• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

EĞİTİMİN BELLİ BAŞLI TOPLUMSAL KURUMLARLA İLİŞKİSİ

5. EĞİTİMİN BELLİ BAŞLI TOPLUMSAL KURUMLARLA İLİŞKİSİ

5.1. Eğitim ve Aile

Aile en küçük toplum olarak kabul edilir. Aile aynı zamanda makro düzeyde büyük toplumun içinde en küçük sosyal grup ve kurumdur. Aileyi oluşturan birçok faktör, bireysel ve toplumsal ihtiyaç vardır. Bunlar cinsellik (üreme, soyun devamı), toplumsal, ahlaki, kültürel, ekonomik ve pedagojik ihtiyaçlardır. Bu bakımdan aile en önemli bir eğitim kurumudur.

Değişik toplumsal yapılara, toplum biçimlerine göre çok farklı aile modelleri görülmüştür. Aile toplumların ekonomik, demografik ve toplumsal evrimlerine, değişmelerine bağlı olarak farklı biçimler almıştır. Örneğin sanayileşme, kentleşme aileyi hacim olarak küçültmüştür. Bu tür gelişmeler onun ekonomik işlevini, niteliğini değiştirmiştir. Sonuçta ailenin üretici birlik olma özelliği kaybolmuştur. İlkel toplumlarda, feodal yapılarda, tarımsal üretimin veya endüstrinin egemen olduğu toplumlarda ailenin yapısı, işlevleri, aile bireyleri arasındaki ilişkiler, roller çok farklıdır.

Tüm bu değişmelere rağmen ailenin değişmeyen bir işlevi vardır, o da pedagojik işlevidir. Toplumsal evrimde her zaman aile en önemli ve etkin bir eğitim kurumu olagelmiştir. Ailenin bu temel görevi Aristoteles’ten bu yana hep vurgulanmıştır. Çünkü ailedeki insan ilişkileri diğer sosyal grup ve kuramlara göre oldukça duygusal, yoğun ve çok yönlüdür. Aile ortamı çocuğu bu nedenlerle çok etkiler. Çocuğun ana, baba ve kardeşler arasındaki ilişkileri toplumda başka biteyler ve gruplarla olan ilişkilerinden duygusal ve düşünsel açılardan çok farklı, kapsamlı ve yoğundur.

Sevmek, sevilmek, saygı duymak, güven duymak gibi insanın yaşamında ve başarılarında çok büyük yeri olan bu temel duygular aile ortamında yoğun olarak yaşanır ve güçlenir. Bu tür duygular da kişiliğin gelişmesinde çok önemli ve gereklidir.

Bireyin yaşı ile eğitilme, etkilenme durumu arasında ters orantı vardır. Eskiler bu durumu “Ağaç yaşken eğilir” diye ifade etmişlerdir. Yani insanlar yaşça küçük oldukları
oranda daha çok şey öğrenir ve etkilenirler. Ailede de çocuk esas olarak küçük yaşlarda bulunur. Onun için çocuğun kişilik ve karakter gelişiminde, ahlak eğitiminde ailenin çocuk üzerindeki etkileri diğer grup ve kuramlarla kıyaslanamayacak ölçüde fazladır.

Dil öğrenmek dâhil (anadil) bütün temel bilgiler, beceriler, alışkanlıklar, duygu ve düşünceler ailede öğrenilir ve bunlar kişiliğin bir parçası haline gelir. Aynı zamanda aile toplumdaki değerlerin, inançların, normların, anlayış ve davranışların da kazanıldığı bir sosyal kurumdur. Toplumlann sosyolojik açıdan dengeli, sağlıklı, güçlü olmaları büyük ölçüde aile yapısının sağlamlığına bağlanır.

Ana, baba ve diğer aile büyüklerinin çocuğun eğitiminde büyük sorumlulukları vardır. Aile çocuğa sadece biyolojik gıdalar vermez. Onun duygularını, zihinsel ilgi ve merakım da doyurur. Gökalp’e göre çocuğun ilk öğretmeni onun ananesidir. Bu bakımdan kadınların eğitilmiş olmaları, kişilik olarak güçlendirilmeleri, pedagojik tuturiılanmn doğruluğu yeni kuşakların güçlü ve donammlı olmalarında büyük önem taşımaktadır.

Ancak sanayinin, çok gelişmesi, kentleşme gibi süreçler, aynca eşlerin dışanda çalışması, ailenin bu eğitim görevlerini tam olarak yapmasını güçleştirmiştir. Dolayısıyla eğitimle ilgili görevlerin bir kısmı okullara devredilmiştir. Örneğin bu ihtiyaçtan dolayı yeni »r öğretim aşaması olarak okul öncesi eğitim kurumlan doğmuştur.

5. 2. Eğitim ve Devlet


Eğitim özünde bireyi, ama toplumsallaşma söz konusu olduğunda da toplumu ilgilendiren bir olgudur. Eğitimin bu toplumsal boyutunu, işlevlerini insanlık tarihinin ilk dönemlerinde aile üstlenmiş ve ailenin bu toplumsal sorumluluğu uzun süre devam etmiştir. Zamanla toplumlarda dinsel kurumlar oluşmaya başlayınca, eğitime dinsel kurumlar da karışmıştır. Toplumlarda siyasal örgütlenme, yapılanma gerçekleşip devlet kurumu tüm boyutlarıyla ortaya çıkınca, devlet hemen eğitim kurumlannı bünyesine katmamıştır. Uzunca bir süre daha eğitim sivil bir etkinlik ve hizmet olarak yürütülmüştür.

Eğitimin bir kamu hizmeti olarak, aym zamanda “siyasi” bir nitelik kazanması ve devletin bu hizmetle doğrudan ilgilenmesi ortalama 18. yüzyıldan itibaren başlamıştır. Bu gelişmede üç önemli faktör rol oynamıştır: Sanayileşme, kentleşme ve demokratikleşme. 18. yüzyılda artan teknolojik gelişmeler, sanayileşme, kentleşme süreçleri eğitimin bir kamu hizmeti olarak ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Çünkü artık yeni toplumun teknolojik, ekonomik, politik ve kültürel yapısı, özellikleri bireylerin belirli düzeyde bir eğitim görmelerini zorunlu kılmıştır. Bu gelişmeler sonuçta eğitimin yaygın, kapsamlı, planlı bir kamu hizmeti olarak örgütlenmesine yol açmıştır.

Ayrıca 18. ve 19. yüzyıllarda ulus devletlerin ortaya çıkması da ulusal amaçların ideallerin, politikaların gündeme gelmesine yol açmıştır. Tüm bu ekonomik ve toplumsal değişmeler “ulusal eğitim” kavramını ve politikasını yaratmıştır. Böylece eğitim sivil kurumlann inisiyatifinden, egemenliğinden çıkarılmış, resmi devlet politikası haline getirilmiştir.

İşte eğitimin günümüzde aynı zamanda bir siyasi boyut kazanıp, eğitime devletin müdahalesi bu nedenlerle ve belirtilen şekilde olmuştur. Eğitime devletin (siyasi kurumlann) müdahalesi Yeniçağ’dan bu yana tartışılmaktadır. Ancak burada kaçınılmaz bir biçimde, bir takım mali, idari, örgütsel ve siyasi nedenlerden, pratik gerekçelerden dolayı, eğitim, halen tüm ülkelerde en önemli, kapsamlı ve hayati bir kamu hizmeti olarak algılanmaktadır.

Günümüzde eğitimle ilgili olmak üzere, makro düzeyde, eğitim programlarının hazırlanıp yürürlüğe konulması, amaçların, yetiştirilecek yurttaşın niteliklerinin belirlenmesi, eğitimin planlanması, yürütülmesi, finansmanı ve denetlenmesi esas olarak siyasi organların yetkisindedir. Yani bu konularla ilgili yasalar, tüzük ve yönetmelikler parlamento, hükümet, bakanlık gibi siyasi kurumlarca düzenlenmekte, çıkarılmakta ve yürütülmektedir. Eğitimde makro düzeydeki kararlar siyasi organlarca verilmektedir. Bu yasaların çok sert, emredici.

merkezi olup olmaması devletlerin yapısı ve siyasi tercihlerine göre değişmektedir, Dünyadaki genel uygulama ve realite bu şekildedir.

Eğitimle politik kurumlar arasında çift yönlü bir ilişki vardır. Politik kuramların eğitime müdahalesi söz konusu olmaktadır: öte yandan da politik sistemin gerektirdiği insan modelini de eğitim sistemi yetiştirmektedir. Ayrıca eğitim, toplumda politik bütünleşmeyi, toplumsallaşmayı sağlamakta, özellikle demokratik sistemlerin gerektirdiği siyasi önderleri, kadroları da yetiştirmektedir.

Politik kuramların eğitime müdahalesi, gelişmiş, istikrara kavuşmuş ülkelere göre daha fazla olmaktadır (Fidan-Erden, 1986: 60). Eğitimi uzun vadeli, ilkeli bir devlet politikası olarak ele alıp yürütmek gerekir. Aksi halde günlük politik, ideolojik dalgalanmalara (örneğin hükümetler düzeyinde), tercihlere göre yurttaş yetiştirilmek istenir ki, bu her bakımdan çok sakıncalıdır. Çünkü bu şekilde toplumsal ve siyasal bütünlük, süreklilik bozulur, kısır, verimsiz siyasal tartışma ve çalkantılar ortaya çıkar, sonuçta toplum bundan zarar görür.

5. 3. Eğitim ve Ekonomi


Ekonomi Nedir?

^ Ekonominin temelinde., insan ihtiyaçları vardır. İnsanların sınırsız olan maddi ihf|yaçlanna karşılık, bunları ^karşılayan nesneler ise sınırlıdır. İşte ihtiyaç karşılayan, ekonomik bir fayda yağlayan bu mal ve hizmetlerin üretilmesine ekonomik olay denir. Böylece bu mal ve hjzmetlerin üretilmesi, değişimi, dağıtımı, tüketilmesi ve tüm bunlarla ilgili yatırım ^etkinlikleri . yani ekonomik olaylar” ekonomi biliminin konusunu oluşturmaktadır. Aynı zamanda .ekonomi, toplumun maddi ihtiyaçtan ve bunların karşılanması ile ilgili olmak üzere oluşan tüm sosyal ilişkileri, kural ve örgütlenmeleri içeren bir toplumsal kurumdur.

Ekonomi dünyada son üç yüz yılda öne çıkan bireysel ve toplumsal olayları, davranışları en çok etkileyen bir toplumsal kuram olmuştur. Ekonomik olaylar, değer ve kurumlar bu özelliklerinden, önemlerinden dolayı çağımızda lider değer ve kuramlar haline gelmişlerdir. Toplumlardaki çoğu yapılanmalar, örgütlenmeler ekonomik ihtiyaç ve tercihlere göre olmaktadır.

Toplumlarda ekonomik etkinliklerde en önemli faktör teknolojidir. Ekonomik gelişme, kalkınma teknolojideki buluşlara, yeniliklere bağlıdır. Teknoloji evrimleştikçe üretim ve diğer ekonomik olgular, etkinlikler de evrimleşir. Bu nedenle İlkçağ toplumlannın ihtiyaçtan, kullandıkları teknoloji ile çağdaş toplumların kullandıktan üretim teknikleri, araçtan çok farklıdır.

Başlangıçta toplumlar ihtiyaç gideren mallan üretmiyor, sadece doğada olanlan tüketiyorlardı. Onun için bunlara “avcı-toplayıcı toplumlar” deniyordu. Sonra tanmsal üretim en önemli ekonomik etkinlik olmuştur. 18. yüzyıldan itibaren de sanayi tanmın önüne geçmiş ve zamanla ekonomide tanm, sanayi ve hizmet sektörleri olmak üzere üç sektör meydana gelmiştir, 20. yüzyılın ikinci yansından itibaren de “bilgi üretimi” başlı başına ayrı bir ekonomik sektör olarak ele alınmaya başlanmıştır.

b. Eğitimin Ekonomiye Etkisi


; Eğitimle ekonomi arasındaki ilişki karşılıklı bir etkileşim biçimindedir. Bu iki sosyal kurum sürekli olarak birbirini.etkilemektedir. Söz konusu ilişki “Eğitim Ekonomisi” adlı bir disiplinin doğmasına yol açmıştır. Bu disiplin, eğitimin ekonomik boyutunu, finansmanım, maliyet sorunlarını, girdi ve çıktılarım, eğitimde kalite sorununu; öte yandan eğitimin ekonomiye katkısını, kalkınmadaki rolünü inceler.

Eğitiminekonomiye olan etkisi öncelikle üretim olaymda ortaya çıkar. Üretimin günümüzde dört öğesinden |>ahsedilir: Doğal kaynaklar (toprak), emek (işgücü), sermaye (üretimde kullanılan para ve mallar) ve girişim (Üretimin planlanıp, gerçekleştirilmesine yönelik zihinsel çabalar). Sermaye doğada hazır olarak bulunmaz ve daha önceden yapılan üretim sonucu oluşur. Toprak hariç diğer üretim öğeleri doğrudan insanla ilgilidir. Üretim öğesi olarak toprak pasif bir öğedir, tek başına bir anlam taşımaz. İnsan öğesi ise aktiftir, her şeyi o harekete geçirir. Dolayısıyla sadeleştirdiğimiz zaman üretimin iki öğesinin olduğu görülür; doğal kaynaklar ve insan. Doğal kaynaklan da anlamlı, yararlı kılan insan emeği olduğuna göre sonuç itibariyle üretim tümüyle insana bağlı bir etkinlik olmakta, üretimde her şey insanla başlayıp, insanla bitmektedir. Bu nedenlerle ekonomide “İnsana yapılan yatırım en önemli yatırımdır” denir. Nicelik ve nitelik olarak üretimi artırmak, geliştirmek için bu denklemin öbür tarafında yer alan insanın niceliğinde ve ondan önemlisi niteliğinde değişiklik yapmak, inşam geliştirmek gerekir. Mesleki ve ekonomik açıdan insanın kalitesi ne kadar artırılırsa, üretimin (mal ve hizmetlerin) kalitesi de o kadar artar. Sonuçta da verimli, büyüyen, gelişen bir ekonomi ortaya çıkar.

Ekonominin bireyden beklediği bilgi ve beceriler, davranışlar bireylere eğitim yolu ile kazandırılabilir. Eğitim insanın, her anlamda kalitesini, yeterliliğini artıran en önemli insan etkinliğidir. Bu nedenle ekonomik kalkınmanın, refahın temelinde insan, daha doğrusu “eğitilmiş insan” vardır. Ülkelerin, kalkınmışlık düzeylerini gösteren birçok faktör vardır. Bunlann içinde en önemlisi fiziksel olmaktan çok, insan kaynaklandır (Karip, 2002:216).

Ancak eğitimin ekonomi üzerinde belirtilen olumlu etkileri yaratabilmesi için eğitimle bireylere kazandmlacak bilgi ve becerilerin işlevsel, üretime dönük olması gerekir. Eğitim süreci içinde eğitim programlanmn niteliğine göre öğrencilere kazandmlacak bilgi ve beceriler üretim açısından pek anlamlı, işe yarar olmayabilir. Günümüz şartlan içinde hem üretim, hem tüketim açısından, bilgili, yaratıcı, üretken bireylerin, bilinçli tüketicilerin yetiştirilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin ortalama iki yüzyıllık modernleşme süreci içinde eğitim-üretim dengesini, ilişkisini sağlıklı, umulan bir biçimde kurduğumuzu söyleyemeyiz. Çağdaşlaşma sürecinde karşılaştığımız birçok toplumsal, kültürel ve siyasal sorunların temelinde belki de belirttiğimiz bu uyumsuzluk vardır.

c. Ekonominin Eğitime Etkisi


Eğitim bugün, kullandığı araç ve gereçler, teknolojik sistemler ve bunların üretimi bakımından bir endüstri haline gelmiştir. Ders araçlarının yapılması, kullanılması örneğin yeni ders (Materyal Geliştirme) ve yeni disiplinlerin, bölümlerin (Bilgisayar ve öğretim Teknolojileri Bölümü) kurulmasına yol açmıştır. Dolayısıyla teknoloji eğitim ekonomisinde çok etkili hale gelmiştir.

İkinci olarak eğitimin bu endüstri, yatırım boyutunun yanında, bir de finansman boyutu vardır. Eğitim eski dönemlere göre, örgün eğitimin uzaması, eğitimin çeşitli alanlarında aynlan mali kaynaklar bakımından büyük harcamaları gerektirmektedir. Konunun bir de tüketim boyutu söz konusudur. Dolayısıyla eğitim hem yatırım boyutu, hem de tüketim boyutu, öğrenciye verilen hizmetin gerektirdiği harcamalar açısından ağır bir maliyet ortaya çıkarmaktadır. Bu maliyetin iki kaynağı vardır: Aileler ve devlet bütçesi. Kaynak nereden gelirse gelsin, eğitim büyük bir sermaye hareketine yol açmaktadır.

Eğitimin süresi, kalitesi yapılan harcamalarla orantılıdır, özellikle bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde aile ve devlet bütçesindeki yetersizlikler eğitimde beklenen niceliksel ve niteliksel gelişmeleri engellemektedir. Artık okullar, üniversiteler çok yönlü ve büyük harcamaları zorunlu kılan girdileri çıktıları olan işletmeler olarak kabul edilmektedir. Eğitim yatırımları sanayi ve hizmet sektörü içinde önemli yer tutmaktadır. Bu bakımdan eğitimin ve işgücünün planlanması sosyal planlama çerçevesinde büyük önem taşımaktadır.

Eğitim uzun vadeli bir yatırımdır. Sonuçlan ancak 20-25 yıl sonra alınabilir. Bu geç sonuç, ürün alma durumu, eğitime yapılan yatınmların cazibesini azaltmaktadır. Bu yatırımların, diğer alanlara göre kârlılığı düşüktür. Yatırımların geri dönüşü çok uzun olmaktadır.

Bir ülkede mali yapı ne kadar güçlü, kaynaklar ne ölçüde zenginse (aile ve devlet Wmdal efcitim de o oranda kaliteli olmakta, ekonominin, toplumun gerektirdiği insan gücü, nicelik ve nitelik olarak yetiştirilebilmektir. özetle eğitimin kalitesi, ekonominin gelişmişliğine, üretkenliğine ve mali gücüne bağlıdır.

5. 4. Eğitim ve Din


Din de toplumda önemli sosyal kurumlardan biridir. Bir toplumda kültürü oluşturan temel öğelerdendir. İlk ve Ortaçağ’larda din diğer toplumsal kurumlara göre çök etkindir. Tüm toplumlarda eğitimin ayrıca bir kurum olarak örgütlenmediği dönemlerde dinsel kurumlar, örneğin tapmaklar örgün eğitimi gerçekleştiren kurumlar olmuştur. Din adamları aynı zamanda “öğretmen”dir. Örneğin bizde “hoca” sözcüğü hem din adamlığım, hem de öğretmenliği anlatan bir sözcük olarak kullanılmıştır. Çünkü hocalar bu iki fonksiyonu birlikte yürüten kişilerdi. Zaten bu dönemlerde eğitim denilince, bireylerin öncelikle dinsel açıdan bilgilenmeleri ve dinsel gerekleri yerine getirmeleri anlaşılıyordu.

Geleneksel toplumlarda din, toplumsal yaşamın merkezinde bulunuyordu. Bu toplumlarda din toplumun maddi kültürü, yaşamıyla da bütünleşmiş durumdaydı (Giddens, 2000, 465). Bu tür toplumlarda dinsel yaşamla dünyevi yaşam arasındaki sınırlar belirgin değildir.

Dünyada 16. ve 17. yüzyıllardan sonra bu iki kavram (din ve eğitim) ayrışmaya başlamış, laik düşünce geliştikçe sonuçta dinsel kurumlarla eğitim kurumlan birbirinden ayrılmışlardır. Ekonomide sanayileşme, aydınlanma hareketinde rasyonelleşme, daha sonra da demokratikleşme süreçleri toplumda laik düşünüş ve davranışları güçlendirip yerleştirmiştir.

Dinsel değerler, normlar insanlık tarihinde çok uzun süre gelenek ve göreneklere, hukuka, ahlaka da kaynaklık yapmış ve onlarla iç içe bulunmuştur. Dinsel bilgiler ve alanla din dışı bilgilerin, insan etkinliklerinin birbirinden ayrılması tüm dünyada uzun tartışma ve sosyal çalkantılardan sonra gerçekleşmiştir.

Türkiye de laikleşme Batı’ya göre çok daha sonra devlet ve toplum yaşamına girmiştir. Bu konuda eğitimle dinsel kurumların yasal olarak birbirinden kesin bir biçimde ayrılması 3 Mart 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Yasası ile mümkün olmuştur.

Din çağdaş toplumlarda da önemli bir toplumsal kurumdur. Ancak laiklik ilkesinin yerleşmesinden sonra her kurum kendi toplumsal kulvarında kendi varlığını ve ilerlemesini sürdürme imkânı bulmuştur. Kurumlar arası bu karmaşıklıktan, çelişki ve çatışmalardan insanlığı analitik düşünüş yöntemi ve laiklik ilkesi, uygulamaları kurtarmıştır. Bu konularda tüm ülkeler aynı düzeyde ve yapıda değildir. Her kurumun diğerini etkilemesi, bileşik kaplar ilkesi çerçevesinde kaçınılmaz olmakla birlikte, kurumların alan ve işlevlerini sınırlandırmanın sayısız faydaları olduğunu da kabul etmek gerekir.

Dinin özellikle toplum yaşamındaki rolü, etkililiği eskiye oranla sınırlandırılmış olup, eğitim sistemi içinde dini bilgilerin verilmesi konusu ilgili yasalar ve eğitim programlan ile düzenlenmekte, günümüzde bu konuda daha çok bireysel tercihler ve ailelerin istekleri, iradeleri ön plana çıkanİmaktadır.

Dinsel toplumsallaşmada aile birinci derecede sorumlu kurum olarak görülmektedir. Okullarda ise bu konu (dinsel bilgi ve kültürün verilmesi) siyasi ve ideolojik bakış açısına göre değil, pedagojik ilke ve kurallara göre düzenlenmelidir. Bu konu ile ilgili olarak halen tüm ülkelerde ortak standartlar belirlenmiş değildir. Bu alanda ülkelenn kültürel yapılarına, tarihse) gelişmelerine göre çok farklı uygulama biçimlerinin olduğu gözlenmektedir.
Adın YAKA
İzmir 2012
 
Top