pencereden şehri seyrettim. Kızım saçları alnına yapışmış, uyuyordu. Öğleden sonra bale kursundan aldığı karnesini baş ucuna koymuş ve büyük ihtimalle bana göstermek için hevesle beklemişti. Oysa ben çalışmak zorundaydım. Ne karnesini almaya gidebildim onunla ne de gösterisini izleyebildim. “Anne ne olur erken gel” dedi akşam telefonda. “Çekimim biter bitmez geleceğim” dedim. “Başka anneler de yoktu bugün anne, ablalar vardı bir tek. Ama bizim okulun gösterisine birlikte gidicez di mi, izin alacaksın di mi” diye sordu bir çırpıda.
İçim yana yana “Elbette aşkım, elbette birlikte gideceğiz” dedim.
Kendi kendine bulduğu teselli incecik bir kesik attı kalbime. İşte ben gelene kadar dalmış uykuya ve ben yine yetişemedim bir özel sevincine daha...
İlk adımlarını da görememiştim. Çalışıyordum.
İlk cümlesini de duyamamıştım. Çalışıyordum.
Ben hep çalışıyordum.
Bana “başka anneler de yoktu bugün” dedi evet. Telefonu kapadım. Dışarıda yağmur yağıyordu. Kalbimde incecik bir kesik, yutkundum. Ağlamadım. Her şeye ağlanır mı canım? Çalışan annelerin hepsi yaşıyor bunu. Kalbimde ince bir kesik sızlıyor ama. “Başka anneler de yoktu” dedi... Yanağımı ısırdım, merdivenleri indim ve işimin başına geçtim. Kalbimde incecik bir kesik sızıntı yapıyordu...

***


Dün gece hiç uyumadım.
Gözlerimde biber yanıkları, kızımı okuluna gönderdim, oturdum yazıyorum şimdi. Yine aynı şarkıyı dinliyorum. Yanımda kimse yok. İstediğim gibi ağlarım. Hem ağlarım, hem yazarım.
Ünzile; kızım, ben, annem ama en çok anneannem, babaannem...
Biri Doğu Anadolu'nun bir dağ eteğinde, bir diğeri Ihlara Vadisi'nde henüz on üç yaşındayken evlendirilmiş ve çamurdan fırınlarını bahçede kurumaya bırakıp gelin olmaya durmuşlar.
Kucaklarında ağlayan ve süt isteyen bebekleriyle çeşmede oyun oynayan arkadaşlarını seyretmişler. Hayatta kalan çocuklarını ise dişle tırnakla büyütüp okutmuşlar. Her ikisini de hep çalışırken hatırlıyorum.
Hiç boş durmayan elleriyle, durmaksızın bir şeyler yaratırlardı. Herkes ya okumalı ya da çalışmalıydı onlara göre.
Ben ailemin kadınlarından sanırım çalışmanın erdemini öğrendim önce. Bu yüzden hayatımı işim oluşturdu. Bu yüzden tanıdığım tanımadığım her kadına “çalışmalısınız” dedim. Destekledim, önayak oldum, iteledim.

***


Dedim ya yalnızım şimdi, istediğim gibi ağlarım...
İstediğim gibi sorarım...
Doğduğu köyün ötesini Ankara'ya kadar görebilmiş babaannemle benim aramdaki fark ulaşabildiğimiz sınırlar mı? Babaannemin çocuk yaşta görücünün biçtiği kocayla yaptığı evliliği ölene kadar sürdürebilmesi mi? Onun dokuz benim bir çocuk annesi olmamız mı?
Ya da bir farkımız var mı?
Onun bir köyde benim büyük şehirde yaşamamız “öz”de neyi değiştiriyor ki?
Hangi sosyal sınıfta olursak olalım kadınlara düşen keder hep aynı mı kalıyor?
Peki “Yağmuru kim döküyor?”
Sahi “Ünzile kaç koyun ediyor?”
Nerede yaşarsa yaşasın bir kadının “ederi”ni hep erkekler mi belirliyor?
Ünzile İstanbul'da doğsa ve “yazı”sını yazsa ne değişiyor...

İclal AYDIN
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
Ayrılık olmasaydı...

Nasıl teselli edeceğimi bilemediğim bir durum... Bir teselli beklediği de yok gibi duruyor. Sanki çok güçlü gibi, sanki bu sorunu bir şekilde alt edebilirmiş gibi...

Oysa derdi büyük. Sevdiği adam çok ağır bir hastalıkla mücadele ediyor. Doktorlar net konuşuyor. Oyalamıyorlar. Yapabileceklerimiz bunlar, en iyi ihtimaller şunlar diyorlar. Arkadaşımız dinliyor ve yapabileceğinin en iyisini yapmaya gayret ediyor. İş hayatını sürdürüyor, kendini yerden yere atmıyor, kendisine acımıyor... Ya da biz öyle görüyoruz, kapısını kapadığında neler oluyor bilmiyoruz.

Öyle ya en kolayı bu olurdu... Böyle bir durumda hasta yakınlarının kendini bırakmasına alışık bizim zihnimiz. Ezber edilmiş tepkilerimiz böyle durumlar için hazır duruyor. Bizim hazır kalıp tesellimize göre “Aaa kendini bırakma” diyeceğiz, “yapma ama onu da üzme” diyeceğiz... Ama söyleyebileceklerimizi bize fırsat bırakmadan zaten bütün gücüyle uyguluyor...

“Doktorların verdiği süreleri aşabilir belki, ne dersiniz” diye soruyor...

Hep bir ağızdan “tabii tabii” diye bağrışıyoruz...

Sessizlik...



***

Kapı açılıyor, sekreteri bir kağıt uzatıyor. “Müşterilerimizden F. hanımın cenaze töreni yarın öğle Teşvikiye Camii'nde yapılacakmış” diyor. Şaşkınlıkla elindeki sarı not kâğıdına bakakalıyor...

“Geçen hafta arayıp not bırakmıştı ve ben yoğunluktan dönememiştim: Bu sabah fark ettim ki bana geçen yıl hediye ettiği orkide çiçek açmış, evden çıkarken onu arayayım diye düşünmüştüm... Orkide çiçek açmıştı ama... Ölmüş mü?” diye mırıldanıyor...

İşte yine ne diyeceğimizi bilemiyoruz. Kızgınlıkla sekreterine bakıyoruz. Sanki böyle bir günde, böyle bir anda verdiği haberin sorumlusu oymuş gibi... Sekreteri hemen odadan çıkıp kapıyı kapatıyor... Odadaki sessizlik büyüyor, büyüyor, büyüyor...

İçinde nasıl bir kasırga var acaba, bize bakmıyor hiç, anlayamıyoruz...

“Ölüm ne ani, ne erken” diyor gözünü kağıttan ayırmadan...


***

Büyük ihtimalle bizi gönderip, işlerini bitirecek ve evine dönecek koşar adımlarla. Yemek yedirmeye çalışacak sevdiğine, ağrısını dindirmek için ilaçlar verecek, üzerini örtecek...

Zamandan zaman çalmak için uğraşacak. Dua edecek, bir mucize dileyecek... Ağlayacak muhtemelen kimseye göstermeden... Olup biteni anlamaya çalışacak...

Ve onları her ziyaretimizde yanlarında ne söyleyeceğimizi bilemeden otururken aklımızdan geçenleri kovalayacağız. Çünkü o hastane odasından çıkınca gitmeyi planladığımız öğle yemeğinden, marketten alınması gereken diş macununu, kulüp üyeliklerimizin bitiş tarihini düşünmekten, tatil planı yapıyor olmaktan, kriz sıkıntımızdan, seçim telaşımızdan utanacağız. Sandalyede oturan o büyük acının karşısında küçük gündelik saçmalıklarımız bizi oyalarken o mutlak son bize hiç uğramayacakmış gibi kovalayacağız korkuyu aklımızdan...


***

Ziyaretimizi sonlandırıp yola koyulduğumuzda “Doğru söylüyor aslında” dedim. “Ölüm ani ve erken. Evini yaptırırken ustalarla, sıvacılarla girdiğin kavga, derdini anlamayan tamircilerle, belediyecilerle yaşadığın uzun tartışmalar, göz gözü görmez bir şehir çöpü yaratıp insanı çıldırtan seçim bayrakları, utanmadan ayağının dibine tükürenler, küfür edenler, her an patlamaya hazır şoförler, insanı bezdiren vur patlasın çal oynasın yemek programları, şikâyet ettiğin gazete manşetleri, hormonlu domatesler, adamın beynini yerinden oynatan doğalgaz pompalı apartman aidatları... Hepsi aslında nasıl da hayatın ta kendisi, nasıl oyalıyor bizi... Kim daha önce gidecek belli değil ama şu anda eminim içinden hayat geçen bu problemleri tercih ederdi...”

Arabadaki arkadaşlarım gözlerini yola dikmiş beni dinliyorlardı...

Biri dua etti. Öbürü YASAK KELİME dedi. Diğeri sen bunu yarın yazarsın diye ekledi...

Sonra üçü birden “yaz” dediler... “Yaz ki hayat bitmesin... Yaz ki onun yanında olduğumuzu bilsin. Vazgeçmesin, küsmesin, bırakmasın hayatın eteğini. Mucizelere inansın. Güzel şeyler çağırsın...”

“Yazarım” dedim. Yazdım ki hayat bitmesin...

İclal Aydın
 

MeRciMeK

V.I.P
V.I.P
Aynı “söz”lerle hiçbir yere...

Bu yazım hiç yayımlanmamış yazılar dosyasından. Bugün ne yapsam yeni bir söz bulamadım kendime. Gündem böyle gerginken aşk meşk ilginizi çeker mi bilmiyorum ama bugün kısmen eski ama hiç okunmamış bir yazımı sunuyorum size. İyi pazarlar...

Gözümden uyku akıyor ama biliyorum saat o kadar erken ki uyursam gecenin bir yarısı tak diye uyanacağım. Uyumamak için direniyorum. Elimde televizyon kumandası çıt çıtlıyorum...

Kötü haberler geliyor ardı ardına...

“Dünya ekonomisi İkinci Dünya Savaşı'nda aldığı darbenin dört katına ulaştı” diyor bir haber...

Çıt başka kanala geçiyorum ...

Başını sonunu hiçbir şeyini yakalayamadığım bir dizi, hâlâ birbirine bakıyor insanlar. Sanki ekran aylardır o noktada donmuş kalmış. Çıt bir sonraki kanala...

Yabancı kanallardan birinde bir damat bulma programı. Kız bütün erkeklerle öpüşmüş, bir ona âşık olduğunu anlamış bir buna âşık olduğunu anlamış, hepsini elemiş, sonunda iki tane şebek kalmış, onlardan birine karar verip evlenecekmiş...

Moderatör soruyor: “Jeremy çok favoriydi, süper çift olmuştunuz niye eledin onu?” Hakikaten bakıyorsun Jeremy de pek yakışıklı. Kız yanıt veriyor: “Çok iyi biriydi ama bir başkasını beğendiğimi anladım son anda.”

Kızın her bir aday için bir yanıtı var. O fazla kapalı kutuydu, bu fazla açık etti, o yandan baktı, bu tepeden kaydı...



***


Sonra finale kalan iki erkeği görüyoruz. İkisi de birbirinden sıradan hatta çirkin sayılabilecek iki kişi. Onları neden seçtiğini soruyor moderatör . Kızımız yanıt veriyor: “Süperler. Kendimi iyi hissettiriyorlar.”

Diğer delikanlılar bunu duydukları için çok üzülüyorlar. Vay, demek o kadar uğraştık boşunaymış haaa falan filan bakışları, nidalar, gülüşmeler. İçlerinden bir tanesi belli ki herkesten önce gönderilmiş olmanın hıncıyla konuşmaya başlıyor ve kızı epey bir sarsıyor...

Onlar öyle atışırken sıkılıyorum çıt başka kanala geçiyorum. Bir başka kanalda yabancı bir film var ve şaka gibi filmde de kadına iyi duygusunu iletmek isterken az önceki programda kızın söylediğine benzer bir şey söylüyor adam kadına. “Kendimi iyi hissettiriyorsun bana...”

Senaristler, kadınlar, erkekler, herkesi aynı “söz”le sevenler... Neden hep aynı cümlelerle kalıplarlar aşkı anlamam ki... İyi hissettirmek mi?


***


Belli bir yaşa kadar birini sevmek için bir sebep bulmak ne kadar kolaydı. Bir gülüş, bir eda, bir ses tonu, bir cümle, bir arkadaş övgüsü, bir saç modeli... Rüzgarda uçuşan ipek bir mendil gibiydi kalbimiz. Ah ne tatlı, ne benzersiz bir heyecandı o kalp çarpıntıları...

Hatırlayın o yaşları; “Yalanlar söylesin, yeter ki beni mutlu etsin” günlerinin bedeli öyle ağırdı ki... “O gülünce hayat bayram yeri gibi oluyor” dan yanlış yapma korkusuyla ayaklarımızı zımbaladığımız rüyalara geçtik...

Kadın diliyle anlatmıyorum ama bunu, sakın yanlış anlamayın. Kadın erkek fark etmiyor herkes eşit ağırlıkta yanıyor bu fırında... Birisini sevmeye karar verdiğimiz zaman kendimizden başlayarak herkesi ikna edebilecek cümlelerimiz var aslında...


***


Tecrübesiz ve kırılgan kalplerimiz yavaş yavaş keçeleşmeye başladı yıllar içinde. Cümlelerin alt metinlerini, beden dillerini okumayı öğrendik. Biricik Murathan Mungan'ın “Ben sende bütün aşklarımı temize çektim” dizesinin az çok okumuş hemen her Türk erkeğinin sakızı olduğunu keşfetmiştik ama bir türlü söyleyemiyorduk “Yapmayın böyle, şaire ayıp oluyor” diye.

Kadın erkek fark etmiyor, beni bu aynılık bitiriyor. Aynı dizeler, aynı vaatler, aynı övgüler, aynı yergiler. Her filmde, her “gerçek hayat” şovunda, her şarkıda...

Sanıyorum Murathan Mungan'ı, Nazım Hikmet'i, Atilla İlhan'ı ölümsüz yapan sihir her aşk için yeni bir satır yazabilmelerinde...

Söylenmedik söz bulmak zor olsa da her insan yeni kelimelerle sevilmeyi hak edilmiyor mudur sizce de?

İclal Aydın​
 

Papatya

V.I.P
V.I.P

Seni seviyordum ve senin haberin yoktu...
Saçlarını izliyordum uzaktan...

Güldüğün zaman yukarıya bakardın,
Yukarı kalkan başın ve gülen gözlerin vardı...
NE GÜZELDİLER...


Ben seni seviyordum, sen bilmiyordun...


Nasılda anlamlı satırları İclal ablanın.
Kalemi de sesi de bir başka güzel.


 
Top