Günah Basamaklarında Yükselenler

GÜNAH BASAMAKLARINDA YÜKSELENLER

Demokrasiler, toplumlara çeşitli seçenekler sunar. İnsanlar, ülkesinde bulunan mevcut siyasi partilerin faaliyetlerini, söylemlerini mercek altına alır ve seçim günü geldiğinde inandığı bir partiye oyunu verir. Şayet, seçilerek iş başına gelen parti, milletine verdiği sözlerin üzerine yatar ve yerine getirmez ise, o zaman yeni bir seçimde kaybetme endişesi yaşar. Oy vererek iş başına getirdiği partiden hoşnut olmayan seçmenler, bu sefer başka partileri mercek altına alarak incelemeye başlar. Ülkesi ve milleti için faydalı olabileceğini düşündüğü herhangi bir partiyi iş başına getirir. Yeni seçilen hükümet, vaadlerinin tamamını veya bir kısmını yerine getirir ise, bu parti yeni seçimlerde fazla endişe yaşamaz. Devlete ve millete daha fazla hizmet üretmek için halkın hassasiyetlerini de dikkate alarak çeşitli projeler üretir ve milletiyle paylaşır. Halk, hükü-metlerde samimiyeti ve ehliyeti önemser. Halkına karşı yalancı çıkmıyor, verdiği sözleri yerine getirmek için gerçekten adil ve tarafsız bir şekilde ülkeyi idare ediyorsa, halk bu partiyi benimser ve desteğini sürdürür.

Demokrasi ile yönetilen ülkelerde koalisyonlar her zaman vardır ve olacaktır. Bugün bile Avrupa ülkelerinin pek çoğu koalisyonlarla yönetilmektedir. Avrupa ülkelerinin birlik ruhu ülkemizden daha gelişmiş ve kökleşmiştir. Avrupa ülkelerinde partizanlık yok denecek kadar azdır. İdeolojik olarak birbirine taban tabana zıt olan birkaç parti, devlet ve millet menfaatinde birleşir ve ülkeyi yönetmek için ortak politikalar üretirler. Böylece toplumun mistik esintileri, ritüelleri ve paradigmaları hercümerç olmaz. Hele hele, ülkeyi yöneten lider pragmatik değil ise, halktan biri gibi konuşur ve yaşar ise, işte o lider o toplum için bir fenomen olur.

Feodal ve totaliter rejimler çağına dönüp baktığımızda, insanların krallar, azizler, soylular ve efendiler tarafından emek ve inanç üzerinden nasıl baskı altında tutulduğuna şahit oluruz. Bu dönemin ‘uluları’, halkın cehaletinden ve emeğinden yararlanmıştır. Bugün olduğu gibi, o dönemlerde de din siyaset aracı olarak kullanılmıştır. O dönemlere tekrar baktığımızda, Vatikan’ın neler yaptığı apaçık ortaya çıkacaktır. İşte o dönemlerde cahil ve emeği sömürülen halkın önüne ‘Din-ül Melik’ inancı konmuş ve insanların ‘Meliklerin Dini’ne inanması sağlanmıştır. Bu uydurma din, yöneticiler (krallar-efendiler) tarafından ‘Din-ül Vahiy’ gibi gösterilmiş; cahil ve emeği sömürülen halkın inanç sistemine zerk edilmiştir. Avrupa ülkeleri, o karanlığı yırtabilmek için reformları ve rönesansları asırlar boyu beklemek zorunda kalmıştır. Aydınlanma çağını başlatan Avrupa ülkeleri bilimde, fende, astrolojide, sanatta, edebiyatta ve tıp alanlarında büyük ilerlemeler kaydederken, Osmanlı İmparatorluğu da ilme, bilime, sanata ve edebiyata sırtını dönmüş, derin bir din uykusuna yatmıştır. Çöküş işte o dönemlerde başla-mıştır. Her alanda kalkınmayı ve aydınlanmayı tamamlamış olan emperyalist ülkeler, Osman-lı’ya ‘Hasta Adam’ diyerek, Osmanlı İmparatorluğunu paylaşma derdine düşmüş ve paylaşmıştır.

Tarihin seyrini dikkatle incelediğimizde, pek çok yöneticinin şu günah basamaklarında yüksel-diklerini görürüz:

a-) Yalan söylemek,

b-) Hazineye el uzatmak; haksız kazanç peşinde koşmak,

c-) iftira atmak; rakip partileri hırpalayıcı sözler söylemek,

d-) Basın ve medya organlarıyla devlet kurumlarını partili kurumlar haline getirip, hükümet lehinde faaliyet göstermelerini sağlamak.

e-) Yasamayı, yürütmeyi ve yargıyı ele geçirip, kuvvetler ayrılığını yok etmek,

f-) Başarısızlıkları ve zaafiyetleri başarı öyküsüne dönüştürüp, kamuoyuna aktarmak,

g-) Yeni yeni dini ritüeller geliştirmek,

h-) Feminist gibi görünüp, kadınları dört duvar arasına hapsetmek,

ı-) Etrafında kadrolu şakşakcılar ve dalkavuklar bulundurmak,

j-) Devlet yönetmeye ehil olmadıkları halde, pragmatik davranarak her olumsuzluğu lehlerine çe-virerek zaaflarını, ayıplarını ve günahlarını gizlemek.

Konuya küçük bir destek olması bakımından peygamberler dönemine de kısaca bakmakta fayda vardır.

Hz. İbrahim, İslam’ı yaymak için Allah (c.c.) tarafından seçilmiş bir peygamberdir. Hz. İbrahim’in önündeki düşman Nemrut’tur. Nemrut, zenginliğiyle, akıl hocalarıyla ve dalkavuklarıyla birlikte İbrahim Peygamber’in İslam’ı yayma faaliyetlerine engel olmaya çalışmıştır. Nemrut, zulüm imparatorluğunun sürmesi için Hz. İbrahim’i mancılığa bindirip, yaktırdığı büyük bir ateşin içine atmıştır. Ancak Yüce Rab (c.c.) o ateş deryasını bir anda gül deryasına çevirmiştir. Kendisini yarı tanrı olarak ilan eden bu zulüm imparatoru, zulmünün ikramiyesini bir sinekten almıştır. Peygamber’e türlü işkenceler yapan Nemrut, bir sineğin burnundan girmesiyle hayatı kabusa dönmüştür. Sinek beynine girmiş ve beynini kemirmeye başlamıştır. Baş ağrısından kurtulmak için başına tokmakla vuracak bir adam görevlendirmiş; bununla da şifa bulamayan Nemrut, başını duvarlara vura vura intihar etmiştir.

Hz. İsa, İslam’ı yaymak için 12 havarisi ile yola çıkmıştı; ancak bir havarisinin ihanetine uğrayarak çarmıha gerilmiştir. Bu konuda dini kaynaklar farklı görüşler ortaya koymaktadır. Yüce Rab (c.c.) İsa Peygamber’i koruyarak göğe çekmiştir. Çarmıha gerilen kişi ise İsa Peygam-ber’e benzeyen bir kişidir. İsa Peygamber, Ahir Zaman’da Mesih olarak tekrar yeryüzüne ine-cektir. İsa Peygamber’in peygamberliği sadece üç yıl sürmüştür.

Hz. Musa dönemine baktığımızda üç aktör görürüz.

a-) Firavun (Kral)

b-) Haman

c-) Karun

Firavun, Haman’a muhtaçtı. Çünkü Haman, Firavun’u ‘Yarı Tanrı’ olarak halka anlatıyor ve halkın Firavun’a biat etmesini sağlıyordu.

Karun ise zenginliği ile Kral’a destek veriyor, Kral’ın iktidarının sonsuza kadar sürmesine hizmet ediyordu. Firavun Karun’a, Karun’da Firavun’a muhtaçtı.

Bu dönemde Firavun’un şiddetli baskısı, Karun’un Kral’dan aldığı destek ile zenginliğini artır-ması zulüm imparatorluğunun devamı için elzemdi. Haman da bu zulüm imparatorluğunda saygınlığının sürmesi için halka sürekli yalanlar söyleyip, ‘Din-ül Vahiy’ yerine ‘Din-ül Melik’ inancını kökleştiriyordu. Hz. Musa ve kardeşi Harun, bu şer üçgenine karşı İslam’ı yaymak için mücadele etmiş; neticede Firavun ve ordusu Kızıldeniz’e gömülerek İlahi Adalet’ten payına düşeni almıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v.) dönemine baktığımızda, Ebu Cehil’i ve müşrikleri görüyoruz. Ebu Cehil, cahiliye döneminin sözcüsü ve savunucusu konumundadır. Ebu Cehil ve peşinden gelen müş-rikler, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) büyücülükle ve atalarının dinini yok etmeye çalışmakla suç-luyordu. Put ticareti başta olmak üzere diğer ticari işlerinin elinden gideceği endişesiyle İslam’a karşı tüm gücüyle direniyordu. Ancak Yüce Allah (c.c.) son sözü söylemiş; Nebi’sine desteğini artırarak vermiş ve İslam dinini kemale ermiştir. İslam ve Peygamber düşmanları da Allah’ın (c.c.) intikamından kurtulamamıştır. Onların da saltanatları diğerleri gibi yalanları ve iftiralarıyla birlikte hercümerç olmuştur.

Yakın tarihimizden birkaç örnek:

Hitler, Mussoloni ve Lenin dönemlerine baktığımızda da aynı uygulamaları görürüz. Aynı çağın zulüm öncüleri, iktidara giden yolun halkın inanç sistemleri olduğunu görmüş ve bu inanç sis-temlerini istismar ederek ve halkı kandırarak iktidar koltuğuna oturmuşlardır. O dönemin aydın geçinen dalkavukları ve basın organları, liderlerini yücelterek; eşitliğin adaletin ve refahın toplum tabanına yayılacağı yalınını üretmişlerdir. İnançlarıyla efsunlanan ve yalanlara inandırılan halk, bu zalimleri iktidar koltuğuna oturtmuştur. Zulüm öncüleri, iktidarlarının uzun vadeli olabilmesi için kanunları ve yasaları kendi istediği biçimde çıkartmıştır. Böylece hiç kimse tarafından eleştirilemeyen, hiç kimseye karşı sorumlu olmayan ve hiç kimseye hesap vermeyen bir diktatörlük müessesi yaratılmıştır. Mussoloni, halkı tarafından sarayından çıkarılmış, kovalanmış ve kuru bir ağaca asılarak öldürülmüştür. Hitler’de, dünya savaşının çıkmasına neden olmuş, Rusya’yı işgal etmiş ancak Rus ordusuna yenilmiştir. Bu yenilgi Hitler’in eşi ile birlikte Berlin’de intihar etmesine neden olmuştur. Lenin ise, Bolşevik ihtilaliyle iktidara gelmiş, halkın dini inancını yok etmiş, Rusya’nın kapılarını dünyaya kapatarak (Demir Perde) 1990 yılına kadar kapalı devre devlet yönetimi uygulamıştır. Halkın içine ajanlarını sokarak rejim aleyhine konuşanları yok etmiş; sendikaları, partileri ve özel mülkiyetleri ortadan kaldırmış ve kendi halkını rejimin köleleri haline getirmiştir. Zulüm bununla da sınırla kalmamış; Rusya coğrafyasında bulunan Türklere etnik ve kültürel soykırımlar uygulamıştır. Bu diktatörün sonu da pek ızdıraplı olmuş; ağzından ve burnundan kanlar gelerek ve yerlerde debelenerek ölmüştür. Bu zalimin ölümüne en çok sevinen, kendisi gibi zalim olan devrim kurmaylarından Stalin ve Troçki olmuştur.

Tarihin tozlu sayfalarından ve günümüz dünyasından binlerce benzer örnek sıralamak müm-kündür. Burada görmek istediğimiz tek şey; “zulüm ile abad olanın akıbeti berbat olur” ger-çeğidir. Yüce Rab, (c.c.) bunun böyle olacağını Kur’an-ı Kerim’de apaçık belirtmiştir: “Sanır mısınız ki, siz kendi halinize bırakılacaksınız ve Allah, sizden savaşanlarla Allah’tan, peygambe-rinden ve inananlardan başkasını sır dostu edinmeyenleri bilmeyecek? Ve Allah, ne yaparsanız hepsinden de haberdardır. (Tevbe: 9)

Demek oluyor ki; bu fani alemde insanoğlu, günah basamaklarından yürüyerek zirveye çıksa bile adaletten, haysiyetten, şereften ve dürüstlükten nasiplenmemiş ise, o muhteşem çıkışın ve bir kaç dönemlik saltanatın pek rezil bir sonu vardır. Beşeri adaletten kaçış mümkündür ancak İlahi Adalet’ten kaçış mümkün değildir. Şu bir gerçek ki, İlahi Adalet’in tokadını yiyen kişi, hem bu dünyada hem öteki alemde sonsuz bir azap ile cezalandırılacaktır. Tarih, bu gerçeğe şehadet etmekte; Kur’an ise insanları yüzlerce ayetiyle uyarmaktadır.

16.01.2016
 

Top