• Merhaba Ziyaretçi.
    "Hoşgeldin sonbahar "
    konulu yarışma düzenlendi. İlgili konuya BURADAN ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada katilmanizi bekliyoruz...

Elif Şafak - Araf

kelebek

-ütopik-
V.I.P
kk1842.jpg


Özgün adı: The Saint of Incipient Insanities

Çeviri: Aslı Biçen
Kapak Tasarımı: Emine Bora

Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Nisan 2004
6. Basım: Ekim 2006


Elif Şafak’ın İngilizce olarak kaleme aldığı Araf’ı Türkçeye Aslı Biçen çevirdi.
Farklı din, çevre ve kültürlerden gelip yolları Boston’da kesişen bir grup genç insanın dokunaklı öyküsünü anlatan Araf, yalnızlık, yabancılık, dil ve zaman üzerine bir roman…
Keskin bir kavrayışa ve mizah duygusuna sahip olan Araf, ait olma konusundaki sürekli özlemin ve sürgünde bir yurt arayışının öyküsü. Belki de hepsinden önemlisi, ister Doğu’da ister Batı’da, kendi yurdunda bile bir yabancı olmanın heyecan verici keşfi.
Araf, “The Saint of Incipient Insanities” adıyla 2004 yılının Eylül ayında ABD’nin öndegelen yayınevlerinden Farrar, Straus & Giroux tarafından yayımlanacak.​
 
OKUMA PARÇASI

s. 123-125

"Ne hoş tesadüf," dedi Debra zoraki bir neşeyle, "çok sevindim. Ne kadar iyi bir ahçı olduğunu biliyorum." Değişik bir hali vardı, okuma grubundakinden çok daha kendine güvenli görünüyordu. "Senin için bir sakıncası yoksa çalışmaya hemen başlayalım, zaman geçiyor ve hiçbir şey hazır değil."
Alegre'yi soktuğu çivit mavisi mutfak duvardan duvara paketler, kutular, konserve kutuları ve kavanozlarla doluydu, gıda, gıda, gıda. Misafirlerin yediden sonra gelecekleri ve büyük olasılıkla sekiz buçuk civarında kurt gibi acıkacakları söylendi. Toplam yirmi iki kişi bekleniyordu. "Biz de iki kişiyiz. Doyuracak yirmi dört boğaz eder. Ne dersin? Başarabilir miyiz?"
Ama çok geçmeden ortaya çıkacağı üzre "biz" diye bir şey yoktu. Sadece Alegre vardı. Kendi ahçılık tarihinde bu kadar kısa sürede, bu kadar çok insan için bu kadar çok yemek pişirdiği olmamıştı hiç. Yine de yiyecek konusunda kendisine böyle muhtaç olunması sinirlerini yatıştırmış olacaktı çünkü kendini bu işin altından kalkmaya tamamen muktedir hissediyordu. O malzemeleri incelerken Debra Ellen Thompson da onu inceleyecek vakit buldu. Alegre'nin değişik bir hali vardı şimdi, okuma grubunda olduğundan daha az ürkekti.
Gerçekten de kendinden emindi Alegre, hatta Debra nihayet mutfak kapısının öteki tarafındaki sürekli mızıldanan kadın sesinin yardımına koşup onu mutfakta yalnız bıraktığında kendine güveni iyice artacaktı; dışarıdan gelen sese bakılırsa biri oturma odasını akşam için derleyip toplamaya çalışıyor ama aslında bu işi yapmak istemiyordu, hem de hiç. Alegre mutfakta tek başına kalınca oturma odasında olanları hiç merak etmedi, tıpkı evin geri kalanıyla ya da misafirlerin nasıl insanlar olduklarıyla ilgilenmediği gibi. O olmak istediği yerdeydi: mutfakta. Başka birine ait olsa da onun mutfağıydı burası artık. Tek bilmek istediği tam olarak ne pişirmesinin istendiğiydi. Ama kimse bu konuyu açıklığa kavuşturmak için gelmedi. Onun yerine içeri komik, basık burunlu, aşırı uzun tüylü, duman grisi tombul bir kedi girdi ihtişamla, hemen onun arkasından da ne işler karıştırdığını anlamak için yine aynı türden, tekir ve belki daha az mağrur bir başka kedi geldi. Evsahiplerinin ona nasıl bir menü istedikleri konusunda ipucu verecek kadar sorumlu davranmasını beklemekten ve kedileri seyretmekten sıkılan Alegre bu yiyecek gemisinin tek kaptanının kendisi olduğuna ve karar vermenin de kendisine düştüğüne kanaat getirdi. Buzdolabında bulduğu keçi peynirini pidelerin üzerine ufaladı. Dolaplarda bir sürü ton balığı konservesi buldu ve bunlardan bol bol şehriyeli ton balığı fettuccine yaptı. Buzluktaki kıyma çabucak köfteye dönüştü; tezgâhın üzerindeki lahana barbunyalı lahana salatası oldu; artık mısırların bir kısmı puding, geri kalanı mısırlı kabak sotesi halini aldı. Patatesler her zamanki gibi fazlasıyla işe yaradı. Alegre onları haşladı, kızarttı, fırınladı, ezdi, üzerlerine çeşit çeşit baharatlarla soslar döktü. Geri kalanları domuz pastırması ve peynirle doldurdu. Dolaplarda bulduğu tako soslarının hiçbirini fazla tutmasa da tavuklu burritos doldurdu. Fıstıklı banma sosu ve tavuk ciğerli börek hazırladı. Bildik aperitifleri sıraladı – sarımsak soslu karides, söğüş salata ve peynirler. İki koca kâse cevizli Sezar salatası ve birilerinin bütün bunlara rağmen aç kalması ihtimaline karşı yirmi dört tane hindili klüp sandvici yan yana dizdi. Geri kalan yumurtalarla limon suyunu limon kremalı turta yapmakta kullandı. Buzdolabında gördüğü yığın yığın muzla da muzlu turta yapmayı planlıyordu ki, yorgunluktan bitkin düştüğü için oturup biraz dinlenmesi gerekti.
Bu yiyeceklerin hiçbirini değil yemek tatmak dahi istemiyordu. Çantasını dolduran kırmızı greyfurtları çıkardı ve çiğnerken hesaba başladı: 11 kırmızı greyfurt, her biri 70 kalori, toplamda 910 kalori!
"Şu hale bak, inanamıyorum!" Debra Ellen Thompson iki küsur saattir adımını atmadığı mutfağa girdiğinde bağırmaktan kendini alamamıştı. Tezgâhın üzerindeki her yemeğin karşısında konuk selamlar gibi tek tek saygıyla durdu. "Tanrım, ne diyeceğimi bilemiyorum. Muhteşem bir iş çıkarmışsın. Bu müthiş! Müthiş!"
Ama kendisi "müthiş! müthiş!" görünmüyordu hatta "müthiş!" bile görünmüyordu. Daha ziyade saatlerdir ağlıyormuş gibi görünüyordu.
"Sen iyi misin?" diye sordu Alegre kaşla göz arasında greyfurt kabuğu yığınını ortadan kaldırarak.
"Evet... aslında hayır... ev arkadaşımın canı son zamanlarda çok sıkkındı, onu neşelendirmek için mutfağı çivit mavisine boyadım... en sevdiği renk... ama pek işe yaramadı, sonra bir parti vermenin iyi bir fikir olacağını düşündüm ama ne kadar salaklık ettiğimi şimdi anlıyorum... bu kalabalık ona iyi gelmeyecek."
Alegre ona, ev arkadaşını mutlu etmesinin neden bu kadar önemli olduğunu sormak istedi ama birden bu yorumun fazlasıyla Connie-vari olacağını hissetti. Hem gerçekten de çene çalacak zaman değildi. Misafirler gelmeye başlamışlardı bile.
Bütün tepsilerle tabaklar oturma odasına taşındıktan sonra Alegre mutfakta yine yalnız kaldı. İçeri girip insanlarla tanışacağına ve onlarla birlikte yiyeceğine söz vermişti Debra'ya ama son anda yan çizeceğini gayet iyi biliyordu. Mutfağı toplamayı, tezgâhı temizlemeyi, çöpleri atmayı, birkaç tava ovmayı tercih etti. Sonra içerideki seslerin dingin bir müzik çeşitlemesine, neşeli sohbetlere, hafif şakalara, şen gaflara çoğalmasını dinleyerek üç greyfurt daha yedi, 210 kalori daha; giderek değişti sesler, ara sıra sinirli alaylar, aksi atışmalar da çalınıyordu kulağa. Derken bir yerlerden davul sesleri yükseldi ve fonda çalınan müzik aniden hızlandı. İçerdeki herkes aynı anda dans etmeyi zıplamakla, zıplamayı da tepinmek ve hoplamakla karıştırmaya karar vermişçesine zangır zangır sarsılmaya başladı ev.
 
'Çok olmak' mümkün!

Elif Şafak, edebiyat dünyasına 1997'de Pinhan'la girdi. Peşpeşe yayınladığı Şehrin Aynaları, Mahrem ve Bit Palas'la dikkatleri üzerinde topladı. Bir yılı aşkın bir süredir Amerika'da yaşayan Elif Şafak'la, Ekim 2004'te Amerika'da, ABD'nin önemli yayınevlerinden FS&G tarafından basılacak olan, Türkiye'de ise Aslı Biçen'in çevirisiyle geçtiğimiz ay Metis Yayınları'ndan çıkan çift dilli Araf'ı, sarkacı ve sarkaçtan damıtılan özü konuştuk.

KİTABIN KÜNYESİ

Araf, Elif Şafak, Metis Yayınları, İstanbul 2004, 345 sayfa

Elif Şafak, geçmişle gelecek arasında bir yerlerde, gerçeğin delişmen, değişken yanlarına bakabilen yarı masalsı hikayeler anlattı. Ama her romanında ne yaptı etti, kahramanın yolunu mutlaka İstanbul'a düşürdü. Farklı ülkelere, dinlere, dillere ve kültürlere sahip bir grup gencin Boston'da kesişen hayatları çerçevesinde çokkültürlülüğü, parçalanmışlığı, aidiyetsizliği ve yabancılığı anlattığı son romanı Araf’ta da öyle yapıyor yazar. İsimden başlayan yabancılığın gelip dayandığı 'iki arada, bir arafta olma' hali üzerine çarpıcı bir roman kuruyor; her romanında görülen sarkacı Araf'ta da, aynı salınım şiddetiyle işletiyor. Fiili göçebeliğin ruha yansımalarına ayna tutan roman, yazma ve yayımlanma süreci bakımından da, bir arafda aslında.

• Romanlarınızda hep bir sarkaç var; iki şey, durum arasında gidip gelen. Ama Araf'ta bu çok daha belirgin. Yabancılık-yerlilik, yerleşiklik-göçebelik, normallik-delilik, gibi. Roman kişileri iki eşik arasında kalmış kişiler. Bu sarkaç, yazar ve roman kişileri için ne anlama geliyor?

Romanlarımda da kişiliğimde de bir sarkaç hep vardı, hep var. Ama zaten ben hayatı bu diyalektik üzerinden okuyorum daima. Beni ilgilendiren hep bütünü bozan sapma, ana yoldan çıkan tali yol. Yani mesela çok cesur bir insanın korkudan dizlerinin bağının çözüldüğü an. Ya da diyelim çok pısırık birinin celallenip cesaretlendiği an. Böyle böyle sapma anlarını yakalamayı kurgulamayı seviyorum. Edebiyat anatomi demek biraz da. Katman katman kesip açmak hayatı. Sapmaları, sarkaçları, ayrıksılıkları görmek ve göstermek sanatın sahası.

• Yalnız bir çocukluk geçirdiğinizi, yalnızlığınızın nedenlerinden birinin, bir anlamda 'göçebe bir hayat' sürmeniz ve gittiğiniz ülkelerin diline, dinine, kültürüne yabancı olmanız olduğunu, daha önce yapmış olduğunuz röportajlardan biliyoruz. Araf'taki kahramanlar da dinleri, dilleri, kültürleri bakımından yalnız ve yabancılar. Birbirlerine dayanarak yeni bir yaşama alanı üretiyorlar. Kahramanlarla tanışıklığın ve temayı yaşamışlığın romanın yazımını ne gibi kolaylığı oldu?

Yazdığım temaya aşina olmam işimi kolaylaştırır gibi görünse de aslında zorlaştırıyor. Zira irdelediğiniz, deştiğiniz temaların ucu size ne kadar dokunursa o kadar sarsıcı olur yazma süreci. Yazı ile aranızdaki mesafe daha çabuk kaybolur. Bir de bakmışsınız ki kendinizi didikliyorsunuz pare pare. Ama şunu da eklemeliyim belki de. Şimdiye değin yabancılık duygusunu hep kurtulamadığım bir külfet gibi algıladım. Bu romanı yazarken yabancılıktan ve aidiyetsizlikten bir başka öz damıttım. Daha yaratıcı bir öz. Bir başka safhaya geçmemi sağladı. Ya oraya ya buraya ait olma zorunluluğuyla baş edemeyen insanlar için bir başka seçenek daha var: hem o hem bu olmak. Aynı anda çok olmak, çoğul olmak.

• Ömer, Gail, Abed, Piyu, Debra Allen Thompson, Allegre.. Mekansız, aidiyetsiz, parçalanmış kişiler... Bütün romanlarınızda olan 'öteki'ler Araf'ta, daha gerçekçi bir düzlemde sürdürüyorlar hayatlarını. Blumia ve delilik dışında dışa vurum bakımından 'normal' skalasında yer alıyorlar. Normalliğin ve normal dışılığın anlamı nedir sizin için?

Normallik sadece bir kisveden ibaret. Her an yırtılabilecek bir tül perde. Siz ömür boyu kat kat özenli titizlikle kendinize bir hayat inşa edersiniz, bir an tek bir fiske yeter tepetaklak etmeye. Beni şaşırtan insanların bu ihtimal yokmuşçasına yaşamaları, yaşayabilmeleri. Hepimiz deliliğin sınırlarında dolaşıyoruz, kimimiz bir adım daha yakın kimimiz görece daha uzak, ama hepimizin yolu düşebilir o topraklara. Fakat gel gör ki çok azımız bunun farkında. İnsanların çoğu hayatı hiç değişmeyecekmiş bir rutin gibi görmekten emniyet duyuyorlar. Oysa bu tekdüze ritm bir karabasan gibi geliyor bana. Delilik, tekerrüre nizama ve konfora dayalı burjuva hayatından çok daha samimi çok daha sahici bir damar.

• Romanlarınızda hem eski hem yeni kelimeleri kullanmaktaki ısrarınıza, dili olanca bütünlüğü içinde alma çabanıza rağmen Araf'ı İngilizce yazdınız. Roman önce İngilizce basıldı, sonra Türkçeye çevrildi. Romanın yazım ve yayımlanış süreci dilsel bir arafta kalma hali olarak yorumlanabilir mi?

Tüm romanlarımda yazılarımda Türkiye’ye dayatılan dil devrimi ile hesaplaştım, tartıştım. Osmanlıca addedilen kelimelerin kaybını, milli ve yekpare bir dil yaratma adına Farsça Arapça kökenli kelimelerin ayıklanmasını, bir fikir olarak kelimelerin bir dilden ayıklanabileceği savını hiç hazmedemedim. Geçenlerde İstanbul’da büyükçe bir kitapevinin sahibi bana bir hadise anlattı. Bir gün orta yaşlı bir karı koca geliyor kitapevine. Osmanlıca Sözlük almak istediklerini söylüyorlar. Nasıl bir şey istedikleri sorulduğunda “Elif Şafak’ın romanlarını daha iyi takip etmemizi sağlayacak düzeyde olsunî diyorlar. Karı koca beraber okuyorlarmış romanlarımı, ellerinin altında bir sözlük olması gerektiğine karar vermişler. Ben çok saygı duyuyorum bu tevazuya. Bilmediğin bir kelime varsa açıp bakma gereği duyarsın, değil mi? Aynı şey benim için de geçerli. Bilmediğim kelime çıkarsa karşıma muhakkak araştırırım, neymiş nerden gelmiş, başına neler gelmiş. Sırf İstanbul’un sokak isimlerini okumak bile kelime hazinenizi genişletir. Kelimelere aşığım ben, biri yitip gitse içim sızlar. Enkaz altından çıkarıyorum Osmanlıya dair kelimeleri. Bakıyorum hala yaşıyorlar, ölmemişler, soluk alıp veriyorlar. O zaman üstlerini başlarını silkeleyip buyur ediyorum yazıma.

Bu yüzden çok eleştiri aldım. Bazı öztürkçeci aydınlar hala hazmedemediler onların dil anlayışın topyekun reddediyor oluşumu. Bir de şöyle insanlar var. İmza günlerime, panellere gelen, mektuplar yollayan okurlar arasında bir kesim var ki hem çok seviyorlar romanlarımı ama hem de, kendi tabirleriyle “yakıştıramıyorlar din ile, tasavvuf ile bu kadar ilgili olmamı ve Osmanlıca kelimeler kullanmamı. Öyle ya türkiye’nin batılı yüzüyüm ben onların nezdinde. Saçımı toplayıp ülkemi temsil etmeliyim. Ne işim olabilir ki böyle geri kalmış unsurlarla? Türk aydınının çıkmazıdır bu. Uzun seneler boyunca zannettiler ki eğer bir kadın başını örtmek istiyorsa muhakkak cahil olduğu içindir. Eğer birisi din felsefesi ya da Osmanlı tarihi okumaya meraklıysa, ya da Arapça Farsça bilme gereği duyuyorsa muhakkak bağnazdır. Bu kalıpların yıkılmasının zamanı geldi.

Dil sürekli genişleyebilen bir organizma. Yeni kelimeler eklenir, eski kelimeler dönüşüme uğrar. Ama Türkiye’de ezici çoğunluk bilmediğini öğrenme gereği duymuyor ki. Donmuş takılmış kelime hazinesi. Son derece üzücü istatistiksel bilgiler var. Lise yıllarında bir öğrenci Amerika’da 60 000 civarında kelime biliyor, aynı oran Türkiye’de sekizde birine, onda birine kadar düşebiliyor. Bu nasıl bir daralma? Kelimelerle beraber daralan hayalgücümüzdür aslında.

İngilizce yazmam bu dilsel arayışın bana getirdiği bir safha oldu. İngilizce yazarken bu dilin getirdiği kelime hazinesinden etkilenmemek mümkün değil. Ama ben İngilizce ile Türkçe arasında bir seçim yapmadım. Türkçeden vazgeçmem sözkonusu değil. Ya o ya bu demek yerine çok dilli çok kültürlü olmak da mümkün. Hem hayatta hem edebiyatta. Türk Edebiyatı henüz bu açılımı yakalamadı.

• Kitabın İngilizce yazılmış olmasını, bilinç akışı bakımından nasıl yorumluyorsunuz? Bunun bir değerlendirmesini yaptınız mı kendinizle?

Roman bana İngilizce geldiği için, rüyalarımda zihnimde İngilizce şekillendiği için ingilizce yazdım. Bu öyle akli yetilerle hesap kitapla alınmış bir karar değildi. Daha esrik bir süreç olarak gelişti. Tuhaftır yazdıkça kendini yazdırdı. İngilizce bir ritme dönüştü benim için. Bu Türkçe yazarken de böyledir. Benim konuşma dilim yazı dilimden hep daha kötüdür. Yani Türkçe daha iyi yazar daha kötü konuşurum. İngilizsce’de de bu aynen böyle oldu. Konuşma dilim yazı dilimin gerisinde kalır. Çünkü yazarken ben bilinçle hareket etmiyorum. Bu bir müzik meselesi, bir ritm, bir akış. İşte bilinç akışı o noktada devreye giriyor. Bir satır sonrasının nereye varacağını bilemeden, bilmeyi istemeden yazmak.

• Araf, bir arafta kalma romanı mı, yoksa yazılışı - yayınlanışı bakımından kendisi bir araf mı?

İkisi de belki de. Eşiklere basılmaz bilirsiniz, cinlerin meşveret yeridir orası. Eşikler geçiciliği temsil eder, basmadan geç, sakın durma o safhada. Ben tersini yaptım bu romanda. Eşiğe bastım, orada durdum soluklandım ve gördüğümü yazdım. Anladım ki ben ve benim gibiler için araf bir geçici hal değil bir yaşam felsefesi.

• Ömer'in içki ve sigara dışındaki en büyük sığınağı müzik. Ama neden hiç Türkçe sözlü müzik dinlemiyor Ömer? Genelde yabancı bir ülkeye gidenler, özellikle kendi ülkelerinin müziğini sığınak olarak görürler..

Çok doğru böyle bir savunma mekanizması var. Ama tersi de geçerli. Zaten Ömer’in en temel çelişkilerinden birisi de o. Sonuçta Amerika’ya yabancı olarak giden ama aslında kendi kültürüne çok daha yabancı olan bir Türk genci o. Nice nice Türk genci gibi. Böyle yüzlerce binlerce üniversite öğrencisi var. Son derece iyi yetişmiş, iyi eğitimli görünen ama kendi kültürlerini zerre kadar tanımayan, kültürel sürekliliklerini taşıyamayan sırtlayamayan ve bu yüzden de ayakları her daim biraz havada insanlar.

• Ömer kendine sahip çıkma anlamında neredeyse sadece ismindeki noktalar için mücadele veriyor. Yabancılaşma isimden başlıyor ama aslında dinine ve kültürüne hayli yabancı. Hatta umursamaz görünmekle birlikte bastırılmış bir öfke var gibi... Yurt dışında gelecek arayan Türkler'de gözlemlediğiniz bir durum mu bu?

Yurtdışında çok farklı Türk gruplarını gözlemle imkanı oldu bunca sene boyunca. Birkaç temel eğilim var ısrarla tekrar eden. Bazıları gider gitmez bir yabancı ülkeye illa da Türklerden oluşan bir gruba kapağı atmak istiyor. Bazen soruyorum bir öğrenciye, filanca üniversitede okuyor, buradaki insanlar öteki öğrenciler nasıl diye sorduğumda, bilmem, diyor, ve yakınıyor o kadar az Türk var ki burada aylarca yalnrzlık çektim. Bu tavrı anlayamıyorum. 30 bin kişilik 50 bin kişilik kampüslerden söz ediyoruz. Türk yok ama Çinli var. Türk yok ama Arjantinli var. Nedir bu insanlarla konuşmanı engelleyen?

Yurtdışındaki Türkler arasında milli kimlik bir hınç meselesi haline gelmiş. Ezildikçe ya da yadırgandıkça daha da sarılıyorsun bu zırha. Daha da sarıldıkça sen de daha çok yadırgıyorsun sana benzemeyeni. Bir kısırdöngü bu. İfrat ile tefrit arasında savruluyoruz. Ben inanıyorum ki şu dünyada bir şeyler öğreneceksek bir başkasından, yani yabancıdan öğrenebiliriz. Yani bize benzemeyenden. Hikayesi geçmişi ismi farklı olandan. İnanıyorum ki ötesine geçmek durumundayız içine doğdumuz kimliklerin. Bize doğuştan verilmiş olanın üstüne sen birey olarak ne koyuyorsun? Biraz dışına çıkmak alışkanlıklarının, bildik suların ötesine geçmek. Biraz da “ötekiî olmayı denemek. Sadece sana benzeyenlerle arkadaşlık ahbaplık etmek narsisizmden başka bir şey değil. Nereye baksan kendi suretini görmek istiyorsun. Aynalarla çevrili yaşıyor niceleri. İstiyor ki etrafındaki herkes kendi suretini yansıtsın. Bu ne sanatı ne demokrasiyi ne kültürü besler.

• Roman kahramanın yolu yine İstanbul'a çıkıyor ve bir karakter olarak işleniyor. İstanbul, sizin için ne ifade ediyor?

İstanbul benim için imkansızı olur kılmak demek. Bir isyan ve teslimiyet devr-i daimi. Uzaktayken onsuz olamadığım, vardığımda yanından uzaklaştığım şehir, daimi dinmeyen bir aşk gibi. Yaralayan kahreden. Bit Palas’ta roman kahramanlarımdan birinin söylediği gibi, inanıyorum ki, İstanbul’a ya bir şeylerden kaçarak varılır ya da gün gelir ondan kaçılır. Bu hep böyle bir gel git hayatımda. Ama son tahlilde çok özel bir şehir. Benim için bir fon, bir dekor değil İstanbul. Başlı başına bir karakter ve illa ki dişi bir karakter. Gönülden bağlıyım bu şehre, o yüzden canımı yakar yokluğu da varlığı da.

• Tasavvuf, önceki romanlarınızda hep oldu. Araf, Mesnevi'den bir alıntıyla başlıyor ama bir kurtuluş, arınma, anlam arayışına giren roman kahramanları (Gail ve onun peşinden Ömer) moda olduğu üzre uzak doğu mistisizmine yöneliyor. Bu, romanın teması bakımından ne anlam taşıyor?

Tasavvuf benim için bir roman malzemesi değil. Bu salt entelektüel ilgi ile açıklanabilecek bir şey değil. Bir yandan çok büyük keyif alıyorum bu alanda düşünmekten, yazmaktan, üniversitede ders vermekten. Ama bir yandan da alttan alta akan bir gönül bağım var ki onu anlatmak, onu açıklamak çok zor.

Bana son derece ironik ve hüzünlü gelen hallerden biri de Türkiye’de genç kuşaklar tasavvuf bilmemesi. Sadece gençler değil, entelijensiya da bilmez. Türk solu tasavvuf konusunda son derece ilgisiz ve bilgisizdir. Sadece üstün körü birkaç kulaktan dolma bilgiyle yetinir. Cumhuriyet boyunca kendi kendimize verdiğimiz en büyük zararlardan biri “merak etmeyi unutmamız oldu. Merak etmez olduk. Osmanlıyı merak etmek, din felsefesini merak etmek, kültürel tarihi merak etmek... uçtu gitti merak hayatımızdan. Artık sadece dedikoduları merak eder olduk.

Türkiye’de iki kemikleşmiş kesim var. Bir tarafta yüzünü salt Batı’ya odaklamış, neredeyse bu ülkede doğmuş olmaktan utanan, merak duygusunu yitirmiş, din dendi mi sadece ve sadece bağnazlık anlayan bir elit kesim var. Bir de bu kesime tepki mahiyetinde yükselen daha muhafazakar bir yapı. Birinciler Osmanlı’yı önemsemez, tasavvuf bilmez. İkinciler ise onların reddettiği her şeyi sahiplenirken eleştirel bir gözle bakamaz kendine, geçmişe toz kondurmama adına eleştirel düşünceden uzaklaşır. İhtiyacımız olan bir üçüncü saha yaratmak. Bu paradigmanın dışına çıkabilmek zorunda kültürel dokumuz. Hem ilgili, meraklı, hem eleştirel olabilmek de mümkün.

Kelimeleri düşünün. Bir tarafta “gerçekî kelimesini kullananlar, bir tarafta “hakikatî kelimesini. Kendi barikatlarından çıkmadan birbirlerine dil uzatıyorlar. Ben diyorum ki bu iki eğilim aslında çok farklı görünmekle beraber müthiş benzeşiyorlar. Her ikisi de ötekinin varlığını ve kelimesini ayıklamak istiyor hayatından. Her ikisi de ayıklamacı. İhtiyacımız olan hem gerçek hem hakikat kelimesini kullanabilecek kadar esnek ve çoğul bir kültürel doku yaratmak. Sol entelijensiya ile sağ entelijensiya arasında müthiş bir kopukluk var. Dil akmıyor bir gruptan bir gruba. Kültür desen o da zaten akamamış bir kuşaktan bir kuşağa. Köprülere ihtiyacı olan bir toplum Türk toplumu. Tarihsel, kültürel, edebi, zihinsel köprülere ihtiyacımız var.

25 Mayıs 2004
 
OKUYUCU GÖRÜŞLERİ

Okur Mektubu: Neslihan Uluçay, "Biliyorum çok küstahça ama dayanamadım...", 13 Nisan 2006

Biliyordum böyle olacağını... O gümüş kaşığı ve bana ne hikmetse yasakları çağrıştıran, kapaktaki o çikolataları görür görmez. Bir arkadaşım bir arkadaşıma zorla okutmaya çalışıyordu. Görür görmez sahiplenip ilk sayfalardan itibaren de içinde kaybolduğum, paslı, uzak, en ücralarımda saklı yerlerime varıncaya dek içimi ışıl ışıl yapan bir yakınlığı vardı çünkü... Anlattıklarından fersah fersah uzak da olsam, içimdeki bir ülkeye yolculuk etmeme yegane olanaktın sen "Araf". Özellikle de benim gibi kendini "araf"ın bile tam ortasında hisseden biri için, içinde kaybolunası bir dehliz.
Küstahça kısmına gelelim mi?.. Ne yaptım biliyor musun? Sanki o gerçekten yaşadığını varsaydığım karakterler yetmezmiş gibi, belki de yalnızca kendimi kendi arafımdan kurtarmak için, kendimi de kitaba ekledim bir karakter olarak. Kendi içinde onlar gibi orijinal, yalnız, yaralı ve uzak.
İşte böyle benim araf hikâyem. Diğerlerinde başkadır... Zira işime gidip gelirken yolda Abed'lere, Ömer'lere ve hatta Gail'lere rastlarım... Kim bilir? Belki de bu benim "arada" oluşumdandır. Ama kitabın mükemmel olma ihtimali hiç yok mu?...


Okur Mektubu: Ensar Kesebir, "Araf", 30 Temmuz 2006

Elif Şafak. Bir edebiyat öğrencisi olarak ideolüm diyebilirim. Osanlıca'ya olan aşkı, hep deliliğe yakın olması, angajman kültürlerden uzak durması yani Araf'ta olması ve beni keşf-i kadim rüzgarlarında uçurması hepsi hislerime tercüman oluyor. Sevgi muhabbetlerimle....


Okur Mektubu: Hadice Zümre, "Araf", 30 Temmuz 2006

Araf'ı bir kitapçıda göz gezdirirken, köşe yazılarını takip ettiğim Elif Şafak'ın kitabı olduğu için aldım. Kitap tam anlamıyla harikaydı. Kitabı okurken kimi zaman kendi hüznümü kimi zaman kendi dışlanmışlığımı buldum. Elif Şafak'ın kalemindeki cesaretti en çok beni etkileyen ve kitabı her elime aldığımda uzun süre bırakamayışımdı benim kitaba vurulmamı sağlayan. Gene de kitapta beni en çok etkileyen muhteşem finaliydi. Zaten köşesinden tanıdığım Elif Şafak'a böyle bir final yakışırdı....
 
"arafta kalmak" deyimini ciddi anlamda ilk kez bu kitabı okuduğumda düşünmüştüm. Kitabın arka kapağındaki yazı beni çok etkilemişti gerçekten. "Kim gerçek yabancı?" diyordu kitapta. Kendi ülkesinde kendisini yabancı hisseden mi yoksa farklı bir ülkede olan mı diye. İnsanın içinde yaşadığı çatışmayı çok güzel dile getirmiş. Okunmaya değer harika bir kitap tavsiye ederim
 
Geri
Top