Heidi

yesim434

Hırçın Karadeniz Kızı Biricik Yeşim
AdminE
Kahve
HEIDI :

Kara saçlı ve domates yanaklı bir kızdı, kırmızı gömleği, pembe eteği vardi , bu Heidi ne zaman dağlardan bayırlardan yuvarlansa eteği kafasına geçer, biz de bunun kocaman beyaz donlarını seyrederdik. Donlarını fora eden ilk çizgi karakter herhalde buydu. Keçi çobanı Peter'le dağbaşlarına çıkar oynaşırdı. En dikkat çekici bir diğer özelliği de yamuk ağzıydı. Bu kızın ağzı yanağından açılırdı. O da inadına o yamuk yandan ağzıyla "büyüükkbabaaa, büyüükbabaa" diye çığlıklar atar, büyükbaba da sussun diye buna keçi peyniri kızartırdı. Ah o peynirden nasıl canım çekerdi anlatamam. Sonradan Heidi büyük şehire inerek Clara ile arkadaş olmayı da ihmal etmedi. Ama peynirsiz yaşayamayacağı için dağl
ara geri dönmüştü.
 
TAHA

Evdeki Kuzi



Bir inşaata amele alınacaktır. Alınacak elemanları kalfa Cemal'in seçmesi
istenir. Adaylar kalabalıktır. Bu durumda Cemal sınav yapmaya karar verir.
- Pize 1 kisi lazımdur. Pu nedenle sizu imtihan edeceğum. Bir ara gözü
Temel'e ilişir. Burnundan tanımıştır. Hemşehrisini işe almak ister. Önce
Temeli sınava alır ve sorar.
- Hemşerum söyle baa bakalum.. Sana 3 kuzu verdum, sonra 2 kuzu daha verdum kaç kuzu oldi?
- 6 tane oldi. Cemal biraz bozulur ama çaktırmaz.
- Tabi bu soru biraz zor oldu piraz taha kolayini sorayum.
- Sana 2 kuzu verdum, sonra 1 tane TAHA verdum kaç kuzi oldi ?
- Tört kuzi oldi. Cemal sinirlenir, Ama hemsehrisinide işe almak ister.
- Peçi 1 kuzi verdim, sonra bir kuzi taha verdum kaç etti ?
- Üç etti. Bunun üzerine Cemal iki tokat çakar ve tekrar sorar.
- Pir kuzi verdum, kaç kuzin oldi?
- İçi tane. Cemal iyice sinirlenir ve Temeli iyice döver.
- Ulan hemşeru teyup işe almak istedum, sende tam salakmişsun. Ula sağa pir kuzi vermişsem pir kuzin olur anladun mi?
- Olir mi, der Temel.
- Penum evde bir kuzi de kendumin var.
 
BIYIKLI

Erzurumlunun biri istanbula gelmiş. Taksim civarında gezerken karşdan gelen bir istanbul beyfendisine çarpışmış. istanbullu önüne baksana lan dangalak demiş ve yürümüş gitmiş. Erzurumlu dangalağın ne manaya geldiğini bilmediğinden hemen koşarak istanbuluyu yakalamış. Sen bana kötü söz demişsen sölyle dangalak ne demek yoksa furirim seni demiş.İstanbullu bakmış adam iri yarı pala bıyıklı Bir vursa kesin ortadan ikiye ayırır.Hemen kıvırmış dangalak Pala bıyık demek kardeşim öyle kötü bir manaya gelmiyor demiş. Erzurumlu öylemidir kardaş bende kötü bir şey sandım bende ki bıyıkta bir şey abimdekini bir görsen vallah benden daha dangalak demiş.
 
Yeşim

Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve
mücevher ustası olmaya karar vermiş. "Bu mesleği yapacaksam,
iyi bir mücevher ustası olmalıyım" diye düşünmüş ve ülkedeki
en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş,
yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından
kabul edilmiş. "Anlat, dinliyorum" demiş usta. Genç adam
anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir
mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış
Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri
bitince de ona bir taş uzatmış, "Bu bir yeşim taşıdır" dedikten
sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış.
"Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma.
Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle" demiş ve
şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.
Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen
annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da
kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk
konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi
artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam
sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş.
"Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister.
Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak.
Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım,
böyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık.
Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı."
diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene
ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş.
Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş.
Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat
kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp
taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş.
Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu,
her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış.
Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra,
büyük ustanın karşısına çıkmış.
Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince,
genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun,
bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği
gururla elini uzatmış, avucunu açmış.
"İşte taşın" demiş, "Bir yıl boyunca avucumda taşıdım,
şimdi ne yapacağım?" Yaşlı usta sakin bir sesle cevap
vermiş: "Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da
aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın."
Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini
kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış.
Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış,
mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana
böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra
söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken,
yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış.
Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp
çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı
biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:
"BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA!"
Öğrenmek için zaman gerekir,
sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir.
Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir
ama öğrenmenin esası değişmez.
 
DEFNE

Bir varmış bir yokmuş, ırmak tanrısı Peneus’un Defne adında bir kızı varmış. Günlerden bir gün Apollon, Defne’ye abayı yakmış. Defne kaçmış, Apollon kovalamış; sonunda Defne yorgunluktan bitap düşmüş ve Apollon’dan kurtulmak için babasından yardım istemiş. Irmak tanrısı gücünü kullanarak kızını bir defne ağacına dönüştürmüş.
İşte bu olay Antakya’da, Harbiye çağlayanları’nın olduğu yerde gerçekleşmiş. Harbiye, antik dönemde Daphne diye anılırmış. Romalı zenginler, çağlayanları ve havuzlarıyla ünlü bu yazlık sayfiye yerinde kendilerine villalar yaptırmışlar.
Peder önayak oldu
Villaların dillere destan olmuş mozaik süslemelerinde Defne ve Apollon’un öyküsü resmedilmiş çoğu kez. Sonuçta, Defne’nin, Antakya geleneğinde çok önemli bir yeri olmuş.
Öte yandan, Doğu Ortodoks Kilisesi’nin de merkezi olan Antakya, doğal olarak, yüzyıllardır Türk, Arap,Yahudi, Hıristiyan Ortodoks ya da Katolik, Müslüman Sünni ya da Alevi ayrımı yapılmadan bir arada yaşayan, çok köklü kültür birikimi olan bir toplumu barındırıyor.
2002 yılında bu çokkültürlü toplumun bireylerinden biri, İdil Biret’in yakın dostu Peder Rene François Soulais, Antakya Defne Müzikseverler ve Kültür Derneği’nin kurulmasına önayak olmuş.
Üyeler arasında Antakya’nın ileri gelenleri, işadamları, ziraatçılar, hukukçular, doktorlar, eczacılar, öğretmenler, mühendisler, mimarlar var. Hepsi elbirliğiyle Kuzeydoğu Akdeniz’in bu en eski uygarlık bölgesine dünya çapında müzisyenleri getiriyor ve kentin kalburüstü müzikseverlerine müzik ziyafeti çekiyor.
Derneğin şimdiki başkanı Behiç çinçin, ikinci başkan Tülin Erduran, sayman Tülay Deviren ve dernek üyelerinden Can Halefoğlu, yılda dört kez işlerini güçlerini bir tarafa bırakıp konser organizasyonuyla uğraşıyorlar. Üyeler de bilet satışından, konser salonunun düzenlenmesine kadar her türlü işe koşuyorlar.
Defne Müzikseverler Derneği bugüne kadar İdil Biret, Gülsin Onay, Ruşen Güneş, Pelin Halkacı, Metin Ülkü gibi pek çok müzisyeni ağırlamış, çeşitli oda müziği topluluklarını ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin “Folklorama” adlı gösterisini davet etmiş.
Corelli’den Uçarsu’ya
2006 - 2007 sezonun ilk konseri için İstanbul’dan viyolonselci Dilbağ Tokay ve piyanist Emine Serdaroğlu’nu davet etmişler. İkili 1998’den beri birlikte çalışıyor. Türkiye’de Eskişehir, Adana, İstanbul, Kars, Ayvalık gibi çok farklı kentlerde katıldıkları festivaller dışında, İsveç, Almanya, Fransa ve İtalya’da da konserler veriyorlar.
Antakya’da konser mekânı olarak kullanılan Savon Oteli, 19. yüzyılın sonlarına doğru inşa edilmiş bir zeytinyağı ve sabun imalathanesi aslında. Geniş bir avluyu çevreleyen binalardan oluşan bu mekân eski kervansarayları da anımsatmıyor değil.
Onarılmış, yenilenmiş, sıcak ve zevkli bir ev gibi döşenmiş. Küçük bir kuyruklu piyanoları var. Konserin samimi ve özenli havasından da anlaşılacağı üzere Antakya’nın müziksever çevresi yabana atılacak gibi değil.
Tokay ve Serdaroğlu ikilisi bol çeşitli ve renkli bir program hazırlamışlar bu konser için. Corelli ile başlayıp yolda Mendelssohn, Martinu, Schubert ve Beethoven ile devam edip Hasan Uçarsu ile biten bu müzik yolculuğu kentin kültür düzeyi yüksek ve klasik müziği hem tanıyan hem de seven dinleyicisi tarafından gerçekten coşkuyla karşılandı.
Türkiye’de kaliteli müziğin nabzının sadece büyük kentlerde değil, Akdeniz’in en doğusundaki bu çokkültürlü kentte de attığını görerek, geleceğe ümitle bakabiliriz sanırım.
 
Yorumsuz


Yaşlı bir amca parkta bir banka çökmüş etrafı seyrediyormuş… derken yanına bir delikanli gelmiş ki saçları kırmızı, turuncu, mavi, sarı renk boyalı… Adam çocuğa bakakalmış… çocuk da küstah bir sesle:
- “Ne var moruk, sen hayatında hiç çılgınca bişey yapmadın mı!” demiş… Adam gülümsemiş:
- “Yaptım.. bir seferinde çok […]
 
Geri
Top