• Merhaba Ziyaretçi.
    "Minimalist Fotoğraflar" konulu fotoğraf oylaması başladı. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Oylamaya katılmanızı bekliyoruz...

Elif Şafak - Bit Palas

kelebek

-ütopik-
V.I.P
Bit Palas

Kapak Tasarımı: Emine Bora

Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Mart 2002
6. Basım: Temmuz 2006


Şehrin Aynaları, Pinhan ve Mahrem'in ardından Elif Şafak’tan usta işi bir roman daha. Yayınlandığından bu yana okurlardan ve edebiyat çevrelerinden ve haklı övgüler alan Bit Palas’ı henüz okumamış olanlara tereddütsüz tavsiye ederiz. Beğeni farklılıklarını aşacak ölçüde önemli bir yapıt.
1960'larda, mezarlıkların üzerinde yükselen bir semtte, kentten intikam almak üzere özene bezene inşa edilen, ama giderek etrafındaki çöp kokusu nedeniyle yaşanmaz hale gelen Bonbon Palas'ın hikâyesi anlatılıyor bu romanda.
Her katı birbirinden farklı bir hava taşıyan Art Nouveau tarzdaki apartmanda yaşayanlar da çok farklı birbirinden: Zıt kuaför ikizler Cemal ve Celal; aşırı titiz Hijyen Tijen ve kızı Su; iki arada bir derede kalmış Mavi Metres; evhamlı ve sinameki Ateşmizaçoğulları; gizemli Madam Teyze; torunlarını masallarla "zehirleyen" Hacı Hacı; Metin Çetin ve uğruna bilimkadınlığını bırakıp peşinden gelmiş Karısı Nadya; yaşamın kıyısında yürüyen Sidar ve köpeği... Onları birleştiren ise hep dışlarında aradıkları, üstlerine kondurmadıkları çöp kokusu ile apartmanda giderek artan hamam böcekleri.
Elif Şafak'ın o zengin ve benzersiz üslubu sayesinde bir solukta okunan roman, kötülüğü hep kendi dışına atmaya çalışan steril hayatları sorguluyor.
 
1 Mayıs 2002 çarşamba günü saat 12:20'de, bir tarafında sivri dişli devasa bir fare, öbür tarafında kocaman, simsiyah, serapa kıllı bir örümcek resmi bulunan, önü arkası sağı solu her tarafı irili ufaklı yazılarla dolu, kirli beyaz bir kamyonet, İstanbul'un çokça kabuk, bir o kadar da isim değiştirmiş ana caddelerinden birine açılan daracık bir ara sokağın köşesine sabahın erken saatlerinde yerleştirildiği halde öğlene doğru nasıl olduysa devrilmiş bariyerleri fark edemeyip yoluna devam etmeye kalkınca, birdenbire yaklaşık iki bin iki yüz kişilik bir kalabalığın ortasında buluverdi kendini. Bunlardan beş yüz kadarını İşçi Bayramı'nda yürüyüş yapmak isteyen göstericiler, bin üç yüzünü onları yürütmemek üzere konuşlandırılmış polisler, geriye kalanlarını da bir başka uçta Atatürk heykelinin etrafına çelenk koyup Bahar Bayramı kutlamaları yapan devlet erkânı ile ellerine bayraklar tutuşturulup, boşluklara doluşturulmuş ilkokul öğrencileri oluşturuyordu. Öğrencilerin çoğu okuma yazmayı yeni öğrenmişti ve okuma yazmayı yeni öğrenen her çocuk gibi onlar da, gördükleri bütün yazıları bağıra çağıra hecelemeyi huy edinmişlerdi. Fareli örümcekli kamyonet aralarına daldığında, saatlerdir güneşin altında suspus vaziyette dikilip, hamasi nutuklar dinlemekten kurdeşen olmuş bu çocuklar koro halinde haykırdılar: "GÖK-KU-ŞA-ĞI-BÖ-CEK-İ-LAç-LA-MA-SER-Vİ-Sİ:ça-ğı-rın-Si-zin-Na-mı-nı-za-Biz-Te-miz-le-ye-lim"
Bu beklenmedik saldırı karşısında eli ayağına dolaşan turuncu saçlı, yelken kulaklı, komik suratlı, yaşını hiç göstermeyen sürücü, çocukların gazabından kurtulayım derken direksiyonu öbür tarafa kırınca, bir tarafında göstericilerin, diğer tarafında polislerin öbekleştiği, her an infilak etmeye hazır bir gerilim çemberini tam ortasından biçiverdi. Ne tarafa yöneleceğini bilemeden öylece kalakaldığı birkaç dakika boyunca, aynı ideolojinin farklı köşelerinde mevzilenmiş gösterici gruplar tarafından neşeyle yuhalanıp, öfkeyle taşlandı. Can havliyle kamyonetini çemberin diğer yarısına doğru sürdüğünde, bu sefer de polisler tarafından durduruldu. Fakat tam o esnada, karşı tarafın en ön sıralarından küçük bir kümenin yürüyüşe geçme kararı alması üzerine tüm polisler oraya seğirtince, kamyonet sürücüsü de tutuklanmaktan son anda kurtulmuş oldu. Meydandan çıkmayı başardığında, tepeden tırnağa ter içinde kalmıştı. İsmi Haksızlık Öztürk'tü. Yaklaşık otuz üç senedir böcek ilaçlıyordu ve bu zaman zarfında hiç bugünkü kadar nefret etmemişti işinden.
Başını tekrar derde sokmamak için yolu uzatma pahasına, kestirme ana caddelerden mümkün mertebe uzak durup, yılankavi ara sokaklardan geçe geçe, en nihayetinde aradığı apartmana ulaşmayı başardığında, tam tamına bir saat kırk beş dakika gecikmişti randevusuna. Kaldırıma yanaşıp, az biraz kendine gelebildiğinde, apartmanın girişinde dikilen on beş-yirmi kişilik topluluğu şüpheyle süzdü. Niçin toplandıklarını anlayamasa da, zararsız olduklarına kanaat getirdiğinde, her zaman gereğinden fazla konuşan sekreterinin sabah eline tutuşturduğu adresi kontrol etti: "Jurnal Sokak, 88 numara (Bonbon Palas)". Geveze sekreter bir de küçük not düşmüştü kâğıdın altına: "Bahçesinde gülibrişim ağacı olan apartman". Haksızlık Öztürk alnında boncuk boncuk biriken terleri silerken, dikkatlice baktı önünde durduğu apartmanın bahçesindeki bazı dalları morumsu, bazı dalları pembemsi çiçekli ağaca. Herhalde gülibrişim dedikleri buydu.
Gene de tez zamanda yerine yenisini almayı düşündüğü sekreterine zerre kadar güvenmediğinden, apartmanın tabelasını ileri derece miyop gözleriyle bizzat görmek istedi. Kamyoneti iğreti bir şekilde bırakıp, aşağı atladı. Daha bir adım atmıştı ki, az ötedeki topluluğun içinde yan yana dikilen üç küçük çocuktan kız olanı ciyak ciyak bağırdı: "Aa, şuna bakın! Cin gelmiş! Dedeee, dede bak cin gelmiş!" çocuğun pantolonundan çekiştirdiği kırçıl sakallı, geniş alınlı, kafası takkeli, yaşlıca bir adam arkasını dönüp, hoşnutsuz bir nazarla önce sokağın ortasındaki kamyoneti, sonra da kamyonet sürücüsünü inceledi. Gördüklerinden memnun kalmamış olacak ki, suratını daha da beter ekşiterek, üç torununun üçünü birden kendine doğru çekti.
Haksızlık Öztürk'e haksızlık ediliyordu. Cin filan değildi. Sadece orantısız yüz hatlarına, aşırı büyük kulaklara ve talihsiz bir saç rengine sahip, kısa boylu bir adamdı o kadar; yani çok kısa. Bir metre kırk buçuk santimdi. Daha önce cüce zannedildiği olmuştu ama ilk defa cin olmakla itham ediliyordu. Aldırmamaya çalışarak, insanları yara yara, külrengi apartmana doğru yürüdü kararlı adımlarla. Doktoru devamlı kullanmasını tembihlediği halde, burnunun üzerinde değil de, saçlarından daha turuncu iş tulumunun cebinde taşımayı yeğlediği kalın camlı, ince çerçeveli gözlüklerini taktı. Buna rağmen, apartmanın ön cephesindeki bulanık çıkıntının ne olduğunu, iyice yaklaşıp, binanın dibine sokuluncaya kadar seçemedi. Tüyleri kirden kararmış bir tavuskuşu kabartmasıydı bu. Temizlense, güzel görünebilirdi göze. Onun hemen altında, çift kanatlı kapının üzerine süslü püslü harflerle yazılmış yazıya baktı: Bonbon Palas No: 88. Doğru yere gelmişti. Kapının kenarında, üst üste dizili zillerin arasına sıkıştırılmış bir kartvizit dikkatini çekti. İki ay önce, aynı bölgede işe başlayan rakip firmaya aitti. Etraftaki insanların kendisiyle ilgilenmeyişini fırsat bilerek, kartviziti sıkıştırıldığı yerden çıkardı, yerine kendininkilerden bir tane koydu.
 
ELEŞTİRİLER-GÖRÜŞLER

Elif Şafak, ünlü Fransız oyun yazarı Racine'in klasizm döneminin temel ögesi olmuş "sanatta tüm ustalık, 'hiç'ten bir şeyler yaratabilmektir" sözünü anımsatırcasına yazmış Bit Palas adlı yeni romanını.

Elif Şafak, Dünya'yı İstanbul kentine indirgemiş. Bakın onu nasıl tanımlıyor: "Hamileliğinin son aylarında aşırı kilo alıp, bir sonraki günü dahi taşıyamaz olmuş bir kadına benziyordu İstanbul. (...) Yapabilse, bir an evvel kurtulmak isterdi bu kantarlı külfetten. Yapamıyordu. Yıllar, yüzyıllar boyu şiştikçe şişmişti. (...) Eğer şu dinmeyen iştahıyla, daima aç gövdesine indirdiklerinden hiçbir şey çıkarmasaydı dışarıya, çoktan infilak etmiş olurdu şimdiye değin; kendiyle birlikte karnındakileri de canlarından ederek. Çıkarıyordu neyse ki."

Yüzeysel yaşayan insanlar için Dünya bir cennet belki. Ama dibini karıştıracak olursak, benliklerimiz İstanbul gibi çöplüklerle kaplı.

İçi irin dolu bir yara, sağlığımızı tehtit eden mikropları nasıl üretiyor ve pis kokulu bir yuva oluşturuyorsa kişisel ve toplumsal sorunlarımız da öylesine derinden irin toplayan ve onu deşme yürekliliğini bekleyen kokuşmuşluklarla dolu birer çıbana benziyor.

Elif Şafak, böyle bir ortamda, ameliyathanedeki operatörün bisturisi yerine kalemini kullanan bir yazar: Kabuk tutmuş derin bir yarayı deşiyor.

Dünyamız ve benliklerimiz, kimileri için önemi kalmadığını sandığımız değerleri gidip, yok pahasına sattığımız bir bit pazarı; kimileri için de , bu değerleri inanılmaz ucuzlukta bulup çıkardığımız zenginlikleri üretebileceğimiz verimli bir çöplük. Tabii eğer kendimizi Elif Şafak gibi sorgulayabilme yürekliliğini gösterebilirsek.

Bit Palas, her şeyin 'hiç'ten varolduğunu kanıtlayan, her şeyin ustaca bir değişim gerektirdiğini belgeleyen edebi bir kanıt.



Sırma Köksal, “Hikâye anlatmayı bilen biri”, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002


Her şeyden önce Elif Şafak'ın hikaye anlatmayı bildiğini teslim etmek gerek. Ama bu zaten ilk kitabından beri başardığı bir şey. Bu yanıyla da diğer birçok "yeni" yazardan ayrılıyor. Kendini geri plana çekerek anlatmak istediği sözün kurgusunu zedelememek konusunda gerçekten usta. Üstelik bu ustalığını her yeni kitabıyla da pekiştiriyor. Sözgelimi Mahrem'de çok kullandığı o tekerleme kıvamındaki dil bu kitabında seyrelmiş, neredeyse yok denecek düzeye inmiş. İyi de olmuş, çünkü bazılarının dil tadı gibi görebileceği bu oyunlar Mahrem'i benim için bir türlü okunup da bitirilemeyen, en sonunda da yarım bırakılan kitaplar arasına sokmuştu. Tekerlemeden söze gelinmekte zorlanılan birçok bölüm vardı orada.

Bir şehir çeşitlemesi gibi de okunabilecek olan Bit Palas ise kurgusu ve anlatımıyla gerçekten başarılı bir roman. Olay örgüsünün iç içe geçişleri çok başarılı. Ama daha da önemlisi hikaye etmekteki ustalık. Birçok zaman kolayca basmakalıp bulunabilecek öğeleri anlatım ustalığıyla yenileştirip okunur kılıyor Elif Şafak. Sözgelimi, berberlerden birinin eşcinsel oluşu, iki berber arasındaki karakter karşıtlığı, çöplerle iç içe olanın aslında romanın ta başından beri zorlanmadan tahmin edilebilirliği, titiz ev kadını tiplemesinin tam da orada bulunması gereken yere oturtulmuşluğu... Bunlar daha az usta bir anlatıcının elinde kolaylıkla kitabı sıkıcı ve bildik bir şeylerin tekrarı durumuna sokabilecek öğelerken Şafak, kurgusunun dengesi ve hikaye etme konusundaki başarısıyla bu tehlikelerin üstesinden geliyor.

Üstelik dildeki oyuncakların azaltılmasının bu kitapta gördüğümüz bir başka faydası da bunlara harcanan enerjinin daha inandırıcı ve gerçek tiplemelere doğru yol alınmasına verilmiş olması. Böylece bu kitabın tiplemeleri daha inandırıcı ve yerini dolduran birileri haline gelmiş durumda. Fena bir gelişme değil doğrusu.

Kuşkusuz bu gelişmelerin okurun aklına getirdiği ilk şeylerden biri de Elif Şafak'ın çalışkan bir yazar olduğu, yazının esin perileriyle geldikçe yazılan bir şey değil de oturup çalışılacak bir şey olduğuna inanan bir yazar olduğu. Duygusal boşalmalarla kaleme kâğıda sarılanların alabildiğine arttığı günlerde böyle bir tavırla karşılaşmak da ayrıca sevindirici. Edebiyatın bir iç dökme değil de bir iş olduğunun ara sıra hatırlatılmasında fayda var.

Bütün bunların yardımıyla Bit Palas elden kolay bırakılmadan insanı okumanın keyfine götüren bir roman. Hele de okumanın öncelikle bir yolculuk olduğuna inanıyorsanız, bir binanın içindeki yaşamların içiçe geçmiş öyküsü ve bu öykünün de aslında anlatılan bir başka öykü oluşu keyfinizi yerine getirecektir.


Asuman Kafaoğlu Büke, “Bitlenen Bonbonlar”, Cumhuriyet Kitap, 5 Eylül 2002

Bazı romanlar bittiklerinde başa dönüp ilk sayfaları tekrar okumak istersiniz. Romanı birkaç günde okusanız bile, sanki ilk sayfaları okuyalı aylar, hatta yıllar geçmiş gibi, nasıl ve nerede başladığını anımsamakta zorlanırsınız. İşte Elif Şafak’ın Bit Palas romanını bitirdikten sonra bunları hissettim ve tekrar başladım okumaya...

Tam da romanın başında –ve tekrar sonunda– yazarın söylediği gibi dairesel bir biçeme sahip Bit Palas. Yazar bu çembere saçmalık adını veriyor ama hiçbir masalın saçma olmadığı inancıyla ayrılıyoruz kitaptan. Gördüğümüz tüm rüyalar gibi, masalların da anlamlarını çözmek isteyen yanımız devreye giriyor. Bu anlamlar masalların içinde mi gizli, yoksa bizim onlara yüklediğimiz, her masaldan aldığımız anlamlarda mı, düşünmeye başlıyoruz.

Bit Palas’ın çok sayıda kahramanla ve aşırı masalla yüklü olması, romanı ortaladığımızda bütün bu kopuk öykülerin asla toparlanamayacağı korkusunun doğmasına neden oluyor fakat kopuk kopuk görünen öykülerin romanın sonunda biraraya gelip bir tek öykü halini aldığını görüyoruz. Elif Şafak büyük bir beceriyle öykülerde ortak imgeler kullanarak kopuk görünen masalları birbirlerine bağlayıp roman boyunca bir tutarlılık sağlıyor. Gri çöp tenekelerin kapaklarında bakılan fallardan, gri gözlü ölü bebeklere ve oradan da romanın kahramanlarından biri olan gri dış boyasıyla Bonbon Palas apartmanına uzanan kül rengi kurdele, romandaki tek bağlayıcı unsur da değil üstelik. Romanın başında mezarlıkta tabut içlerinde ve çöpler arasında tanıştığımız böcekler de roman boyunca ölüm kokusu yayarak çoğalıyorlar adeta.

Romanın kahramanları 1966 yılında yapılan Bonbon Palas adında bir apartmanda oturan ve burada çalışan insanlar. Kuaför, kapıcı, on numaralı dairenin kiracısı ve diğer ev sahipleri. Okur onları tanımadan çok önce apartmanın, mahallenin ve şehrin kokularıyla ve renkleriyle tanışıyor. Dünyanın birçok köşesinden getirdikleri geçmişleriyle apartmanda oturanları da sanki geçmişleri birbirlerine bağlıyor. İki numarada oturan Sidar ile üç numaradaki ikiz kuaförlerin göçmen yaşamları, yurt dışına çocuk yaşta ve istemeden götürülüşleri, ülke ve ailelerinden kopuş öyküleri, benzerlikler taşıyor. Aynı şekilde güvenilmez erkeklerle ilişki içinde olan Mavi Metres ve Metin Çetin’in Karısı Nadya sonunda bir çeşit arzuladıkları özgürlüklerine kavuşuyorlar. Fakat bu apartman daireleri arası benzerlikler, aynı zamanda dış dünyaya kapalı, her biri kendi içine gömülmüş dünyalarda yaşayan insan toplulukları olarak da görülebiliyor: bir numaradaki kapıcının ailesinin Musa, Meryem ve Muhammet adını taşıması (ve Meryem’in, sevgilisi İsa yerine Musa’yı seçmesi) bir ölçüde bu aileyi kendi içine kapatan, diğerlerinden ayıran bir unsur oluyor. Dört numaralı dairede oturan Ateşmizacoğlu ailesi fertlerinin de her birinin Z ile başlayan bir ad taşıması, ya da beş numarada oturan Hacı Hacı’nın torunlarının 5.5, 6.5 ve 7.5 yaşında olmaları, her aileyi kendi içinde, kopmaz bir bütün olarak görmemizi sağlıyor. Kardeşlerin benzerlikleri, aynı korkularla donatılmış olmaları, aynı kül rengi gözlerle bakmaları hep bu kendi içine kapanan dünyaları simgeliyor.

Roman boyunca okurun hissettiği bir başka olgu da, yaşamların bitmemişlik duygusu vermesi. Roman kahramanlarının çoğunun buçuklu yaşlarda olması ve anlatılan zamanın yarımlarla gösterilmesi, tam da romanın başında anlatılan çemberin bir noktalarında olduğumuz duygusunu güçlendiriyor. Bitmişlik duygusunu yarım rakamlar hep engelliyor sanki; her roman kahramanında bir eksiklik duygusu hissetmemizi sağlıyor, henüz tamamlanmamış yılların ve öykülerin kahramanları olarak çıkıyorlar karşımıza. Bu yüzden de romandan tam bir son beklemekten çok erken vazgeçiyoruz. Çemberin bir yerinde bizi üstünden atacağına inanarak sürdürüyoruz okumayı.

Bit Palas roman içinde sürekli göndermeler yaparak, hem geleceğe hem de geçmişe bağlar kuruyor. Bazı tamamlanmamış (hatta yaşanmamış) hayatlar, örneğin Agripina Fyodorovna Antipova’nın yaşamı, İstanbul’a gelen bir başka Rus, Nadya’nın yaşamı aracılığıyla 80 yıl sonra tamamlanıyor. Bunlar hep kitap içinde yapılan göndermeler, bir de yazarın kitap dışına yaptığı göndermeler var. Bunlardan en ilginci Sidar karakterinin dokuz maddede intiharı dillendirmesi gibi, intihar düşüncesiyle geçen yaşamında maddelerle dolu felsefe kitapları yazan düşünür Ludwig Wittgenstein arasındaki benzerlik. Sidar’ın dokuzuncu “Esrar, anlamlandırılmamalıdır” maddesi ile Wittgenstein’in Tractatus Logico-Philosophicus (çev.: Oruç Aruoba, BFS Yayınları, 1985) kitabının yedinci maddesi “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı” aynı ölümü düşünerek geçen yaşamların izini veriyor. Romandaki bitmemişlik duygusu da işte tam bu noktada devreye giriyor, yazar bilinçli olarak karanlıkta bırakmak istediklerini böylesi bir suskunlukla romanın dışında bırakabiliyor.

Ancak romanın 131. sayfasında tanımaya başladığımız roman kahramanı “Ben”, bizim romanın başında beri bildiğimiz gerçeklere de gözleri kapalı kalabiliyor. Rasgele “Bu duvarın altında yatır var, çöp dökmeyin” yazdığı yerde gerçekten bir yatır –ama boş bir yatır– olduğunu okurun bilmesine rağmen, romanı onun ağzından dinlediğimiz “Ben” bilmiyor.

Bit Palas tüm bu gizemli ve masalsı yönleriyle çok iyi yazılmış bir roman. Yer yer aşırı detaylı karakter tasvirleriyle okuması zorlaşsa da, her karakter hakkında anlatılan en ufak detayların bile romanın bütününe gerekli olduğunu görmek bu detaycı yanı kolaylıkla affettiriyor. Yazarın entomoloji, dil bilgisi (Osmanlıca sözcük ve deyimleri kullanması çok eleştirildi Şafak’ın, fakat böylesi bir dil, romanın sihirli gerçekçi dokusuyla bütünlük taşıyor) ve anatomi bilgisine hayran olmamak elde değil.
 
Bir gün birisi bana böceklerle bu kadar haşır neşir bir kitap okuyacağımı söylese sanırım o zaman inanmazdım :)

Kitapın konusu tek bir apartmanda dairesinde geçmesine rağmen öylesine sürükleyici ki birçok etkileyici konudan bile daha etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Bir apartman dairesindeki hayatı ele aldığından herkesin kendisinden birşeyler bulabileceğine inanıyorum. Okumanızı tavsiye ederim
 
Geri
Top