• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Dünya Tarihine Geçen Kadınlar

wien06

V.I.P
V.I.P
Virginia Woolf


DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1882-1941)

1882 Virginia Woolf ile aynı yılda (1928'de Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi) Norveçli ozan Sigrid Undset de dünyaya gelir.
1910 "Bloomsbury" grubu üyesi Roger Fry tarafından İngiltere'de düzenlenen ilk "Son empresyonistler" sanat sergisi (Cezanne, Van Gogh, Matisse).
1910 Virginia Woolf İngiliz kadın hakları hareketi için çalışır.
1918 İngiltere'de seçim reformuyla 30 yaş üzerindeki kadınlara seçim hakkı tanınır.
1928 İngiltere'de kadınların seçmenlik yaşı 30'dan 21'e indirilir.
1929 Virginia Woolf ve kocası Berlin'e giderler. 1929 Berlin'de ilk televizyon yayını.
1930'lar "Agfa Box"un icadıyla fotoğrafçılık daha da yaygınlaşır.
1932 Dünya Ekonomi Krizi doruk noktasına ulaşır.
1933 Hitler, Reich Başbakanı olur.
1933 Virginia Woolf, Cambridge Üniversitesi'ne çağrılır.
1939 Hitler'in Polonya'ya saldırısı ile 2. Dünya Savaşı başlar.
1940 İngiltere'ye şiddetli hava saldırıları başlatılır.
1941 İngiliz ozan James Joyce ile Virginia Woolf, aynı yılda ölür.


"BİR KADININ PARASI VE DE KENDİNE AİT BİR ODASI OLMALI."

"Virginia'nın dikişle arası hiç iyi değildi. İç çamaşırlarını bile çengelli iğneyle tuttururdu. Ekmek ve pasta hazırlama, portakal reçeli yapma ve bir sürü basit yemekleri pişirme konusunda da daha iyi değildi."

Bu cümleler ev işlerinde pek az yeteneği olan bir kız öğrencinin karnesinden alınma değildir. Bunlar 20. yüzyılın en büyük kadın yazarlarından biri olan Virginia Woolf hakkında, 1977'de yayınlanan bir biyografiden alınan cümlelerdir. Marcel Proust ve James Joyce gibi çağdaşlarının dikiş, yemek ve pasta pişirme becerisi üzerine eleştirmenler ve biyograficiler şimdiye kadar kafa patlatmamışlardır. Fakat Virginia Woolf bugüne kadar bu ölçütlere göre değerlendirilegelmiştir. Ve kendisi edebi saygınlığına rağmen, zaman zaman "Kadın olarak eksikliğinin" acısını duymuştur.

Bunun yanı sıra, Ginia Stephen daha çocukluğunda kesin kararını vermiştir. Tek isteği yazar olmaktır. Bu arzusu da kendisine hiç garip gelmez. Baba evinde -babası Leslie Stephen deneme yazan, yayımcı, biyograf ve tarihçidir- daha küçük bir kızken ünlü çağdaş yazarları tanır: Alfred Lord Tennyson, Henry James, Thomas Hardy. Ginia Stephen ve kardeşleri için bu isimler yalnızca uzaktan izlenen ünlüler değildir.

Daha sonraları şairlerin kendisi için birer "Tanrı" değil, senin benim gibi konuşan insanlar olduğunu keyifle anlatacaktır: "Tennyson örneğin, bana Tuzu ver' ya da Tereyağı için teşekkür ederim' derdi hep."

Büyük, canlı bir aile içinde korunan, güven içinde her türlü ihtiyacı karşılanan bir çocuk her şeye rağmen neden yalnızlık çeksin ki? Yedi kardeşinin dördü, anne ve babasının daha önceki evliliklerindendir. Kendisinden on iki ve on dört yaş büyük olan üvey ağabeyleri Gerald ve George, dışarıdan terbiyeli görünen delikanlılardır. Aile içinde gerçekten neler olduğunu ise Virginia Woolf yıllar sonra itiraf etmeye cesaret bulur.

"Daha küçücükken, bir defasında Gerald beni ayağa kaldırıp vücudumu ellemeye başladı. Elini elbisemin altından içeri sokup gittikçe daha derinlere ittiğinde hissettiklerimi hâlâ hatırlarım. Kasıldım, bir an önce beni bırakmasını umarken, eli cinsel organlarıma yaklaştı fakat orada durmadı. Cinsel organlarımı da elledi. İrkilip onu ittiğimi hatırlıyorum; bu boğuk ve karmaşık duygular için söylenecek doğru söz nedir? Herhalde çok kuvvetli bir duygu olmalı ki hâlâ hafızamdan çıkmıyor."

Virginia Woolf bunu neredeyse altmışında yazmıştır. Çocuk olarak kime güvenebilirdi? Niçin annesine gitmedi? Canlı, neşeli, dengeli biri olarak tanınan Julia Stepnen gerçi bu büyük ailenin odak noktasıydı, fakat öyle her şeyi düzenli ve kontrol altında tutmak zorunda olan bir kadın, yedi-sekiz yaşındaki bir çocuk için özel bir kişiden çok, herhalde bir kurum gibi bir şey olmalıydı.

"Çocukluğumun odak noktasında neşeyle dönen, insanlarla kaynayan, eğlenceli bir dünyanın yaratıcısı" olarak görür annesini, geriye baktığında.

Stephen ailesi yaz aylarını daima Cornwall'da geçirir. Çocuklar kriket oynar, kayalara, ağaçlara tırmanırlar. Virginia ve üç yaş büyük ablası Vanessa'nın erkek kardeşleri gibi üstlerine başlarına dikkat etmeden azmalarına aldırılmaz. Londra'daki evlerinde Stephen ailesinin çocukları kendilerine özgü bir Ev gazetesi çıkarırlar. Tabii geleceğin yazarı Virginia işin öncüsüdür. On yaşındayken uzun makaleler yazar ve büyüklerin ilk yazı denemelerini nasıl bulduklarını izler. Babasının büyük kitaplığı kız, erkek, tüm çocuklara açıktır. Fakat okula sadece Stephen ailesinin erkek çocukları gidebilir.

Thoby (Virginia'dan iki yaş büyük) ve Adrian (bir yaş küçük) "dışarı" çıkabilirler. Daha sonraları Cambridge'de öğrenim göreceklerdir. Virgina ve Vanessa evde kalır ve orada eğitilirler. Hatta öylesine eğitilirler ki, yeğeni ve biyograf Ouentin Bell, "Virginia Woolf hayatı boyunca hep (sıkıntıdan) parmaklarını saymıştır," diye yazar. Eğitim ve bilgi erkek işidir. Kadınlar bu akıllı er kekleri itaatle dinlemek ve onları pohpohlamak için vardır. Bir sürü ayrıcalıktan yararlanmalarına rağmen bu temel ilke Stephen'ın kızları için de geçerlidir. Virginia genç bir kadıh olarak yetiştirilmesi gereken ve çaresizce direndiği bu zamanı "yedi mutsuz yıl" olarak adlandırır.

Annesi öldüğünde on üç yaşındadır. O yaz Virginia ağır bir sinir hastalığına tutulur. Korkunç sesler duymakta, insanlardan korkmaktadır. Sokağa çıkmaya cesaret edemez. Kesin istirahat ve bol süt içmesini önerir ev doktoru ve çok duyarlı genç hastasına her türlü dersi yasaklar. Virginia'nın kendisini toparlaması uzun zaman alır. Sonraki mutsuz yıllarını, yetişkin biri olarak etraflıca anlatmıştır.

Kendisine ve kız kardeşi Vanessa'ya görgü kuraları öğretilmeye başlanmıştır artık. Hoplayıp zıpladıkları, hayal kurdukları, her şeye boş verdikleri dönem tamamen sona ermiştir. Kızlar toplum içine girmek zorundadır. Üvey ağabey George bu görevi severek üstlenir. Genç kızlar sadece öğleden önceleri bu Viktorya tarzı baskıdan -birkaç saatliğine- kurtulur; ressam olmak isteyen Vanessa resim dersine gittiğinde ve Virgina eve gelen öğretmenden Yunanca dersi alırken. Fakat George, babasının da onayıyla, elbiselerin ve saç tuvaletinin resim ve Yunancadan daha önemli olduğuna hükmetmiştir.

Bir keresinde, o sırada hoşuna gittiği için bir mefruşat dükkânından ucuz yeşil bir döşemelik kumaş satın alıp bundan bir gece elbisesi diktirdiğinde, George misafirlerin önünde Virginia'ya "Yukarı çık ve parçala onu!" diye bağırarak haddini bildirir. Yıllar sonra, gene bir depresyon geçirdiğinde güncesine şunları yazacaktır Virginia: "Başarısız. Evet bunu anladım. Başarısız. Başarısız. Ah, yeşil renge olan tutkuma nasıl da güldüler!" Tabii bu "yeşil renk" ile gençliğin anısı arasında bir bağ olup olmadığı belirlenememiştir.

Gerçekse, çocukken açık, uyanık ve bilinçli olan Virginia'nın, genç kız olarak kendisini ilk kez "başarısız" hissetmesidir. Hayatında sık sık ortaya çıkan kriz durumlarında, her defasında kendisi için bu sözü kullanır: "Başarısız".

Hayal kırıklığına uğrar. Toplumsal kurallara uyamaz. Salon sohbetleri ve ipek giysiler tiksindirir onu. Bir balo sırasında dans etmek yerine bir kitapla karanlık bir köşeye çekilir. Kendisine tanıştırılan genç erkekler onu hiç ilgilendirmez.

1904'te babasının ölümünden sonra ikinci bir sinir krizi geçirir. Kuşların Yunanca koro halinde ötüşlerini, Kral Edward'ın açelya çiçekleri içinde müstehcen şeyler fısıldadığını duyar. Virginia'nın gerçek yaşama dönmesi uzun zaman alır. Vanessa ve kardeşleri Thoby ve Adrian ile birlikte yirmi iki yaşındayken Londra'nın Bloomsbury semtindeki bir eve taşınır. Virginia için bu değişiklik ve yer değiştirme bir çıkış, bir kaçıştır, "Resim yapmaya, yazmaya, akşamları saat dokuzda çay yerine kahve içmeye kararlıydık. Her şey yeni, her şey başka olmak zorundaydı. Her şey denendi."

Katı toplumsal kuralları ile George ve Gerald, babalarının ölümünden sora kendilerinden küçük üvey kız kardeşleri üzerindeki etkilerini yitirirler. Onları topluma karşı dikkatli olmaya artık kimse zorlamamaktadır. Miras olarak çok para kaldığı için şanslıdırlar. Katı kurallara bağlı olmadan geceler boyu birlikte oturmak, tartışmak, sanat, edebiyat, din ve aşk üzerine konuşmak.

Virginia Stephen'ın tüm bu gizli arzuları Bloomsbury'de yerine gelir. Hukuk okuyan erkek kardeşleri Thoby ve Adrian eve erkek arkadaşlarını getirirler. Ressam, eleştirmen, yazar, felsefeciler Stephen'larda toplanırlar. Böylece Birinci Dünya Savaşı'ndan önce "Bloomsbury" grubu oluşur. Bundan sonraki on yıl içinde Londra'nın entelektüel yaşamını belirleyecek olan arkadaş grubudur bu.

Geceler boyu süren tartışmalardan çıkan sonuca göre ortak arzuları "yaşamın, görüntülerin altındaki derinlerine inmektir". Katıldığı bu sohbetler Virginia'yı ilerideki yazarlık hayatı bakımından önemli ölçüde etkiler. Üniversite öğrenimi kendilerine kapalı olan Virginia ve Vanessa, ilk kez mantıklarını kullanabilir ve artık yalnızca güzellikleriyle parlamak zorunda değildirler.

Vanessa 1907'de "Bloomsbury" grubundan bir arkadaşı olan Clive Bell ile evlenir. Virginia, Vanessa'nın kocasının şahsında yazarlık çalışmaları için samimi ve ciddi bir eleştirmen bulur. Fakat yeniden "başarısızlık" duyguları ortaya çıkmıştır.

"29 yaşında hâlâ evlenmemiş bir 'başarısız'. Çocuğu da yok üstüne üstlük, ruhen hasta ve yazar falan da değil," diye yazar bir depresyon anında Vanessa'ya. Yeniden bir dinlenme kürü verilir kendisine. İlk romanı Voyage Out (Dışarıya Seyahat) yayınlandığında otuz üç yaşındadır. Eleştirmenler kitabını över, zeki, kurnaz ve yaşam hırsıyla dolu bulurlar. Fakat ancak üçüncü romanı Jacob's Room (1922) ile anlatım tekniğinin nelere yol açacağı ve kendisinin "romanı ıslah" etmekte iddialı olduğu anlaşılır.

Klasik romanın beslendiği dış olaylar onda odak noktası değildir. İç dünyayı anlatan yeni bir biçim arar. Onun için önemli olan, yazarak kendisini yerine koyduğu insanın bilinçaltı süreçlerine girmektir. Dış olayları izleyerek değil, insanın içindeki ritmi izleyerek yazar.

Picasso ve Matisse'in sanatseverleri son derece kızdırdıkları bir dönemde kahkaha ve öfke yaratmaya çalışır. "Bloomsbury" dostlarından, sürüden ayrılanın başına neler geleceğini bilmektedir. Buna rağmen "süslü püslü romanlara, aptalca biyografilere ve geveze eleştirmenlere" azimle veriştirir. Unutmamak gerek: Daha ünlü değildir, bu tür fikirlerle topluluk önüne çıkan bir kadındır. Edebiyat anlayışından uzaklaştığı için alay ve aşağılanma ile karşılaşacağını bilmektedir.

"Jacob hakkında ne söyleyecekler şimdi?" der Jacob's Room'u bitirdikten sonra günlüğünde. "Delilik, diyecekler herhalde; iç bütünlüğü olmayan bir rapsodi, ne bileyim." Yazar olarak benimsenmez ama en yüksek düzeyde tanınır. "Akıp giden yaşantıların yazarı" adını alır -ya da adından hiç söz edilmez. Ne zaman yeni bir taslağı bilirse ve yayınlatsa, her defasında korkuları daha da artar. Edebi deneylere cesaret etmesi,

Virginia Woolf'u durmadan çıldırma raddesine getirir. Bu koşulları bir yana itip kendisinin doğru bulduğu yolu izlemeye devam eder. Peki böyle bir kadın kendisini niçin durmadan başarısız hisseder, en azından hayatının belli anlarında? Otuz yaşındaki Virgina, yine Bloomsbury çevresinden yazar Leonard Woolf ile evlenir. "Beni bedensel olarak etkilemiyorsun hiç," diye yazmıştır ona evlenmeden önce.

"Fakat beni sevme tarzın tamamen büyüleyici." Virginia Woolf, bir eş olarak... Leonard Woolf ile evlenmesi "hayatının en önemli kararıydı," diye yazar biyografi Quentin Bell. Evliliğinin ilk yıllarında Virginia'nın durumu ideal olmaktan uzaktır. Şimdi yaşadığı ruhsal bunalım öncekilerin tümünden daha şiddetli ve daha uzun sürelidir. Nedeni belki de, kocası Leonard'ın birçok doktorla konuştuktan sonra evliliğin çocuksuz dev¤¤¤¤¤ karar vermiş olmasıdır.

Biyograflarının onun hakkında yazdıklarının hiçbir yerinde kendisinin bu konuya ilişkin bir şey söylediğine rastlanmaz. Çocukları severdi, diye bahsedilir. Onlara karşı tavrı bambaşkadır. Mizah gücü ve hayalleri çocukları korkunç şekilde etkilemiş olmalıdır. Bir gün, küçük bir kızla caddeye yürürken, "Gel, Woolworth mağazasından kocaman bir silgi alalım ve tüm romanlarımı silelim gitsin!" der.

Kız kardeşi Vanessa'nın çocuklarıyla birlikteyken, onlarla olmadık oyunlar oynar ve sürprizler yapar. Niçin onun da çocuk sahibi olmasına izin verilmez? Leonard Woolf eşinin sağlık durumundan korkmaktadır. Ayrıca, 1973 Ekim'inde The London Times gazetesinde "dağınıklık ve gürültüleriyle çocuklar onun içindeki tüm romanları öldürürlerdi," diye yazan Michael Holroyd'unki gibi düşünceler de rol oynamıştır. Dâhi kadınlar, çocuksuz olur. Bu düşüncede bugüne kadar değişen pek bir şey yoktur.

Virginia Woolf için hamilelik önemli bir konuydu. Bunu yaşamadığı için olayı başarısızlık hanesine yazmıştır. Kız arkadaşı Vita Sackville West hakkında (Vita'nın çocuklar vardı), günlüğüne onun gerçek bir kadın olduğunu, kendisinin ise asla olamadığını yazar. Virginia Woolf depresyon geçirir de sinirlerine hâkim olamazsa ne olur? Tedaviye gönderirler, zaten genç kızken de yaşamıştır bunu. Yaşadığı dönemde sinir hastası kadınlara uygulanan tedavi şekli: tecrittir. Her türlü beyinsel uğraş yasaklanır.

Çok yemek ve süt içmek, bir de "Robin'in hipotosfatını" içmek zorunda kalırlar. Virginia, Twickenhaın özel kliniğinde bir keresinde böyle bir yatıştırma kürüne maruz kalmıştır. Yeni evli bir kaçlın olarak tekrar oraya gönderilir. İyileşmemiş olarak geriye döner. Kocası tekrar gitmesinde ısrar eder. Virginia intihara kalkışır.

1941 yılında, elli dokuz yaşındayken hayatına son verdiğinde (suda boğulmuştur), aynı korkuları yaşamıştır. Ölümünden bir gün önce doktor muayene ettiğinde, "Bana dinlenme kürü vermeyeceğinize söz verir misiniz?" diye ricada bulunur. Kendisine bu konuda söz verilir. Herhalde inanmamıştır. Romanlarının birinde yapay bir tedaviye mahkûm edilmenin kendisi için ne büyük bir acı olduğunu anlatır. Mrs. Dolloway romanında (1925) doktora, "ölçülü yaşamın Tanrısı," der.

"Yatak istirahatı veriyor; dinlenme ve yalnız kalma; sessizlik ve dinlenme; dinlenme ve arkadaşlar. Kitapsız, mektupsuz, altı ay istirahat." Doktoru hakkında sürekli şöyle der: "Çıplak, savunmasız bitkin insanlar onun isteklerine uyuyorlardı. Doktor onların üstüne atlıyor, kollarıyla sarıyordu. İnsanları kapalı bir tımarhaneye gönderiyordu."

Virginia en kötü bunalımlarında bazen tüm erkeklerden nefret ettiğini haykırırdı. Kocası Leonard'ı da görmek istemediğine göre (kız kardeşi Vanessa bunu endişeyle belirtmiştir) şu tür korkuların rolü olmalıydı: Erkekler durmadan onun yaş¤¤¤¤¤ müdahale edip hakkında karar veriyorlardı. Kendi başına olduğunda ise, yürekli ve macera heveslisiydi.

"Dünyayı, kimsenin aklına getiremeyeceği kadar emsalsiz, güzel ve komik bulan bir çocuk gibi gülüyordu Virginia," diye yazar Ouentin Bell ve devam eder: "A Room of One's Own adlı yapıtında onun konuştuğu duyulur." (Kendine Mahsus Bir Oda) Bu deneme, yazan bir kadının bağımsızlığı için ilk savunmadır. Virginia Woolf bu yazısında kendisi için ayrı bir oda isteminde bulunur, "Eğer bir kadın hayal ürünü şeyler yazmak istiyorsa kendisine ait bir odası ve de parası olmalıdır."

Jane Austen gibi kadın yazarlar, kendilerine ait odaları yoksa, yazdıkları taslakları aile fertlerinden, konuklardan ve evdeki hizmetçilerden saklarlar, yazdıklarını korkuyla bir kurutma kâğıdına sararlardı. "Kadınlar," der Virginia Woolf, "milyonlarca yıldan beri evde oturuyorlar. Öyle ki yaratıcı güçlerini zamanla duvarlar emiyor." Ayrıca kadınların kendi paraları olursa, kin ve acı sona erecektir diye devam eder Woolf; "erkeklerden nefret etmeme hiç gerek yok. Erkek bana acı veremez. Hiçbir erkeği okşamama gerek yok. O bana hiçbir şey veremez."

Bu bağımsızlık, yaratıcı gücü serbest bırakır. Kadınlar da, Shakespeare gibi bir yazar olabilir, "yeter ki özgürlüğe alışalım, düşündüğümüzü aynen yazmaya cesaretimiz olsun."
 

wien06

V.I.P
V.I.P
Katherine Mansfıeld


DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1888-1923)

1892 New York'ta ilk altı günlük kadınlar bisiklet yarışı yapılır.
1894 Londra'da Tower Köprüsü tamamlanır
1896 İngiliz kitle gazetesi Daily Mail yayınlanır.
1898'ler Kadınların tahsili giderek yaygınlaşır.
1900'ler Buhar çağından sonra elektrik çağı başlar.
1903 Otto Weininger'in Cinsiyet ve Karakter adlı, kadının "erkekten değersiz" olduğunu savunmaya çalışan kitabı yayınlanır.
1909 İsveçli Selma Lagerlöf Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır.
1909 Londra'da ilk permalı saçlar görülür.
1914 İngiliz Suffragetteler hareketi doruk noktasına ulaşır.
1914 Birinci Dünya Savaşı başlar.
1917 Almanya, İngiltere'ye havadan saldırır.
1918 Birinci Dünya Savaşı biter.


"YAZMAK İÇİN YAŞIYORUM."

Gayretli, tombul, yuvarlak gözlüklerinin arkasında meraklı gözlerle bir kız öğrenci dikiş dersinde sınıftaki kız arkadaşlarına Charles Dickens'ten metinler okur; o kadar duygu doludur ki arkadaşları ağlamaya başlar. Yeni Zelandalı tüccar ve banker Harold Beauchamp'in kızı Kathleen'dir bu.

Yeni Zelanda'nın en zengin adamlarından biri olarak bilinen babası, üçüncü kızı olan Kathleen'e ve diğer çocuklarına en iyi okul eğitimini vermeye çalışır. Wellington'daki kız lisesine ve bu okuldan sonra da kibar bir özel okula gidecek ve birkaç yıl sonra da Londra'daki Queen's College'e (kraliyet koleji) gönderileceklerdir.

Babası, Londra'nın Kathleen'de nasıl bir etki bırakacağını tahmin etseydi, muhakkak kararını değiştirirdi. Kass dediği üçüncü kızı hakkında daha şimdiden endişelenmektedir. Zor bir çocuktur, annesiyle babasına karşı gelir, öğretmenlerine de kafa tutar. Üstelik "yalancılığa varan bir hayal gücü" vardır. En azından okulda böyle bir yargıya varılmıştır.

"Edebiyat yaşamım Yeni Zelanda'da kısa öyküler yazmakla başlar. İlk denemem yayınlandığında dokuz yaşındaydım. O zamandan beri defterler dolusu yazıyorum." Kathleen kısa otobiyografisinde kendisi hakkında bu kısa cümleleri yazdığında, dış görünümüyle tombul Kass'tan eser kalmamış olan, genç, dinamik bir kadın ve çoktan tanınmış bir yazardır.

Yazar olarak Katherine Mansfield adını almış ve sadık okurları tarafından "dâhi" olarak kutlanmıştır. Fakat bu babasının pek hoşuna gitmemiş gibidir. Ünlü kızının en iyi öykülerinden biri olan Je Ne Parle Pas Français (Fransızca konuşmuyorum) öyküsü hakkında fikrini söylediğinde, "O şeyi hemen şöminenin arkasına fırlattım. Ruh yoktu bir kere," der...

Fakat biz onun ünlü olmadan önceki halinde, Kass'ta kalalım şimdilik: Ailede iki insan bu kıza çok yakındır. Daha sonra kızlık soyadını sanatçı adı olarak aldığı büyükannesi ve kendinden küçük erkek kardeşi Leslie. On iki yaşına geldiğinde, on beş yaşında çello çalan "Mucize Çocuk" Arnold ile tanışır. Kass büyülenmiştir. Arnold onun "Masal Prensi" olmuştur.

Dahası, o da çello derslerine başlar. Büyük bir müzisyen olabileceğinden gizliden gizliye emindir. Fakat bundan sonraki yıllarda yazmayı ihmal etmez. Araştırma, düzeltme ve eskizler yapar -ve "Sezar" adını verdiği Arnold'a ateşli aşk mektupları yazar. Kendisine yakın bulduğu tüm insanların isimlerini değiştirir. Örneğin hayatının sonuna kadar bağını koparmadığı Ida'nın adı onun için Leslie Moore'dur veya kısaca "L. M". Ida da sanatçı olmak ister.

İkisi, Kass'ın 1903-1906 arası gittiği kraliyet kolejinde tanışmışlardır. O yıllarda Katherine Mansfield imzasını kullanmaya başlayan Kass'ın kendisine örnek aldığı yazar Oscar Wilde'dır. Wilde'ın aforizmaları 17 yaşındaki bu kızın günlüğünde büyük bir yer tutar: "Her şeyi gidebildiği yere kadar götür." "Ahlaki önyargılarımızı sahnelemek için gelmedik dünyaya." "Baştan çıkarılmaktan kurtulmanın tek yolu; teslim olmaktır." Genç ve öğrenmeye susamış Katherine bunların peşinden kendine özgü dünya görüşlerini not eder, "Hayatta en üst noktaya kadar tırmanmak istiyorum!"

Bu, katı kuralları olan babasının eğitim ilkelerine pek uygun düşmemektedir! Bu dikkafalı kızın, babasının memleketi Yeni Zelanda'ya geri gönderilip yeniden sade bir ailenin çatısı altına sokulmasının zamanı gelmiştir artık. Katherine'i 1906 sonbaharında Yeni Zelanda'ya, Wellington'a giden S. S. Corinthic gemisinde ebeveyninin eşliğinde buluruz.

Genç kız somurtkan, asi ve huysuz olmuştur. Günlüğünde anlattığına bakılırsa, anne ve babası "geleceğini elinden almak amacıyla" yanındadırlar. Güvertede bir delikanlı ile flört ederken ("Onun aklını başından almak, içinde derin, garip duygular uyandırmak istiyorum!"), geleceğin yazarı annesiyle babasını izleyerek şöyle betimler: "Umduğumdan daha da kötüler.

Merakla ve dikkatle etrafı kolluyor, sadece yemekten söz ediyorlar. Boşu boşuna ve bayağı bir şekilde kavga ediyorlar. Babam Londra'ya geri dönmemin yapabileceğim en aptalca şey olacağından, beni oğlanlarla karanlıkta dolaşırken görmek istemediğinden söz ediyor. Uzun kum rengi tüylerle kaplı elleri kesinlikle acımasız eller. Bedensel bir nefret duygusu kaplıyor içimi. Hep onun yakınlarında olmamı istiyor...

Hep kuşkulu ve kibirli bir despotluğu sürdürmekte ısrarlı. İkisi de tamamen zevksiz. Sürekli kızdırıyorlar beni. Onlara bakınca içimde tüyler ürpertici bir değişiklik oluyor. Davranışlarımda kararsızlaşıyorum. Rahatsız oluyorum... Evde yaşamak asla mümkün olmayacak. Bunu tamamen anlamış durumdayım. Devamlı sürtüşmeye neden olacaklar. On beş dakikadan fazla çekilecek gibi değiller. Kafa yapısı olarak da benden çok geriler. Gelecek ne gösterecek bakalım?"

Önce sevilmeyen baba evinde huzursuz yıllar geçer. Aşk maceralarına dalar. Lezbiyen ilişkilere girer. Ebeveynleriyle sürekli kavga eder. ("Allah'ın belası ailem! Ulu Tanrım ne sıkıcı toplum bu!") ve yazar, yazar, yazar. Her şeye karşın ilk hikâyeleri bir dergi tarafından yayınlanır. En sonunda 1908 yazında Londra'ya taşınmak için annesiyle babasının iznini alır. Babası fazla olmasa da yetecek kadar bir cep harçlığı bağlanmasına izin verir.

"Hayatta en üst noktaya kadar tırmanmak istiyorum" parolasına sadık kalarak Londra'da yaşadıkları ciltlerce roman doldurabilir. Bu zaman içinde 29 değişik posta adresi vardır. Yaptığı seyahatler ve araştırma gezileri bu hesapta yoktur. Evlendiği şan hocasını, düğün gecesinin sabahında aniden terk eder. Başka bir erkekten hamile kalır. Çocuğunu kaybeder.

Geçici bir süre için Wörishofen Manastırı'nda yaşar. Londra'da genç eleştirmen John Middleton Murry'e âşık olur ve tabii hemen onun da adını "Bogey" olarak değiştirir. Açgözlülükle hayattaki tüm deneyimleri edinmeye çalışır.

Bu zaman içinde ve daha sonraki yıllarda da devamlı güvenilir bir kişi olarak Katherine Mansfield'in yaşamında ortaya çıkan tek insan, kolej arkadaşı "L. M."dir. L. M., Katherine'e, "Sana hizmet etmek ve senin yolunda gitmek istiyorum," diye söz vermiştir. Böyle bir sözün Katherine için ne kadar önemli olduğunu zaman gösterecektir. Bu arada yazar ilk edebi başarısını elde eder.

Yazıları dergilerde yayınlanır ve Bir Alman Pansiyonunda adlı hikâye kitabı çıkar. Bu kitaptaki eskizler ve hikâyeler çoğunluk bir karikatür etkisi bırakmaktadır. Sonraları bu kitabı "olgunlaşmamış" olarak niteleyecek ve Birinci Dünya Savaşı sırasında yeni baskısının yapılmasına karşı çıkacaktır. O zamanlar hüküm süren Alman düşmanlığı ort¤¤¤¤¤ çok uygun düşmesine ve şiddetle paraya ihtiyacı olmasına rağmen...

Kendi tarzını aramaktadır, "Tüm kalbimle istiyorum bunu, özlüyorum ama kelimeler gelmiyor bir türlü aklıma."

1915 Şubat'ında yeniden büyük bir aşk macerasına dalar. Şavasın ortasında bir Fransız subayına gider; daha sonra Akılsızca Bir Seyahat adlı hikâye kitabına konu olacak bir maceradır bu.

Aynı yıl 1915 Eylül sonu Fransa'daki cepheye gönderilecek olan erkek kardeşi Leslie İngiltere'ye gelir. Uzun sohbetler sırasında Katherine'in Yeni Zelanda'daki çocukluğu canlanır gözünde. Hayır, hatırladığı azgın genç kızlık yılları değildir, içinde yeniden ortaya çıkan resimlerdir; renkler, kokular, eski çocukluk günlerinden kalma sahnelerdir. Katherine günlüğünde kardeşiyle yaptığı bir konuşmayı anlatır.

- Pembe bahçe sırasının üstünde nasıl oturduğumuzu hâlâ hatırlıyor musun?

- O pembe sırayı hiç unutmayacağım. Benim için var olan tek sıra o. Nerede şimdi? Öbür dünyada da o sıranın üstünde oturmamıza izin verirler mi dersin?

"Neredeyse çocuk gibiydik," diye yazmaya devam eder Katherine Mansfield, "Hep birlikte gezdiğimizi, nesneleri birlikte aynı gözlerle seyredip tartıştığımızı görüyorum..."

Katherine'in erkek kardeşi, onun şefkatle sevdiği "Chummie" 1915 Ekim'inde, bir el bombası taliminde bombanın erken patlamasıyla ölür. Bir arkadaşından öğrendiğine göre son dakikalarında da hep onun adını anmıştır, "Kafamı kaldır, nefes alamıyorum!"

27 yaşında olan Katherine, hayatında hiçbir olaydan kardeşinin ölümünden etkilendiği kadar etkilenmemiştir. Deneyim kazanmak ister, kazanır da. Fakat şimdi, o zamana kadarki yaşamının yüzeyselliğini gösteren bir deneyimle karşı karşıyadır. 1916'ların başında günlüğünün sayfalarını çeviren herkes şu cümleleri bulur: "Bundan önceki hikayelerimin konuları beni hiç ilgilendirmiyor. Şimdi... şimdi kendi vatanım hakkında yazmak istiyorum. Dağarcığım tükenene kadar. Her şeyi söylemek istiyorum, hatta, 75 no.'lu evde çamaşır sepetinin nasıl gıcırdadığını bile...", "Düşüncelerimde tüm yerleri onunla dolaştığım için," diyerek kardeşi Chummie için Yeni Zelanda'daki gençliği yeniden canlandırmayı arzu eder.

Bu hedefine ulaşması için daha yedi yılı vardır. Ancak o andan itibaren sapmadan ve durmak bilmeden anıları üzerine çalışmaya başlar. 1921'de arkadaşlık kurduğu İngiliz ressam Dorothy Brett'e, "Ölüleri canlandırmak öylesine tuhaf ki," diye yazar. "İşte pembe örgü takımıyla koltuğunda oturan büyükannem. Amcam orada çimenlikte yürüyor ve ben yazarken şöyle bir duyguya kapılıyorum:

Sanki ölmemişsiniz canlarım. Her şeyi hatırlıyorum. Benim aracılığımla güzelliğiniz ve pırıltınızla yeniden yaşama dönesiniz diye önünüzde eğilerek selamlıyorum sizleri ve arka plana geçiyorum."

Kendi ifadesine göre yazarken, öykülerinde geçen insanların kimliğine bürünür, "Yazar bir süre oyunun kendisidir. Birkaç yazarın yapabildiği gibi, hep olduğu gibi kalırsa, biraz daha az yorucu olurdu. Bu, şimşek hızıyla değişimler geçiriyor insan."

Katherine Mansfield sadece insanları değil nesneleri de yazarak onlara yeni bir yaşam verir. Kız arkadaşı Dorothy Brett'e içine düştüğü durumu şöyle anlatır: "Elmaların resmini yaptığında kendi göğüslerinin ve dizlerinin de elmalaştığını mı hissedersin? Yoksa bunu büyük bir saçmalık mı sayarsın? Ben saçmalık olmadığına eminim. Ördekleri yazdığımda, sana yemin ederim, ben yuvarlak gözlü bir ördeğim. Sarı çiçeklerle çevrili gölde yüzen ve arada sırada başları aşağıda, altımda yüzen diğerlerinin üstüne saldıran bir ördek."

Genç kızlığında da kendisine özgü bir kararlılıkla ölümüne kadar şu esasa göre yaşar: "Yazmak için yaşıyorum." Tek bir amacı vardır. O da sanatını gitgide daha mükemmelleştirmek. Katherine Mansfield şaşılacak bir şekilde zaman dilenmektedir. Mektuplarında, günlüğünde yaşam hedefine ulaşmak için zaman dilenir. Kendisi için daha ne kadar zaman kaldığını hissetmiş olmalıdır. Çünkü hastalanmıştır. İki zatürreeden sonra otuz yaşında ağzından kan boşanır. Korkmaktadır. Ağrıları ve ateşi vardır.

Ve yazmaya devam eder.

Uzun zamandan beri sıkıntılı bir dönem geçirmektedir: Katherine Mansfield için bu sıkıntılı yıllar, bugün İngiliz edebiyatının klasiklerinden sayılan ünlü hikâyelerinin ortaya çıktığı yıllardır. Kendi zamanında çığır açan, etki bırakan, tamamen yepyeni bir tarz yaratır. Kendisini yaşamının son beş yılında gösteren resimlerinde Katherine Mansfield zayıf, koyu saçlı, gözleri her şeyi yutmak istermişçesine bakan bir kadın olarak görünür.

Bu arada 1918'de John Middleton Murry ile evlenmişse de, sağlığı dolayısıyla devamlı dinlenme yerlerine gönderildiği için yalnız yaşamaktadır. Güney Fransa'ya. İsviçre'ye. Kışları güneyde otellerde, pansiyonlarda geçirir. Güvenli bir ev hayatını özler: "Keşke bir evim olsaydı da perdeleri kapatabilseydim."

Belki Katherine Mansfield sessiz, sakin bir ev hayatı için uygun bir tip değildir. Fakat bunun özlemini duyar, "İnsanları; arkadaşlarımı, evimi özlüyorum," diye yazar kocasına ve devam eder: "Neden doğru dürüst bir evim yok?" Güney Fransa'da tedavi görürken de, kocasına şöyle yazar: "Ben evde olunca, birlikte yaşadığımızda, ümitsizliğinden kurtulacaksın. Ben orada olacağım ve akşamları masada oturup, lamba aramızda çalışacağız. Sonra içecek sıcak bir şey hazırlayacağız, biraz gevezelik edeceğiz, sigara yakıp küçük planlar yapacağız. Biliyor musun, kendimizi tamamen değiştireceğiz. Birbirimizin içinde eriyip kaybolacağız."

Hayal. Murry ve Manstield birbirlerinin içinde eriyip gidemezler. Gerçi kocasının onu güneyde ziyarete gittiği zamanlar olmuştur. Arada bir Katherine iyiyken İngiltere'de beraber olurlar, ama o her öksürdüğünde kocası sırtını döner. Aslında zor ve hastalıklı karısı ona yük olmaktadır. Onun için eleştirmen ve biyograf olarak kendi kariyeri ve çalışmaları ön plandadır. Virginia Woolf gibi çağdaşları onu "çok bencil" bulurlar. Fakat Katherine ona sayfalar dolusu mektuplar yazarak sevgisini istemiştir.

Bir tek insan ona ayrılmamacasına bağlı kalır: Ida Baker ya da takma adıyla, henüz gençliğinde arkadaşına hizmet edeceğine söz veren L. M. Bu iki kadın arasında çok garip bir arkadaşlık vardır... Ida kendisini düşünmeyen biridir, kendisini arkadaşına adar, fakat "ancak bana sarılabildiği an mutlu hissediyor kendisini," diye yazar Katherine kocasına.

Katherine, kız arkadaşının yardımı olmaksızın hayatta karşılaştığı birçok durumdan kurtulamazdı. Bunu bilmektedir. Fakat bu bağımlılık duygusu onu kızdırır. Katherine Mansfield'in kısacık yaşamında gelip geçen bir dostluk-düşmanlık ilişkisidir bu.

1916 sonbaharında ilk kez İngiliz yazar Virginia Woolf ile buluşur. Her ikisi de şimdiye kadar tüm yaşamını yazmaya adayan bir kadın tanımamıştır. İkisinin de hedefi aynıdır ve kendilerini birbirlerine çok yakın bulurlar; aynı zamanda çok mesafeli davranırlar.

Virginia Woolf günlüğüne şu notu düşer: "Bizim (kendisini ve kocası Leonard Woolf u kastederek) tek bir arzumuz vardı: K. M. hakkındaki ilk izlenimimizin gerçek olmaması. Kokuyordu, ortalıkta dolaşan bir Tibet kedisi gibi... Gerçeği söylemek gerekirse ilk bakışta o kadar bayağı bir insan etkisi bırakması beni birazcık şoke etti. Hatları sert ve basitti. Fakat bunlar silinince o kadar zeki ve sal ki, dostluğa değer doğrusu..."

Virginia Woolf günlüğünün başka bir yerinde şöyle yazar: "Bir kedi gibi. Yabanıl, ağır ve daima yalnız, kendi kendini koruyan. Tamamen kendine özgü, kendisi için yaşayan, sanatına odaklanmış, neredeyse fanatik, garip bir insan gibi göründü bana."

Fanatik, kedi gibi, anlaşılmaz. Virginia Woolf (meslektaşının karşısında rekabet hislerine kapılmadan durduğu da söylenemez) bu sözleri ile Katherine Mansfield'in önemli özelliklerini ortaya koyar. Fakat dikkate almadığı bir şey (yoksa bilmiyor muydu?) Katherine Mansfield'in ne kadar hasta olduğudur. Ölümcül hasta ve bu nedenle gözetim altında olan Katherine Mansfield, 34 yaşında Paris'te, Fontainebleau'da Kafkasyalı Gürciyef'in açtığı "Uyumlu Gelişim" enstitüsünde ölür.

Yaşamının son haftalarında bu klinikte sağlığına kavuşacağı fikrine çok kaptırmıştır kendisini. "Yaşam tarzımı tamamen değiştirmeyi düşünüyorum," diye yazar ölümünden üç ay önce bir arkadaşına. "Her türlü işi ellerimle yapmayı amaçlıyorum. Hayvanları beslemek ve elle yapılabilecek her işi yapmak."

Günümüz tabiriyle dünyayı durdurup "inmek" ister. Fakat bedensel olarak öyle hastadır ki Fontainebleau'da kısa bir müddet kaldıktan sonra kan kusarak ölür. Kocası Middleton Murry ölümünden hemen sonra hikâyelerinin büyük bir kısmını, günlüğüne yazdığı notları ve mektuplarını yayınlar. Ve bunlar için -bu kendisinden bir alıntıdır-"Katherine Mansfield'in o zamana kadar aldığının on katı kadar bir para" alır. "Bana ironik geldi gerçi, ama sonra bâtıl inancımla, Katherine'in bereketinin evliliğimizi ve deniz kenarındaki evimizi kolladığına hükmettim."

Yani "Katherine'in Bereketi" ile deniz kıyısında bir ev ve daha sonra bir çiftlik sahibi olur kocası. "Doğru" kadını buluncaya kadar üç kez daha evlenir. Sonunda, sakin ve sorunsuz bir kadın bulur. Bu arada da Katherine'e layık bulduğu unvanı vermeyi de unutmaz: Mezar taşında onun isminin altına "John Middleton Murry'nin eşi" diye yazdırır.
 

wien06

V.I.P
V.I.P
Flora Tristan


DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1803-1844)

1804 Napoleon, kadın düşmanı "Code Civil" (Medeni Kanun'u) çıkarır.
1814 Sosyalist hareketin öncüleri olan Saint Simoncuların etkisi artar.
1818 Karl Marks'ın doğum yılı (sonradan Flora Tristan'ın düşüncelerinden yararlanacaktır).
1820 Friedrich Engels'in doğum yılı (o da sonradan Flora Tristan'ın düşüncelerinden yararlanacaktır).
1825 İngiltere'de William Thompson'un, İnsan ırkının yarısını oluşturan kadınların, onları siyasal kölelik içinde geri bırakmaya çalışan öbür yarının, yani erkeklerin kendini beğenmişliğine karşı çağrısı yayınlanır. Londra'da (salt erkekler için) bir üniversite kurulur.
1831 Lyon'da işçi ayaklanması.
1832 Pierre Leroux, "Sosyalizm" kavramını ortaya atar.
1840 Fransa ve İngiltere'deki kadın ve erkek işçilerin sefaleti hakkında, Flora Tristan'ın ilk açıklamaları yayınlanır.
1903 Flora Tristan'ın torunu olan ressam Paul Gauguin, büyükannesi hakkında şunları yazar, "Sosyalist-anarşist mavi çoraplının biri, herhalde yemek pişirmesini bilmezdi."



"İNSAN HAKLARI, HERKES İÇİNDİR; YALNIZ ERKEKLER İÇİN DEĞİL!"

"Erkeklerin kutsal mekânına sızmak; bir kadın için ne büyük bir skandal, ne büyük bir utanmazlık, hatta Tanrı'ya karşı ne küstahlık!"

1839 yılında genç bir kadın böyle bir "skandal"ı yaşamış ve sonradan da yazmıştır. Bir Fransız kadınıyla Perulu bir soylunun evlilik dışı kızı olan Flora Tristan'dır bu. On yedi yaşında evlendiği kocasından ayrı yaşamakta ve yıllardır kendi başına seyahatlere çıkmaktadır; hatta Peru'ya bile gitmiştir.

O sıralar Londra'da bulunmakta ve parlamentodaki oturumlarda ne olup bittiğini merak etmektedir. Paris ve (Peru'nun başkenti) Lima'da parlamentoya girmesine izin vermişlerdir. Ama Londra'da, bunun kadınlara kesinlikle yasak olduğunu öğrenir. Bu yasak, onun merakını iyice kamçılar. Yasağı delmek için bir fikir gelir aklına, "Tory'lerin (Muhafazakâr Parti) çok gezip tozmuş, hayli sağduyu sahibi ve önyargısız bir üyesini tanıyordum. Saf saf, göründüğü gibi olduğunu düşünerek, bana bir erkek giysisi uydurup, beraberinde parlamentoya sokmasını rica ettim."

Ne var ki, "üstüne kızgın yağ dökülmüş gibi oldu! Dehşetten yüzü önce bembeyaz, sonra da hiddetten kıpkırmızı kesildi. Bastonuyla şapkasını kaptığı gibi, bana bir kez bile bakmadan kendini dışarı attı ve dostluğumuz sona erdi."

Zaten yıllardır toplumdışı olarak damgalanmış olan Flora, çok merak ettiği "erkeklerin kutsal mekânına" sızmak için başka bir yol dener.

"Sonunda bir Türk'le tanıştım. Önemli bir kişiydi; fikrimi iyi karşılamakla kalmadı, bana bir giysi bulup, bir giriş kartı, bir araba ve kendi refakatini de sundu." Böylece öğrenme meraklısı genç kadın, Türk giysileri içinde erkeklerin görkemli topluluğunun içine sızmayı başarır.

Ve işte, sonra yaşadıkları: "Bu beyler, opera dürbünleriyle beni dikizlemeye ve aralarında yüksek sesle hakkımda konuşmaya başladılar. Önümde ileri geri volta atıp duruyorlar, terbiyesizce suratıma gözlerini dikiyorlardı. Merdivende arkama geçip, Fransızca söyleniyorlardı: 'Salona neden girmiş ki bu? Oturumu izleyip de ne olacak? Herhalde Fransız kadınıdır. Onların hiçbir izanı, saygısı yoktur zaten. Utanmazlık bu. Görevliler dışarı atmalı onu!' Yerlerinden kalkıp, beni büyüteç altında incelemek üzere yaklaşanların sayısı artıyordu. Sanki iğne üstünde oturuyordum. Biz yine de bu davranış bozukluklarını bir yana bırakıp, oturuma dönelim: Saygıdeğer beyefendiler, can sıkıntısı içinde, yorgun argın sıralarda geriniyor, bazıları yatmış, uyuyordu"

Flora Tristan'ın gözlemlerine göre, bazıları da sabahlıklarıyla gelmişlerdi." Flora, olayı kısaca şöyle özetler: "Avam Kamarası üyelerinin davranışı beni, kıyafetimin onları şaşırtmasından çok daha fazla hayrete düşürmüş ve sarsmıştı."

Doğrusu, yaşadıklarını yazarken sözünü hiç esirgemez Flora Tristan. "Her kadını daha doğduğu andan itibaren ezen" bir topluma saygı göstermeyi, daha genç kızken bırakmıştır. Bırakmak zorunda kalmıştır: On yedi yaşındayken, atölyesinde çalıştığı Parisli bir litografla evlendirilmişti. Kocası Andre Chazal, kumar tutkusu yüzünden borca atmış ve güzel karısını fahişelik yaparak "ek kazanç" sağlamaya zorlamıştı. İki çocuğu ve karnında bir üçüncüsüyle evden kaçan Flora, üçüncü çocuğu Aline'i daha yirmi iki yaşındayken dünyaya getirmiştir. "Sana yemin ederim, senin için daha iyi bir dünya yaratmak uğruna savaşacağım. Sen ne köle olacaksın, ne de parya."

Tarihin bu dönemi için çok iddialı bir yemindi bu; çünkü:

- Her kadın kocasının mülkü sayılıyordu.
- Napoleon'un yasalarına göre, boşanma olanaksızdı.
- Kadınların okul ya da meslek eğitimi görmeleri olanaksızdı.
- Kadınlar, loncalara sokulmuyordu; yani bağımsız olarak çalışmak ve geçimlerini sağlamak olanağından yoksundular.

Evlilik dışı bir çocuğun da yükünü üstlenmiş olan Flora Tristan, kızına daha iyi bir gelecek vaat ederken, neye yemin ettiğini iyi bilmektedir! Bu amaç uğruna her şeyini koyar ortaya. Hatta kocasının, Flora ve çocuklar üzerinde her türlü hakka sahip olmasına ve çocuklarını ondan zorla almasına karşın. Polis tarafından sürekli koğuşturulmasına karşın. Maceralı bir yolculuktan sonra arayıp bulduğu Peru'daki zengin akrabalarının, onu babasının mirasından yoksun bırakmalarına karşın.

Flora Tristan'ın tüm yaşamı böyle "karşınlarla dolu olmuş ve o bütün bunlara karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Tek başına. Ezilen, haklarından yoksun bir parya gibi. Çünkü hakların nasıl dağıtılacağına erkekler karar vermektedir. Çünkü o arada esniyor da olsalar -Flora'nın İngiliz Avam Kamarası'nda gördüğü gibi- kadınlar hakkında yasaları da onlar çıkarmaktadır.

Flora Tristan, yolculuklarında günbegün duyduğu haksızlıklardan bunalarak, yaşadıklarını açıklamaya başlar. Daha da önemlisi, taleplerde bulunur ve yapılması gereken değişiklikleri önerir.

İlk olarak, "Yabancı kadınları iyi karşılamanın gerekliliği üzerine" başlığıyla bir broşür çıkarır. "Madam T." imzasıyla, taşradan gelen, iş arayan, kocasından kaçan ya da fahişelikten kurtulmak isteyen kadınlar için sığınma evlerinin açılmasını önerir. Yalnız yaşayan kadınlar artık daha alt bir sınıf gibi görülmemelidir. Kadınlar, aynı erkekler gibi yolculuklar yaparak kendilerini geliştirmek olanağından yararlanabilmelidir. Büyük kentlerde, okuma odası, gazeteler, eğitsel yardım ve kentin sakinleriyle temas olanakları sağlayan konukevleri bulunmalıdır.

Broşürün bazı bölümleri, ilk sosyalist grupların içinde en nüfuzlusu olan Saint Simoncuların çağrılarını andırmaktadır. Bu grup, en yüce hedef olarak, "kadınların özgür olması"nı göstermiştir. Gerçekten de Flora Tristan, zamanının ilerici düşünür ve reformcularının fikirlerinden yararlanmış, ancak değişik "ekol"lerin yörüngesine girmekten özellikle kaçınmıştır. Onun düşüncelerine yön veren, kendi yaşam deneyimleridir.

Bir sonraki kitabı da bunu yansıtır: Bir Parya'nın Yolculukları. Burada, kendi geçmişini ve Peru'ya yolculuğunu anlatır. Önsözünde şöyle yazar: "Büyük talihsizlikler yüzünden yaşamları işkenceye dönüşen kadınlar, çektikleri dertler ve önyargılar yüzünden katlanmak zorunda kaldıkları zorlukları bir yazsalar! Toplumsal ilişkilerde adaletli bir reform, ancak bu tür açıklamaların temelinde yapılabilir." İstatistiklere göre, Fransa'da kocalarından ayrı yaşadıkları için toplumca hor görülen üç yüz binden fazla kadın olduğunu ortaya koyar Flora Tristan; kendisi de onlardan biridir.

Millet Meclisi'ne yazdığı bir mektubu da kitabına ek yapmıştır; burada boşanmanın tekrar yasallaştırılması çağrısında bulunur:

"Evliliğin sona erdirilememesinin getirdiği ıstırabı ben de yaşadım. Meteliksiz olarak kocamdan ayrılmak zorunda kaldım. Kendim ve çocuklarım için, tek başıma mücadele vermek zorundaydım. Bu tür bir yükü taşımak, çoğu kadının dayanma gücünü aşar, çünkü mesleki bir eğitim almamıştır... Meclisinize sunmakla onur duyduğum kitabımda, benim durumumdaki kadınların çektikleri ıstırabı kısmen belirttim. Bir ailenin mutluluğu ancak özgürlüğe dayalı bir hukuk çerçevesinde gerçekleşebilir. Hazreti İsa, Tanrı'nın birleştirdiğini ayırmayın' demişti. Bunu Tanrı'nın ayırdığım birbirine zincirlemeyin' diye tamamlamamız gerekmez mi? Meclisinizden, karşılıklı hakkaniyet ilkesine uygun olarak boşanmanın yine yasallaşmasını, Napoleon Yasası'ndan önceki yasanın öngördüğü gibi, her iki tarafın da boşanma isteminde bulunabilmesine izin verilmesini rica ediyorum." Bu rica geri çevrilir.

Bir Parya'nın Yolculukları'nın yayınlanmasından kısa süre sonra, Flora Tristan'ın kocası Chazal, evinin kapısı önünde pusuya yatıp ona tabancayla ateş eder. Flora canını kurtarır ama kurşunlardan biri göğsünün altında kalır ve çıkarılamaz.

Bu suikast girişiminden dört ay sonra, "Andre Chazal'ın karısına karşı cinayete teşebbüsünden dolayı açılan dava başlar. Sanık koca, suçsuzluğundan emindir. Sonuçta, annesinin kötü etkisinden korumak istediği kızının geleceğini düşünmüştür. Gerekeni yapmak zorunda kalmıştır. Hepsi bu kadar.

Flora Tristan'ın serserice yaşantısına kanıt olarak ise, onun son kitabını mahkemeye sunar. EVLİ BİR KADININ YANLIŞ ADIMLARI ibaresini başlığın üstüne büyük harflerle yazmış, bir de buna BÂTILLIKLARIN BÂTILLIĞI'NI eklemiştir. Duruşmalar sırasında bağırır durur, "Bu kitapta öyle yerler var ki! Yüzlercesi! Nereden başlayacağını bilemiyor insan! Avukatım, en çarpıcı olanlarını anlatacak!"

Flora Tristan'ın eserinde evliliğin dokunulmazlığına karşı çıkması, sanık tarafından "utanmazlık ve ahlaksızlık" olarak aleyhinde kullanılır. Aslında tüm mahkeme boyunca, cinayete teşebbüs edenden ziyade Flora Tristan'ın "yaşam tarzı" yargılanıyor gibidir.

Chazal, sonuçta yirmi yıl zorunlu çalışmaya mahkûm edilir, sonra cezası yirmi yıl hapse çevrilir.

Artık Flora Tristan gayrı resmi olarak çoktan attığı Chazal soyadını, resmen atabilecektir.

"O her şeyi görmek, gözlemlemek istiyordu!" Bir dostu (Elenore Blanc) Flora'nın belirgin özelliğini böyle tanımlar. Hakkında o kadar iyi düşünmeyen başka çağdaşları ise, "Burnunu her şeye sokuyor," derler.

Öyle de yapar. Üstüne üstlük, gördüklerini yazar. Avam Kamarası'ndaki olayı, Londra'da Gezintiler kitabında anlatır örneğin. İngiltere'nin "kanayan yaralarını" keşfettiği tüm röportajlarını bu kitaba koymuştur. Fabrikaları, gecekondu mahallelerini, hapishaneleri ve meyhaneleri gezmiştir. Okuyucularına, yoksulluk, ezilmişlik ve sıkıntının (o zamanlar vaaz edildiği ve inanıldığı gibi) gerekli olmadığını, giderilebileceğini anlatır.

Özellikle, İngiliz başkentindeki "genel kadınlar"la ilgilenir, "Fuhuş, dünya nimetlerinin eşitsiz dağılımının beraberinde getirdiği en iğrenç felakettir. Erkekler, bekâreti -aynısını kendilerine de uygulamaksızın- bir erdemlilik olarak kadınlara zorla kabul ettirmiş olmasalardı, sırf kalbinin sesine kapıldı, diye kadını toplumdan dışlamak mümkün olmazdı. İğfal edilen, yararlanılan ve kaderlerine terk edilen kızlar, o zaman, para karşılığı kendilerini satmak zorunda kalmazlardı. Kadın erkeklerle aynı eğitimi görebilse, aynı işleri yapabilse, böylesi bir sefaletin, önyargıların ve aşağılanmanın kucağına itilmezdi. Erdemlilik ya da suçluluk, önkoşul olarak, iyi ya da kötü davranmak arasında bir seçim yapma özgürlüğüne bağlıdır. Hiçbir şeye sahip olmayan, hiçbir şey yapamayan kadının, yaşamı boyunca ya kurnazlık ya da baştan çıkarma yoluyla açlıktan nasıl kurtulacağını kollamaktan başka ne çaresi vardır? Kadınlar özgürleşene kadar, fahişelik artacaktır."

Flora, İngiltere'de Mary Wollstonecraft'ın Kadın Haklarının Savunması başlıklı tartışmasını keşfetmiş ve kitabında bundan da söz etmiştir. "Londra'da Gezintiler" kitabının halk baskısına yazdığı önsözde şöyle der, "Emekçiler, hepinize (özgün dilde "tous et toutes") ithaf ediyorum bu kitabı."

Buradaki "hepiniz", çok önemli bir yenilik olarak, hem erkekleri hem de kadınları içermektedir. "Yurttaşların özgürlükleri siyasal haklar; ve toplumsal kurumlar kanalıyla, tüm erkekler ve tüm kadınların çıkarına, aralarında fark gözetilmeksizin güvenceye alınmadıkça, insanların ne kötü durumda kaldıklarını görüyorsunuz. Sizin için birini öteki gibi kabul etmenin ve buna göre bir eğitim görerek bundan yararlanmanın ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz." Sonunda, okurlarından, erkek ve kadınların insan haklarını savunan yazarların kitaplarını okumalarını ister.

İngiltere'deki deneyimleri, Flora Tristan'ı daha uzun bir süre meşgul eder. Ezilen erkek ve kadın işçiler için bir girişimde bulunma fikri burada olgunlaşır kafasında. 1843 yılında, Emekçilerin Birliği'ni yayınlar. Bu manifestosunda, yine herkese hitap etmektedir: Erkek ve kadın işçiler daha yüksek ücret ve daha iyi çalışma koşulları, meclislerde temsil edilmek ve herkesin çalışma hakkı için birleşmelidirler.

Flora, öğretisini dokuz madde halinde özetlemiştir. Her şeyin özü, "insanların birleşmesi için tek yolun, erkek ve kadın haklarının temeldeki eşitliği olduğu"dur. Flora ayrıca, her bölgede bir tür "İşçi Sarayı" kurulmasını önerir; bir dinlenme, yetenek geliştirme ve örgütlenme yeri olacaktır burası, kız ya da erkek çocuklar için okulları, yaşlı ve kötürümler için özel yurtları bulunacaktır.

Her sınıftan, her yaştan, her inançtan ve her ulustan kadınlara yaptığı çağrıda, Emekçilerin Birliğim desteklemelerini ister:

"Hepiniz yasaların ve önyargıların baskısı altında tutuluyorsunuz; gelin beraber savaşalım!"

Flora Tristan'ın programını yayınlamaya hiçbir yayıncı yanaşmaz. O da tabana kuvvet, tüm Paris'i arşınlayarak, "tüm özverili insanlardan" basım masraflarına katkıda bulunmalarını ister. Evdeki yardımcı kadın, sucu ve kızı Aline, ona ilk destek verenlerdir. George Sand, Eugene Sue gibi yazarlar, ressamlar, siyasetçiler, kadın ve erkek işçilerden de ikna olanlar çıkar. Böylece Union Ouvriere'in dört baskısı yapılır.

Flora Tristan, 12 Nisan 1844'te Fransa'da bir yolculuğa çıkar. Günler boyu kitaplar ve broşürler dağıtır, konuşmalar yapar, insanları tartışmaya çağırır. Bazı yerlerde coşkuyla karşılanır, gruplar ve komiteler kurulur. Başka yerlerde de polis, ona tuzak kurmaya çalışır. Varlıklı beylerin kendisine metreslik teklif ettikleri mektuplar alır. Bu arada "yalnız kadınlara oda vermiyoruz" gerekçesiyle otellerden geri çevrilir. Hasta, tükenmiş, şevkini yitirmiş haldedir.

Şansına, birkaç sevindirici haberle teselli bulur. Marsilya ve Avignon'dan kendisine gelen haberlere göre, oradaki işçiler Birlik için gruplar oluşturmuşlardır. Lyon'da da durum aynıdır. "Bütün bunlar, büyük bir görevin beni beklediğini kanıtlıyor," diye yazar Flora 1844 Eylül'ünde, güncesine. Bu, defterine düştüğü son kayıttır.

Tamamen tükenmiş bir halde, 15 Kasım'da Bordeaux'da ölür.

Cenaze törenini anlatan bir Bordeaux gazetesi, "Aralarına birçok entelektüelin ve avukatın da katıldığı büyük bir işçi kitlesi onu mezara taşıdı," diye yazar. "İşçiler, yaşamı boyunca kendilerinin iyiliği uğruna savaşmış olan bu kadının tabutunu kendi omuzlan üstünde taşımak istemişlerdi. Tanrı'nın yardımıyla tüm kadın ve erkeklerin birleşeceği gün geldiğinde, Flora Tristan'ın adını sonsuza dek anacağız."

Birkaç yıl sonra, Flora Tristan'ın düşünceleri ve önerileri Karl Marks ve Friedrich Engels'in yazılarında yeniden ortaya çıkmıştır. Bu alıntıların hangi kaynaktan geldiğini ise, her iki yazar da değinmeye değer bulmamışlardır.
 

wien06

V.I.P
V.I.P
Simone de Beauvoir


DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1908-1987)

1929 Simone de Beauvoir, Fransız varoluşçuluğunun baş temsilcisi Jean-Paul Sartre ile tanışır.
1935 Amerikalı antropolog Margaret Mead Üç İlkel Toplumda Cinsiyet ve Karakter üzerine incelemelerini yayınlar ve bu eserinde erkek ve dişi karakter çizgilerinin göreceli olduğunu kanıtlar.
1939 Hitler Polonya'yı işgal ederek 2. Dünya Savaşı'nı başlatır. Fransa ve İngiltere Almanya'ya savaş ilan ederler.
1940 Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre Fransız direniş hareketinin üyeleri arasındadırlar.
1949 Simone de Beauvoir'in kitabı Le Deıocieme Sexe (İkinci Cinsiyet) yayınlandığında sert tartışmalara yol açar.
1963 ABD'de Betty Friedan'ın The Feminine Mystique (Kadınlığın Gizemi) yayınlanır. Bu kitapta kadınların ev işi ve çocukların tek yazgıları olduğuna neden ve nasıl ikna edildikleri anlatılmaktadır.
1968 Paris'te ve Almanya'nın birçok kentinde öğrenci hareketleri başlar.
1968 Kadınların Kurtuluşu (yani feminizm) hareketi ABD'de yayılır. Simone de Beauvoir'ın İkinci Cinsiyet kitabından esinlenen bir harekettir bu.
1970 Bu yıldan itibaren Fransa'da Kadının Kurtuluşu Hareketi adında bir örgüt faaliyete geçer.
1971 Nisan ayında kadın hareketleri tarafından hazırlanan bir itirafname Fransa'nın ileri gelen (aralarında Simone de Beauvoir'ında bulunduğu) 343 kadını tarafından imzalanır: "Kürtaj Yaptırdım"', Nouvel Obseıvato^'de yayınlanır. Bu kampanyanın kıvılcımı Almanya'ya sıçrar. Aynı yıl 375 Alman kadını Stern dergisine "Kürtaj yaptırdım" itirafında bulunurlar. "Madde 218" ile Alman kadın hareketi yeniden ayaklanır.


"KADIN OLARAK DÜNYAYA GELİNMEZ, KADIN OLUNUR."

"İyi niyetli, gayretli ve aşırı dindar." Simone de Beauvoir, Kadınlığımın Hikâyesi başlıklı anılarının son cildinde kendi çocukluğunu böyle anlatır.

Hukukçu olan babası, Simone ve ondan iki yaş küçük kız kardeşi Helene'e titiz bir eğitim imkânı sağlar. İki kız da Paris'teki Katolik kız okulu "Cours Desir"e giderler. Simone iyi bir Katolik'tir. Annesi ile birlikte dua eder ve devamlı olarak ayinlere ve Komünyon'a katılır, günah çıkartır. Okulda örnek öğrenci olarak gösterilir: Uslu, küçük bir kız. En sevdiği uğraşı okumaktır. Babası da bu konuda onu destekler. Fakat eline aldığı kitaplar anne ve babasının seçtikleri kitaplardır: Simone, "iyi aile kızıdır".

Hayır, kız çocuk olarak mağduriyet duygusuna kapılmış değildir. Fakat, kız kardeşi ile bebeklerle oynarken asla bir ev kadını olmayı istemez. Ana olarak, her gün yaşadığı gibi, bir kadının "binlerce zahmetli görevi" vardır. En iyisi ben öğretmen olayım, diye karar verir çocukken. Büyük zevkle kız kardeşi "Poupette"e okumayı, yazmayı ve hesap yapmayı öğretir.

Uzun dalgalı saçlarıyla Simone güzel bir kızdır. Ufak tefek şımarıklıkları aile içinde hoş görülür. Sevilir ve beğenilir. Daha sonra çocukluğunu anımsarken, bu güven duygusunun, sıcaklığın ve çocukluğunda kendisine verilen önemin ilerideki gelişmesinde önemli olduğunu söyler.

Simone'un babası Birinci Dünya Savaşı'nda askere alındığında, bu olay onu çok etkiler. Küçük örnek kız Simone, Bir Genç Kızın Anılarında babasının ne denli katıksız milliyetçi olduğunu nasıl kanıtladığını anlatır: Üzerinde "Alman Malı" yazılı bir oyuncak bebeği ayaklan altına alarak çiğnemekle...

Küçük Simone'a, Tanrı'nın Fransa'yı kurtarıp kurtarmamasının onun uslu ve dindar olmasına bağlı olduğu açıklanır. O yüzden özellikle savaş yıllarında erdemli olmaya özen gösterir. Yeryüzündeki babasını, gökyüzündeki babasını ve vatanını, hepsini memnun etmek ister. Böyle yetiştirilmiştir ve buna karşı koymak için de bir neden göremez. Genç yaşamında Simone'un "uslu kız" rolüne gölge düşüren ilk insan Zaza adlı aynı yaşta bir kız olur.

Zaza: Günün birinde 10 yaşındaki Simone'un sınıftaki sırasına, yeni gelen kısa saçlı, esmer bir kız oturur. Diğer sınıf arkadaşlarıyla çok az teması olan Simone yeni sıra arkadaşından çok hoşlanır ve ona karşı fanatik bir yakınlık gösterir, "Öğretmenlerle nasıl konuştuğuna şaşırmıştım. Diğer kız öğrencilerin aynı tip seslerinin karşıtı olan doğal bir tarzı vardı... Kanunlara, klişelere, önyargılara boyun eğmeme rağmen, yeniyi, kendiliğinden olanı ve kalpten geleni seviyordum. Zaza'nın canlılığı ve bağımsızlığı, ona olan hayranlığımı daha da pekiştiriyordu."

Anılarının birinci cildinde Zaza ile aralarında başlayan arkadaşlığı böyle anlatır. Son cildinde ise yeniden bu konuya değinir, "Özellikle Zaza sayesinde yüceltilmiş burjuvazinin nasıl nefret edilecek bir şey olduğunu keşfettim. Bu kesime karşı her durumda karşı çıkabilirdim, ama maneviyatım yanlıştı, boğucu bir uyumculuğum, kibirliliğim ve etkisini sadece yüreğimde değil gözyaşlarımda da gösteren sıkıcı bir baskıyla yetişmişliğim vardı. Hastalık derecesinde kibirli bir şekilde düşmanca güçlere karşı koyma eğilimim vardı. Fakat Zaza'ya olan hayranlığım buna engel oldu. O olmasaydı belki daha 20 yaşındayken dostluğa ve sevgiye duyarlılığı, yani bu duyguları uyandırabilen tek uygun tavrı benimsemek yerine, sürekli kuşku duyan ve hayatı kendisine zehir eden biri olurdum herhalde..."

Simone Zaza'yı kazanmaya çalışır. İki kız arasındaki dostluk, "ruhsal alışverişin ve her gün birbirini anlamanın zevki"ni tattırır. Ve bu da Simone'un evdeki cici kız rolünü kaybettiği zamanın tam ortasına denk düşer. Fransızların bu yıllar için dediği gibi, çocukluktan gençliğe geçilen "nankör dönem"e girmiştir.

Simone'un sivilceleri vardır. Vücudu değişime uğramaktadır. Bir aile toplantısı nedeniyle vücudu bandajlanır, çünkü aslında çocuksuluktan öteye gitmeyen göğüsleri yeni elbisesi altından gerekmeyecek şekilde belli olmaktadır. Babası en büyük kızının salak gibi, sıkılgan bir şekilde ortaya çıkmasından dolayı düş kırıklığına uğrar. "Kadınlarda güzellik ve zarafet arardı babam," der Simone. Fakat kendisi o yıllarda, küçük bir kız ile bir kadın arasında kalmış, son derece mutsuz bir yaratıktır sadece.

Bu zaman içinde tek tesellisi Zaza ile olan arkadaşlığıdır. Evde anne ve babasıyla ilişkisi gittikçe zorlaşmaktadır. "Bu böyle yapılır" ve "bu yapılmaz", Simone'un annesinin ağzından düşmeyen iki cümledir. Ayrıca annesi onun tüm mektuplarını da okur. Öteden beri Simone'un okudukları sürekli denetlenir ve genç kızın herhangi bir yere yalnız gitmesi söz konusu bile olamaz. Simone henüz karşı çıkmasa da, düşmanca hisler beslemeye başlamıştır.

Baba evindeki zincirlerini kıran ilk ve en önemli değişimi on dört yaşındayken yaşar: İnancını yitirir. Katolik kilisenin kurallarına yıllarca nasıl uyduysa, şimdi aynı şekilde şartsız olarak bu inancı reddetmektedir. Ve bunda ısrar eder, "İnançsızlığımızdan hiçbir zaman kuşku duymadım," diye vurgular durmadan. Zaza ile gelecek üzerine uzun sohbetler yapar. Zaza daha sonra çocuk sahibi olacağına inanmaktadır. Simone şaşırmıştır!

"Çocuk sahibi olmak, onların da çocuk sahibi olması; sonsuza kadar hep aynı nakaratı tekrarlamak demek..." Fakat Simone sürünün dışında kalmak ister. "Ben ünlü bir yazar olmak istiyorum," diye yazar on beş yaşındayken bir sınıf arkadaşının hatıra defterine. Yazmak onun için "ölümsüz olmak" demektir. "Beni seven bir Tanrı yoktu artık. Fakat ben milyonların kalbinde bir alev gibi yanmaya devam edecektim."

Genç Simone'un özelliği, tüm düşüncelerinin sadece kendine özgü sorunları etrafında dönmesidir. Ergenlik çağında seçme ve seçilme hakkı elde etmek için mücadele eden kadınları duyar. Fakat bu onu ilgilendirmez. Kadınların sorunları onu kesinlikle ilgilendirmemektedir. Kendisini ayrıcalıklı olarak görür. Alışılmış kadınlardan başka olduğu için, kendisini ezdirmeyecektir.

Bu görüşü daha uzun yıllar etkinliğini korur. Babası mesleki planlarına destek verir. Sık sık kızlarına şöyle der: "Sizler belli ki evlenmeyeceksiniz. Çeyiziniz de yok. Bu da çalışacaksınız demektir." Simone ancak saygın bir işte çalışmaya kendisini adayabilecektir.

1925'te liseyi bitirdikten sonra Neuilly'de Sainte-Marie Enstitüsü'nde filoloji, Katolik Enstitüsü'nde matematik, sonra da Sorbonne'da felsefe öğrenimi görür. Hâlâ evde oturmaktadır ve parasal olarak ailesine bağımlıdır. Annesi hâlâ ne giymesi gerektiğine karar verir ve öğrenimini bitirmesinden bir yıl öncesine kadar bir erkek eşliğinde dışarıya çıkmasına izin verilmez. Hele yalnız başına kat'iyen. Yaşamının akışı kontrol altındadır. Kendisini kafeste hissetmektedir. Yirmi yaşındayken günlüğüne ümitsiz bir durumda şunları yazar:

"Böyle devam edemez! Ne istiyorum ben? Ne yapabilirim? Hiçbir şey ve yine hiçbir şey. Kitabım? Kendini beğenmişlik sadece. Felsefe? Yeterince okudum. Aşk? Bunun için çok yorgunum. Ve üstelik daha yirmi yaşındayım ve yaşamak istiyorum!" Bir Genç Kızın Anıları'nda "burjuva" olarak yetiştirildiği dünya görüşünden kopuncaya kadar sürdürmek zorunda kaldığı zorlu savaşı anlatır.

1929, onun için önemli bir yıl olur. 21 yaşında felsefe diplomasını alır ve elli yılı aşkın bir süre hayat arkadaşı ve meslektaşı olacak Jean-Paul Sartre ile tanışır. Ve Zaza'yı kaybeder. En iyi arkadaşı ölmüştür. Hangi hastalıktan öldüğü tam olarak açıklanmaz. Simone, Zaza'nın her şeye egemen baba evine karşı verdiği kahredici -kendisinin de uzun yıllar çektiği- savaşımdan dolayı tükenip yaşamını yitirdiğinden emindir.

Simone de Beauvoir'ın Jean-Paul Sartre ile ilişkisinde birçok şey Zaza ile arasındaki ilişkiyi anımsatır. Kendisi gibi felsefe öğrenimi gören Sartre'ı, bitirme sınavlarına hazırlık döneminde tanır. Kısa bir zaman sonra şunu anlar: "Sartre on beş yıl önce arzuladığım ve kendime vaat ettiğim insandı. Büyülendiğim her şeyin bir nevi tecellisi olan insanın ikiziydi. Onunla her şeyimi paylaşabilirdim." Sömestr tatilinde Sartre onu taşrada ziyaret eder.

Simone bu konuda, "Ağustos başında ondan ayrıldığımda, hayatımdan bir daha çıkmayacağını biliyordum," der. İkisi de üniversitede kendilerine felsefe dersi verme yetkisini tanıyan "agregation" denen bir tür sınavı birlikte geçerler. Tanışmalarının başında burjuva aile hayatından vazgeçip ayrı oturmaya karar verirler. Çocuk yaparak birbirlerine bağımlı olmak istemezler. Kurdukları ve 1980 Nisan'ında Sartre'ın ölümüne kadar süren ilişkileri efsaneleşmiştir.

Entelektüel alanda da, onlar kadar birbirini tamamlayan bir çift yoktur. Yazdıklarını birbirlerine değerlendirtmeden yayınlamamışlardır. Her gün saatlerce konuşmalarına rağmen, elli yıl boyunca sürdürdükleri yaşamdan sonra bile birbirlerinin fikirlerini almaya ihtiyaç duymuşlardır.

"Onun, hayatımda hiç kimsenin giremeyeceği bir yeri var," demiştir Sartre, Simone hakkındaki bir röportajda. "Birbirimizle tamamen aynıyız. Başka türlü beraber olamazdık. Öyle bir kadın buldum ki, benim gibi bir erkeğe benziyor. Bana göre kadının gerçek yeri budur." Simone de Beauvoir da, onun için şöyle der: "Benim ona yardım ettiğim gibi Sartre da bana yardım etti. Fakat ben sadece onun sayesinde yaşamadım."

Buna rağmen Beauvoir bugüne kadar hep "Sartre'ın hayat arkadaşı" olarak nitelenmiştir. Sartre'ı, Beauvoir'ın hayat arkadaşı olarak adlandırmak kimsenin aklına gelmemiştir.

Simone de Beauvoir 1943 yılında ilk romanı Konuk Kız'ı yayınladığında öğretmenliğe son verir. Daha sonra serbest yazar olarak yaşar.

1946'da, yaklaşık yirmi yıl sonra yeni feminizmin ayak basabileceği zemini oluşturan bir çalışmaya başlar. İkinci Cinsiyet (Le Deludeme Sexe) adını verdiği ve "bunun üzerinde çalışırken çevremdeki her şey değişikliğe uğruyordu," dediği bir kitap yazar. Kırk yaşına merdiven dayadığı bu zamana kadar toplumumuzda bir kadın olarak, kendi durumu hakkında hiç düşünmemiştir. Mesleği gereği saygınlar arasında yer alır. Kendisini erkekler tarafından benimsenmiş hisseder. Ve kendisini istisna bir kadın olarak kabul eder. "Buna rağmen bir erkek gibi yetiştirilmediniz," der Sartre ona; "bunu tam olarak araştırmak gerek."

Simone de Beauvoir her şeyi dikkatle araştırır ve bir keşifte bulunur: "Dünya bir erkekler dünyası. Gençliğim efsanelerle, erkekler tarafından yaratılmış efsanelerle beslenmiş. Ve ben sanki bir erkekmişim gibi, buna hiçbir şekilde karşı çıkmamışım."

İlgisi öylesine büyüktür ki, kadın cinsiyle ilgili efsaneleri daha yakından incelemeye karar verir. 1946 Ekim'inden 1949 Haziran'ına kadar bu kitap üzerinde çalışır, "İnsanın kırk yaşında birdenbire daha önce görmediği ve gözüne çarpmadığı bir dünya görüşünü keşfetmesi tuhaf ve heyecan verici. Kitabımın açıklığa kavuşturduğu yanlış anlamalardan biri, benim kadınla erkek arasındaki her türlü farkı inkâr ettiğime inanılmasıdır. Tam aksine. Yazarken cinsiyetleri neyin ayırdığını anladım. Bu farklılığın doğal koşullardan değil, kültürel koşullardan kaynaklandığını savunuyorum."

Simone de Beauvoir'ın çalışmaları sırasında gördüğü gerçek bir cümleyle açıklanabilir: "Kadın olarak dünyaya gelinmez, kadın olunur." Simone de Beauvoir İkinci Cinsiyet"} kesinlikle bir iddialı yapıt olarak yayınlamamıştır. Bu çalışma aslında tamamen entelektüel ve kuramsal bir çalışmadır. Kitabın yayınlanmasından sonraki sert tepkiler ve bayağı suçlamalar onu daha da fazla şaşırtır. Tatminsiz, frijit, erkek düşmanı, sevici olduğu, yüz defa kürtaj yaptırdığı, hatta sakladığı bir çocuğu olduğu gibi suçlamalara maruz kalır. İlerici olarak bilinen bir üniversite profesörü kitabı okurken fırlatıp atar.

Zihinleri karıştıran gerçek, Simone'un konularına soğukkanlı, tarafsız ve rahatça yaklaşmasıdır. "Yaralı bir ruhun kızgınlığını, feryadını daha duygusal bir yaklaşımla algılayabilirlerdi. Fakat benim tarafsızlığımı bağışlamıyorlar, aksine tarafsızlığımı anlamıyormuş gibi davranıyorlar."

Simone de Beauvoir kitabını bir ümitle bitirir; "erkeğin görevi mevcut dünyadaki özgürlük imparatorluğunun başarıya ulaşması için yardımcı olmaktır. Bu en yüce zaferin kazanılabilmesi için, diğer şeylerin yanı sıra, kadın ve erkeğin doğal farklılıklarına art niyet olmaksızın kardeşçe bakarak yaklaşmaları zorunludur."

Bunları 1949'da yazmıştır.

Kadınlığımın Hikâyesi kitabının son cildinde, 1972'de vaktiyle "kadınların yakında zafere ulaşacaklarına inanmakta" aceleci davrandığını söyler.

İkinci Cinsiyet kitabı 1968-69 yıllarında Kadınların Kurtuluşu (Women's Liberation) hareketi ortaya çıktığında yeni Amerikan feminizminin kuramsal altyapısını oluşturur. Bu kitapta şimdi bilinen her konuya ilişkin tasarımlar vardır. Bunlar 1968 Mayıs'ında mevcut düzene karşı öğrenci ayaklanması başladıktan sonra kadınların özgürlük hareketlerinde birleşen Fransız feministleri tarafından da kabul edilir.

Simone de Beauvoir ilk kez 1970 yılında bir "feminist" olduğunu açıklar. Uzun bir süre, özerk bir kadın hareketine karşı çıkmıştır. Sosyalist bir devrime ve bunun sonucunda da kadın sorunlarının kendiliğinden çözüleceğine inanmaktaydı. Anılarının son cildinde belirttiğine göre, bunun için feminizme sığınmaktan kaçınmıştır.

"Gerçekte, 1950'den beri hiçbir şey elde edemedik," der. Sorunlarımızı çözmek için sosyalist devrim yeterli olmayacak." Kendisi için bundan çıkardığı sonuç şudur: "Bugün feminizmden, kadınların özel talepleri için (sınıfsal çatışmaya paralel) savaşılmasını anlıyorum ve kendimi de feminist olarak niteliyorum."

1971'de Paris'te kürtaj yasağına karşı ilk büyük gösteri için sokağa inen kadınlar arasında yer alır. O zamandan itibaren Fransız kadın hareketlerine aktif olarak katılır.

1976'da (Alman feminist) Alice Schwarzer ile yaptığı bir röportajda feministlerden çok şey öğrendiğini söyler. "Benim birçok görüşümü radikalleştirdiler. Ben, erkeklerin dünyasında yaşamaya alışmıştım. Oldukları gibi: Yani baskıcı. Ben, şahsen bu baskıyı henüz fazla çekmedim sanıyorum. Çoğu kadın için tipik köle işi olan işleri tanımam, asla anne, asla ev kadını olmadım. Mesleğimde de saygınlar arasındaydım. Çünkü benim zamanımda felsefe öğretmenliği yapan kadın azdı. O zaman erkekler tarafından da benimseniyordu insan. Ben istisna bir kadındım ve bunu kabullendim. Bugün feministler (erkekler için) bahane oluşturacak bir kadın olmak istemiyorlar. Haklılar da! Savaşmak lazım! Bana her şeyden önce öğrettikleri, uyanık olmak. Hiçbir şeyi kaçırmamak! En basit şeyleri, o alıştığımız günlük seksi bile. Bu daha kullandığımız dille başlıyor."

Simone de Beauvoir bu yüzyılın başında doğmuş, roman ve otobiyografi şeklinde, bu yüzyılda kadın olarak yaşamanın ne demek olduğunu anlatmıştır.

Son yapıtlarından biri olan Yaşlılık'ta bugünün genç huzursuz insanlarını, yaşlı ve aynı derecede huzursuz insanlara bağlayan köprüyü kurmuştur. "Toplum bireylerle sadece kendisine faydalı olduğu ölçüde ilgileniyor. Gençler bunu biliyor. Onların bu sosyal yaşama atıldıkları andaki korkusu, yaşlıların toplumdan dışlandıkları andaki korkusuyla aynıdır. İki dönem arasında sorunlar, günlük rutinlerle örtbas ediliyor. İkisinin arasında bir makine çalışıyor ve insanları öğütüyor; insanlar da bundan kurtulabileceklerini hayal bile edemedikleri için kendilerini öğüttürüyorlar. Yaşlı insanların yaşam koşullarının ne anlama geldiği kavranacak olursa, daha cömert bir emeklilik politikası, emekli maaşlarının yükseltilmesi, sağlıklı huzurevleri ve boş zamanı değerlendirme olanaklarıyla yetinilmez. Söz konusu olan tüm sistemdir ve talebimiz ancak radikal olabilir: Hayatı değiştirmek."
 

wien06

V.I.P
V.I.P
Florence Nightingale


DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1820-1910)

1785 İngiltere'de Times gazetesi kurulur.
1836 Theodor Fliedner Kaisenverth'de ilk Protestan doğumevini kurar.
1837 Charles Dickens Oliver Twist'i yazar.
1837 Victoria İngiltere kraliçesi olur: Burjuvazinin Victoria dönemi başlar.
1853 Rusya; Türkiye, Fransa ve İngiltere ile savaşa girer. (Kırım Savaşı)
1854 Kırım Savaşı'nda Roger Benton ilk savaş fotoğraflarını çeker.
1854 Bu yıldan itibaren Katolik inanca göre Meryem Ana'nın Kutsal Ruh'tan hamile kaldığı (lekesiz hamilelik) kabul edilir.
1855 Florence Nightingale vatandaşlarınca "Lambalı Hanımefendi" olarak saygıyla anılır.
1856 Kırım Savaşı'nın sonu.
1857 İngiltere İmparatorluğu Hindistan'daki isyanı bastırır.
1876 İngiltere Kraliçesi Victoria "Hindistan İmparatoriçesi" unvanını alır.
1907 Kraliçe Victoria'nın yerine geçen II. Edward, Florence Nightingale'e "Britanya İmparatorluğu ve İnsanlık adına Hizmet Madalyası" verir.


"YARDIM ETMEK İSTEYEN KİŞİ DUYGUSAL BİR HAYALPEREST OLMAMALI"

Hayallere kapılıp gitmeyen bir genç kız var mıdır? Ama bu hal, Flo'da son zamanlarda endişe verici hal almıştır. Flo, yani 17 yaşındaki İngiliz kızı Florence Nightingale, saatlerce odasına çekilir, yatağına uzanır ve rüyalara dalar. Bu sırada onunla konuşmak istendiğinde somurtur, morali bozulur, sinirlenir. Flo'dan bir yaş büyük olan Parthe'ten örnek alması gerekirdi; ablası, anne ve baba Nightingale'lerin kızlarına sundukları imkânları değerlendirmesini iyi bilmektedir: El işleri ve resim dersleri, piyano, balolar, av partileri, İsviçre, İtalya ve Fransa'ya seyahatler. Her şeyi ile birinci sınıf bir eğitim. Kısa zaman sonra ilk talipler mutlaka ortaya çıkacaktır ve Flo ile Parthe'in iyi birer kısmet bulacakları beklenebilir. Nihayet bir kadının hayatındaki en önemli konu bu değil midir?

Flo evde öğrenmesi gereken şeylere "Boşuna zaman kaybı," der. Tatilde nereye gidilmeli, seyahat yapılmalı mı yapılmamalı mı, hangi yeni halı alınmalı, aşçı kadın işten çıkarılmalı mı, yoksa aşçıdan önce arabacıya mı yol vermeli, gibi sonu gelmeyen uzun konuşmalar canını sıkar. En iyisi ileride gerçekleştireceği kahramanlıkları düşlemektir. Düşünce ve duygularını kimseye anlatamaz. O da yazar; eline geçen her şeyin üzerine yazar. Eski kurutma kâğıtları, takvim yaprakları, mektup zarfları ve dosyalar. Bunlara "Özel Notlarım" der. Ne düş kurduğunu da, ne yazdığını da kimse bilmemelidir.

7 Şubat 1837'de yazdığı bir cümle yaşamı boyunca en önemli rolü oynayacaktır: "Tanrı benimle konuştu ve beni hizmetine çağırdı." Gerçekten bir "ses" duymuştur. Yaklaşık 40 yıl sonra 1847'de yazdığı notlarında bu "sesi" tüm yaşamında dört kez duyduğunu doğrular.

Flo kendisini bir göreve "çağrılmış" hissetmektedir. Fakat hangi göreve? Bunu anlayana kadar sekiz uzun yıl geçer. Genç Florence Nightingale için ıstıraplı yıllar. "Günlük yaşantım zor değil ama sıkıcıydı," diye anlatacaktır bu dönemi daha sonra. Babası, kahvaltıdan sonra kütüphanede Times"m sayfalarını çevirip okurken, kızlarının da yanında olmasından hoşlanırdı: "Bir kitap ya da gazeteden birbiriyle ilgisi olmayan küçük bölümler dinlemek zorunda kalmak! Tabii Parthe'ye bu sabah okumaları rahatsızlık vermezdi. O sessiz bir şekilde resim yapmaya devam ederdi, ama benim arkasına saklanacağım böyle bir uğraşım olmadığından çok sıkıcı gelirdi bana!"

Özel not defterine o zamanlar şöyle yazar: "Bu dünyadaki görevim ne? Son 14 gün içinde ne yaptım? Babama bir kitap ve iki bölüm, anneme ise iki kitap okudum. Yedi gam ezberledim. Birçok mektup yazdım. Babamla birlikte at gezintisine çıktım. Sekiz ziyaret yapıp onlarla oturdum. Hepsi bu." Gene o yıllarda şöyle der: "Yapacak bir şeyleri olmadığı için, benim gibi deliren bir sürü insan görüyorum. Aslında çok mutlu olabilecek insanlar."

Flo'nun anne ve babası ise kızları için en iyi şeyi yaptıklarından emindirler. Ne de olsa bu arada Florence'i isteyen biri de ortaya çıkmıştır: Yorkshire'da büyük bir mülkün varisi Richard Monckton Milnes. Richard, Florence'i elde etmeye çalışırken, genç kızın kafasında tamamen başka düşünceler vardır. Yavaş yavaş kendisine yapılan "çağrı'nın" hastaların bakımına yönelik olduğu kesinlik kazanmaktadır.

Ancak, iyi bir aileye mensup genç bir İngiliz kızının hastanelerde "sürtmesi", "uygun ve caiz" değildir. İyi bir çevreden genç bir hanım olarak şefkatli ve cömert olunabilir, bu tamam. Islahanelerde, hastanelerde, hapishanelerde yoksullara sıcak çorba ve para dağıtılır.

Böylece durumları kendisinden iyi durumda olmayanların kaderlerine ortak olunduğu yeterince kanıtlanmış olur. Ama Flo'nun kafasına koyduğu şey nedir? Hasta bakımını mı öğrenmek ister? Birincisi, bu konuda öğrenilecek hiçbir şey yoktur. Kadın olmak yeter sadece. O zaman hastalara da bakılabilir. Bu kadının doğasında vardır. İkincisi, iyi bir aile kızı böyle bir çevreye girdiğinde öyle korkunç şeyler olabilir ki...

Florence yıllar sonra yazdığı bir mektupta, "Doktorlarla hastabakıcılar arasında olduğu söylenen şeyler yüzünden annem çok korkmuştu. Terbiyesizlikler duyabilirmişim. Oysa çocuk odasında konuğum olan, annemin özellikle iyi Protestan arkadaşlarının kızlarından daha terbiyesizce şeyler işitiyordum," der. Nigthingale'lerin korkusunu anlayabilmek için, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında hastanelerdeki durumun ne olduğunu bilmek gerek. Hastalar "karga delikleri" denen kenar mahallelerden geliyorlardı. Çoğunluğu koleraya yakalanmıştı. Revirlere kaçak olarak konyak ve sert

İçkiler sokuluyor, hastabakıcılar da en az hastalar kadar içiyordu. Hastalar pislik içinde hastaneye geliyor ve pis kalıyorlardı. Revirler de çok ender temizleniyordu. Hastabakıcılık çoğunlukla "düşmüş" kızlar tarafından yapılan oldukça "pis bir meslek"ti. Çoğu yarım gün hastabakıcılık, yarım gün fahişelik yapıyordu.

Florence Nightingale'in fikirlerine kimsenin kulak asmayışına, arzularını gerçekleştirebilmesi için daha yıllar gerekmesine şaşmamak gerek.

Şimdilik yalnız bir seçeneği vardır. Kamu sağlığı ve hastaneler hakkında malzeme toplar ve böylece en azından kuramsal olarak bu sahada bir uzman olur. Evde ise bu dik kafalı kız sorun yaratmaktadır. Richard'ın evlenme teklifini reddeder. Hayata daha yüksekten bakan kız kardeşiyle her gün kavga eder, "Sevgili Parthe'yi kızdırmadan ağzımı açamıyorum hiç. Söylediğim, yaptığım her şey onu üzüyor." Aynı şekilde annesiyle de şiddetli kavgaları olur. Bu kavgaları şöyle yazar: "Onu bu kadar hayal kırıklığına uğratmak deli ediyor beni... Onun mutluluğunu böylesine bozmakla, cinayet işlemiş olmuyor muyum?"

Ancak 30 yaşlarının başlarında Florence Nightingale baba evinden ayrılır. 185Tde ailesi hakkında yazdıklarında yepyeni bir ifade kullanır: "Onlardan anlayış ve yardım bekleyemem. Bazı şeyleri zorla almam lazım. Almak zorundayım, çünkü istediklerim verilmiyor bana."

Suçluluk duygusu taşıyan kız evlat, bağımsız, istediğini elde eden genç bir kadına dönüşmektedir. Ren Nehri kıyısındaki Kaiserswerth Hemşirelik Enstitüsü'nde 1851 yılında birkaç ay geçirir. Hemşirelerin hastalara özveriyle bakmalarına hayret eder. Fakat, sağlık şartlarını "tüyler ürpertici" bulur. Hasta bakımının temelden ıslah edilme gereğine olan inancı daha da güçlenir. "En sonunda yaşamanın ve yaşamı sevmenin ne demek olduğunu anlıyorum," diye itirafta bulunur anne ve babasına yazdığı bir mektupta. "Hayaller'^ ihtiyacı yoktur artık. 1852 yılının özel notlarında, "Kendi kaderimi kendim belirleyeceğim," der.

Özveri ve kendini adamak - evet, ama bu da tek başına yetmez. Her meslek gibi hastabakıcılığı da doğru dürüst öğrenmek gereklidir. Ve hastanelerin dış görünümü mutlaka değiştirilmelidir. Florence Nightingale Londra'ya geri döndüğünde bu fikirleri ile büyük ilgi toplar. Yepyeni bir hemşire tipi yetiştirilmelidir. Nasıl olacaktır bu?

"Dini cemiyet falan kurmak istemiyorum, aksine iyi para ödenen bir meslek dalı kurmak istiyorum. Ahlaken, ruhen, bedensel olarak hemşirelik mesleği için gerekli koşullara sahip, hangi sınıf ve mezhepten olursa olsun her kadına en iyi eğitimi vermek ilkem olmuştur daima... Hastalara yardım etmek isteyen kişi duygusal bir hayalperest değil, aksine zor işleri seven, sadık biri olmalıdır." Ve bu bağlamda önyargıların duvarına toslar durur. Onyıllar boyunca.

Mart 1854: İngiltere ve Fransa Rusya'ya savaş ilan eder. Eylül ayında müttefik birlikler Kırım'a çıkar. Times'ta savaş haberleri, İngiliz askeri hastanelerindeki korkunç durumları anlatan yazılar çıkar. Yaralı erkekler pis battaniyelere sarılmış yerlerde yatmaktadır. Mutfak yoktur, onlara içmeleri için bir şeyler verilecek kap veya fincanları da yoktur. Yeterli doktor olmadığı için tedavileri yapılamaz. Hatta sargı malzemesi bile yoktur.

Ordudaki sağlık işlerinden de sorumlu olan işbaşındaki Savaş Bakanı Sidney Herbert, "Niçin şefkatli hemşirelerimiz yok? Bu konuda Fransızlar bizden çok üstünler," şeklindeki şikâyet ve sorular üzerine, derhal harekete geçer:

"Sayın Miss Nightingale,

Gazetelerde Üsküdar'daki askeri hastanemizde hastabakıcılara büyük ihtiyacımız olduğunu okumuşsunuzdur. Oraya gitmek isteyen hanımlardan sayısız teklifler alıyorum, fakat bunlar bir askeri hastanenin ne olduğunu bilmeyen, orada olmakla görevlerini yapacak tabiatta olmayan kadınlar. Ciddi durumlarda ya işten kaçacaklar ya da tümüyle faydasız kalacaklardır. Daha da kötüsü ayak bağı olacaklardır.

İngiltere'de böyle bir işi örgütleyip denetleyebilecek tek bir kişi tanımıyorum. Hastabakıcıların seçimi ve görevlendirilmeleri hiç de kolay olmayacaktır. Bir sürü hevesli ve duygusal hanım askeri hastanelere salınsa, belki de orada birkaç gün sonra işlerine engel olunan, otoriteleri bozulan kişiler tarafından kapı önüne koyulacaklardır. O halde benim basit sorum şu olacak: Böyle bir girişimi yönetme çağrısına kulağınızı tıkar mıydınız:

Sidney Herbert'in bu yazısı ile Florence'in devlete yardım teklif ettiği mektup birbiriyle çakışır. Böyle bir görev için Florence Nightingale uygun kadınları seçerken "hasta bakımını" doğru dürüst bir meslek haline getirmenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlar. Çünkü kendisine başvuruda bulunanlar ya Londra'daki hastanelerden tanıdığı "şişman ve ayyaş" kadınlar, ya da vücutlarından çok hastaların ruhlarıyla ilgilenmek isteyen herhangi bir mezhebe mensup hemşire ve rahibelerdir. "Mükemmel, kendini adamış kadınlar," der Florence Nightingale, "ama hastaneden çok göklere yaraşırlar. Hastalar arasında elsiz melekler gibi havada gezinip duruyorlar."

Florence Nightingale'in küçük ekibiyle Üsküdar ve Balaklava'daki (Kırım) İngiliz hastanelerinde karşılaştığı durum Times gazetesi haberlerinden tahmin edileceğinden daha kötüdür. Örneğin 4ü kadın, biri mutfak, diğeri daracık bir hücre olan 6 odaya sığdırılmıştır. Hastaların ve yaralıların kaldıkları yerlerdeki pislik ve bakımsızlığın tarifi mümkün değildir.

F. Nightingale'e sık sık "Bu canavarları şımartmayın!" denir. Temiz yatak çarşafı ve hastalara özel diyet yemeği "görülmemiş bir lüks" olarak kabul edilmektedir. Genç bir kızdan beklenmeyecek bir azimle bu "iyi aile kızı" temizlik ve hasta bakımı konusundaki fikirlerini kabul ettirir. Başarı: En basit temizlik önlemlerinin alınmasıyla birlikte ölüm oranı düşer.

Birkaç ay gibi kısa bir zamanda Florence Nightingale ve hastabakıcıları, kışlaları insana yakışır yerler haline dönüştürür ya da yeni askeri hastaneler açarlar. Askerler "Bayan Nightingale'leri"ne taparlar. O "Tanrı'nın bir hediyesidir, "tatlı gülümsemesiyle bir melektir ve gecenin geç saatlerine kadar hasta ve yaralılar arasında görev yapan "Lambalı Hanunefendi"dir.

1855'te kendisi de o ünlü "Kırım Ateşi"ne yakalanıp hastalandığında, "Yaralılar duvara dönüp ağlıyorlardı. Tüm umutlarını ona bağlamışlardı," diye yazar çavuşlardan biri eve yolladığı mektupta.

Hastalığı atlatır. 1856'da son hasta da taburcu edilir. Bayan Nightingale görevini tamamlamıştır. Artık vatanına geri dönebilecektir.

Bu arada İngiltere'de bir efsane yayılmaktadır. İngiliz ordusundan sağ olarak eve dönen askerler, "Tanrısal" Nightingale'in öyküsünü anlatmaktadır. Adına sayısız şarkılar bestelenmiştir. Gemilere adı verilmiş, portreleri satılmış ve Madam Tussaud'nun ünlü mumyalar müzesinde yerini almıştır bile... Kendi kişiliği üzerine kopartılan bu kadar patırtıdan fazlasıyla rahatsız olur. Fakat onu
gururlandıran ve mutlu eden bir şey vardır: Artık hastabakıcılar ilgi ve saygı görmenin tadını çıkarmaktadırlar. Bu mesleğe kendine özgü bir imaj kazandırmıştır.

Kendisi için toplanan "Nightingale Fonu" ile ilk Hastabakıcı Eğitim Okulu'nu kurar. Müracaat eden kadınlar en katı kurallara göre seçilirler. Her gün ders görürler ve yardımcı hastabakıcı olarak pratik çalışmalar da yapmak zorundadırlar. Ayrıca her biri için "ahlak" raporu tutulur. Çünkü hastabakıcılar bir daha asla sarhoş, bilgisiz ve ahlaksız damgası yememelidir.

Florence Nightingale daha sonraki yıllarda İngiliz ordusu hakkında istatistiki bilgiler yayınlar. Yeni sivil ve askeri hastanelerin gerekli sağlık koşullarına uygun bir şekilde inşası söz konusu olduğunda, o gönüllü danışman haline gelmiştir. İstekleri genellikle savaş bakanlığını rahatsız eder. Deneyimleri hakkında birçok kitap yazar. En tanınmışı; Hasta Bakımı Üzerine Düşünceler, aile için pratik bir el kitabı olur.

Bu kitapta önerdikleri o kadar doğal şeylerdir ki: "Temiz hava, günışığı, temizlik ve ölçülü beslenme." Fakat onun devrinde bunlar beklenmedik yeniliklerdir. Florence Nightingale genç kızların kendi vücutları hakkında daha fazla bilgiye sahip olmaları gereğini söylemek cesaretini bile gösterir. Bu tür cümleler kafaları karıştırır! Ya Florence'in ailesi bir zamanların beğenilmeyen kızlarının birdenbire üne kavuşmasına ne tepki göstermiştir?

Florence bir kız arkadaşına yazdığı mektupta tipik bir sahneden söz eder: Annesi ve kız kardeşi divana uzanmış "İkisinin de tüm uğraşı birbirlerine çiçeklerin düzenlemesinde kendilerini yormamalarını rica etmek. Bana, sen çok eğlenceli bir hayat sürüyorsun, dediler... Tamamen sağlıklı iki insan bütün gün divana uzanmış, kendilerini ve başkalarını, kendisi aşırı yorgunluktan ölen biri için özverilerinin kurbanı olduklarına inandırmaya çalışıyorlar!"

Belki de Florence'ın kendi toplumundaki kadınlar hakkında edindiği bu tür deneyimler, onun yaşadığı dönemde kadın hareketlerine neden kuşkuyla baktığını açıklar. Örneğin, erkeklerle eşit koşullarda doktorluk eğitimi görme isteminde bulunan kadınları desteklemez. Ona göre şu anda yararlanabileceklerinden daha fazla imkânlara sahiptirler. Kadınların seçme ve seçilme hakkı konusunu da boş bulur. "Ben kendi seçim hakkımı hiç kaybetmedim," olur bu konudaki tek yorumu.

Yaşamının son yıllarında, Florence Nightingale, (90 yaşına gelmiştir) evini bir daha terk edemez. Kör olur. Ölümünden üç yıl önce İngiliz Kralı'ndan Britanya İmparatorluğu ve İnsanlık Yüksek Hizmet madalyası alan ilk kadın odur. Öldüğünde yalnız Amerika'da binin üzerinde Nightingale Okulu vardır. Hemşireliği saygın bir meslek yapma amacına ulaşmıştır; "İyi kazanç getiren bir meslek haline getirmek" düşüncesi ise bugüne dek hâlâ gerçekleşememiştir.
 
Top