ELEŞTİRİLER-GÖRÜŞLER
Gül Dirican, “Elif Şafak’ın Mahrem’i”, Milliyet, 5 Eylül 2000
Mahrem'de çok rahat postmodern bir yapıdan bahsedebiliriz. Hani neredeyse öğrencilere örnek olarak verilebilecek yapıtlardan. Bunu söylerken dilin kullanımını ayrı tutuyorum. Benim başımın belası olan, biliyorum ki bazılarının çok sevdiği o dil oyunları bu romanda da hayli yer tutuyor. Temel itirazım da bu. Romanın başında, bir sağanak halinde yağan dil oyunları, ancak ikinci yarıdan sonra olmazsa olmaz hale dönüşebiliyor, romanın öyküsüne katkıda bulunabiliyor.
Elif Şafak'ın öykü anlatıcılığı özellikle bu romanında berraklaşmış. Masalın dili, bu romanın sürükleyiciliğinde ana unsur olarak görülüyor ve Şafak'ın yepyeni diyebileceğimiz bir üslubunun da habercisi. Özellikle tarihsel diye kabaca adlandırabileceğim bölümlerden ayrılmak istemedim.
Bu kitabın çok okunacağından ve tartışılacağından eminim. Adının "Mahrem" oluşu benim için sadece, istese de istemese de aşırı yer dolduran karakterle sınırlı. Romandan aldığım tatta, "mahremiyet" alt okumasına gerek yoktu ve bu gözle okuduğum için de beni suçlayamazsınız. Ben bu romanın masallarının peşinden gitmeyi tercih ediyorum....
Atilla Birkiye, “'Karnaval dünyası'na yol alış”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2000
Modernitede 'sergileniş'
Elif Şafak'ın üçüncü romanı Mahrem geçen ay Metis Yayınları'ndan çıktı. Mahrem'de de iç içe geçmiş bir kurgulama var. Belli ki yazarımız, çok uğraşmış. Basit ve sıradan olanı değil, güç olanı çözmeye yönelmiş. ''Hikâye anlatma'' düzleminde bir önceki romanı gibi geleneğe el uzatıyor. Sözcük düzlemindeki dilin bilinçli kullanımı yine biçemin ana özelliği olarak karşımıza çıkıyor.
Modernitenin ve bizim toplumumuzun ''kadın ile ilişkisi'', ''kadına bakışı'' diyebileceğimiz bir izlekte, ''sergileniş'' ile ilintili bir içerikle karşılaşıyoruz bu kez. ''Görmeye'', ''görülmeye dair'' bir roman olarak tanımlanmasının ana nedeni bu kanımca. Yalnızca, şişman genç bir kadının –ya da öteki sıra dışı kadınların– toplumsal konumunun huzursuzluğu değil bu sergilenişin altında yatan. Olduğu gibi moderniteye, bizim modernitemize de ilişkin bir çözümleme, sorgulama.
Bu kez, –edebiyatımızda çok seyrek gördüğümüz– küçük küçük tuzaklar var romanın içinde. Metnin içinde yer alan, okuma sürecindeki bu tuzaklar, bir bakıma, İstanbul'un eski semtlerinden biri olan Cihangir'deki günlük yol alışlarımızda karşılaşacağımız ''önemli'' ayrıntılara denk düşüyor.
Mahrem'i okuduktan sonra bir de bu gözle Cihangir'i dolaştım. Bazı göstergeleri tam ''bulamadığımı'' da itiraf edeyim. Örneğin Hayalifener Apartmanı'nı; gerçi bulmam da şart değil ya... Cihangir ve göstergeleri benim saptamam. Bir başka okurun farklı olabilir. Yazarınki de bir başka olabilir; ya da tüm bunlar bir başka semt için de geçerli olabilir. Ama yanıldığımı hiç sanmıyorum!
Şehrin Aynaları'ndaki lanetlenme, bu kez de karşımıza bir başka boyutuyla çıkıyor. Bunları romanın sürprizleri olarak okura bırakıyorum. Kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi, bir önceki romanda olduğu gibi, modern anlatının evrenini parçalayarak, belki de tersyüz ederek ya da alışılmadık bir biçimde sunarak diyelim, yine bir karnaval dünyasının/evreninin içine oturtuyor.
(Romanın dördüncü sayfasında bir ithaf var: ''Be-Ce için'' .) Romanın hemen başında şişman genç kadının sevgilisinin Be-Ce olduğunu okuduğumda, uslamlamam beni, daha bunun kim, nasıl biri olduğunu –hatta başta cinsiyetinin ne olduğunu bile– düşünmeden, A-B-C'ye, alfabe sıralamasına, dolayısıyla Elif'in kendisine götürdü. Böylece, şişman genç kadın, Be-Ce, yazar, anlatıcı arasında parçalanmış bir düzlem/düzlemler ortaya çıktı. Bundan sonrası, yukarıda da dediğim gibi okurlar için bir sürpriz, bir oyun olsun!)
Elif Şafak, iki romanından anlaşıldığına göre kolay kolay vazgeçemeyeceği ve romanımızda pek görülmeyen karnavallaştırma, ''karnaval dünyası'' (evreni, atmosferi) oluşturma ile biçeminin ana öğesi olan, en eski anlatı metinlerinden, Dede Korkut'lardan, Binbir Gece Masalları'ndan uzanıp gelen ''hikâyeci'' özellikleriyle öne çıkıyor.
Bunların yanı sıra, –parça parça da olsa– modernitenin sorgulanmasıyla, belki de bundan kopuk düşünmediği kent'i, yani İstanbul'u ele alışıyla da önce çıkıyor? Böylece, büyük bir olasılıkla medyamızın ilgilenmeyeceği –ilgilenmemesi isabet olur aslında– yeni bir romancı ortaya çıkıyor...
Pınar Göksan Aker, “Sayılarda gizlenen 'Mahrem'”, Cumhuriyet Kitap, 16 Kasım 2000
Sessizliğin, altın kadar kıymetli olduğu mahallelerden birinde, bütün gün pencerenin önünde oturup çeyiz işlermiş ana kız. Hayallerin iğne deliğinden geçecek kadar küçük olmalı, dermiş kadın kızına. 'Baktın ki hayalin geçmedi iğnenin deliğinden, boşver onu. unut gitsin. İğne deliğinden geçemeyen hayaller boş hayallerdir. Hüsrandan başka bir şey getirmezler.' Kız dikkatle dinlermiş annesinin anlattıklarını. Sonra dalıp gidermiş hayallere. Ne vakit hayal kursa, elinden kayıverirmiş gergef; iğneyi de beraberinde götürerek.-Nazar Sözlüğü'nden "İğne deliği"
Mahrem, 1999'un İstanbul'unda başlayıp 1999'un İstanbul'unda biten; araya tarihlerin, masalların, ülkelerin, hayvansı insanların, insansı hayvanların, kötülerin, zayıfların, çirkinlerin, güzellerin girdiği, zamanın ve mekânın geçmişle bugün arasında mekik dokuduğu bir roman... Genç yazar Elif Şafak'ın, Kem Gözlere Anadolu (1994), Pinhan (1997), ve Şehrin Aynaları'ndan (1999) sonra kaleme aldığı dördüncü kitabı, üçüncü romanı.
Roman, farklı zaman ve mekândaki masalsı ve gerçek kahramanların ayrı ayrı öykülerinden kurulu... 1999'un İstanbul'unda karşımıza çıkan, şişmanlığı başına dert bir kadın kahraman... Yemesi için acıkması gerekmeyen, zaten her koşulda acıkan genç bir kadın... Sıkıldıkça yiyen, yedikçe sıkılan... Doydukça acıkan, acıktıkça neşelenen, neşelendikçe acıkan, acıktıkça yiyen... Bakışların kilolarına kilitlenip insafsızca sorguladığı, yadırgadığı, dersler çıkardığı, haline şükrettiği, tahtalara vurduğu, parmakla gösterdiği bir kimlik... Zayıflamayı deneyen ama midesinin çağrılarını hiç reddetmeyen, yedikçe kilo alan, aldıkça iştahı kabaran bir kadın...
Romanın ikinci durağı, 1885'in Perası... Kahramanı ise, bir kerametle dünyaya gelen mum kokulu Keramet Mumî Keşke Memiş Efendi. Yokuşun tepesindeki vişne renkli çadırın sahibi... Yalnızlığını, gösteri çadırında sergilediği akıllara durgunluk veren güzellik ve çirkinliklerle gidermeye çalışan masalsı adam... çadırının gözdeleri, çirkinler çirkini Samur Kız'la, güzeller güzeli Belle Anabelle...
Melih Bayram Dede, “Ruhdaşlarımı yazıyorum”, Yeni Şafak, 11 Ocak 2001
Mahrem, aynı zamanda bir sözlük aslında. Romanın içine geçirilmiş bir sözlük alışılmadık bir tarz. Kitapta yer alan sözlüğün romanın akıcılığını engelleyen bir faktör olduğu yorumları yapıldığı gibi, yararlı bulanlar da var. Şafak, Nazar Sözlüğü'nü eleştirenler kadar yararlı bulanların da olduğunu ifade ediyor. Romanı yazarken en çok sözlükte zorlandığını belirten romancı, "Benim için Nazar Sözlüğü maddeleri, hikâye içinde hikâye, kapılar içinde kapı demektir. İster açarsınız o kapıları, ister açmadan ilerlersiniz. İstediğiniz kapıdan çıkıp istediğiniz kapıdan metne tekrar girersiniz. Mahrem, yazarın konumunu ve iktidarını zayıflatan, okurun rolünü ve hareket serbestliğini artıran bir kitap" şeklinde konuşuyor.
Mahrem'de şişman bir kadının iç dünyasını, "Bunları yaşamayan biri yazmış olamaz!" dedirtircesine bir anlatım zenginliğine sahip. Bunu nasıl başardığını sorduğumda ise sadece Mahrem'de değil, daha önceki romanlarında da hep "olmadığı şeyi" anlattığını belirtiyor. "İlk bakışta ben bu insanlardan biri değilim. Ama onları anlattım, çünkü kendimi onlara yakın hissettim. Bence hayatla ilişkisi pürüzsüz olamamış insanlar, hayatla ilişkisi pürüzlü olan insanları kendilerine yakın hissedebilirler. Bu ruhsal bir yakınlıktır. Ben buna ruhdaşlık diyorum ve romanlarımda ruhdaşlarımı anlatıyorum.”