• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Dünya Dinleri - Dünyadaki Dinler

Suskun

V.I.P
V.I.P
Tanrıyı veya Dini Reddeden Akımlar


Ateizm

Ateizm kelimesi Yunanca da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiştir. Bu kelimeden de "Tanrı inancına sahip olmak" ya da "Tanrı'ya inanmak" anlamına gelen theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de İngilizce "theism" kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali olup Türkçe’de "tanrı tanımazlık" anlamına gelmektedir.

İnançsızlık denilince hemen akla ateizm gelmemelidir. Mesela insanların çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen diğer dinleri reddetmektedirler. Diğerleri de aynı şekilde davranmakta, sadece kendi anlayışlarını savunarak karşısındaki inanışları yanlışlamaya çalışmaktadırlar.

Felsefe tarihinde dindar olmadığı halde Tanrı inancına sahip olan düşünürler de bulunmaktadır. Buna karşın günümüzde çok sık rastlandığı gibi özellikle Batı dünyasında görünüşte dindar olduğu halde gerçekte Tanrı’ya inanmayan pek çok kişi vardır. Bu durum gerek teizmin ve gerekse ateizmin tanımlanmasında birtakım güçlüklerin bulunduğunu göstermektedir.

Tanrı'nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye mümin denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhi dinlerin ifade ettiği biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, evreni yaratan ve yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma, bilme ve görme kudretinde bulunan, insanlara hayatı bahşeden bir varlığa inanmayan kişidir.

Diğer bir deyişle ateist, hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı’nın varlığını reddeden bununla birlikte peygamberi ve ahiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir.



Ateizmin Çeşitleri


Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de dindarlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar ya da en azından aynı sonuca varsalar da ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla bir tek ateizm tanımından söz etmek de doğru olmayacaktır.

Mutlak Ateizm


Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı’yı reddetmekten öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm, mutlak ateizm olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da mutlak ateist denmiştir. Bu anlayışı savunanların arasında Baron D’Holbach (1723-1789) ve Charles Bradlaugh gibi düşünürler bulunmaktadır.



Teorik Ateizm

Ateizmin birinci yaklaşımından biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten ateizm biçimi de budur. Yani düşünerek tartışarak zihni bir çabayla Tanrı’nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır.

Teorik ateizm de denen bu anlayış doğrultusunda dindarların iddiaları ve Tanrı'nın varlığı lehinde getirdikleri kanıtlar eleştiri konusu olmuş, bu süreçte Tanrı'nın varlığını çürütmeye yönelik karşı tezler ileri sürülmüştür.

Teorik ateizmde Tanrı'nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mucize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve ahiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece teistik Tanrı kavramı hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir.



Pratik Ateizm

"Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı'sız bir dünya ve Tanrı'sız bir yaşam kurmayı istemektedir. Bunun yanında Tanrı’yla alakalı olarak en ufak bir şey düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır. Pratik ateizm anlayışında Tanrı'nın teorik tartışmalarla reddedilmesi ikinci planda kalmaktadır.

Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır.

İlgisizlerin Ateizmi


Bir kısım düşünürler, Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece varolanla yetinmeli, görünen alemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır.



İdeolojik (Materyalist) Ateizm

Özünde felsefi bir problem olan ateizm bazen de ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin’in (1870-1924) görüşlerinden hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm, komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği’nde ve halâ bazı ülkelerde ateizm Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve "ilmi ateizm" adıyla takdim edilmiştir.




-----------------------------------------------------------


Panteizm



Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm, anlam olarak tümtanrıcılık - kamutanrıcılık- demektir.

Panteizme göre Tanrı'nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır. Her şey Tanrı'dır.

Bu algılamada Tanrı 'nın, evrenin kendisi olduğunu savunulur. Panteistler evrende varolan her şeyin (atom, hareket, insan, doğa, fizik kanunları, yıldızlar... ) aslında bir bütün olarak Tanrı 'yı oluşturduğunu söylerler. Bu bakımdan evrende vuku bulan her olay, her hareket aslında doğrudan Tanrı 'nın hareketidir. Bu görüşün ilginç ve çarpıcı bir sonucu, insanın da Tanrı 'nın bir parçası olduğudur.

Panteizme göre; Tanrı her şeydir ve her şey Tanrıdır. Tanrı Evren - İnsan ayırımı yoktur. Böyle bir ayrım aklın yanılsamasıdır. Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, her hangi bir yaratmadan da söz edilemez.

Evreni algılayış biçimi olarak Panteizm, Hindu, Buda dinlerinde hayal gücü geleneğine uygun bir anlayıştır. Felsefî bir tasarım olarak Panteizm ise, eski Yunan felsefesinde Plotinos (205-270), Rönesans'tan sonra Giordano Bruno (1548-1600) ve Spinoza (1632-1677) tarafından temsil edilmiştir. Düşünsel kökü Antik Çağ Yunan Stoacılığına dayanan Panteizmin ileri sürdüğü Evrenin Ruhu Anlayışı , Hegelciliği ve Spinozacılığı doğurmuştur.

Tek Tanrı 'lı Dinlerdeki Tanrı-Alem ayrılığı, Yaratan-Yaratılan diye bir ikilem, Panteizmde yoktur. Doğayla Tanrı bir ve aynı şeydir. Tanrı yaradan değil, varolandır ve evrenin tümüdür. Evrende görülen şeylerden gayri bir Tanrı yoktur. Tanrı, evrendeki bütün varlıkların toplamıdır. Evrenin başlangıcı ve sonu yoktur. Evrendeki mevcut canlı cansız her şeyin bütünlüğü Tanrı 'dır. Önsüz ve sonsuz olan Tanrı, hem makro kozmosta (evrende), hem de mikro kozmosta (insanda) bulunur.

Antikçağ Grek Stoacıları, Yeni Platoncular ve Doğunun Vahdet-i vücut anlayışı, Yahudilerin Kabalası gibi çeşitli felsefî biçimlere bürünen bu inanç, çağımıza kadar süregelmiştir. Panteist olarak adlandırılan bazı Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman düşünürler vardır. Ancak, Panteizmi üç semavi din genelde reddetmektedir.

Panteizm, Arapça 'da karşılığı Vücudiyye sözcüğüdür. Tanrı anlayışı olarak her şeyi Tanrı tanımak, varlığı, ancak ona vermek olarak özetlenebilir. Bunu, sonsuzluk, sonsuz olan varlık; Tanrı, tabiat olarak tarif edenler de olmuştur. Bu, Vahdet-i Vücut, yani varlığın değil, Vahdet-i Mevcut, yani fiziki evrenin, tabiatın birliği inancına varır ve tabiatın Tanrı oluşuna, tabiattan başka bir varlık, bir Tanrı, bir gerçek bulunmayışına inanmaktır. Özetle, Vahdet-i Mevcut, son tahlilde Ateizmden, Tanrı tanımamaktan başka bir şey değildir. Vahdet-i Vücut yaklaşımında, Tanrı yaratılmışların hiçbirine benzemez ve bu inanç eşyanın hakikatini Tanrı 'da görür oysa, Panteizmde fiziki evrenin kendisi Tanrı 'dır.

Panteizme göre evrenin toplamı Tanrı 'dır ve evrenin dışında gizemcilerin savundukları gibi bir Tanrı yoktur. Açıkçası her zerre onun kendisidir. Gizemciliğe göre de, her zerreİlahi güzelliği yansıtan bir ayna ve araçtır. Evrenin yaratılış nedeni, Tanrı 'nın güzelliğini yansıtmak ve göstermek içindir.

Panteizm'in Türleri


1. Tabiatçı Panteizm : Tek realite tabiattır. Tanrı da tabiatın içinde var olandır. (Dideron, Boron d 'Holbach)

2. İdealist Panteizm : Tek realite ruhtur. Tanrı da ruhun özünde var olandır. (Hegel, Fichte, Brunschvicg)

3. Teolojik Panteizm : Felsefî anlamda asıl Panteizm budur. Evrende tek realite Tanrı 'dır. Diğer bütün varlıklar, evren, dünya, tabiat, insan, ruhlar vs. her şey Tanrı 'nın varlığında oluşmuştur. Hiçbir şey onun dışında değildir, her şey odur.

Bruno, Boehme, Spinoza gibi filozofların ileri sürdüğü Tek-ilkeci (monist) Panteist görüş, giderek Tasavvuf içinde de benimsenmiştir. Tasavvuf düşüncesi de özünde bir panteist anlam taşımaktadır. Anadolu mutasavvıflarından Hallac-ı Mansur ve Mevlâna bu düşüncededir.



-------------------------------------------------------------





Pan-enteizm

(Çift kutuplu Kamu-Tanrıcılık ya da Diyalektik Tanrıcılık)


Spinoza ağırlıklı Panteizm algılayışına göre, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı 'dır. Tanrı-Evren-İnsan ayırımı yoktur, böyle bir ayrım aklın yanılsamasıdır. tanrıbilimsel olarak Tanrı, Evren, İnsan bir ve aynıdır. Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, her hangi bir yaratmadan da söz edilemez. Spinoza 'nın bu görüşü, ailesinin göç ederek ayrıldığı Endülüs İspanya 'sındaki ünlü mutasavvıf Muhiddin-i Arabî 'nin etkisiyle oluşmuştur. Bilindiği gibi Arabî 'nin görüşü "Vahdet-i Vücut" olarak ileri sürülmüştü. Ancak bir çoklarının sandığının aksine, Spinoza 'nın Panteizmi ile Arabî 'nin Vahdet-i Vücut anlayışı birbirinin aynı değildir. Spinoza 'da Tanrı evrendedir ve evren kadardır. Arabî 'de ise Evren Tanrı 'dadır ve bu durum Tanrı 'yı sınırlamamaktadır.

İngiliz düşünürü White Head 'e göre, Tanrı 'nın her türlü değişmenin ötesinde değişmez bir niteliği ve bunun yanında bir de değişen ve oluşan bir niteliği vardır. Tanrı değişmeyen yanıyla devinimi başlatmıştır ve Evrenin bilincindedir. Ancak Tanrı bu konumda kalmış olsaydı, ilk devindirici, özgür, öncesiz ve yetkin olarak kalacak ama varoluşa katılmamış olacaktı. Diğer niteliği ile ise Tanrı, değişme ve oluşma sürecinin içinde ve bilincindedir. Bu nedenle Tanrı 'nın evrende içkin (evrenin maddesine karışmış-içinde bulunan) olduğunu söylemek de doğrudur. Evrenin Tanrı 'da içkin olduğunu söylemek, Tanrı-Evren ilişkisinin karşılıklı olduğunun farkına varışın göstergesidir.

Süreç felsefesi olarak da ifade edilen ve White Head 'le başlayan bu akıma Pan-enteizm ya da Diyalektik teizm denir. Pan-enteizme göre Tanrı, hem değişmeyen (mutlak), hem de değişen (göreli) dir. Hem zamanın içinde, hem dışında, hem sonlu, hem de sonsuzdur. Aynı zamanda hem tikel hem tümel, hem neden hem sonuçtur.

Hartshorne Tanrı 'nın bir soyut bir de somut iki yüzü olduğunu söyler. Soyut niteliğiyle Tanrı, mutlak, etkilenmez, erişilmez ve değişmezdir. Somut yanıyla ise etkilenir ve değişir. Tanrı bu iki niteliğinde de yetkindir. Ancak bu yetkinlik klâsik Teizmdeki gibi değildir. Oradaki yetkinlik değişmeyen donmuş bir yetkinliktir. Buradaki yetkinlik değişir, ancak bu değişme tanrısal bir değişmedir. Yani yetkinliğe doğru değil, yetkinlik içinde bir değişmedir. Bu tanımla Pan-enteizm, hem Deizmden hem de Panteizmden ayrılır.

Özet olarak; Panteizm ile Pan-enteizm arasında önemli bir fark vardır. Panteizmde her şey tanrıdır. Pan-entezimde ise, her şey Tanrı 'dan sudur etmiştir (oluşmuştur). Ruhun tek amacı, oluştuğu Tanrı 'ya dönmektir. Bunun da yolu tek evrensel yasa olan evrim/tekamül den geçmektir.





-----------------------------------------------------------




Satanizm


Özel olarak Hıristiyanlığa genel olarak da bütün dinlere karşı alternatif din olarak ortaya çıkan geçmişi oldukça eskiye dayanmasına rağmen yakın zamandan itibaren yeni bir din hüviyetine bürünen önemli bir harekettir.

Kelime olarak şeytana inanma,tanrı diye tapınma anlamına gelen satanizm; şeytana tapınma faaliyeti adı altında Yahudi-Hıristiyan geleneğine Yahudi - Hırıstiyan din tahakkümüne ve özelliklede Hıristiyanlığa karşı başlatılan bir reaksiyonun adı olmuştur. Buna Modern Protesto Hareketi demekte mümkündür. Bu hareket başta Hırıitiyanlık omak üzere bütün dinlere ve dinlerin ortaya koymuş olduğu kutsal değerlere karşı bir başkaldırıyı temsil eder. Dolayısıyla, başta İngiltere, Fransa, ve Almanya olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde özelliklede Amerika 'da ortaya çıkan, oradan diğer ülkelere yayılan Satanizm; Şeytanın en önemli özelliği olan muhalefet ve başkaldırıyı esas alarak dinin ve dini olan herşeyin karşısında, fakat şeytanın ve onun temsil ettiği şeyin yanında yer alma hareketidir. Modern Satanizm ABD 'li Macar asıllı Anton Szandor Lavey tarafından kurulan Şeytanın Kilisesi ile ortaya çıkıp şekillenmiştir.

Satanizm 'in inanç ibadet ve ahlak anlayışını Yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler olarak ikiye ayırıp inceleyebiliriz. Satanizm de inançları 21 Satanist nokta, 9 büyük yasak ve 9 bildiri olarak ele alabiliriz.



21 SATANİST NOKTA
The Dark Book of Satan adlı eserde satanistlerin hayatı nasıl anlamalır gerektiği ve diğer bireylerle ilişkilerini düzenleyen yirmibir satanist nokta şunlardır;

-Gücünü kaybetmemek için ,zayıf ve aciz (karaktersiz,kişiliksiz) olanlara saygı gösterme
-İçinde başarı yattığı için gücünü her zaman sına
-Mutluluğu barışta değil zaferde ara
-Uzun süreli dinlenmeden ziyade istirahatlerini kısa tut
-Yeni bir şey yaratacaksan eskiyi tamamen yok et
-Ölümünü göremeyeceğin hiçbir şeyi çok fazla sevme
-Yapıyı Kumun üzerine değil kayanın üzerine inşa et...Çünkü yapı sadece bugün yada dün için değil her zaman içindir.
-Her zaman , yapılmamışı keşfetmek için daha fazla çalış
-Boyun eğmektense öl
-Demircilik ölümün kılıcını işlemek dışında hiçbir sanatsal değere sahip değildir. Çünkü ölüm getiren kılıç bir sanat şaheseridir.
-Her şey üstende başarıyı elde etmek için önce kendinin üstüne çık (kendini aşmayı öğren)
-Yaşayanların kanı yeni bir tohum yaratmak için iyi bir gübredir.
-Kurukafadan oluşan piramitlerin üzerinde duran kişi,daha uzakları görebilir
-Sevgiyi bir kenara atma ,fakat onu her zaman tehdit et çünkü o bir sahtekardır.
-Bütün büyük olan şeyler acı üzerine kurulmuştur.
-En önde olmaktan çok en üst de olmaya çalış, çünkü büyüklük orada yatar.
-Daha önceden yaratılmış engelleri yok etmek için taze ve güçlü bir rüzgar gibi gel.
-Bırak sevgi, hayatında bir amaç olsun, ama en büyük hedefin büyüklük olsun
-Erkek dışında hiçbir şey güzel değildir ama bütün her şeyden güzel olan kadındır.
-Gücü engellediği için bütün aldanma ve yalanları reddet.



SATANİZMİN DOKUZ BÜYÜK GÜNAHI
Satanizm diğer tüm dinlere karşı çıkarak günahı ret ederken kendiside yapılmasını yasakladığı kurallar koymuştur. Satanizm 'de ki 9 büyük yasak şunlardır ;

1- APTALLIK (Stupitiy)

Satanist günahların ilki aptallıktır. Aptallar acı dymazlar. Satanistler hayatın tuzaklarla dolu olduğunu söyleyerek tuzaklara düşmemek ve aptal olmamak için çaba gösterilmesi gerektiğini savunur

2- OLMADIĞIN GİBİ GÖZÜKMEK (Preteniousness)

Boş böbürlenmelerin rahatsız edici bir şey olduğunu söylerler ve Lesser Magic 'in kardinal kurallarına hitap etmediğini bildiriler



3- SOLİPSİZM

Satanizm 'e göre başkalarına karşı davranışlarını dengelemek gerekmektedir. Çünkü karşıdaki kişi senin istediğin gibi olmaz yani sana ayak uyduramayabilir. Bu nedenden dolayı Satanizm, kişi sana nasıl davranıyorsa kişinin de ona öyle davranmasını öğütler ve kolaylıkla yanılgıya düşülebileceğini bu nedenle her an dikkatli olmak gerektiğini bildirir.

4- KENDİNİ KANDIRMAK (Self - Decient)

Satanistler için en büyük Kardinal günahlardan biriside kendini kandırmadır. Karşındaki kişilere her hangi bir nedenden dolayı (tabu, ön yargı,dış baskı vs) olmamasına rağmen büyüklük yakıştırıp saygı göstermeyi dederler. Satanizm için asıl olan bireysel çıkardır ve kutsal olan bireyin sadece kendisidir.

5- SÜRÜYE UYMAK (Herd Conformity)

Bir kişinin diğer bir kişinin isteklerini yerine getirebilmesi ona bir çıkar sağlaması ön koşuluna bağlıdır. Aksi takdirde bir çok kişinin isteklerine uymak onu köleleştirir. BU nedenle köle olmaktansa akıllı bir efendi seçmelidir.

6- PERSPEKTİF EKSİKLİĞİ (Lack Of Perspektive)

Satanizm yaşayarak her gün tarih yazıldığını bu süreçte perspektif eksikliğinin büyük acıları da beraberinde getireceğini bildirir. Bu nedenle her zaman geniş tarihsel ve sosyal olguları görmek gerekmektedir. Sürüye uymak özgürlüğü kısıtlar.

7- ORTADOKSLARI UNUTMAMAK ( Forgetfulness)

Daha önce var olan ve toplum tarafından dedilen veya birey tarafından dedilen şeylerin yeni bir görünüm altında ve farklı bir şeymiş gibi sunulması ihtimaline karşı dikkatli olmak gerektiğini aksi davranışın günah olacağına inanırlar.



8 - CONTERPRODUCTİVE PRİDE

Satanizm 'in kuralı eğer sizin için faydası varsa yapın dır. Fakat sizin aleyhinizeyse ve köşeye sıkıştığınızda tek çıkış üzgünüm bir hata yaptım,keşke anlaşabilsek demek ise bunu yapın. Fakat sonra tekrar denemek gerektiğini bildirir. Yani bireysel çıkarınız için her şeyi yapın.

9- ESTETİK EKSİKLİĞİ ( Lack of Aesthetics)

Birey evrensel estetik görünüme önem vermektense istediği gibi görünme özgürlüğünü kullanmalıdır. Başkalarına hoş gözükmek için taranmış saçlara vs gerek yoktur.


Satanizm 'in 9 Büyük Bidirisi
Satanizmin 9 büyük bildirisi ise şunlardır;

Satanizme göre insan kendini sakınmamalı istediğini yapmalıdır
Satanizm ruhsal umutlar yerine var oluşu savunur
Satanizm nankör insanlar için vakit harcamaktansa hak edenlere incelik göstermeyi emer
Satanistler kendilerine vuranlara diğer yanaklarını uzatmaktansa intikam almayı emer
Satanizm vampir olmak için vakit harcamaktansa daha gerçekçi sorumluluklarını yerine getirmek gerektiğini savunur
Satanizm tüm dinlerde günah diye dayatılan şeylerin duygusal ve zekasal zevkten ibaret olduğunu savunur
Şeytan kilisenin en sadık dostudur.
Satanizme göre insanlar hayvanlardan bazen iyi ama çoğunlukla kötülük yapan canlılardır. Satanizm 'e göre insan kendini kandırmamalı aklıyla olduğu gibi gözükmelidir.



İbadet ve Ahlak anlayışları
Satanizm 'in temelinde geleneksel düşman olarak Hıristiyanlık dini görülmekte, toplum tarafından kabul görülen temel ahlak kuraları dedilmektedir. Cinsel sapıklıklar, cinayetler,kara büyü ve cadılık Satanistlerin bizzatihi yaptıkları olaylardır. Satanizm 'de bazı sayıların özel bir önemi vardır. 13 sayısının kutsallığına inanırlar. 666 sayısına özel bir önem verdikleri bilinmekte olup, bu sayının kutsal kitaplarda (tevrat, Zebur, İncil) geçen Şeytan ile ilgili ayet sayısına denk olduğu düşünülmektedir. Kedinin dünyada şeytana en yakın hayvan olarak kabul edildiği, bu sebeple ayinlerinde kedi kurban edilerek ruhi anlamda Şeytan ile birleşmenin kabul gördüğü düşünülmektedir.

Satanist törenler, ortaya konulan pentagram işareti etrafında mumların yakılması, baltaların elde tutulması, ters haç işaretinin çizilmesi veyatahta bir haçın yakılması, Şeytana dua edilmesi ve kurban olarak bir kedinin kesilerek kanının içilmesi ile gelişip, genellikle burçları aynı olan veya birbirine yakın kız ve erkeklerin cinsel ilişkiye girmesiyle biter. Kedinin kurban edilmesinin sebebi ise şeytana en yakın hayvan olarak görülmesidir. Bazen Satanist ayinlerde şeytana bakire kızlar da kurban olarak sunulmaktadır

Satanistler en büyük özelliklerinde birisi ise büyük bir gizliliktir. Grup üyelerinin aile ve yakın çevrelerinden bile Satanist olduklarını gizledikleri, buna sebep olarakta herhangi bir açıklamada bulunmaları halinde Şeytanın lanetine uğrayarak başlarına kötü şeylerin geleceğine inanmalarıdır.

Satanistler intiharı bir ibadet olarak algılarlar. İntiharın seçilme sebebi, tüm dinlerde kişinin kendi canına kıynmasının kesin şekilde yasaklanmasının etkisi büyüktür. İntihar eden kişi veya grup elamanlarınca yapılan telkinlerle buna zorlanan şahıslar bir an önce ölüp cehenneme giderek Şeytana hizmet etmeyi düşünmektedir.


Kutsal Kitapları

Anton Szandor Lavey 'in yazmış olduğu Satanist Bible (Şeytanın not defteri ) isimli kitap, Satanist gruplarca Şeytan 'ın kutsal kitabı olarak kabul edilmektedir. Bu kitap ta kısaca şu ilkeler açıklanmaktadır ;

Sonsuz kişisel tatmin için çalış
Hayatı canlı yaşa
Düşmanndan nefret et, sana vuranı yok et
Basit bir hayat yaşa,hayvanlar gibi ol
Günah denen şeyleri savunmak gerektiğini
Şeytanın öcü olarak kullanıldığında tüm dinlerin dostu olduğu
İstemedikçe kimseye akıl vermemeyi
İnsanın kendisini asla aldatmaması gerektiği ...gibi ilkeleri Satanizmin temel öğreti ve ilkeleri olarak açıklamaya çalışır.

Günümüzde Satanizm


Satanizm günümüzde ağırlıklı olarak Norveç ' te görülmektedir. Norveç 'in dışında ABD,Rusya,Polonya,Almanya da görülmekle beraber dünyada tüm ülkelerde şeytana tapan kişilere ve topluluklara rastlanmaktadır. Şeytanın Kilisesi adı altında örgütlenmeye çalışmalarına rağmen Satanizm de herşey bireyciliğe dayandığından dolayı bu çok zor görünmektedir. Özellikle Satanist cinayet ve İntihar olaylarıyla gündeme gelmekte ve Bazı ülkeler tarafından yasaklanmışlardır. Ülkemizde Satanizm bir din olarak kabul edilmemek ve Satanizm 'in yaygınlaşması toplum düzenini bozduğundan dolayı engellenmektedir. Tüm dünyadaki sayıları hakkında bir tahmin yapmak oldukça güç olmasına rağmen ülkemizde sayılarının 3.500 civarında olduğu emniyet kayıtlarında belirtilmektedir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Taraftarı Kalmayan Din ve Akımlar


Druidler

Druidler kısaca Kelt rahipleri olarak tanımlanırlar. Druidlerin Kelt toplumu içindeki yerleri çok önemlidir . Toplumsal bir çok olayda rol oynadıkları gibi dağınık olan Kelt kabileleri arasında birleştirici bir rol de oynuyorlardı . Druid sözcüğünün kökeni de tartışmalıdır. Latınce 'de druidae seklinde geçer. Bu sözcük hiç bir Kelt-Roma yazıtında bulunmadığı için orijinali bilinmemektedir fakat Galya dilinde druvis ya da druvids seklinde olduğu tahmin edilmektedir. Eski Irlanda dilinde ise bu sözcük tekil olarak druí , çoğul olarak druid seklindedir. Etimolojisi bilinmemekle beraber , Yaşlı Plinus bu sözcüğün Yunanca drŕj (meşe) ve Hint-Avrupa kökenli wid- (bilmek) sözcüklerinden türediğini söylemektedir. Ayni şekilde Keltlerin kutsal yerlerinden ( nemeton) bir olan Anadolu 'da , Galatya 'daki alanın adı da Drunemeton 'dur. Druidlerin öğretileri her şeyden önce ezoterik öğretilerdi ve sadece seçilmiş müritlere sözlü olarak aktarılırdı . Bu yüzden druidlerin öğretilerini tam olarak bilemiyoruz. Antik yazarlar ve Kelt efsane ve öykülerinden derleyebildiğimiz kadarı ile druid öğretisini belirleyebiliyoruz.



Antik Çağ Yazarlarına Göre Druidler

Druidler hakkında antik kaynaklarda bazı bilgiler bulmaktayız. Druidler üzerine en ayrıntılı bilgileri edindiğimiz yazarlardan biri Julius Caesar 'dir. "Gallia Savaşı " adli eserinde druidler hakkında ayrıntılı bilgi verir : " Bütün Gallia 'da sayılan ve sevilen şahıslar iki sınıfa ayrılır. Halka ise hemen hemen esir gözü ile bakılır . Kendiliklerinden hiç bir işe girişmedikleri gibi herhangi bir mesele konusunda görüşleri alınmaz. [...] Yukarıda sözü edilen iki sınıftan biri Druidler , öteki ise şövalyelerdir.

Birinciler din işleri ile uğraşırlar , resmi ve özel kurban törenini yapar , ayinlere ilişkin meseleleri yorumlarlar. Bir çok genç ders onların etrafına toplanır , son derece saygı gösterirler. Çünkü genel ya da özel bütün anlaşmazlıklarda kararı bu adamlar verir . Herhangi bir suç islendiği ya da öldürme olayı olduğu ya da miras ve sınırlar hakkında bir kavga çıktığı zaman verilecek hükmü bu adamlar kararlaştırır , mükafat ve cezayı belirlerler. Herhangi bir şahıs ve ya kabile , kararlarını yerine getirmezse onların kurban kesmesini yasaklar. Bu onların en ağır cezasıdır. Bu işi yapması yasaklananlar dinsiz ve cani sayılırlar. Herkes onlardan sakınır. İlişki kurmaktan ve konuşmaktan çekinir. Onlara dokunsalar zarar geleceğinden korkarlar. İsteseler bile hakları verilmez. Hiç bir imtiyaz elde edemezler. Bütün bu Druidlerin tek bir reisi vardır , aralarında en büyük otoriteye sahiptir. Öldüğü zaman ya mevki bakımından üstün olan biri onun yerine geçer ya da eşit rütbede olanlar çoksa Druidlerin oyuna başvurur , hatta bazen silah kuvveti ile reislik için mücadele ederler. Bu Druidler senenin belirli bir zamanında bütün Gallia 'nin merkezi sayılan bir bölgede , Carnut 'ların arazisi içinde kutsal bir yerde toplanırlar. Bütün kavgalı olanlar her taraftan buraya gelir ve Druidlerin verdiği karar ve hükümlere boyun eğerler. Öğretilerinin Britanya 'da keşfedilerek oradan Gallia 'ya geçtiğine inanırlar. Bugün bu konuyu daha derin olarak incelemek isteyenler çok kere onu öğrenmek üzere Britanya 'ya giderler . Druidler savaşlardan uzak kalırlar ve başkaları gibi savaş vergisi vermezler. Askerlikle ve başka ödevlerle yükümlü değillerdir. bu kadar büyük imtiyazların cazibesine kapılan bir çok genç kendiliklerinden öğrenim için onlara gelirler çokları da aileleri ve akrabaları tarafından gönderilirler . Söylendiğine göre Druidlerin okulunda bir yığın mısra ezberletilir. Bundan ötürü , bazı kimseler yirmi yıl öğrenim görürüler. Druidler öğretilerini yazıya dökmeyi günah sayarlar , oysa diğer bütün islerde , resmi ve özel hesaplarda Grek harflerini kullanırlar. Bence bunu , şu iki nedenden ötürü kabul etmişlerdir : Ya öğretilerinin halk tarafından bilinmesini arzu etmezler , ya da öğretiyi edinenlerin yazıya güvenerek hafızalarını geliştirmeyi ihmal etmelerinden korkarlar. Gerçekten de , yazının yardımı öğrencinin ezberleme çabasını ve hafızanın islemesini körletebilir. Öğretmek istedikleri en belli başlı inanç ruhların ölmediği ve ölümden sonra bir kişiden başka kişiye geçtiğidir. Bu inanç ölüm korkusunu ortadan kaldırdığı için onları kahramanlığa yönelten en büyük etki olarak görülür. Bundan başka , yıldızlar ve hareketleri , evrenin ve yeryüzünün büyüklüğü , tabiatın özü , ölümsüz tanrıların kuvvet ve kudretleri konusunda bir çok tartışmalar yaparlar ve bilgilerini gençliğe aktarırlar. [...]

Bütün Gal milleti dini törenlerine son derece büyük bir bağlılık gösterir . Bu yüzden fazla ağır hastalıklara yakalanmış olanlar ve ya savaşta tehlike karşısında kalanlar , ya kurban olarak insan keserler , ya da keseceklerine dair adakta bulunurlar. Bu gibi kurbanlarda Druidleri rahip olarak kullanırlar . Bir insan hayatı yerine bir insan hayatı kefaret olarak ödenmezse , ölümsüz tanrıların duyduğu kızgınlığın yatıştırılamayacağına inanırlar. Özel hayatta olduğu gibi genel hayatta da kurban töreni yaparlar. Bazıları da çok büyük heykeller yaparak sazlardan örülmüş uzuvlarını diri insanlarla doldururlar. Sonra ateşleyerek yakarlar . İnsanlar alevler içinde can verirler . Hırsızlık , haydutluk ya da herhangi bir cinayet islerken yakalananların idam edilmesinden ölümsüz tanrıların çok fazla hoşlandıklarına inanırlar. Fakat bu gibi adamların sayısı eksilince masumları bile kurban etmekten çekinmezler. [...]



Bütün Gal 'ler , Dis denilen tanrısal babadan doğduklarını ileri sürerler ve Druidler 'den öğrendiklerini söylerler. " Keltlere karşı savaşan bir komutan tarafından yazılmış olsa da , burada Druidler hakkında önemli ipuçları buluyoruz. Strabon ise Geographia adli kitabında druidlerin yaşantısına söyle değinir : "Doğaüstü öğretilerine ek olarak ahlak sorunlarıyla da uğraşıyorlardı. Ve bu sebeple herkesten daha doğru olarak biliniyorlardı. Hem teker teker bireylerlerle ilgileniyorlar hem de toplumun iyiliği için çalışıyorlardı. Yasal olaylarda da karar verme gücüne sahiptiler. Bu suretle savaşların gidisini kontrol eden ve savaşa katılacak orduları denetleyen ve özellikle cinayet suçlarında karar veren kişiler olarak da biliniyorlardı. Bunlar çok sayıda olmaya devam ettikçe bir o kadar da toprağın göndereceğine inanıyorlardı. Ve onlarla birlikte diğerleri de ruhun ve evrenin, gelecekte bir zamanda su ve ateş her şeyi yenecek olduğu halde, ölümsüz olduğu fikrini savunuyorlardı. "

Diodorus ise Druidler 'den söyle bahseder : " Druid adı verilen ve büyük saygı gören bazı filozoflar ve din adamları vardı…Adetlerine göre bu filozoflardan biri olmadıkça hiç bir kurban töreni yapılmazdı . Çünkü , sunularının tanrılara ancak tanrısal doğadan nasibini almış bu adamlar vasıtası ile ulaşacağına ve isteklerinin yine bu adamlar tarafından yapılması gerektiğine inanıyorlardı. Savaş söz konusu olduğunda da gerek düşmanları gerekse de kendi halkları onların ve şarkı söyleyen bardların sözünü dinliyorlardı. "

Romalı Hippolyte ise MS üçüncü yüzyılda druidlerle Pythagoras 'çılar arasında bağlantı kurar : " Druidler Pythagoras 'çi felsefenin ateşli savunucularıdır. Bunu onlara Pythagoras 'in müridi ve kölesi Zalmolxis öğretmiştir. Pythagoras 'çi hesaplar ve büyü pratikleri sayesinde yaptıkları öngörülerle Keltler üzerinde büyük etki sahibi olmuşlardır. " İskenderiye ' li Clemens ise çok daha değişik bir görüş ortaya atar : " Alexander , Pythagoras 'çi semboller üzerine olan eserinde Pythagoras 'in Asurlu Nazaratus 'un öğrencisi olduğunu ve ayrıca Brahmanlar 'dan ve Galatlar 'dan ders aldığını söyler. " Her iki yazarın da yazdıkları gerçekle çok ilişkili olmasa da Druid öğretisinin diğer ezoterik öğretilerle olan ilişkisine değindikleri için anlamlıdır.


Druidler'in Toplum İçindeki Yeri ve Öğretileri
Daha önce de belirttiğimiz gibi Druid öğretisi sözlü olarak yayıldığı için kesin hatları ile bilememekle beraber antık yazarlar ve eski Kelt metinlerinden yararlanarak Druid öğretisinin ana hatlarını çıkartabiliyoruz. Daha önce de Caesar 'in verdiği bilgide gördüğümüz gibi Druidler bütün Kelt kabileleri arasında saygı görmekte idi ve toplumsal olaylarda , kabileler arasında yargılama ve karar verme hakları vardı. Strabon 'un da aktardığı gibi savaşlarda "arabuluculuk yapabiliyorlar ve sona erdirebiliyorlardı ".

Druidler 'in toplumsal görevlerinden biri de törenleri yönetmekti. Bir Druid töreninin en güzel betimlemesini Plinus vermektedir. Keltlere göre meşe kutsaldı, eğer meşe ağacı üzerinde ökse otu var ise bu onu çok daha kutsallaştırıyordu. Bu tören ise bir meşe ağacında yetişen ökse otunun bulunması üzerine düzenleniyordu. Tören için uygun zaman gelecek ayın altıncı günü olarak seçiliyordu ve bu gün için yemek ve kurban edilecek iki beyaz boğa hazırlanıyordu. Daha sonra meşe ağacındaki ökse otu altın bir orak ile druidler tarafından kesiliyor ve toplanıyordu. Daha sonra da boğalar kurban ediliyordu. Bu tören daha sonraları "yeni yıl " törenleri ile de ilişkili olduğundan , günümüzde " yılbaşı çiçeği " diye satılan bitkilerin aslında ökse otuna benzedikleri ve bu geleneği yaşattıklarını görürüz. Bazı antık çağ yazarları Druidlerin ayrıca insan kurban edildiği törenleri de yönettiklerini yazmaktadırlar.

Toplumsal statülerinin ötesinde Druidler 'in en büyük işlevi gerek dini gerek toplumsal alanda büyük bilgi sahibi olmaları ve bunu yeni nesillere de aktarmaları idi. Kelt ülkesinin bir çok bölgesinden , tanınmış Druidler 'den eğitim almak üzere bir çok öğrenci gelirdi. Bu özelliklerinden ötürü ola gerek , Pomponius Mela Druidler 'i "Bilgeliğin Üsdatları " ( Mağıstri Sapientiæ ) diye adlandırır. Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerini kesin olarak sözlü aktarıyorlar ve adayın hafızasında tutmasını istiyorlardı. Ayrıca Druid öğretisine göre sözün bir enerjisi vardı ve dikkatli kullanılması gerekiyordu.


Antik kaynaklarda Druidlerin öğretileri farklılıklar göstermektedir. Caesar 'in da aralarında bulunduğu bir çok yazara göre Druidlerin öğretileri metafizik öğretilerdi ve ruhun ölümsüzlüğü üzerine kurulmuştu. Daha önce de gördüğümüz Kelt mitlerinde olduğu gibi Druidler de ruhun bedenden bedene geçtiğini , çeşitli kalıplarda varlığını sürdürdüğünü ileri sürmektedir. Geleneksel anlatım bu inancı daha önce Tuân Mac Cairill öyküsünde gördüğümüz gibi sürekli metamorfozlar seklinde sembolize ediyordu. Kelt efsanelerindeki "dev " motifi de ayni zamanda yabani , evrimleşmemiş olan kişiyi sembolize etmekteydi. Tuân Mac Cairill öyküsünde olduğu gibi balık ise metamorfozda ileri bir aşamayı sembolize ediyordu. Metamorfozlar ile anlatılmak istenen en önemli olay ise , Druid öğretisinin temeli olan erginleme idi. Druidler 'in yanına öğretiyi öğrenmek ve yetişmek için gelen adaylar belli sınavlardan geçerler, diğer erginlenmeye dayalı öğretilerde olduğu gibi ölüm ve yeniden dogma sembolizmi ile derece atlarlardı. Orta Çağ boyunca varlığını sürdürecek şövalyelik kurumunun da kaynağını Druid öğretilerinden aldığı düşünülmektedir. Strabon Druidler 'in ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları ilginç bir açıklama yapmakta ve Druid inançlarına göre "Evrenin ve insanların ruhunun yok edilemez, hatta zaman zaman ateş ve su galip gelse de " seklinde inanıldığını belirtmektedir. Ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları , daha önce de belirttiğimiz gibi Druidlerin antık yazarlar arasında , Pythagorasçi olarak tanınmalarına neden olmuştur. Hallstatt döneminde , Keltler 'in Grekler ile ilişkileri olsa da Druid öğretisi ve Kelt inançları Pythagorasçılık 'tan farklıdır.

Diodorus 'a göre ise Druidler "filozof ve teologlar "dir. Ayni zamanda tanrılar ile iletişim kurma yeteneğine sahiptirler. Druid öğretisinin önemli bir bölümünü de astronomi ve takvim bilgisi teşkil etmektedir. Antık Çağ yazarlarının bir çoğu buna değinmektedir. Druidler 'in bilgilerinin bir bölümü de şifalı otlar üzerinedir. Druidler 'in bitkiler konusunda çok bilgili olduklarını ve ilaçlar hazırladıklarını biliyoruz. Bu bilgileri o dönem yazarları tarafından bilinmekle birlikte bazıları tarafından da büyücülük olarak yorumlanmıştır. Günümüze Asterix çizgi romanına kadar gelen "kazan kaynatan " druid imaji da buradan doğmaktadır. Druidler 'in tip üzerine çalışmaları daha sonra eğer ‘doktor ' Hıristiyan ise mucize , eğer Hıristiyan değilse de büyü diye yorumlanmıştır.


Druid Öğretisinde Kutsal Yerler
Druid öğretisine göre , evren üç bölümden oluşmuştu. Bunlardan birincisi üzerinde yasadığımız toprak , ikincisi Fomorianlar 'in , hayaletlerin ve kaybolmuş ruhların bulunduğu yeraltı ve üçüncüsü Batı adalarının ve Avalon 'un olduğu Görünmeyen Dünya ya da Öteki Dünya. Keltlerin evrenin her üç bölümü için de değişik inanışları vardı. Üzerinde yasadığımız yerde daha sonra da göreceğimiz gibi en çok ağaçlar ve korular kutsaldı. Kutsal alanlar buralarda seçiliyor ve toplantılar buralarda yapılıyordu. Koruların dışında dağlar da kutsaldı. Druid öğretisine göre dağlar ilhamın geldiği , tanrısal varlıkların insanlarla konuştuğu yerlerdi. Bir çok dağ ve tepe Güneş tapımı için kullanılıyordu. Hıristiyanlığın gelişinden sonra da bu dağlar kutsallığını korumuştur. Örneğin Fransa 'daki Mont-Saint-Michel önce güneç tapımı için kullanılan daha sonra da Hıristiyanlığın kutsal yerlerinden biri olan tepelere bir örnektir. Dağların Druidler için bir önemi de buralardan çok daha iyi astronomik gözlemlerin yapılabilmesidir. Bunlar dışında su kaynaklarının da kutsal olduğundan daha önce söz etmiştik.

Yeraltı dünyası ise daha gizemlidir. Yeraltı dünyasına açılan kapılar ise mağaralardır. Mağaralar bir çok değişik inanca esin kaynağı olmuşlardır. Mağaralar solunum sistemine benzetilmiş , Keltler tarafından canlı olduğu kabul edilen yeryüzünün soluk alıp verdiği yer olarak düşünülmüştür. Bazı mağaralardan doğal olaylara bağlı olarak garip sesler gelmesi ise hem buralarda bilinmeyen canlıların yasadığına hem de yeraltı ruhlarının varlığına kanıt sayılmıştır. Meşhur Fingal Mağarası da bu mağaralardan biridir. Iskoçya 'da bulunan bu mağaranın eski adı an Uaimh Binn , "Melodili Mağara " idi. Bu mağaradan gelen sesler - belki de kus sesleri- öte dünyadan gelen sesler olarak yorumlanıyordu. Irlanda 'da da bu tür mağaraların olması , Irlanda bardlarının "Mağaralar " adı verilen bir öykü dizisi oluşturmasına da kaynaklık etmiştir. Ne yazık ki bu öykülerden günümüze sadece bazı parçalar ulaşabilmiştir. Mağaralar yeraltı dünyasına , "Periler Ülkesi "ne bir geçiş olarak kabul edildiği gibi bazı yeteneklerin de kazanıldığı bir yer olarak görülmüştür. Mağaralara girip çıktıktan sonra çalgısını ustalıkla kullanan çalgıcı öyküleri de bu inancın bir uzantısıdır. Aslında Druid öğretisine göre -elimizde çok fazla kanıt olmasa da- mağaraların aslında bilinçaltını ya da insanın kendi içine yapılan yolculuğu temsil ettiğini ve mağaraya girip çıkma motifinin erginlenmenin bir adımını oluşturduğunu düşünebiliriz. Mağara içinde uyuyan kahraman ya da mağara içinde yasayan bilge motifinin de böyle bir sembolizm ile ilişkili olduğunu düşünebiliriz.

Adalar etrafları sularla çevrili olduğu için gerek fiziksel gerekse ruhsal olarak çevrelerinden soyutlanmış , izole edilmiş yerler olarak kabul edilirlerdi. Bu görüşle adalar hem tanrıların barınması için hem de ölülerin ruhlarının yer alması için ideal yerlerdi . Adalar ayını zamanda inziva yerleri idi. Bu bakımdan insanın kendi kendine dönmesi, ada gibi kendini soyutlaması da ada sembolizmi ile belirtilir. Adanın etrafının sularla kaplı olup çevresinden soyutlanmış olması , buraların yargı için de ideal olduklarının düşünülmesine neden olmuşlardır. Ayrıca burada kara veren yöneticiler de insan etkisinden uzak sadece tanrıları dinleyerek karar veriyor diye inanılıyordu. Pağan Avrupa 'sında adalar bazı tanrılara kutsaldı. Örneğin Isle of Man, Manannan MacLir 'e ; Baltık Denizi 'nde bulunan Rügen Adası , Rugevit ' e kutsallardı. Keltler arasında ölenlerin ruhlarının batı adalarına gittiği inancı yaygındı. Bu inanç Orta Çağ boyunca da Kral Arthur efsanesinde olduğu gibi varlığını sürdürecekti. Orta ve Yeni Çağ boyunca varlığını sürdüren ve Keltler 'den kalan bir başka inanış da "hayalet ada " inanışıdır. Keltler de bazı adaların yok olup sonradan ortaya çıktıklarına inanıyorlardı.


Druid Öğretisinde Ağaç Kültürü

Sembolik olarak ağaç yeraltı dünyası , yer ve gök arasında bir bağlantıyı temsil etmektedir. Kelt sembolizminde en önemli olarak meşe gücü ve elma ağacı ölümsüzlüğü sembolize eder. Ağacın bir önemi de üzerinde tanrıların habercileri olan kuşları barındırmasıdır. Kökleri ise geçmişe , yeraltına doğru gider. Bu yüzden efsanelerde ölülerin ruhları dallar arasında ya da ağaçların gövdelerinde bulunurlar. Kutsal korular Druidler için kutsal mesajı aldıkları ve erginlenmenin olduğu yerlerdir. Druidler buralarda , nemeton denilen kutsal yerlerde açık havada ritüelleri gerçekleştirirlerdi. Bu yüzden de Druidler 'den günümüze tapınaklar binaları kalmamıştır. Druidler , ellerinde bir ağacın küçük bir sembolü olan değnekleri taşırlardı. Bu değnekler druidin gücünün belirtisi olduğu kadar bunlarda sihir gücü de olduğuna inanılırdı. Ayrıca bu değneklerin yapıldığı madde ya da ağaç taşıyanın toplum içindeki yerini de belirttiğinden büyük önem taşımakta idi. Druidler için kutsal olan bir bitki de ökse otu idi. Bununla ilişkili törenlerin nasıl yapıldığını yukarıda incelemiştik. Ökse otu ayni zamanda ay sembolizmi ile de ilgili idi. Bu nedenle Druidlerin meşe üzerindeki ökse otunu kesmek için kullandıkları orak da hilal biçiminde idi. Ökse otu ayni zamanda üzerinde bulunduğu ağacı ruhu ve eliksir 'i olarak da kabul ediliyordu. Ayni şekilde ökse otunun bir başka adı da "meşe suyu " idi.

Oğam Daha önce de belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerinin sözlü olarak yayılmasını istiyorlar ve kesinlikle yazılı hale getirmiyorlardı. Bunun nedenleri arasında öğretilerinin ezoterik olması ve yazılı olanın öğretinin anlatımındaki değişikliklerle değişememesi vardır. Druidler 'in öğretilerini sözlü olarak aktarmaları onların yazıyı bilmedikleri ya da küçümsedikleri anlamına gelmemelidir. Tam tersi olarak yazıya çok büyük saygı göstermişler ve dikkatli kullanmışlardır. Bir Druid yazısı olmamakla birlikte bazı değneklerin ve kutsal kayaların üzerinde işaretler kullanmışlardır. Oğam adı verilen bu işaretler Keltlere özgüdür ve bir tür şifreli yazıdır. Tasların üzerlerinde ve ahşap malzemelerde , özellikle de değneklerde rastlanmıştır. Oğamlar mantık olarak Grek ateş işaretlerine benzemekte idi. Ateş işaretleri yerine atılan çentiklerden oluşuyordu ve her bir çentik sayısı bir sese karşılık geliyordu. Aslında Oğamların yazıdan da öte bir sembolizmi vardı. Her bir işaret ayni zamanda bir ağaca ya da bir hayvana da karşılık gelebiliyordu . Bunu tam tersi olarak da belli şekilde ve düzende dizilen ağaçlar bir anlam verebiliyordu.

Druides 'ler Diğer ezoterik topluluklardan farklı olarak, druidler aralarına kadınları da kabul ediyorlardı ve bunlar druides adını alıyorlardı. Druideslerin inisiyasyonlarının nasıl olduğu bilinmemekle birlikte özellikle savaşçıların ve asillerin yetişmesinde büyük payları olduğu bilinmektedir. Bu durum Orta Çağ efsanelerinde sık sık geçen "Bilge Kadın " motifine de kaynaklık etmektedir. Orta Çağ efsaneleri ile ilgili bölümümüzde göreceğimiz gibi bu kadınlar şövalyenin yolculuğu boyunca karşısına çıkarlar ve inisiyasyonda yardımcı olurlar. Druidesler eğitimde olduğu kadar , ilaç hazırlamada , şifalı bitkilerin bulunmasında da söz sahibi idiler. Druideslerin özellikle Iskoçya 'da Sein Adası 'nda toplandıkları ve buraya erkekleri almadıkları söylenir . Söylenceye göre burada dokuz druidesin (Gallizenæ) öndeliğinde kendini adamış genç kızlar vardı. Halk arasında druideslerin burada sihir ve büyü ile uğraştıkları düşünülür , hatta hava olaylarına hükmettikleri , istedikleri hayvanın sekline girdikleri de söylenirdi. Hıristiyanlığın yayılmasından sonra druid inançlarını tamamen silmek isteyen Hıristiyanlar , druidesleri halkın gözünde cadılara çevirmişler ve halkı onlara düşman etmeyi başarmışlardır.

Bard 'lar Kelt toplumlarında , genellikle konularını kahramanlık destanları olarak seçen ozanlara bard denilirdi. bağlı oldukları şefin yanında bulunurlar , onun başarılarını da kutlarlardı. Bard daha çok Galya 'da kullanılan bir isimlendirme idi , çünkü bu ozanlara Galya 'da bard denildiği gibi , Bretagne 'de Barzh , Irlanda 'da da Fil ( çoğulu filid ) denilmekteydi. Barzh 'ların dini karakterleri çabuk kaybolmasına karşın , bardlar , ilham ve sanat yeteneklerinden olsa gerek , saygı görmeye devam etmişlerdir. Filid ise yedi dereceli idi. Derece elde taşınan değneğe göre belli oluyordu. Böylece sıralama Ollamh (altın değnek) , Anruth (gümüş değnek ) ve geri kalan beş derece (bronz değnek) seklinde oluyordu. Bardlar ile ilgili önemli bir nokta da müzisyen Druidler ile karıştırılmamaları gerektiğidir. Bir çok Kelt dini törenine müzik eslik etmekle beraber , bu törenlerde müzik aletini çalan druidler bardlardan farklı idi. Kelt efsanelerinde müzik aletleri önemli bir yer tutmaktadır. Dağda ve Lug 'un sihirli araları vardı. Efsaneye göre bu aletler üç farklı tür müzik çalmaktaydılar. Bunlardan birincisi güldürüyor , ikincisi ağlatıyor , üçüncüsü de uyutuyordu. Bu inanış , Keltler 'in , müziğin insan üzerindeki etkisini incelediklerini göstermektedir. Bardlar ise şiir okurken , ayni zamanda cruth denilen bir tür lir de çalarlardı. Galya 'da Roma işgalinden sonra , yerli dili kullandıkları için , gözden düsen bardlar burada MS. İkinci yüzyıldan itibaren kaybolmaya başlamışlardır. Bardlar Galya 'da dini sınıftan sayılmalarına rağmen , Irlanda 'da sonraları aşağı sınıftan kabul edilirlerdi. Gal ülkesinde ise , özellikle Breton prensler tarafından çok tutulan bardlar varlıklarını Orta Çağ 'a kadar sürdürmüşlerdir



Drüid Öğretisinin Sembolik Aktarımına Bir Örnek : Taliesin

Druid öğretisinin sembolik anlatımına ve halka aktarılışına en güzel örnek kuşkusuz Taliesin ( Güzel Yüz ) öyküsüdür. Taliesin aynı zamanda ilk bardlardan ve Kelt şairlerinden biri olarak kabul edilir.

Gwerang’ın oğlu genç Gwion büyücü tanrıça Cerridwen tarafından bir kazana göz kulak olmakla görevlendirilir. Bu kazanın içinde büyücünün , oğlu Afagddu için hazırladığı büyülü bir karışım kaynamaktadır , çünkü Afagddu çok çirkindir ve annesi bu büyü ile onu güzelleştirmek istemektedir. Bu arada kazandan sıçrayan üç damla , Gwion’un parmağına damlar ve Gwion da bunu yalar.

Gwion elini ağzına götürür götürmez bütün gizemler aydınlanır , geçmişin , şimdinin ve geleceğin bilgisine sahip olur . Bu arada Gwion bir başka gerçeği daha öğrenir ; Cerridwen onu öldürmek istemektedir , çünkü büyücünün hazırladığı büyülü iksirde kullanmak istediği bileşenlerin içinde kendisi de vardır.

Bunu farkeden Gwion hemen kaçar , Cerridwen ise onu yaşlı bir büyücü kılığında kovalar. Artık kendi de iksirden dolayı bir büyücü olmuş olan Gwion hemen bir tavşan şekline bürünür , Cerridwen ise bir tazı olur. Gwion nehirde bir balığa dönüşür , Cerridwen ise bir susamuru olur. Kovalamaca daha sonra göklerde devam eder . En sonunda Gwion bir buğday tanesine dönüşür , Cerridwen ise bir kara tavuk olur ve buğday tanesini yer.

Dokuz ay sonra Cerridwen bütün çocuklardan çok daha güzel bir çocuk dünyaya getirir. Büyücü bu çocuğu deri bir torbanın içine koyar ve Beltaine bayramından iki gün önce dalgalara bırakır.

Galler ülkesinin kuzeyinde Gwyddno’nun oğlu ve kral Maelgwyn’in yeğeni Elphin’in attığı ağlara takılan bebek Elphin tarafından kurtarılır. Elphin ona Taliesin ( Güzel Yüz) adını verir.



Aradan yıllar geçer . Elphin amcası Maelgwyn tarafından hapsedilir. Artık bir yetişkin olan Taliesin Elphin’i kurtarmak için harekete geçer ve ve kurtarmayı başarır. Şiir’in son dizeleri şöyledir :

“ Dokuz ay boyunca Büyücü Cerridwen’in karnındaydım
Aslında küçük Gwion’dum
Şimdi Taliesin oldum”

Bu öykü de daha önce Tuân Mac Cairill öyküsünde gördüğümüz metamorfoz sembolizmi de yer almaktadır.

Öyküyü dikkatle incelersek, Cerridwen, oğullarını başka bir deyişle erginlenmeye, inisye olmaya gelenleri “güzelleştirmektedir”, daha farklı bir deyişle eğitim işini üstlenmiş bir druidestir.

Gwion’un iksirden aldıktan bütün gizemleri görmesi ve geçirdiği metamorfozlar da inisiyasyon aşamalarıdır. Bütün ezoterik öğretilerde olduğu gibi Gwion da yeni bir isimle yeniden doğmuştur.

Buradaki metamorfozlar da ilginçtir. Kelt takviminde sırasıyla , tavşan av zamanı olan sonbaharı; balık yağmurları ile kışı ; kuş göçlerle ilkbaharı ve buğday da ekin ile yaz mevsimini sembolize etmektedir.

Bu örnekten de görüldüğü gibi Kelt öğretilerinde sembolizm çok çeşitlidir. Druid öğretisi bu şekillerde ve buna benzer öykülerde, değişik sembollerle ve sözlü olarak aktarılmıştır. Bu tür öykülerdeki bazı motifler ayrıca Orta Çağ efsanelerinde de karşımıza çıkacaktır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
MANİCİLİK


Manicilik (Manihæism, Manihaism) III. yüz yılın son yarısında Mani tarafından kurulmuş bir dindir. O güne dek bilinen tüm dinsel sistemlerin gerçek sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Manicilik aslında Zerdüşt Düalizmi, Babilonya folkloru, Buddhist ahlâk ilkeleri ve Hıristiyan unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde önde gelen anlayış iki ezelî ilkenin, iyi ve kötünün, çatışmasıdır. Bu bakımdan din tarihi araştırmaları, Maniciliği bir tür dinsel Düalizm (ikicilik) olarak sınıflandırmışlardır. Bu din hem Doğu'ya, hem de Batı'ya doğru olağanüstü bir hızla yayılmış; Kuzey Afrika, İspanya, Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar'da bin yıl süre ile dağınık ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiştir. Oysa, asıl gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopotamya, Babilonya ve İran'da gerçekleştirmiş ve Doğu'da etkisini X. yüz yıldan sonralara kadar sürdürdüğü Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin ve Tibet'e kadar yayılmayı başarmıştır.

Mani'nin Yaşamı

Mani (Manys, Manytos, Manentos, Manou, Manichios, Manes, Manetis, Manichæus) özel bir isim değil, bir saygı ifadesi ya da bir unvandır. Mani sözcüğünün Aramîce kökeni olan "Mânâ", ışık anlamına gelmektedir. Mandeen (Sâbiîlik) inancında bir cin olan "Mânâ Rabba" ise "Işık Kralı" demektir. Bu bakımdan Mani sözcüğünün tam anlamının "aydınlatan" olduğu genelde kabul edilmiştir.

Mani'nin gerçek adinin bilinmemesine karşın, babası ve ailesi hakkında kesin bilgiler mevcuttur. Babasının adi Fâtâk Bâbâk (Patekios, Patticius, Paftig, Arapça Futtűk) idi ve eski Med başkenti olan Ecbatana (Hamadan) kökenli bir aileden geliyordu. Karısı, yani Mani'nin annesi ise soylu Arsakî hanedanı ile akraba olan Marmarjam'dı.

Mani, 14 Nisan 216 tarihinde Babilonya'ya bağlı Mardinu kentinde (Mardin) dünyaya geldi. Fâtâk güçlü dinsel eğilimlere sahip bir kişi olmalıydı, zira bir süre sonra Ecbatana'yi terk ederek, Güney Babilonya'da bulunan "Menakkede" (Arapça Mugtasıla) adli bir Mandeen tarikatına katıldı ve küçük oğlunu bu inançlara göre yetiştirdi. Mani'nin babası da, din reformu taraftarı olarak önemli etkinliklerde bulunmuş ve adeta oğluna öncülük etmiştir Mani dinsel eğitiminin yanı sıra gençlik yıllarını nakkaşlık öğrenerek geçirmiştir. Mani'nin içinde büyüdüğü bu tarîkat hakkında pek ayrıntılı bir bilgi mevcut değildir. Bir tür su ile arınma yani "vaftiz" uygulamasına sadık oldukları biliniyor. Tarîkat üyeleri, günahlarından arınmak için her gün abdest alıyorlar ve yiyeceklerini de su ile temizliyorlardı. Ayrıca, et yemiyorlar ve şarap içmiyorlardı. Her üye kendine ayrılmış bulunan tarlada çalışmak zorundaydı. Tarîkat'ın yerleşik ve tarımsal görünümü bir Yahudi tarîkatı olan Esseneler'i andırıyor. Bu benzeşimi güçlendiren diğer bir öğe de, kendi dinsel inançlarını tıpkı Esseneler gibi "Yasa" (Nomos) olarak adlandırmalarıdır. diğer önemli bir unsur da, bu tarîkatın, bir Yahudi uygulaması olan "Sabbat" gününe riayet etmesidir.

Mani, 20 Mart 242 günü Gundesapûr kentinde I. Şahpur'un tahta geçme törenleri için ülkenin her yanından toplanmış bulunan kalabalığa öğretisini ilk kez ilân etti. "Nasıl Buddha Hindistan'a, Zerdüşt İran 'a ve Isa Batı topraklarına geldiyse, iste simdi ben, Mani, Babilonya topraklarında Gerçek Tanrı'nın habercisi olarak peygamberliğimi duyuruyorum." Mani'nin bir süre sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalmış olması, önceleri pek basarili olamadığını kanıtlıyor.
Mani, uzun yıllar süresince çeşitli ülkeleri gezerek öğretisini yaydı, Türkistan ve Kuzey Hindistan'da Manici topluluklar kurdu. Nihayet İran 'a geri döndüğüce, Sah I. Şahpur'un kardeşi Perviz'i kendi inancına çekmeyi basardı. Mani, en önemli yapıtlarından biri olan "Şahpurikan"ı Perviz'e ithaf etti. Perviz, Mani'nin Şahın huzuruna kabul edilmesini sağladı ve böylece Mani I. Şahpur'a dinsel mesajını aktarma fırsatını buldu.

Ancak, bir süre sonra Mani tekrar bir kaçak olarak yollara düştü. Farklı yörelerde kendi inancını yayma çabasını sürdürdü. Bu geziler sırasında, öğretisini yayan ve güçlendiren uzun mektuplar kaleme aldı. Bu dönemin sonunda yakalanarak hapse atıldı ve ancak 274 yılında I. Şahpur'un ölümü üzerine özgürlüğe kavuşabildi.

I. Şahpur'un yerine geçen oğlu I. Hürmüz, Mani'ye destek oldu. Ne var ki, I. Hürmüz'ün saltanatı yalnızca bir yıl sürebildi. 274 yılında Şahpur'un diğer oğlu Behram tahtı ele geçirdi. Bu saltanat değişimi Mani'nin sonunu hazırladı, zira Mazdeizm'e bağlı olan yeni Sah, her türlü yabancı inancın koyu bir düşmanıydı. Yeni Sah I. Behram, Mani'yi çarmıha gerdirdi. Mani yandaşlarını yıldırmak amacıyla cesedi parçalandı, derisi yüzüldü, içine saman doldurularak kent kapısına asıldı. Mani'nin ölüm tarihi 276-277 yılları olarak biliniyor.

Mani Öğretisi

O dönemden günümüze kalabilen resmî belgeler Mani'yi bir din sapkını ve bir şarlatan olarak tanıtıyorlar. Ancak, XVIII. yüz yıldan başlayarak yapılan araştırmalar Mani hakkında tüm bilinenleri değiştirdi. Artık Mani, kimilerine göre yeni bir din kuran bir bilge, kimilerine göre de çeşitli dinsel öğretilerin, Zerdüşt inancının, Buddha'cı ahlâkin, Mithra kültünün ve Hıristiyan öğretisinin bileşimini gerçekleştirmiş bir dehâdır.

Özellikle XX. yüz yılda gerçekleştirilen bazı buluşlar, Mani'nin yasam öyküsünün tümüyle gözden geçirilmesini gerektirdi. Ortaya çıkarılan ve Mani tarafından bizzat yazılmış olduğu savunulan bu yeni belgeler, Mani'yi insanlığın kurtuluşunu müjdeleyen bir peygamber olarak göstermektedir. Mani, insanlığın dinsel kurtuluşunun tarihsel bir akis içinde en önemli aşamalarını sıralarken, kendi öncülleri arasında Enoch'u, Nuh'un oğlu Sam'ı, Buddha'yı, Zerdüşt'ü ve İsa 'yı saymıştır. Mani, bu yazılarda, İsa 'nın yaşamının belli baslı olaylarını özetlemiş, Havariler'in çabalarını, Paul'un misyonunu, Hıristiyan Kilisesi'nin yaşadığı krizi ve dünyayı düzeltmek için uğraş vermiş olan Marcion ve Bardanes gibi gnostikleri anlatmıştır Nihayet, İsa 'nın müjdelemiş olduğu "Paracletos"un, yani bizzat Mani'nin döneminin geldiğini ilân etmiştir.
"Paracletos" sözcüğü, Ruhulkudüs'e verilen bir isim olarak Yuhanna İncili'nde geçmektedir. "Paracletos"un din dişi anlamı "şefaat eden, aracı, arabulucu" biçimindedir. Özellikle, İsa 'nın veda konuşmalarında "Avutucu, Gerçek Ruh ve Kutsal Ruh" adi altında sıkça yer almaktadır (Yuhanna XIV/16,26 - XV/26 - XVI/7).

Manicilik'te gerçek gizem, köktenci ve evrensel Düalizmdir. Manici inanca göre bu gizem, Mani'nin ruhsal ikizi olan Paracletos tarafından Mani'ye aktarılmış ve Mani de bu gizemi öğretmekle görevlendirilmiştir. Mani, on iki yaşındayken ilk kez göksel bir ziyarete tanık olduğunu ve ilk ilâhi açıklamaları aldığını ileri sürer. Arap tarihçisi en-Nedîm'e göre bu ziyareti yapan "et-Taum" (ikiz anlamına gelen Nebatîce bir sözcük) adli bir melektir. Bu melek Mani'nin ikizi ya da ruhsal esi olup, onu eğitip görevine hazırlayacak olan Paracletos'tur.

Mani'ye göre Zerdüşt, Buddha ve hatta İsa 'nın başarılı olamamalarının nedeni, kendi öğretilerini yazıya geçirmemiş olmalarında aranmalıdır. Bu düşünce ile Mani, herkesçe anlaşılabilen basit bir dil kullanarak kendi öğretisini yazıya dökmüştür. Manici yazıların halktan gördüğü yoğun ilgi, Maniciliğin karşısında olanların ve özellikle Hıristiyan Kilisesi'nin neden bu yazıları yok etmeye çalıştıklarını açıklamaktadır. 279 Yılında, Roma İmparatoru Diocletianus, İskenderiye kentinde tüm Manici yazıların yakılmasını buyurmuştur. Buna benzer yok etme çabaları yüz yıllarca sürdürülmüştür. Halbuki, İsa 'dan sonra II. yüz yılın ortalarında İran 'da doğan Manicilik inancı, henüz ilk yüz yılını tamamlamadan Doğu ve Batı'ya yayılmayı başarmıştı ve doğal olarak karşısındaki en büyük rakip Hıristiyanlıktı.

Manicilik ile Hıristiyanlık arasında uzun ve sert bir kavga cereyan etti. Hıristiyanlık bu kez karşısında, akilci yöntemleri ve basarili diyalektik çözümlemeleri olan, Hıristiyan Kilisesi modeline uygun örgütlenen ciddi bir hasım bulmuştu. Her geçen gün, Manicilik karşıtı kilise kuralları, devlet buyrukları ve düalist öğretileri kötüleyen yapıtlar çoğalıyordu. Hıristiyan Kilisesi, Manicilik karşısında geçirdiği korkuyu bir daha asla unutamayacak, yüz yıllar boyunca karşılaştığı her düalist hareketi Maniciliğin bir devamı ya da hortlaması olarak kabul edecekti. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın Vaudois'lar, Kathar'lar, Tampliye'ler Manicilik ile suçlanacaktı. Artık, Hıristiyan Kilisesi'nin gözünde her sapkın inanç Manicilik olarak yaftalanacaktır. Bu suçlamadan ne Luther, ne de Calvin kendini kurtaramayacaktır. Oysa, Luther kendi yandaşları tarafından Kilise'nin Maniciliğe karşı son savunucusu olarak gösterilmiştir.

Batı'daki Reformasyon hareketinden sonra, her ne kadar Kilise'nin dogmatik tutumunda önemli bir değişim olmadıysa da, Maniciliğin araştırılması ve daha iyi anlaşılması çabaları başladı. Manici belgelerinin incelenmesi, Doğu ile Batı'yı Zerdüşt ile İsa 'yı birleştirmeye uğraşmış bir bilgenin varlığını gösteriyordu. Zamanla, eski Iran ve Hind inançlarının daha iyi anlaşılmasıyla, Maniciliğin kaynaklarına dair yeni açıklamalar elde edildi. Maniciliğin temel öğretisi olan gnostik düalizmin eski Zerdüşt inançlarının yanı sıra, Hind öğretilerinde kök bulduğu ortaya çıkarıldı. Böylece Manicilik; köktenci düalizm, Doğu pagan inançları ve doğacı dinlerden kaynaklanan, Zerdüşt'ten yola çıkarak düzenlenmiş ve İncil kalıbına dökülmüş bir gnostik Asya inancı olarak tanımlandı.

Asyrioloji'nin gelişimi Manicilikte yeni nitelikler bulunmasını sağladı. Böylece, Maniciliğin en eski köklerinin Kalde ve Babilonya'nin eski inançlarında yer aldığı anlaşıldı. Sonuçta Mani dininin, Mezopotamya -Iran düalizmi üzerine temellenen ve evrensel bir din niteliğine ulaşabilmek amacıyla Buddhizm ve Hıristiyanlık'tan aktarmalar yapan bir "syncretist" (bağdaştırmacı) inanç olarak Doğu'ya ve Batı'ya doğru genişlediği belirlendi. Bu genişleme, Hıristiyanlığın ilk yüz yıllarında tam anlamıyla etkindi ve ancak İslâm tarafından kesin olarak durdurulacaktı. Kısacası Mani, Zerdüşt inancının da kaynağı olan Kalde-Babilonya potasında, Buddhist ahlâk ilkelerini ve Hıristiyan öğretisini harmanlayan bir bilgeydi.

Ortaya çıkarılan son bulguların ışığında, Manicilik bir büyük din olarak değerlendirilebilir. Üstelik "kitaplı" bir din, bir misyoner dini, örgütlenmiş bir din, tüm büyük dinleri kendinde eritmek isteyen evrensel ve nihaî bir din. Ancak tüm bu niteliklerden daha önemlisi, her şeyin başına iki ezelî ve karşıt iki ilkeyi, Işık ve Karanlığı yerleştirmiş olan ve İsa 'nın gelişini müjdelediği "Paracletos" tarafından gizemleri açıklanan köktenci bir "gnosis"tir Manicilik. Tüm yaşamı ve tüm bilgileri içerdiğini ileri süren bir toptancı gizem dinidir. Isa basarisiz olmuş, Aziz Paul ile Marcion' un çabaları boşa gitmiştir. Gerçek Kilise'yi yeniden düzenlemekle görevlendirilmiş olan Paracletos-Mani zuhur etmiştir.

Örgüt ve Ritüel

Maniciliğin örgütlenmesinde de Marcion örnek olarak alınmıştır. Maniciler iki sınıfa ayrılmışlardır: gizeme ulaşmış olanlar ile sıradan inananlar ya da Mani'nin adlandırdığı gibi "Seçkinler" (ya da Yetkinler) ile "Dinleyenler". Manicilik'te kadınlar da seçkinlerin arasına kabul edilirdi. Bir tür ruhban sınıfı olan seçkinler, çok zorlu hazırlık dönemlerinden ve çetin inisiyasyon törenlerinden geçirilirlerdi. "Consolamentum" (Teselli) adi verilen inisiyasyon törenine pek önem verilirdi. Bu asamadan sonra, seçkinler "Tanrısal Işık" ile dolarlar ve artık bu ışığı dünyevî nesnelerle kirletecek eylemlerden kaçınırlardı. Evlenmezler, mülk sahibi olamazlar, et yemezler, şarap içmezlerdi. Tarım islerinde çalışmamalı, hatta ekmeği bile doğramamalıydılar. Günlük yiyecekleri ve yalın giysileri ile gezgin bir yasam sürmeliydi seçkinler.

Seçkinlerin ilkeleri, Buddhist keşişlerin disiplinine şaşırtıcı ölçüde yakındı. Arada bulunan tek fark, Manici seçkinlere yerleşik yaşamın yasak olmasıydı. Seçkinlerin yasamı oldukça zordu. Yaşamları üç mühürle bağlıydı: ağız, el ve gönül mühürleri...İlk mühür, tüm kötü yiyecekleri ve kötü sözleri yasaklardı. İkinci mühür, canlı varlıkların içinde saklı bulunan ışığa verilebilecek her türlü zararı engellemek içindi; adam öldürmek, hayvan öldürmek, hatta meyve koparmak bile yasaktı. Üçüncü mühür, Manicilik inancına ve temizliğine karşı çıkan her türlü düşünceyi yasaklamaktaydı.

Doğal olarak, seçkinlerin sayısı pek azdı. Tarihte ün kazanmış seçkinlerin son derece az sayıda olması da garipsenebilir. Maniciliğe bağlı olanların büyük çoğunluğu "Dinleyiciler"den oluşuyordu. Bunlar yalnızca Mani'nin "On Emri" ile bağlıydılar. Bu On Emir kısaca ;

1- Geçirilmiş olan zamana (tarihe) inanmak
2- Çok Tanrılı döneme inanmak
3- Yalandan kendini koruma
4- Kötü insan olmamak
5- Et yenilmesinin yasaklanması
6- Başkasının namusuna kötü gözle bakmamak
7- Hırsızlık yapmamak
8- Okumak,sihirle hakikati tanıyarak,bunları birbirinden ayırmak
9- Toplum içerisinde inançlı olmak
10- İşinde gevşek ve ihmalkar olmamak

Bu on emir sırasıyla puta tapmayı, namussuzluğu, cimriliği, her türlü öldürme eylemini, zina yapmayı, hırsızlığı, yalancılığı, büyücülüğü, ikiyüzlülüğü ve Maniciliğe ihaneti yasaklıyordu. Sıradan inananların ilk görevi seçkinlere neredeyse tapınma derecesine varan bir saygı beslemekti. Dinleyiciler sık sık seçkinlerin önünde diz çökerek kutsanma talep ederler, buna karşılık sebze ve meyve verirlerdi. Herkes için geçerli olan diğer dinsel görevler dua ve oruçtu.

Dua öğle, akşamüstü, gün batımında ve güneş battıktan üç saat sonra olmak üzere günde dört kez zorunluydu. Gündüz duaları güneşe dönerek yapılır, geceleri ise aya bakarak dua edilirdi. Ne günesin, ne de ayin görünmediği günlerde dua yönü kuzeydi. Dua etmeden önce uygulanması kesin koşul olan bir arınma riti vardı. Arınma isleme su ile, ya da su bulunmazsa toprak ile yapılırdı. Oruç zamanlaması da tıpkı dua gibi doğrudan astronomik olgulara bağlıydı. Haftanın ilk günü günesin onuruna (Sunday) herkes oruç tutardı. Seçkinler, haftanın ikinci günü de (Monday?) ay onuruna oruç tutmakla sorumluydular. Ayrıca her yeni ayda, herkes iki gün oruç tutardı.

Maniciliğin diğer rit ve törenleri hakkında bilinenler pek az. Mani'nin ölüm yıl dönümünde gerçekleştirilen "Bema" töreni Maniciliğin en büyük kutlaması olarak biliniyor. Bu törende sürekli dua edilir ve kutsal yazılar okunurdu. Beş basamakla çıkılan bir platformun üzerine bos bir taht yerleştirilirdi. "Bema" töreninin diğer ayrıntıları ne yazık ki bilinmiyor. Ayrıca, Manicilikte vaftiz uygulamasının olduğu da kesin, fakat bu konuyu içeren kutsal yazılar kayıp olduğundan, Manici vaftiz töreninin hiçbir ayrıntısı bugün bilinmiyor.

Maniheizm 'in (Manicilik) Kutsal Kitapları

Mani dininin kutsal kitapları altı tanedir. Bu kitaplar Mani tarafından yazılmış ve Mani öğretilerinin toplandığı kutsal metinlerdir.Bu kitaplar

1.Sahberden
Mani bu kitapta kötü insanları tanıtır.Ahriman 'ın bu kötü insanların arasına girip onları aldattığını anlatır

2.Sendokojine
Mani Sendokojine 'de iyi insanları ve iyilikleri anlatır.Aydın ve aydınlıkla onların mutluluğunu anlatır.

3.Riya Rast
Doğru yolu ve doğru olanları anlatır.

4.Olperesti
Mani Olperesti 'de inanç, düşünce ve kalp temizliğini anlatır.

5.Veşarti
O dönemdeki dinleri ve geçmiş din ve peygamberleri anlatır.

6.Nivista Gernasa
Mani bu kitabında tanınmış insanları,pehlivanları,ülkeleri için mücadele edip ölüme kadar savaşmış olan kahramanları tanıtır.



Doğu'daki Etkileri

Hem Roma İmparatorluğu 'nun, hem de İran 'da Sasanîler'in baskısına karşın, Manicilik hızla yayıldı. İran 'ın Doğusunda bulunan ülkelerde çok basarili oldu. X. Yüz yılın baslarında, Arap tarihçi El-Birunî "Doğu Türklerinin büyük çoğunluğu, Çin ve Tibet'te yasayanlar ve Hindistan 'ın bir bölümü Mani dinine bağlıdırlar" diye yazmıştı. Son zamanlarda Turfan kazılarında ortaya çıkarılan Manici resim ve edebiyat bulguları bu açıklamayı kanıtlamıştır.Mani'nin ölümünden bir yüz yıl sonra, Manicilik Malabar kıyılarına kadar yerleşti. Kara Balgasun'da bulunan ve bir zamanlar Nesturîler'e ait olduğu zannedilen Çince yazıtların, aslında Manici oldukları kuşku duyulmayacak biçimde belirlenmiştir.

Doğu'da Manicilik, IV. yüz yılın sonlarından başlayarak, Doğu İran 'da sağlam bir sıçrama tahtası edinmiş ve buradan hareketle İpek Yolu boyunca Afganistan'dan Tarım Havzasına kadar yayılabilmişti. Manicilik 762 yılında Uygurlar'da devlet dini olarak kabul edilmiş ve böylelikle Çin'e doğru genişleme olanağına da kavuşmuştu. IX. Yüzyılda Uygur devletinin yok olmasından sonra, Cengiz Han'a kadar Tarım havzasında varlığını sürdürmüştü. Çin içinde ise, Güney kıyılarına kadar inerek, buralarda varlığını gizli bir din olarak devam ettirmeyi başarmıştı. Çin'in Fukien eyaletinde XVI. yüz yılda bile Maniciliğe rastlanmıştı.

Manicilik Iran ve Babilonya'da hiç bir zaman egemen din düzeyine yükselemedi, ancak Emevîlerin yönetimi altında geniş bir hoşgörü ve refaha ulaşabildi. Maniciler kimi Emevî halifelerinden müsamaha gördüler, başkent Bağdat 'ta az sayıda olmalarına karşın, Irak 'ın bir çok köyüne yayıldılar. Ancak, Emevîlere oranla çok daha az dinsel hoşgörü sahibi olan Abbasîler döneminde, Maniciler "zındık" olarak değerlendirilip baskı görmüşler, çeşitli suçlamalar nedeniyle cezalandırılmışlardır. Bu suçlamalar arasında Düalizm, zina, akraba arası cinsel ilişki ve homoseksüellik önde geliyordu. Uygulanan baskılara karşın, özellikle Irak'ta bulunan Manici topluluk etkinliğini IX. yüz yıla kadar sürdürmüştü. Ancak, devam eden Abbasî zulmü, Maniciler'in toplu halde önce Horasan'a ve daha sonra, Maniciliğin bir devlet dini olduğu Uygur ülkesine göç etmelerine yol açmıştı.

Maniciliğin, "Thomas İncili", "Addas Öğretileri" ve "Hermas'ın Çobanı" gibi Hıristiyan "apocrypha"larını (Kilise tarafından kabul görmeyen İncil metinleri) benimsemesinden dolayı, Thomas, Addas ve Hermas'in Mani dininin ilk büyük havarileri oldukları söylentisi doğdu. Addas'ın Doğu'da, Thomas'in Suriye'de ve Hermas'in da Mısır 'da havarilik ettikleri varsayıldı.

Manicilik, Mani'nin ölümünden önce bile, Filistin'de biliniyordu. St. Ephrem 378 yılında, hiç bir başka ülkenin Mezopotamya kadar Manicilik'ten etkilenmediğinden yakınmaktaydı. Edessa'da (Urfa) 450 yılında güçlü bir Manici cemaat mevcuttu. Emesus'lu Eusebius'un, Laodicea'li George'un, Tarsus'lu Diodorus'un, Antakya'lı Chrysostomus'un, Salamis'li Epiphanus'un ve Bostra'li Titus'un Maniciliğe karşı mücadele ettikleri biliniyor. Tüm bunlar, Maniciliğin Batı Asya'da Hıristiyanlık için ne denli büyük bir tehlike olduğunu göstermektedir. Ancak, Maniciliğin Hıristiyanlığa en fazla zarar verdiği ülke Mısır oldu. İmparator Konstantin zamanında, Maniciliği benimsemiş olan İskenderiye valisi tüm Hıristiyan rahiplere görülmemiş bir sertlikle davrandı.

Doğu Roma toprakları üzerinde, Manicilik en etkin olduğu düzeye 375-400 yılları arasında ulaştı ve sonra hızla geriledi. VI. yüz yılda bir süre için yeniden önem kazandı ve toplumun yüksek sınıfları arasında kabul gördü. Bu dönemde İmparator Justinianus Manicilikle ciddi bir mücadeleye girdi ve kısa sürede Maniciliğin bu canlanma çabası da bastırıldı. Ancak, bu çabalar Maniciliği tümüyle yok edemedi. Bir süre sonra Manicilik, yeniden canlanarak, Paulician'lar ve Bogomil'ler adi altında Bizans İmparatorluğu 'nu istilâ etti.

Batı'daki Etkileri

Batı'da Maniciliğin esas yurdu Kuzey Afrika 'ydı. Mani'den sonra gelen ve ikinci Paracletos olarak adlandırılan Adimantus da Afrika'da etkin olmuştu. Maniliğin Afrika'daki en büyük önderlerinden biri de, IV. yüz yılın sonlarında yasayan Mileve'li Faustus'tur. Mileve'de yoksul bir ailenin oğlu olarak doğan Faustus, gençliğinde Roma'ya yerleşmiş ve orada Maniciliğe girmişti. Derin bilgi sahibi değildi, ama etkileyici bir konuşmacıydı. Manici çevrelerde ünü çok yaygındı. 383 Yılında Kartaca'ya göç ettikten kısa süre sonra Hıristiyanlar tarafından tutuklandı, fakat herhangi bir ceza görmeden salıverildi. 400 Yılında, Maniciliği öven ve Hıristiyanlığı, özellikle Eski Ahid'i yeren bir kitap yazdı. Hıristiyan Pederlerinden ve Maniciliğin en önemli düşmanı olan St. Augustinus bu kitaba tam otuz üç ciltlik bir yapıtla yanıt verdi. Faustus'un daha sonraki yaşamı hakkında bilgi mevcut değil. Ancak, St. Augustinus'un yirmi yıl boyunca kaleme aldığı sonraki yapıtlarında Manicilik'ten hiç söz etmemesi, bu süre içinde Maniciliğin etkisini giderek yitirdiğini gösteren bir kanıttır. Vandallar'in Afrika 'yı ele geçirmesi üzerine, Maniciler son bir girişimle, Arius mezhebine bağlı Vandallar'i Maniciliğe çekmeye çalıştılar. 477-484 Yılları arasında hüküm süren Vandal Kralı Huneric'in bu girişime karşı tepkisi çok sert oldu ve Kuzey Afrika'daki tüm Maniciler ya sürgüne gönderildiler, ya da yakıldılar.

Maniciliğin Batı'daki merkezlerinden biri de Roma kentiydi. 311-314 Yılları arasında Papalık yapan Miltiades, "Liber Pontificalis" isimli eserinde, Roma'daki Manicilerden söz etmekteydi. İmparator Valentianus'un 372 yılında çıkardığı bir ferman, Roma'daki Manicilerin kovuşturulmasını buyurmaktaydı. 384-388 Yılları arasında da,Roma'da "Martari" adında yeni bir Manici tarîkat ortaya çıktı. Bu tarîkat, özgün Mani öğretisini değiştirmeyi amaçlayarak, seçkinlerin gezgin yaşamı terk etmesini ve bir tür manastır düzenine girmesini öngörmekteydi. Martari'ler en büyük direnci Maniciler'den gördüler.

VI. Yüz yıldan bağlayarak, Manicilik Batı'da neredeyse tümüyle yok oldu. Her ne kadar sağda solda, kimi gizli topluluklar ve düalist tarîkatlar varlığını sürdürdüyse de, bunların Babilonya'li peygamber Mani ile doğrudan ya da bilinçli bir ilintisi mevcut değildi. Ancak tam beş yüz yıl sonra, XI. yüz yılda Doğu'dan, Bizans ve Bulgaristan yolu ile gelen Paulician'lar ve Bogomil'ler Batı'yı etkilediler. Bunların düalist öğretileri, Kuzey İtalya ve Güney Fransa'da tohumlanabilecek verimli alanlar buldular ve böylece tarihte ilk kez Hıristiyan topraklarına yönelik Haçlı Seferlerine yol açmış olan Kathar hareketinin temellerini attılar.


Sonuç ve Maniciliğin Yokoluşunun Nedenleri

Bu denli sıra dışı bir teoloji ve insanin yazgısından çok "Işık" için ilgi besleyen bir dinsel inancın, böylesine hızla yayılıp itibar görmesi oldukça yadırgatıcı bulunabilir. Ancak, gnostik efsanelerin bolluğu, ne denli akıldışı olursa olsun, bu tür yaratılış öykülerine inanmaya hazır geniş halk kitlelerinin varlığını göstermektedir. Ayrıca, III. yüz yılda Roma 'nın baskıcı ve mutsuz dünyasında, tıpkı Hıristiyanlık gibi, herkese kurtuluş vadeden bir inancın yayılma olasılığının ne ölçüde yüksek olduğu Manicilik örneğinden açıkça anlaşılmaktadır.

Maniciliğin kısa sürede yayılması, ne ondan önceki, ne de sonraki dinsel inançların yayılmasına benzemez. Zira Manicilik, diğer dinlerin aksine, kabul edildiği ülke ve topluluklarda hiç bir temel politik ve sosyal değişim yaratmayı öngörmemiştir. Bu durum Manici misyonerlerin görevlerini zorlaştırmış, zaten bir bileşim olarak doğan dinlerini, diğer ulusların kültürel ve toplumsal koşullarına adaptasyon gereğini yaratmıştır.

Maniciliğin tümüyle entellektüel düzeyde kalması ve toplumsal-politik değişimler yaratmakta iddiasız olması en zayıf özelliğiydi. Kısacası Manicilik anti-sosyal olması yüzünden başarısızlığa uğradı. Bu sert ve savaşçı çağlarda, uygarlıklarını barbar saldırılarına karşı koruma endişesindeki yöneticiler, bu denli edilgen bir inancı onaylayamazlardı. Toplumsal kuralları hiçe sayan, yandaşlarına başıboş dolaşıp çalışmayı reddetmelerini ve sadaka ile geçinmelerini buyuran, hayvanların öldürülmesine bile karşı çıkan barışçı bir inancın baskı ve zulüm görmesi kaçınılmazdı. Örgütsel yapıları da, ağır baskılardan sonra yaşamını sürdüremeyecek kadar dayanıksız ve edilgendi.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Paflikyanlar



Ermenistan 'da Hıristiyan inancı, II. ve III. yüz yıllarda hızla ilerlemiş ve III. yüz yılın sonlarında (287 yılında) ya da IV. yüz yılın basında (301 yılında), Hıristiyanlık resmi din olarak Ermeni ulusunca kabul edilmişti. Hıristiyan inancına bağlı akımlar, Kuzey-Bati yönünden "Helen Tipi " ve Güney-Bati yönünden "Suriye Tipi " biçimlerinde Ermenistan 'a girip tüm IV. yüz yıl süresince yan yana var olmuşlardı. Ayrıca pagan inançlar da Hıristiyanlığın kabul edilmesinden çok sonralarına kadar etkisini sürdürmeyi başarmıştı. Öteden beri süregelen Zerdüştçü ve Mazdeist kurum ve gelenekler de bir anda sökülüp atılamamıştı. Hıristiyanlığın tüm kültürel, sosyal ve politik gerekleriyle birden kabul edilmesinden sonra, Ermenilerin Bati 'ya yönelmeleri kaçınılmaz olmuştu. Hıristiyan inancının korunması için eski inançlar zamanla Batili bir yaklaşıma dönüştürülmüştü. Bu düzeni sürdürmek için Ermenistan 'ın güçlü Hıristiyan komşuları sık sık Ermeni Kilisesinin yasam alanına müdahale etmişler, dogmatik çekişmelerde çeşitli gerekçelerle kendileri için elverişli olan çözümleri sağlamak için baskı uygulamışlardı. Bu gelişmelere rağmen, Ermeniler arasında artan Hıristiyan etki dalgasını dengelemek üzere politik ve dinsel akımlar ortaya çıkmıştı. Bir akım, pagan inançlarının yeniden canlanması için harekete geçerken, bir diğeri, Hıristiyanlığı denetimi altına almak isteyerek, Hıristiyan inançlarının en koyu bir biçimde savunmasını yüklenmişti. Ermeni Kilisesinin başlangıç tarihi, çok sayıda dinsel akımla birlikte, ruhban sınıfı karşıtı çekişmeler ve aralarındaki ilişkilerin belirlenmesi çok zor olan tarikatlar karmaşasını içerir. Bu tarikatların eğilimleri ya Hıristiyanlığın ahlak öğretisini asan, çarpıtan ve bu öğretiye karşı duran, ya da kilise uygulamalarından daha fazla bir tutuculuğu içeren aşırılıklara yönelmekteydi. Maniciler, Messalianlar, Montanistler, Tondraklar, Borboritler ve Paflikyanlar gibi çeşitli tarikatlar Ermenistan 'da verimli bir ortam bulmuşlardı.


Helenizm ve Gnosis



Hıristiyanlık, Kudüs 'ün I.S. 70 yılında yıkılmasından sonra kendini Yahudi etki alanından kurtarmış olarak, ancak çevresindeki Helenizm 'in inanç ve düşünceleriyle ilişki içinde bulmuştu. Bu yeni olgu, Hıristiyan inancını bozabilecek tehditler içeriyordu. İlk yılların Hıristiyan Kilisesinin ilk girişimi, kendini Helenizm ruhuna kolayca teslim etmemek için çabalamak oldu. Hıristiyanlık, Yahudi kalıbında kalsaydı yayılamayacaktı. Kolaylıkla Helen kültürünü benimsemiş olsaydı, yine günümüzdeki durumundan çok farklı bir konumda olacaktı. Gerçeklesen gelişim, erken Hıristiyan inancıyla Helenizm arasında beliren bir sentezdir. Helen dünyasında oldukça yaygın olan Gnostisizm, I.S. 80 ile 150 yılları arasında Hıristiyanlığın gizemci uygulamaları için kullanılmış bir ad olup, aslında Hıristiyan Kilisesinin en korkulacak rakibi durumundaydı. Gnostik akımınn yandaşları, Kilise 'nin basit inancını hiçe sayan gizli bir bilginin (Gnosis) sahibi oldukları savıyla ortalıktaydılar. Yeni-Platonculuk 'tan, Helenleşmiş Zerdüşt inancından ve Yahudilik 'ten aktarılmış sistematik bir öğreti durumuna ulasan Gnostisizm, bir tür kozmolojik yaklaşım ortaya koymuştu. Bu yaklaşım, tinsel unsurların maddenin tutsaklığından zamanla kurtulması görüsünü içeriyordu. Bu düşünce, Basilides ve Valentinus 'un kurduğu Gnostik gruplarda, İsa 'nın insan biçiminde belirmesini reddetmeye kadar vardırılmıştı. Gnostisizm, Ermeni tarikatları üzerinde de önemli bir etkiye sahip olmuştu. Örneğin Messalianlar, Gnostisizmin etkisinde kalmış bir dilenci tarikatıydı. Önerdikleri köktenci inanç biçimi, dünyadan tümüyle koparak, insanin kurtuluşu sorunun çözümleneceği yolundaydı. Messalianizm, tam anlamıyla bu dünyaya ait her türlü çalışma ve etkinlik biçimlerinin inkârına dayanan bir dinsel akımdı.

Paflikyanlar


Manicilikten türemiş düalist bir Ermeni tarikatıdır Paflikyanlar. Paflikyan (Pavlikyan, Bavlikyan) ya da "Paulician " adının kökeni karanlıktır. Gibbon, bu adın "Aziz Pavlus 'un öğrencileri " anlamına geldiğini belirtir. Paflikyanların bu havari iç in besledikleri özel ilgi ve tüm Paflikyan önderlerinin Aziz Pavlus 'un öğrencilerinden birinin adını almaları bu görüsü desteklemektedir. Ancak, Paflikyanların düşmanları tarafından kullanılan biçimi ile "Paulikianoi " adı oldukça ilginçtir ve bu terimin "Samsat 'li Pavlus 'un izleyicileri " anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Oysa Samsat 'li Pavlus 'un öğretisi ile Paflikyanların hiçbir bağlantısı yoktur. Photius 'un aktardıklarına göre ise, Samsatlı Kallinice adli Manici bir kadın Pavlus ve Yohan adli iki oğlunu bu öğretiyi yaymak üzere Ermenistan 'a göndermiştir ve Paflikyanların adı iste bu Pavlus 'den gelmektedir. Ancak, bunun sadece bir öykü olduğu ve bu kişilerin gerçekten var olmadıkları tarihçiler tarafından ileri sürülmüştür. Konunun uzmanlarından Ter-Mkrttschian, Paulician adının Ermenice 'de "küçük Pavlus 'un izleyicileri " anlamına geldiğini belirtmekte, ancak bu küçük Pavlus 'un kim olduğu konusuna bir açıklık getirememektedir. Paflikyan adı ilk kez, 719 yılında Ermeni Kilisesinin Duin Sinod 'unda kullanılmış ve bu Sinod 'da "hiç kimse Paflikyan denilen kötü sapkınların evini ziyaret etmeyecek " biçiminde bir kural konulmuştur.

Paflikyanların Tarihi

Kendi adını Silvanus olarak değiştiren Mananali 'li Constantine, Colonia yakınlarındaki Kibossa 'da ilk Paflikyan topluluğunu bir araya getiren kişidir. Öğretisini yaymaya 657 yılında başlamıştır. Kendisi kitap yazmadığı gibi, tüm öğrencilerinin sadece İncil 'i esas almalarını istemiştir. Constantine 'den sonra Paflikyanların önderliğini Symeon-Titus üstlenmiştir. Aslında Bizans tarafından Paflikyanları yok etme görevi ile gönderilen Symeon, Constantine 'i 684 yılında öldürdükten sonra inancını değiştirmiş ve Paflikyanlara katılmıştır. Ne var ki, 690 yılında Symeon-Titus da, Bizans görevlileri tarafından öldürülmüştür. Bundan sonra ciddi bir bocalama dönemi geçiren tarikat, 715 yılında Pavlus adli bir kişinin önderliğinde Phanaroea yakanlarındaki Episparis 'te yeniden toparlanmıştır. Akımin adının bu Pavlus 'tan kaynaklandığı da ileri sürülmektedir. Pavlus ölünce iki oğlu, Gegnesius-Timothy ile Theodore, önderlik için kavgaya tutulmuşlar ve Gegnesius, 717 yılında İstanbul 'a giderek imparator III. Leo ve patrik I.Germanius 'u kendisinin bir Ortodoks olduğuna inandırmış, bir imparatorluk birliği ile Mananali 'ye geri dönerek Theodore 'u yenilgiye uğratmıştır. Paflikyanların başına geçen Gegnesius bir süre sonra ölmüş, bu kez de onun iki oğlu, Zachary ve Joseph-Epaphroditius arasında kavga çıkmıştır. Kısa zaman sonra Zachary ve izleyenleri Müslüman orduları tarafından yok edilince, tüm Paflikyanlar yine Joseph 'in önderliğinde birlenmişlerdir. Joseph, tüm Anadolu 'da Paflikyan toplulukları oluşturmayı başarmıştır. Ne var ki, Joseph 'ten sonra basa geçen Vahan zamanında tarikat hem sayıca ve hem de etki olarak gerilemistir. Bu dönemde ortaya çıkan Sergius-Tychius adli bir kişi, Vahan 'dan ayrılarak, Paflikyan tarikatını güçlendirmek ve reforme etmek için harekete geçmiştir. Paflikyanlar, "Vahanitler " ve "Sergitler " olmak üzere ikiye bölünmüştür. Sergitler, kısa süre içinde başarılı olmuşlar ve rakiplerini neredeyse tümüyle ortadan kaldırmışlardır. Bu dönemde Paflikyanlar, Bizans İmparatorlugu 'nun bazen baskısı, bazen de koruması altında kalmaktaydılar. IV. Constantine ve II. Justinian, Paflikyanlara şiddetli bir baskı uygulamıştı. III. Leo ve onu izleyen "Ikona Kirici " (Iconoclast) imparatorlar ise, genellikle Paflikyanlara sempati beslemişlerdir. I. Nicephorus, Paflikyanları Phrygia ve Lycaonia yörelerinde asker olarak kullanmak istemiştir. I. Michael, yeniden Paflikyanlara karşı şiddet uygulamasına başlamış, özellikle V. Leo, kendisinin de bir Paflikyan olduğu iddialarını yalanlamak amacıyla, müthiş bir Paflikyan avına çıkmıştır. Bu dönemde bir çok Paflikyan, Bizans 'tan kaçarak Müslümanlara sığınmıştır. Sergius 835 yılında öldürülmüştür. İmparatoriçe Theodora zamanında da baskı sürmüş, Karbeas yönetiminde isyan eden Paflikyanlar kitle halinde Müslüman topraklarına göç etmişlerdir. Artık Bizans 'ın kanlı düşmanı durumuna gelen Paflikyanlar, Müslümanlar tarafından desteklenmişlerdir. Tephrike 'de (Divrigi) bir kale kuran Paflikyanlar, sürekli olarak Bizans topraklarını yağmalamışlar, giderek etkilerini arttırarak politik bir güç durumuna yükselmişlerdir. İmparator I. Basil zamanında, Paflikyan ordusu Anadolu 'yu boydan boya geçerek Efes 'e kadar gelmiş, İzmit 'i işgal ederek neredeyse İstanbul 'un karşı kıyılarına kadar ulaşmıştır. Ancak sonunda yenilgiden kurtulamamışlar ve 871 yılında Tephrike kalesi yerle bir edilmiştir. Bu durum tarikatın askeri gücünü yok etmiştir. Paflikyanlar Anadolu 'nun çeşitli yörelerine dağılmışlardır. V. Constantine ve I. Johannes, Paflikyanları kitleler halinde Trakya 'ya, özellikle Filibe kenti ve çevresine göçe zorlamışlar ve Slavlara karşı askeri güç olarak kullanmışlardır. Dokuzuncu ve Onuncu yüz yıllar süresince Bizans yönetimi ve Kilisesi, Anadolu ve Trakya 'daki Paflikyanlar ile uğraşmış, onları Ortodoks inancına çekebilmek için sürekli çaba harcanmıştır. Ermenistan 'da Paflikyan hareketi, dokuzuncu yüz yılda Smbat adli bir kişinin kurduğu "Tondrak " tarikatı biçiminde varlığını sürdürmüştür. Trakya 'da ise zamanla yok olmuşlardır. Alexius Comnenus tarafından 1081 yılında Ortodoksluğa dönmeye ikna edildikleri ileri sürülmüştür. Onuncu yüz yıldan sonra, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Ancak, öğretilerinin izleri bir çok yerde görülmüştür. Bulgaristan 'daki Bogomil tarikata Paflikyanların devamıdır. Bogomiller, Ortaçağ boyunca Batıya doğru öğretilerini yaymışlar, Katharlar (Albililer) ve diğer Manici akımları etkilemişlerdir. Ermenistan 'da da Paflikyanlardan türeyen benzer tarikatların günümüze kadar varlıklarını sürdürdükleri kabul edilmektedir. Yüz yıllar sonra, 1717 yılında Lady Mary Wortley Montagu, İstanbul'a gelirken Filibe'de durakladığında, aynen şunları yazıyor: "Filibe'de kendilerine Paulin adını veren bir tarikat buldum. Bunlar eski bir kiliseyi göstererek Aziz Pavlus'un burada vaaz verdiğini söylüyorlar. Pavlus, bunların en makbul azizleridir..."

Paflikyanların Öğretisi


Paflikyan öğretisinin temel görüsü, maddi dünyayı yaratan ve yöneten Tanrı ile tapılması gereken, ruhları yaratan göklerin Tanrısı arasındaki ayrımdır. Paflikyanlara göre tüm maddi varlıklar kötüdür. Bu yaklaşım Paflikyanların, Manicilikten etkilenen akımlardan biri olarak kabul edilmeleri gerektiğini ortaya koyar. Ancak, Paflikyan öğretisinde güçlü bir "Marcionist " etki de vardır. Eski Ahit 'i kabul etmezler, İsa 'nın yeniden doğacağına inanmazlar; Paflikyanlara göre İsa Tanrı 'nın dünyaya gönderdiği bir melektir ve gerçek annesi göklerdeki Kudüs 'tür; İsa 'nın tüm eseri yaydığı öğretisidir; İsa 'ya inanmak insani son yargıdan kurtarır; gerçek vaftiz İsa 'nın sözlerini duymakla olur. Paflikyanlar haça değer vermezler, yalnızca İncil 'in bir kısmına inanırlar; İsa 'yı reddettiği için Aziz Petrus 'un mektuplarını dikkate almazlar; yalnızca Luka İncili ve Pavlus 'un mektuplarına değer verirler. Tüm resim ve heykellere karşıdırlar. Maddi dünyaya ait her şeyin sadece simgesel bir değeri vardır. Bu bakımdan, Paflikyanlar Kiliseyi de, Kilisenin geleneklerini, dogmalarını, kurumlarını, ruhban sınıfını da reddedişlerdi. Onlara göre, herkes kutsal metinleri okuyup yorumlama hakkına sahiptir. Paflikyanlar kendilerini kabul ettirmek için çok şiddetli bir misyoner etkinliği göstermişlerdi. Ayrıca korku duyulan savaşçılar olup, bu nitelik kuskusuz bulundukları bölgenin coğrafyasından kaynaklanıyordu. Zira Paflikyanlar, dinleri ve uygarlıkları ayıran bir sinir üzerinde yer alıyorlardı. Akımin bu militan görünümü, toplumsal alanda da radikal bir ideoloji ile kokuttu. Yeryüzünde tüm tinsel yetkeyi reddettikleri için, dünyasal iktidar ve politik hakların varlık nedenini de inkar ediyorlardı. Böylece, dinsel düzeydeki eşitlikçiliğe, toplumsal düzeyde de bir eşitlikçi anarşizm eklenmekteydi. Paflikyanlara göre, tüm Kilise hiyerarşisi kötüdür, ayni biçimde tüm ayinler ve kutsal eşyalar da reddedilmelidir. Örgütlenmelerinde en önde gelen kişiler, tarikatın farklı yörelerdeki kurucularıdır. Bu kurucu azizler, genellikle adlarını Aziz Pavlus 'un görencilerinden alırlar ve onların yeniden dünyaya gelmiş ruhlarını taşıdıklarını ileri sürerler. Azizlerden sonra, bir konsil oluşturan "synechdemoi " (yoldaşlar) ile toplantılarda düzeni sağlayan "notarioi " gelir. Toplantılarını kiliselerde değil, "proseuchai "nde (dua evleri) yaparlar. Baskı altındayken inançlarını saklamanın ve hatta reddetmenin doğru olduğuna inanırlar. Bu nedenle, dışardan Kiliseye bağlı bir görünüm sunarken, gizlice Paflikyan inançlarını sürdürebilmişlerdir. Ülküleri, tüm irk ayrımlarını giderecek olan inananların tinsel birliğine ulaşmaktır. Düşmanları Paflikyanları sürekli ahlaksızlıkla suçlamışlardır. Hatta dua evlerinde bile ahlâksız davranışlarda bulundukları ileri sürülmüştür. Kendilerinin "Hıristiyan " adından başka bir adla çağırılmalarından hiç hoşlanmazlar. Harnack 'a göre Paflikyanlar, "Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığı reddeden, hiyerarşi karşıtı düalist Puritanlardır ". Gibbon 'dan beri Paflikyanlar, ilk ve saf Hıristiyanlığı sürdürmeye çalışan, düşmanları tarafından baskı ve ıstırap altında yasamak zorunda bıraktırılmış, İncil 'e bağlı iyi insanlar olarak kabul edilmektedirler. Conybeare, Paflikyanları Adopsiyonistler 'in devamı olarak nitelendirir. Adeney ise Paflikyanları "Protestanliktan önceki Protestanlar " olarak değerlendirir.




--------------------------------------------------------



Katharizm



Katharizm ya da Katarcılık (-okunuşu "katar"-) Ortaçağ’da Fransa’nın Albi bölgesinde ortaya çıkan, 12. ve 13. yüzyıllarda Avrupa’nın batı kısmındaki ülkelerde etkili olan bir tarikattır. Din tarihçilerinden bazıları bu tarikatı Hıristiyan tarikatlar sınıfına sokmaya çalışmışsa da, Kilise’nin görüşlerine karşı çıkmış ve reenkarnasyonu kabul eden bir tarikattır.

“Kathar” adı, sözcük anlamıyla arınmış anlamına gelir. Albigeois olarak da adlandırılan Katharlar’ın (Cathares) temel görüşleri şöyle özetlenebilir:



• Ruhun dünyevi kurtuluşa ermesi için pek çok defa bedenlenmesi gerekir.
• Ruhun kurtuluşunu maddi bağlardan kopma yoluyla aramak gerekir.
• Nefis terbiyesi ruhun kurtuluş sürecini hızlandırıcı bir yoldur.
• Dünyada düalite (ikilem) ilkesi geçerlidir.
• Dünya’da Satan’ın (şeytanın) egemenliği hüküm sürdüğünden, Dünya yaşamı ötesinde bir cehennemden söz etmeye gerek yoktur. (Yani cehennem bizzat yaşadığımız kötülük dolu yeryüzü olarak kabul edilebilir.)
• Kötülüğün kaynağı bedensel istekler, maddi hırslardır
• İsa Peygamber’in dediği gibi, mal mülk edinme kaygısı kaçınılması gereken nefsani bir kaygıdır.
• İsa Peygamber Tanrı’nın oğlu değildir, o da hepimiz gibi, bir ruhtur.
• Katoliklik boş inançlardan başka bir şey değildir.

Kilise ve krallık Katharlar’ı birkaç kez imha girişiminde bulunmuş ve bunu sonunda 13. yy.’da Haçlı orduları başarmıştır. 20.000 kişinin katledilmesi ve keşişlerin yakılmasından sonra, Kathar tradisyonu kısmen Trubadur’lar tarafından sürdürülmeye çalışılmışsa da, bunların yaymaya çalıştıkları öğreti de yine Engizisyon tarafından yasaklanmıştır.



Yüzyıllarca unutulmuş durumda kalan kathar öğretisi, 20.yy’da ünlü reenkarnasyon araştırmacısı İngiliz psikiyatr Dr. Arthur Guirdham’ın araştırmalarıyla yeniden gündeme getirilmiştir.

Mine Saulnier adlı bir Türk araştırmacı-yazar, "Gülün Öteki Adı" adlı kitabında, ortak mülkiyeti savunan Şeyh Bedrettin’in Kathar öğretisinden esinlendiğini ileri sürer.






------------------------------------------------



TAPINAK ŞOVALYELERİ

Tarihin en gizemli topluluklarından biri de hiç kuşkusuz Tapınakçılar'dır. Fransızca'da "Templiers", İngilizce'de "Templars" olarak adlandırılan bu şövalyelerin gizemi günümüzde de varlığını korumaktadır. Özellikle de Mason Cemiyetlerinin bu şövalyelere sahip çıkmaları günümüzde de süregelen bir ilgiye kaynaklık etmektedir.

1099 yılında Kudüs ve Filistin'deki kutsal yerler Haçlılar'ın eline geçmişti. Ancak Haçlı kuvvetlerinin burada güven içinde olduklarını söylemek çok güçtü. Buradaki Müslüman kuvvetler, özellikle de 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra akın eden Türkler Haçlıları güç durumda bırakmaktaydılar. Bölgeye Hıristiyan hacı adaylarının da sürekli gelmesi bölgede özel güvenlik önlemlerinin alınmasını gerektirmekteydi. Hacı adayları ya fanatik Müslümanların ya da etraftaki haydutların kurbanı olmaktaydılar.

Bölgede güvenlik sağlanması ve hacı adaylarının güven içinde seyahatlerinin gerçekleştirilebilmesi için -kaynaklara göre- dokuz şövalye Fransa'da, Champagne bölgesinde, Hugues de Payns önderliğinde toplanmışlardır. Elimizdeki kayıtlara göre bu şövalyeler Hugues de Payns, Geoffroy de Saint-Omer, André de Mantbard, Payen de Montdidier, Archambaud de Saint-Aignan, Geoffroy Bisol, Hughes Rigaud, Rossal ve Gondemare'dir.

Hac yollarının emniyeti için yola çıkıp Kudüs'e varan bu şövalyeler, kral II.Baudouin tarafından çok iyi karşılanmış ve kendilerine şehirde bir yer tahsisi edilmiştir. Bu yıllar, 1119 -1120 yılları, tarikatın aynı zamanda ilk yıllarıdır. Tarikatın bu yıllardaki adı ise "İsa'nın Yoksul Şövalyeleri"dir. Birkaç sene sonra ise kral II.Baudouin, oturmakta olduğu ve Süleyman'ın Tapınağı olarak bilinen yeri terk etmiş ve burayı bu şövalyelere tahsis etmiştir.

İsa'nın Yoksul Şövalyeleri'nin adı ise bundan böyle "Tapınakçılar" olarak anılmaya başlamıştır. Takip eden yıllarda Tapınakçı şövalyelerin sayısı hızla artmaya başlamıştır. Artık savunmaya ihtiyaç duyan hacıların korunmasın üstlenmek isteyen şövalyeler kendilerini Tapınakçıların arasında bulmaktadırlar. Özellikle Hayfa Limanı ile Kudüs arasındaki yolun korunmasını Tapınakçılar üstlenmiştir. Tapınakçıların sayılarının artması artık Saint Augustin'den esinlenerek konulan kuralların yerine yeni, bu tarikata mahsus kuralların konulması gerektirmişti. 1127 yılında Hugues de Payns beş arkadaşı ile birlikte Roma'ya, papa II.Honorius'u ziyarete gitmiş ve bu topluluk papa tarafından dini bir örgüt olarak tanınmış ve 13 Ocak 1128'de kurallar konulmuştur. Latince olan bu kurallar "Latince kurallar" olarak geçer.

12 yıl sonra uygulanacak olan "Fransızca kurallar" ise bunlardan çok az farklıdırlar. Aslında Tapınakçıların tanınmasında ve kuralların konmasında, daha başka bir deyişle tarikatlaşmasında önemli bir isim rol oynamıştır: Saint Bernard de Clairvaux. 1090 doğumlu olan Saint Bernard de Clairvaux, genç yaşlardan beri çevresinde tanınmaya başlanmış, gerek davranışları gerekse de din kültürü ile ünü yayılmıştır. 1153 yılındaki ölümüne kadar etrafında hem sevgi dolu bir din adamı hem de karizmatik bir lider olarak saygı görmüştür.

20 Ağustos'taki ölüm tarihi, ona ait bir kült gününe dönüşmeye başladığında ise kilise müdahale etmek zorunda kalmıştı. Saint Bernard de Clairvaux gibi önemli bir kişiden destek alan Tapınakçılar böylece hem savaşçı şövalye olarak hem de dindar rahipler olarak kendi kurallarını uygulamaya başlamışlardır. Tapınakçılar ayrıca kendilerini diğerlerinden ayırmak için beyaz elbiseler de giymeye başlamışlardır. Tapınakçıların kıyafetlerinin en belirgin özelliği ise beyaz elbisenin üzerinde bulunan kırmızı haçtır.



Tapınakçıların Büyümesi

Zaman içinde Tapınakçılara bir çok şövalye katılmış ve örgüt büyümeye başlamıştır. 1147 yılında tarikatın ikinci Üstadı Robert de Craon öldüğünde sadece Kudüs'te 700 şövalye ve onlara hizmet eden 2400 kişi vardı. On üçüncü yüzyılda bir çok eyalette varlık göstermekteydiler. Bunların arasında Provence, Bourgogne, Catalogne, Portekiz, gibi yerler de vardı. Filistin'de üç büyük eyalete bölünmüşlerdi: Kudüs, Tripoli ve Antakya.

Bu yüzyılda Tapınakçıların 3468 adet şatoları vardı. Tapınakçılar hem asker hem rahip oldukları için kadınlarla ilgilenmezler, boş vakitlerinin çoğunu ibadetle geçirirlerdi. Tapınakçılar hem birtakım ayrıcalıklara sahip oldukları için hem de güvenilir oldukları için kutsal topraklara giden haçlıların paralarını da taşıyorlardı.

Tapınakçılar ayrıca hem katılanlardan gelen gelirle hem bağışlarla iyice de zenginleşmişlerdi. Bunun dışında söylentilere göre Tapınakçılar civardaki Müslümanlardan da para almaktaydılar. Tapınakçılar bu arada Orta Doğu'da ve İberya'da bir çok savaşlara katılmış ve başarılar da sağlamışlardı. Sonuç olarak, Tapınakçılar Haçlı Seferleri ve Hıristiyan Krallıkları döneminde güçlerinin doruğuna çıkmışlardı. Ancak bu etrafta söylentilerin doğmasına da neden olmaktaydı.

Bu suçlamalar arasında birbirlerini kalçalarından ve kaba etlerinden öpmeleri, eşcinsel ilişkide bulunmaları, haça tükürmeleri, Bafomet adı verilen bir puta tapmaları da vardı. Uzun mahkemelerden sonra Tapınakçıların sonu ateşte yanarak gelmiştir. Ancak ölümlerinden ve tarikatın yok olmasından sonra da haklarında söylentiler devam etmiştir.



Tapınakçıların Gizemleri

Tapınakçıların gizemleri daha tarikatın kuruluşu ile başlar. Aslında tarikat kurulduğu andan itibaren ezoterik bir karakter göstermiş ve amacını saklamıştır. Tarikatın ezoterik karakteri mühründe de görülmektedir. Aynı ata binmiş iki şövalye şeklindeki bu mühür değişik araştırmacılar tarafından değişik şekillerde yorumlanmıştır.

Bazı araştırmacılar bu sembolü birbirini kollayan iki şövalye olarak yorumlarken bazıları da bunu tarikatın ilk yıllarındaki fakirliğini belirttiğini iddia etmişlerdir. Aslında bu mühür, Saint Bernard'ın da «çarpışma iki yönlüdür, yeryüzünde ve gökyüzünde» şeklinde belirttiği gibi, misyonun maddi ve manevi olan iki yönünü temsil etmektedir. Bir başka deyişle görünüşteki amaçları Kutsal Topraklara giden hacılara yardım etmek olan tarikatın aslında bir de ruhsal bir amacı vardı.

Tarikatın ezoterik yönünün bir başka göstergesi de inisiyasyon törenleridir. Bu törenler bütün ezoterik topluluklarda görülen törenlere benzemektedir. Aday kabul edilmeden önce çeşitli sınavlardan geçmektedir. Bu sınavların tam olarak neler olduğunu bilemesek de dört elementle ilgili bir takım törenler olduğunu, bazı moral değerlerin sorgulandığını öğrenmekteyiz.

Bu sınavları geçen adayı, geceleyin, on iki şövalye beklemekteydi. Dışarıda bekleyen adaya şövalyeler niçin kapıya geldiğini üç defa sorarlar, yanıtını kabul edince içeri alırlardı. Tarikata kabul edilme ise törenle olmaktaydı. Tarikatın bir ilginç karakteri de o zamanki Orta Çağ düşüncesinden farklı düşünsel yapısı idi. Ezoterik düşünceye olan yatkınlığı Tapınakçıları diğer tarikatlardan ayırtmakta ve etrafta yanlış anlamalara yer vermekte idi.

Tapınakçıları tam bir ezoterik topluluk olarak düşünmek doğru olmaz ancak tarikatın zaman içinde böyle bir karakter aldığını ve diğer ezoterik topluluklara kaynak olduğu için bu özelliğinin fazla abartıldığını söyleyebiliriz.



İsa Hakkındaki Görüşleri

Tarih boyunca süregelen rivayetlere göre Tapınakçıların İsa hakkındaki görüşleri Hıristiyanlıktan çok daha farklıdır. Yaygın olan bir rivayete göre Tapınakçı şövalyeler Johannit mezhebe mensupturlar. Bilindiği gibi, Hıristiyanlık tarihine baktığımızda İsa'nın gelişinden önce Vaftizci Yahya'nın kişiliğinin öne çıktığını görürüz. Ancak Yahya, kabul edilen İncillerde İsa'nın geleceğini müjdeleyip onun vaftiz olmasını sağlayan bir kişidir sadece.

Hatta Matta İncilinde Yahya şöyle der: «Gerçi ben sizi tövbe için suyla vaftiz ediyorum, ama benden sonra gelen benden daha güçlüdür. Ben O'nun çarıklarını çıkarmaya bile layık değilim. O sizi Kutsal Ruh ve ateşle vaftiz edecek.» Ancak zaman içinde bazı topluluklar Yahya'yı İsa'dan daha önemli tutmuşlar hatta bu düşüncelerini çağlar boyu, İsa betimlemelerinde aslında Yahya'yı resmederek sürdürmüşlerdir. Aslında Tapınakçıların Johannit olduklarına dair çok da somut deliller yoktur, ancak kendilerine yöneltilen birtakım suçlamalarda Johannit mezhebe yöneltilen suçlamalara benzer suçlamalar vardır.

Son yıllarda yapılan araştırmalar ise, biraz zorlamalı da olsa, bazı Tapınakçı sembollerinde Johannit mezhebine ait izler bulmaktadırlar. Tapınakçılara yakıştırılan başka inanışlara göre de Tapınakçılar İsa'nın Thomas isimli bir ikizi olduğuna ve yeniden dirilmenin ancak böyle gerçekleştiğine inanmakta ve ayrıca Maria Magdelena'nın İsa'nın karısı olduğunu öne sürmektedirler.

Müslümanlarla İlişkileri

Haçlı seferleri sırasında kutsal topraklara giden haçlılar içinde Müslümanlar ile en yakın ilişkileri kuranlar Tapınakçılardır. Söylentilere göre Tapınakçılar Müslümanlardan para da almaktadırlar. Tapınakçıların en çok ilişki kurdukları topluluk ise İsmailliye mezhebinden türeyen Haşhaşiler'dir.

Haşhaşiler (Batıda "Assasin" diye anılırlar ve katil anlamına gelen bu sözcük buradan türemiştir.) Hassan Sabbah'ın Alamut kalesini almasından sonra buraya yerleşen müritlere verilen isimdir. Haşhaş içtikten sonra cinayet işledikleri öne sürülen bu topluluk aslında dejenere olmuş bir ezoterik öğretiye bağlılardı. Ancak Hassan Sabbah'ın kişiliğinden de kaynaklana nedenlerle siyasete de karışan Haşhaşiler Tapınakçıların ezoterik İslam'ı tanımalarında etkili olmuşlardır.

Tapınakçılar Müslümanlarla ilişki kurdukları için çok suçlanmışlar, hatta Tapınakçıların taptığı ileri sürülen Bafomet/Bahomet adlı putun aslında Mahomet (Muhammed) sözcüğünden geldiği ve Tapınakçıların Muhammed'e taptıkları söylenmiştir. Aslında Orta Çağ'da Batı'da Müslümanların Muhammed'e taptıkları zannedildiği bilindiğinden Tapınakçıların Müslüman olmakla da suçlandıklarını düşünebiliriz.

Bu arada Johannit mezhepler de, Özellikle de İstanbul ile olan alakadan ötürü üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Kaba hatları ile tarihini anlatmaya çalıştığımız Tapınakçıların gizemleri bugün hala gündemde. Yazılan bir çok kitapta Tapınakçıların bir çok "sırra vakıf " oldukları, tapınağın anahtarına, Kutsal Kab'a, Ahit Sandığı'na, bilmem hangi hazinelere sahip oldukları sürekli yazılmakta. Bazı cemiyetler ise bu topluluğu gereğinden fazla abartmaktadır.



Tapınakçıların Sonu

Sağlanan bütün başarılara rağmen doğuda Latin krallıkları çok uzun ömürlü olamamışlardı. 16 Haziran 1291'de son kale de Müslümanların eline geçtiğinde sadece 16 Tapınakçı şövalye kalmıştı. Kalan şövalyeler ise Fransa'ya yerleşmişlerdi. Belli bir amaç için kutsal topraklarda toplanan Tapınakçı şövalyelerin Fransa'da tarikatın varlığını sürdürmelerine için hiçbir neden yoktu. Artık tarikat ömrünü tamamlamıştı. Ancak şövalyeler bunu kabul etmek bir yana zenginlikleri ile ayrıcalıklı bir konumda varlıklarını sürdürüyordu.

Tapınakçı şövalyelerin bu zenginliği, paraya ihtiyacı olan Fransa kralı Güzel Philippe'nin (Philippe le Bel) dikkatini çekmekteydi. Bu arada Tapınakçı şövalyeler hakkında çıkan söylentiler de kralın içini kolaylaştıracak gibi durmaktaydı. Sonunda kral ustaca bir komplo ile 13 Ekim 1307'de Tapınakçı şövalyelerin büyük bir bölümünü tutuklamayı başardı. Aralarında Büyük Üstad Jacques de Molay'ın da bulunduğu bu grup büyük işkenceler maruz kalmış ve kendilerine atfedilen suçlardan büyük bölümünü kabul etmişlerdir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Hurufilik



Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din, kimilerine göre bir mezheptir ya da yalnızca bir tarikattir. Ne var ki tüm araştırmacılar Hurufiliğin harflere olan özel ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu akımın çeşitli yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufilik’in bu niteliğini vurgulamaktadır. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun “Felsefe Ansiklopedisi”nde Hurufilik, “harflerden dinsel anlamlar çıkaran İran içrekçiliği (ezoterizmi)” olarak tanımlanmaktadır. Britannica’da yer alan tanım da “harf ve rakamların çeşitli yorumlanmaları üzerine kurulu bir inanç dizgesi” biçimindedir. Zaten “huruf” sözcüğü harf sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflere olan özel eğilimi dışında, ikinci bir özelliği ile de ilgi çekmektedir, o da “içrekçi” yani “batıni” (ezoterik) oluşudur.

Bu durumda Hurufilik olarak bilinen bu inanç akımını iki temel nitelik altında değerlendirmek gerekmektedir: Ezoterizm ve Harfler. Harflerden dinsel anlamlar çıkaran her inanç akımı Hurufilik ile ilgili olmadığı gibi, ezoterik nitelikli akımların tümü harflerin anlamları ile ilgilenmez. Hurufilik, bir yandan harfler ve harfler ile bağlantılı olarak rakamlarla ilgilenmekte, diğer yandan bunların yardımıyla ve bunlara dayanarak açıklanan, savunulan ezoterik inançları işlemektedir.

Hurufiliğin Öncülleri

Harfler bizi doğrudan yazıya götürmektedir. Harf ve rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli özel ilişkiler kurulması ve böylelikle görünen amaçlarının ötesinde anlamlandırılmaları tüm eski kültürlerde görülen ve neredeyse yazının tarihiyle aynı zamanda başlamış bir uğraştır.

Bu çabanın ilk örneği Pythagoras’ın öğretiler dizgesinde bulunur. Bu dizge, varoluş sorunlarının felsefi araştırması amacıyla oluşturulmuş bir inanç akımı çerçevesinde geliştirilmiş ve ünlü Pythagoras kuramı da bu dizgenin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İ.Ö. 500 yıllarında ortaya çıkan Pythagoras dizgesi, geliştirdiği müzik kuramı ile birlikte ele alınınca ses, dil, sayılar ve harfler aracılığıyla evreni açıklamayı amaçlayan bütüncül bir yapıya ulaşabilmiştir. Kendisinden önce gelen Mısır, İran ve Hint tekniklerini kullandığı sanılan bu dizge, daha sonraki harfçilerin sık sık başvuracağı temel yöntemleri geliştirmiştir.

Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan “Kabbala”, Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç taşımakta, harf ve sayıların gizemini çözerek Tevrat’ı yorumlamayı hedeflemektedir. Kabbala’nın yorumuna göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot) biçiminde dışsallaştırarak evreni yaratmıştır. Kabbala’nın yaratılış ile ilgili bu savında yer alan hemen her unsuru, İslam ezoterizminde ve dolayısıyla Hurufilik ve onun etkisi altındaki “Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak olanaklıdır.

Harfçilik ve etkilerinin İslam’da ne zaman ortaya çıktıkları konusu oldukça tartışmalıdır. İslam harfçileri için uygun koşulları, Kur’an’da bazı surelerin başında birbirinden ayrı ve anlamsızmışçasına yer alan ve “Huruf-u Mukatta’a” diye adlandırılan harfler sağlamıştır.

Yaşar Nuri Öztürk, “Tarihi Boyunca Bektaşilik” adlı kitabında bu konuda şunları belirtmektedir: “Şunu da söyleyelim ki, bu harf kümelerine muhtelif ve çoğu kez esrarlı manalar verme işi, sahabiler devrinde başlamıştır…Hatta Hz. Ali’nin: “Kur’an Fatiha’dan, Fatiha Besmele’den, Besmele Ba harfinden ibarettir. Bense o Ba harfinin altındaki noktayım” sözü çok ünlüdür.”

İslam’da “Kutsal Metinlere” harf düzeyinde yorum getirme çabasının ilk örneği X. yüzyılda Hallac-ı Mansur’da görülür. Mansur, Kur’ana sözcük anlamlarına bakarak "Yorum" getiren (Te’vil) Karmatiler’in bir propogandacısıydı. (Karmatilik, IX. yüzyılda dinsellikle bağdaştırılmış, sosyo-ekonomik temelli ezoterik bir akımdır.) Mansur, divanında ve “Kitab al-Tavasin” adlı eserinde harfler ve sayıların “gizli anlamlarına” değinen ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin bir sonucu olarak ilk kez “Enel-Hakk” diyen Mansur olmuş ve bu sözü nedeniyle 922 yılında idam edilmiştir.

İslam’da harfçiliğin ikinci önemli örneğini Endülüslü düşünür Muhyiddin-i Arabi (1165-1240) oluşturur. Endülüslü Yahudi düşünürlerin ve Kabbalacıların etkisinde kalarak “El-Fütuhat El Mekkiye” adlı yapıtında harfçiliğin bir çok örneğini sergilemiştir.

Fazlullah Esterabadi

Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanan Hurufiliği bir inanç sistemi olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah Esterabadi’dir. 1340 Yılında doğan Fazlullah, genç yaşta teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz yaşındayken tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde Harezm’e gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra Tebriz’e geçmiştir. Burada etrafına topladığı kişilerle yaptığı dini sohbetler sayesinde büyük saygınlık kazanmıştır. 1386 Yılından başlayarak Isfahan’da kendi sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için bir mağarada inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde kendisinin “Mehdi” olduğunu ileri sürmüştür. Çevresinde yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu yedi kişinin çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya başlamıştır. Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden kişiler yeni akımın çevresinde toplanmaya başlamıştır.

Fazlullah’ın kendi sistemini yaymaya çalıştığı ortam bu tür akımlar için pek elverişlidir. Bu yöre Mazdeizm ve Karmatilik gibi bir çok ezoterik akıma kaynaklık etmiştir.

Fazlullah hakkında bilgi içeren her kaynak, onun Tanrılığını ilan ettiğini söylemektedir. Ancak bunu nasıl gerçekleştirdiğini belirtmemektedirler. Bu ilan sadece “Enel-Hakk” biçiminde yapılmış olabilir. Aynı yörelerde Hallac-ı Mansur’un oldukça tanındığı dikkate alınırsa, en güçlü olasılık bu ilanın “Enel-Hakk” formülüne dayanmasıdır.

Fazlullah, yarısı farsça ve yarısı da Esterabad lehçesi ile yazılmış olan “Cavidan-ı Kabir” adlı bir eser ile adının “İskendername” olması olası bulunan farsça bir manzume kaleme almıştır. Ayrıca “Arşname” ve “Muhabbetname” adlı kitapları da vardır.

Yeni sistemin yaygınlaşması egemen çevrelerde rahatsızlıklar yaratır. Timur’un oğullarından Miranşah’ın buyruğu ile Fazlullah tutuklanır ve hapsedilir. 1394 Yılında Alıncak kalesinde öldürülür; cesedi ayaklarına bağlanan bir iple çekilerek ibret olsun diye dolaştırılır. Fazlullah’ın çevresindekiler kovuşturmalara uğrar.

Hurufi önderlerinden Ahmed Lur’un 1427’de Şahruh’a karşı bir suikast eylemine girişmesinden sonra, müritlerden bir çoğu yakalanıp öldürülmüş, hatta cesetleri bile yakılmıştır. 1467’de ise Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a karşı bizzat Fazlullah’ın kızının önderliğinde bir ayaklanma hareketi şiddetle bastıtılmış ve isyanın önderi beş yüz kadar taraftarı ile yakalanıp idam edilmiştir. Bu olaylar üzerine Hurufiliğe bağlı kişiler bir çok ayrı yöne dağılarak, görüş ve inançlarını beraberlerinde götürmüşlerdir.

Anadolu’da ve Rumeli’de Hurufilik

Hurufiler’in büyük çoğunluğunun Anadolu’ya sığındıkları biliniyor. Özellikle Sivas, Eskişehir ve Batı Anadolu’nun bazı kent ve kasabaları kısa zamanda kimliklerini çok iyi gizleyen Hurufi propagandacılarla dolmuştur. Hurufiler, buradan Rumeli’ne geçerek Arnavutluk’ta, Filibe ve Varna gibi Balkan önemli kentlerinde eylemlerini sürdürdüler. Bazı tasavvuf cemaatlerine sızarak, kendilerini gizlemeyi ve inançlarını yaymayı başardılar.

Abdülbaki Gölpınarlı “Hurufilik Metinleri Katalogu” ve “Fadl Allah Hurufi” adlı yapıtlarında Hurufiliğin Anadolu’da Mir Şerif ve özellikle büyük Azeri ozanı İmadeddin Nesimi tarafından yayıldığını belirtiyor. Gölpınarlı, Mir Şerif'in Anadolu'ya Fazlullah’ın eserleri başta olmak üzere bir çok Hurufi kitapları getirdiğini, Fazlullah’ın önde gelen halifelerinden Nesimi’nin geniş boyutlu bir propaganda yürüttüğünü, hatta bir ara Ankara’ya kadar gelerek Hacı Bayram-ı Veli ile görüştüğünü söylüyor. Anadolu’da pek çok yer dolaşan ve uzun süre kalan Nesimi’nin bir çok kişiyi Hurufiliğe kazandırdığı kesindir. Bu kişilerin sonradan sistemli ve etkin bir propaganda yürüttükleri, Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı sarayına kadar girmiş olmalarından anlaşılabilir.

Taşköprülüzade’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine bakılacak olursa, Fazlullah’ın halifelerinden biri Edirne’deyken genç Fatih’i etkileyecek kadar başarılı olmuş, hatta bazı müritleri ile saraya yerleşmiştir. Durumdan oldukça rahatsız olan Veziriazam Mahmud Paşa ile müftü Molla Fahreddin-i Acemi, Hurufiler’in “Hulûl” inancına (Tasavufta Hulûl, Tanrı’nın yarattıklarında meydana çıktığına inanmak demektir) sahip oldukları konusunda genç Padişahı uyarabilmişlerdir. Fatih’in huzurunda yapılan bir tartışma sonunda Hurufiler’in gerçekten “Hulûl” inancına sahip oldukları kanıtlanmış ve bunun üzerine Sultanın buyruğu ile Hurufiler tutuklanmış ve idam edilmişlerdir. Edirne’deki Yeni Cami’de Fahreddin halkı Hurufiliğe karşı uyarmış, uygulamalarını ve inançlarını anlatmıştır.

Bu olayla birlikte Osmanlı topraklarında Hurufiler’in yüzyıllar boyunca sürecek kovuşturma ve cezalandırılmaları başlamış oldu. XVI. yüzyıla ait belgeler, özellikle Balkanlar’daki çeşitli kentlerde sık sık Hurufi kovuşturmalarının yapıldığını, pek çok Hurufinin yakalanarak idam edildiklerini, cesetlerinin yakıldığını ortaya koymaktadır. Bu kayıtlarda belirtilen kişilerin, doğrudan Hurufi olmasalar da, Hurufilik’ten etkilenen çeşitli inanç akımlarına bağlı kişiler oldukları kesindir.

Bu akımlar arasında başta “Kalenderiler” gelmektedir. Şiddetli ceza ve baskılara karşın, çeşitli tasavvuf çevrelerine bağlı olup, Hurufilik propagandasını yapan pek çok kişinin bulunduğu, özellikle XVI. yüzyılda Balkanlar’da tanınmış olan Otman Baba, Rafii ve Usuli gibi ozanların varlığı dikkati çekiyor. Bu kişileri daha sonra yaşamış olan Hayreti, Muhiti, Yemini, Muhyiddin Abdal ve Arşigibi önde gelen Kalenderi ve Bektaşi ozanları izlemiştir.

İshak Efendi “Kaşif el-Esrar” adlı kitabında, Fazlullah’ın halifelerinden Ali el-Ala’nın propaganda yapmak üzere Anadolu’da etkinlik gösterdiğini, XV. yüzyılın başlarında Bektaşi tekkelerine girdiğini ve Hacı Bektaş’ın fikirleriymiş gibi Fazlullah’ın düşüncelerini yaydığını belirtir. Bu sav, Bektaşi fikirlerinde Hurufiliğin etkisinin bulunduğu göz önüne alınırsa, doğru kabul edilebilir. Şiddetli kovuşturma ve baskı altındaki Hurufiler, Bektaşiler’in arasında karışarak varlıklarını korumayı başarmışlardır.

Gölpınarlı’ya göre, farklı namazları ve Fazlullah’ın öldürüldüğü Alıncak Kalesinde yapılan hac törenleri ile sıradışı uygulamaları olan Hurufilik, bir süre sonra bağımsızlığını yitirmiş, sonradan özellikle Alevi-Bektaşiler’e ve kısmen de diğer tarikatlere inançlarını aktararak tarihe karışmıştır.

Hurufi İnançları

Hurufiliğe göre, varlığın özü sesten oluşur. Evren, sesin ortaya çıkması ile var olmuştur. Özü oluşturan ses, canlılarda eyleme dönük (bilfiil), cansızlarda gizilgüç (bilkuvve) olarak vardır. Ses, canlılarda istem ve istekle ortaya çıkar.

Tanrı gizli bir hazinedir (Kenz-i Mahfi). Tanrı’nın ilk belirişi “Söz” (Kelam) ile olmuştur. “Söz” ilk nedendir ve Tanrı’nın soyut bir “İç Konuşması” (Kelam-ı Nefsi) niteliğindedir. Kesin bir gerçek olarak görülen bu soyut söz, bazı öğelere ayrışır ve bu öğeler biçiminde dışsal bir nitelik kazanır. Aslında sözün ayrıştığı bu öğeler Arap alfabesinin yani Kur’an’ın 28 ve Fars alfabesinin 32 harfidir. Söz bu dış öğeleri edinince, soyut durumunu yitirerek, “Söylenmiş Söz” (Kelam-ı Melfuz) biçimine dönüşür. Söylenmiş sözün birleşik görüntülerinden duygu ve bilinç evreni meydana gelir. Hurufiler, evrenin sonsuzluğuna ve sürekli döngüsel devinimine, bu devinimden doğal olayların oluştuğuna inanırlar.

Tanrı, kendisini insanın yüzünde “söz” biçiminde görünür kılmıştır. Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan yüzündeki burun “elif”, burnun iki yanı “lam”, gözler de “he” harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik yazılmış iki Allah sözcüğü ortaya çıkar. İnsan yüzünde ayrıca çeşitli hatlar vardır: iki kaş, dört kirpik ve saçtan oluşan yedi çizgiye “Ana Hatlar” (Hutut-ı Ümmiye) denir ve her insan yüzünde bu çizgilerle doğar.

Bu yedi çizginin dört öğe (ateş, su, hava ve toprak) ile çarpımı Arap alfabesinin 28 harfini verir. Ayrıca erkeklerde ergenlikte ortaya çıkan yedi çizgi daha vardır. Bunlar sağ ve sol yanlar ayrı ayrı sayılmak üzere iki sakal, iki bıyık, iki burun kılı ve bir çene altı kılı olarak toplam yediye ulaşır ve “Baba Hatlar” (Hutut-ı Ebiye) adını alır. Böylece yetişkin bir erkeğin yüzündeki çizgilerin sayısı on dörde ulaşır. Bu çizgilerin kendileri ve bulundukları yerler (Hal ve Mahal) olarak hesaplanması yine 28 harfi verir. Fazlullah, bu sayıyı 32’ye çıkartmış ve Fars alfabesindeki harf sayısına ulaştırmıştır.

Bu konuda Hurufiler şöyle bir açıklama da yapmaktadırlar: Tanrı’nın kendisini peygamberler aracılığı ile açıklaması aşamalar biçiminde olmuştur. Evrenin temel öğeleri olan harflerin her peygambere giderek artan sayıda bildirilmesi doğaldır. Nitekim Adem’e 9, İbrahim’e 14, Musa’ya 22, İsa’ya 24, Muhammed’e 28 ve son peygamber olan Fazlullah’a 32 harf malum olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne bildirilen öğelerin sayısı, her birine indirilen kitapların yazılmış oldukları dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır. Bunlar İbranice’de 22, Yunanca’da 24, Arapça’da 28 ve Farsça’da 32’dir. Bu aşamalar nedeniyle son peygamber Fazlullah’ın kendisinden önceki peygamberlerin bildikleri herşeyin anlamını çözecek anahtara sahip bulunduğu aşikardır.

Kur’an’ın gizi 29 surenin başlarında bulunan “Huruf-u Mukatta’a”da gizlidir. Bu harfler yinelenmelerin sayılmaması durumunda 14 tanedir (elif, lam, re, kaf, hı, ye, ayın, sad, te, sin, he, mim, kef, nun) ve bunlar anlamı açık ve kesin (Muhkemat) olarak kabul edilirler. Arap alfabesinin kalan 11 harfi ise anlamı belirsiz ve yorumlamaya açık (Müteşabih) biçimde değerlendirilirler. Asıl Tanrı sözü, Muhkemat’tan oluşan 14 harftir ve bunlar kendilerini insanın yüzünde gösterirler.

Hurufiler’e göre evrenin üç temel dönemi vardır: peygamberlik (Nübüvvet), imamlık (İmamet) ve tanrılık (Uluhiyet). Peygamberlik dönemi Adem ile başlamış ve Muhammed’de sonra ermiştir. İmamlık dönemi Ali ile başlamış ve on birinci imam Hasan Askeri ile bitmiştir. Fazlullah ile tanrılık dönemi başlamıştır. Tüm peygamberler “Mehdi” olan Fazlullah’ın habercisi ve müjdecisidirler. Fazlullah’tan sonra gelecek olan “Yetkin İnsan” (İnsan-ı Kamil) Fazlullah’a uymak zorundadır.

Fazlullah, Musevilerin beklediği “Mesih”, Hıristiyanlar ve Müslümanların gökten inaceğine inandıkları “İsa”dır. Fazlullah, gökten inmiş ve kıyamet kopmuştur, dünya ahiret bir olmuştur. Bu nedenle ahiret yoktur. Gerçek ortaya çıkmış ve tüm dinsel yükümlülükler kalkmıştır. Böylece Hurufiler tüm ibadetleri harfler ile yorumlayarak iptal ederler ya da değişik biçimde uygularlar. Örneğin hac, Fazlullah’ın öldürüldüğü yeri ziyaret etmektir. Şeytan taşlama ise, Fazlullah’ı öldüren ve “Maran Şah” (Yılanlar Şahı) dedikleri Timur’un oğlu Miranşah’ın yaptırdığı Senceriye Kalesi’ni taşlamaktır.

Hurufilik ve Bektaşilik

Bektaşi düşüncesine hızla etki eden Hurufilik nedeniyle, bazı araştırmacılar XV. yüzyıldan başlayarak Bektaşilik’in bozulduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Hurufilik hileli yöntemlerle, örneğin Hurufilik görüşlerini Hacı Bektaş’ın görüşleriymiş gibi savunarak, Bektaşi tarikatında etkin olmuştur.

Oysa Çamuroğlu'na göre, Bektaşilik Anadolu’ya Hacı Bektaş ile birlikte adım attığında Aleviler zaten çoktan bu topraklardadırlar. Aleviler, bir heterodoks derviş olan Hacı Bektaş’ı çeşitliliği barındırma potansiyeline sahip olan bünyeleri sayesinde özümsemişler ve onu bir önder olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Anadolu’da heterodoksi denilince akla hemen Alevi-Bektaşi geleneği gelmektedir. Bu gelenek, çeşitliliği özümsemesi ve hoşgörülü yapısı nedeniyle bir çok farklı heterodoks zümreyi de içinde barındırmış ve tüm ezoterik düşüncelerin Anadolu’daki sığınağı olmuştur.

Tümü farklı düşünce ve uygulamalara sahip olan Kalenderi, Haydari, Hurufi, Torlak gibi akımlara bağlı olanlar bu geniş yelpazeye katılmış, kendi bağımsız varlıklarını feda ederek, Alevi-Bektaşi toplumsal olgusuna kendilerine özgü renkler katmışlardır. Alevi-Bektaşiler bu durumda bir bozulma görmezler, zira inançları değişime açıktır. Tam tersine bu durum onlar için bir zenginleşme yoludur.

Hurufiliğin Etkileri ve Sonuç

1376 Yılından başlayarak Isfahan’da başlayan Hurufiliğin, her türlü baskıya karşın, inanılmaz bir hızla Osmanlı topraklarına yayılmasının ve etkili olmasının nedenleri çok yönlüdür. Şiddetli baskı ve zulme karşın hızla gelişen ve yayılan bu inanç sisteminin gelişim nedenleri, hem içinde büyüdüğü toplumsal yapının özelliklerine, hem de kendi içerik ve dinamiğine bağlı olmalıdır.

Hurufilik öncelikle ezoterik bir inanç sistemidir. Dinlerin “İçrek” (Batın) anlamlarıyla anlaşılması gerektiğini ve bunun da ancak özgür “Yorumlama” (Te’vil) ile gerçekleşebileceğini ileri sürmektedir. Hurufilik, ezoterik yaklaşımlar arasında, kentli nüfusa en fazla hitap edenlerden biridir. O döneme kadar kentlerde pek görülmeyen ezoterik yaklaşımın Hurufilik’le birlikte hızla kentleri de etkisi altına aldığı görülür.

Ortodoks İslam’ın simgesel evreni ve kültürü, o güne dek düşünce üretimine kentlerdeki medreseler ve yazılı belgeler yoluyla egemen olmuştur. Hurufilik, yorumlama yoluyla, yüzyıllardır sarsılmaz olduğu sanılan yazı ve kutsal metinlerin egemenliğini yıkmaya koyulur. Harfleri konuşturur. İnsanı kağıda yazılmış olanın üzerine çıkartır. Belge ve kayıtlara güvenen ortodoks sistemin kutsal metinleri, harflere getirilen keyfi yorumlarla kuru yapraklar gibi savrulmaya başlar. Osmanlıların ele geçirdiği kentlere doğru akan heterodoks dervişler, yıllar öncesinden kentlerde yer bulmuş bir Hıristiyan heteroks geleneği ile karşılaşır. Bu geleneğin en etkin temsilcisi “Bogomiller”dir.

Biri yazılı İncil’in, diğeri yazılı Kur’an’ın kalıplarına karşı mücadele eden iki farklı dinin heterodoks akımları doğal olarak yakın ilişkiler kurarlar. İslam heterodoksisi Hurufilik olmasaydı bu ilişkiyi kurmakta pek zorlanacaktı. Öncelikle Fazlullah’ın kendisini “Mesih” ilan etmesi bu ilişkinin kurulmasında etkin olmuştur.

Fazlullah’ın yazdığı “Cavidan” adlı yapıtın Firişteoğlu tarafından “Aşıkname” adıyla yapılan çevirisinde sık sık “Yuhanna İncil”inden alıntılar yer alamaktadır. On iki imamla on iki havari arasında paralellik kurulmakta, İsrail’in on iki kabilesine göndermeler yapılmaktadır. Anadolu heteroksisi Rumeli’ne geçerken de Hurufilik’ten fazlasıyla yararlanır. Sonradan Bektaşilik incelenirken Hurufi etkilerinin en yoğun olarak Rumeli ve Arnavutluk Bektaşiler’inde görülmesi, Hurufiliğin oynadığı rolün ne denli önemli olduğunu gösterir.

Anadolu’nun heterodoks İslam’ı ya da tüm Osmanlı topraklarında İslam’ın egemen olduğu simgesel evren içinde yaşayan heterodoksi, Hurufilik sayesinde, aynı topraklarda yaşayan diğer kültürlerden halkları, uzlaştırıcı çatısı altında toplama yeteneğini geliştirerek daha olgun bir biçim kazanmıştır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Adıge (Eski Çeçen) Dini
Adıgeler Kuzey Kafkasya halklarından olup, tarihin bilinen en eski devirlerinden günümüze kadar Kuzey Kafkasya'nm orta ve batı kesimlerinde yaşayan ve Adıge dilini konuşan otohkton halklardan birisidir. Batılılar onların ülkelerine Circassia, kendilerine de Circassien derler. Osmanlı kaynaklarında diğer Kafkas halkları ile birlikte Çerkes-Çerakis tabiri kullanılmaktadır. Araplar ise bunlara Şerkes-Şerakis adını verirler.

Adıgeler bilinen en eski tarihleri içinde hiç bir zaman dinsiz bir dönem geçirmemişlerdir. Tarih boyunca üç önemli dine mensup olmuşlardır. Bunlar eski dinleri, Hıristiyanlık ve Müslümanlıktır. Eski Adıge dini, üç ana grupta incelenebilir. Birincisi inançlar, ikincisi ibadetler, üçüncüsü de ahlaktır. Bunların dışında büyü, sihir, tılsım, fal vb. batıl itikatlar ve kutsal tasavvuru içinde ele alınabilecek tabiattaki çeşitli varlıklarla ilgili kültleri (dağ, ağaç vs.) sayabiliriz.

Tanrı Tha

Eski Adıge inançlarından en önemlisi hiç şüphesiz bütün dinlerde görülen Yüce Tanrı inancıdır. Adıgeler Tanrı'ya "Tha" ismini verirler. O kainatın yaratıcısıdır, bütün mukadderat elindedir, kullarına acıyan, bağışlayan, merhamet eden, sağlık veren ve aynı zamanda cezalandırandır. Tha'ya yüklenen bu sıfatlar, tevhid inancının izlerini taşır. Adıge inançlarında Tha'nın dışında başka tanrılar da mevcuttur. İkinci derecedeki tanrı, Tha'nın insanları terbiye vasıtası olan Yıldırım ilahı Şıble'dir. Bu ikisi dışında başka tanrılar da görülür.

Ahiret, cennet, cehennem, ceza, mükafat, ruhun ölümsüzlüğü, yeniden dirilme, melek, şeytan, cin eski Adıge inançları içinde yerini alır.

İbadet figürleri

Eski Adıge dininde ibadet de önemli bir yer tutar. Adıge ibadetleri dans ve müzik eşliğinde bir takım figürler icra edilerek mabet olarak kullandıkları "kutsal koru"larda yapılırdı. İbadeti Thamade yönetirdi. Diğer dinlerde görülen oruç, kurban, dua vb. ibadetler eski Adıgelerde de mevcuttu. Doğum ve ölüme çok önem verilir, bu iki olayla ilgili yapılan törenler en önemli dini görevlerden sayılırdı.

Bütün bunlar dünyadaki diğer benzer ilkel dinlerde olduğu gıbi dinin ilk kaynağının ilahi olduğu ve tek tanrı inancından, çok tanrı inancına geçildigi şeklindeki tezi desteklemektedir. Çünkü eski Adıge inançların da Tha merkezi bir konumdadır ve herşeyin yaratıcısıdır.



Vı Abıgeba?

Adıgeler üstün ahlaka önem verirler. Adıgeliği insanlıkla bir tutarlardı. Birisi yanlış ve hatalı bir iş yaptığında "Vı Adıgeba?" (Adıge değil misin?) derlerdi. Ahlaki umdeler ferdi ve sosyal hayatın tamamını düzenleyen şifahi kanunlar bütünü Khabze'nin içinde yer alırdı. Khabze kutsal sayılır ve ona uymayanlar Thamadeler kurultayı tarafından cezalandırılır.

Adigelerin Başlıca Tanrıları

Şıble: Yıldırım tanrısı
Tlepş: Ateş ve demir tanrısı
Thağalace: Bereket tanrısı
Mezitha: Orman ve avcıların tanrısı
Wvatha: Gök tanrısı
Amış: Hayvanların koruyucu tanrısı
Debeç: Tlepş'in ustası
Pakue Dame: Yaşlı, çirkin büyücü
Dev nine: Tüm devlerin türedikleri çok yaşlı bir kadın
Kotıj: Adalet tanrısı
Premethaj: Ateş tanrısı
Setenay Guaşe: Yemğazeş Guaşe'nin kızı, bilge, cesur ve güzel Nart annesi

Doğa Güçlerini Simgeleyen Tanrısal Varlıklar

Psetha: Ruhlar tanrısı
Sewıseres: Fırtına tanrısı
Blewus: Yılan tanrı
Merıse: Yılan tanrısı
Psıtha: Sular tanrısı
Aytes: İlkbahar tanrısı

Nart Destanları

Çerkes mitolojisinin ana kaynağını oluşturan anlatımlara “Nart destanları” adı verilir. Nart destanları sadece Çerkes değil, neredeyse tüm Kuzey Kafkasya halklarının ortak ürünüdür. Nart destanları Adigeler (Çerkes) dışında Karaçay-Malkar Türkleri, Abhaz-Abaza, Oset, Çeçen-İnguş ve Kumuk Türklerinin folklorunda da yer alır. Adige ve Abhazların Nart destanları eski Yunan mitolojisiyle benzerlikler gösterirken, Karaçay-Malkar Türklerinin destanları eski Türk mitolojisine yakındır. Gerçekte kuzey Kafkasya’da ya da Adige toplumunda Nart adlı bir soyun olduğuna dair somut bir bilgi olmamasına rağmen, Nartların Çerkesler ve Kuzey Kafkasya halklarının ortak olarak yarattıkları düş gücü kahramanları olduğu günümüz Kafkasya araştırmacıları tarafından kabul edilmektedir.

Çerkes mitolojisinde baş tanrı, evrenin yaratanı olarak tapınılan Tha’dır. İnanışa göre, insanlara acıyan, onlara yardım eden, sağlık veren Tha dışında daha çok doğa güçlerini simgeleyen yardımcı tanrılar vardır. Çerkes inançlarının önemli bir kısmı diğer tüm coğrafyalarda olduğu gibi animizm (cancılık) ve büyüye dayanırdı. Çerkesler suya, ateşe, bitkilere, ormanlara, kayalara, gök gürültüsüne ve yıldırıma tapmışlardır. Adigeler ibadet, dans ve müzik eşliğindeki bu tapınma eylemlerini, tapınak olarak kullanılan “kutsal koru”larda yaparlardı.

Töreni Tha-made isimli bir rahip yönetir, Khabze kurallarına uymayanlar Tha-made’ler tarafından cezalandırılırdı. Tören sırasında Tha’ya yalvarılır, kurban kesme törenleri yapılırdı. Törene huaho denilen, anlamı olmayan sözler ve yakarışlar eşlik ederdi. Bu yakarış ve ağıtlar veba, çiçek, humma ve benzeri hastalıklardan ve yeni doğan bebeklerin nazardan korunması amaçlıydı.

Kafkas Prometheus’u

Kafkasya mitolojisinde devler, kahramanlar ve büyücülerle ilgili hikâyeler önemle yer alır. Kabardey bölgesinde derlenmiş ve Yunanlıların Prometheus öyküsünü hatırlatan bir anlatıma göre; Elbruz dağlarının tepesinde, koni biçiminde büyük bir taş bulunmaktadır. Burada, sakalları ayaklarına kadar uzanan yaşlı bir adam oturur. Bütün vücudu kıllarla kaplı, uzayan el ve ayak tırnakları bir kartal pençesine dönüşmüş ve gözleri akkor kömür gibi kıpkırmızıdır. Boğazı, vücudu, elleri ve ayaklarından kalın bir zincire bağlıdır. Mitolojiye göre bu yaşlı adam bir zamanlar büyük Tha’nın çok yakınında yaşarken kendisini devirip yerine geçmek istemiş, yenilgiye uğradığında da kendini bu halde bulmuştur.



Yine rivayete göre kendisini görmeyi çok az kişi başarabilir, ikinci kez görme girişiminde bulunanlar ise ölürdü. Çoğunlukla hareketsiz duran adam arada bekçilerine şu soruyu sorarmış: “Dünyada hâlâ kamışlar ve koyunlar üremekte midir?” Bekçilerin olumlu yanıt vermesi üzerine öfkelenirmiş, çünkü dünyada kamışlar ve koyunlar ürediği sürece cezasının devam edeceğini bilirmiş. Ümitsizliğe kapılarak kayayı parçalamak istediğinde ise yer sarsılır, bağlı bulunduğu zincirler şimşek ve gök gürültüsü yaratır, nefesi fırtınalar oluşturur ve göz yaşları Elbruz Dağı’nın eteğinde kaynayan ve köpürerek akan bir nehre dönüşürmüş.

Nart destanlarında anlatılan kahramanların tamamına yakını erkeklerden oluşur. Fakat bu destanlarda anlatılan bir kadın kahraman vardır ki, konumu ve sahip olduğu özellikleri bakımından erkek kahramanların hepsini gölgede bırakır. Bu kahraman, Setenay ya da tam adıyla Setenay Guaşe’dir. (6)

Anaerkil kültle ilgili olduğu anlaşılan Setenay’ı “Ana Tanrıça” olarak anlatan bir metin şu ana kadar elimize geçmiş olmasa da, Çerkes mitolojisi Setenay’ı güç durumlarda akıl danışılan bilge kişi olarak tanımlar. Setenay, Büyük Nart Kurultayı’nın çözemediği toplumsal sorunları çözer. Doğan çocuklara isim koyar. O yalnızca iyi bir eş ya da âşık olunan güzel bir kadın değildir, aynı zamanda iyi bir ev sahibesidir, kahramanlara yol gösterir, öğütler verir, geleceği görür. Nart destanlarında sık sık karşımıza çıkan diğer figür, tanrı Tlepş’tir. Önceleri ateş tanrısıyken zamanla demirci tanrı rolü üstlenen Tlepş’in, tanrı olmasına rağmen Abazin metinlerinde Setenay’a akıl danışması ilginçtir. Bu anlatılara göre, Setenay Tlepş’in esin kaynağıdır. Sık sık Tlepş’in dökümhanesine gider, yararlı araçlar yapması için onu özendirir.

Doğurmadığı oğlu Sosrıkua’ya annelik eder. (7) Aşıwa lehçesindeki Abazin metinlerinde, demirci Tlepş’in dökümhanesi ayrıntıları ile anlatılır. Bu anlatılar Çerkeslerin demire verdikleri önemi gösterir.

Önceleri Tlepş’in örsü taştan, çekici ağaçtandır. Sık sık Tlepş’in dökümhanesine uğrayan Setenay, yeni örs ve çekiç modelleri yapar. Tlepş de bu modellerden yararlanarak örsü ve çekici demirden, çekicin sapını ağaçtan yapar. Yılan yavrularının boyunlarını birbirinin üzerinden geçirerek uyuduklarını gören Setenay, Tlepş’e ellerinin yanmaması için yapabileceği bir aracı esinler. Maşa ya da kerpeten böylece Setenay tarafından icat edilir.

Aşıwa lehçesindeki Abazin metinlerine göre, Setenay’ın büyüttüğü Sosrıkua, Nartlara ateşi getiren kişidir. Rivayete göre, Sosrıkua devin kafasını uçurup evinden ateşi kapar ve “Hey koca Nartlar, yürekleri ateşten Nartlar, korkmayınız, canlanınız! İşte size gerçekten, gerçek ateşi getirdim,” diyerek insanları tanrılar karşısında cesaretlendirmeye çalışır.

Kabardey anlatımında, daha çok Tlepş’in insan tarafı üzerinde durulur: Bunlara göre yaşlı demirci ustası Debeç’in körüğü geyik derisinden,körüğün kulpu kızılcık ağacından, ocağı tan güneşinden, kömürü kuru dikendendir. Çekici kıvılcımlar saçar. Demire güç yetirebilecek, ona şekil verecek kendisi gibi güçlü bir çırak arayan Debeç’e başvuranTlepş kendisini “doğurmayan bir annenin oğlu” olarak tanıtır ve demircilik sanatını sürdürmeyi amaçladığını söyler. Tlepş dökümhanede demirlerle konuşur, onları istediği şekle sokar. Çalışırken tıpkı ustası Debeç gibi aksamaktadır. Nart destanlarında anlatılan demirci tanrı Tlepş, pek çok özelliği ile Yunan panteonunda yer alan Anadolu kökenli Hephaistos’a benzer.





Bilindiği gibi Hephaistos da demirci tanrıdır ve aksaktır. Tanrılar ve kahramanlar için aletler, saraylar yapar. Zeus’un karısı Hera’nın oğlu olmasına rağmen, Hera tarafından tek başına ortaya çıkarılmıştır. Tlepş de öykülerde kendini anlatırken, “doğurmayan ananın oğluyum” der. Aşıwa lehçesindeki Abazın metinlerine göre, Setenay’ın büyüttüğü Sosrıkua (Nasren), Nartlara ateşi getiren kişidir. Bazı kaynaklarda Sosriquo veya Sawsrikua olarak da geçen Sosrıkua’nın adı da zaten “sıcak çocuk”, “ateş saçan”, “yakan erkek çocuk” anlamına gelmektedir.

Rivayete göre, Sosrıkua devin kafasını uçurup evinden ateşi kapar ve “Hey koca Nartlar, yürekleri ateşten Nartlar, korkmayınız, canlanınız! İşte size gerçekten, gerçek ateşi getirdim,” diyerek insanları tanrılar karşısında cesaretlendirmeye çalışır. Aşkarıwva lehçesinde anlatılan Abazin metinlerinde ise, yaşlı ve çirkin büyücü Pakue Dame, Nartların ateşini devlere geri verir.

Dev, ateşi geri getirmeye dağlara giden Nasren’i, Pakue Dame’nin kışkırtmasıyla Elbruz’a zincirleyip çiviler. Üzerine salınan kartal, Nasren’e gün boyu işkence yapar, ciğerini gagalar. Güneş batınca yarayı kanadı ile sıvar, yara kapanır. Güneş doğunca aynı işkence yeniden başlar. Nasren’i Peterez kurtaracaktır. (8)

Çerkesler için büyücüler korkulan ve yarı tanrı kişiliğe sahip varlıklardır. Büyücüler kıtlık getirebilir, halkı cezalandırabilir. Adige-Kabardey anlatımlarına göre, kahraman Wuezırmes bir kadının çocukları aç olduğu halde büyücü Pakue’ye yemek taşıdığını ve Nart halkının da Pakue’ye yiyecek, içecek ve armağanlar götürdüğünü görür. Wuezırmes, Nartların keçi sakallı, korkak Pakue’yi tanrı sayıp armağanlar vermelerini, ona hizmet etmelerini onuruna yediremez. Nartlar ise Pakue’nin üstlerine bela yağdırmasından korkar. Wuezırmes’in annesi, Setenay’ın annesi Yemğazeş Guaşe’ye gider ve Wuezırmes’in, Pakue’nin başını uçurmaya niyetli olduğunu söyler. Yemğzeş Guaşe, Wuezırmes’e babasından kalan Beyaz Yele’yi yeraltı ahırından çıkarmasını, eyerini demir kolonu ile almasını söyler ve siyah bir sandıkta da her şeyi biçen kılıcı bulacağını ekler. Wuezırmes Pakue’ye gider, kılıcını çekip kafasını uçuracakken Pakue zıplayarak uçar, göklere yükselip örümcek ağından bir ev yapar. Yarı tanrı Pakue yağmur yağmasını engeller, yeryüzündeki suları kurutur, ülkede kuraklı k başlar. Zor durumda kalan Wuezırmes, Setenay’a koşar. Setenay, beyaz yeleli atın Alp soyundan olduğunu, iyice ısındıktan sonra üç kez kamçı ile vurulduğunda gökyüzüne uçacağını söyler. Wuezırmes, Pakue’nin örümcek evine ulaşır. Pakue’yi oyuna getiren Wuezırmes kılı- cını çekip başını vurur. Yeryüzünde yedi hafta kanlı yağmur yağar. Toprak eskisi gibi verimli olur, ekinler büyür, ağaçlar meyve verir, yeryüzü yeşile bürünür, kadınlar doğurmaya başlar.



Adigeler için değişik nedenlerle yaptıkları dini törenler çok önemlidir. Çerkesler kuraklık yıllarında Hantso Guaşe şarkısı ile yağmur duası yapar, kaybolan hayvanların kurtlar tarafından parçalanmaması için özel sihirli sözler demek olan Hapeşcıpkhe ile kurtların ağzını bağlamaya çalışırlardı. Bugün bu gelenekler ve yağmur duaları İslami inançla birleştirilmiştir ve bazı Arapça dualar okunarak hâlâ uygulanmaktadır.

Dramatize edilmiş bir diğer tören ise Çapşakue’dir. Yaralının veya hastanın uyuması halinde canının onu terk edeceğine inanan Çerkesler ölümü ağır yaralının veya hastanın yanından kovmak için odada bulunan değerli eşyaları çıkarırlar. Odanın girişine, her gelenin birkaç kez çarpacağı biçimde saban demirleri yerleştirilir, ziyaretçiler topluca gelip hastanın yanına girdiklerinde hep birlikte yüksek sesle gürültü yaparlardı. Genç kızlar tören elbiselerini giyip törene katılır, çeşitli dans ve şarkılarla hastanın uyumamasını sağlarlardı. Bugün bu gelenek daha yumuşatılmış bir şekilde hâlâ görülür. Eski Adige ayinleri ve sembolik törenleri arasında, dramatize edilmiş bir temsil olan Ajağafe keçi dansının da önemli bir yeri vardır. Hayvancılık ve tarım takvimine bağlı olan Adige hasat bayramları hayvan hareketlerini taklit eden Ajağafe oyunları ile süslenir.

Yazımızı, korkulan tanrılardan biri olan orman ve avcıların tanrısı Mezitha’ya adanan bir şarkı ile bitirelim:

“Senin adını anıyoruz Mezitha
Bıyıkların kızıl alev
Yakarılarımız da senin için
Kızıl içki (kan) akıtıyoruz
Cömertçe, bolca
Bu ancak sana yaraşır
Albir keçi kurban edildi senin için
Genç ve doğurmamış bir kadın/Önünde diz çökmüş
Ak elli
Sen ki her şeyi bilen!
Güçlü meşe uçlarını yere eğen!
(…)
Başını salladığında
Ormanlar uğuldar/Eyvah!
O anda vahşi hayvanlar inlerinde titrer
Bütün yakarılarımız
Mezitha içindir...”




Eski Adıge geleneklerine ve yaşamına ilişkin bazı bilgiler

• Adıgeler "demokratik" ve "aristokratik" diye nitelendirilebilecek iki grupa ayrılıyordu.

Bu iki grup ve alt grupları arasında,ortak özellikler yanında farklılıklar da vardı. Bu nedenle, her konuyu kapsayan ortak bir Adıge (Çerkes) özellik ya da karakterinin bulunduğu söylenemez. Birbirine benzeyen özellikler, genellikle büyüğe ve yaşlılara saygı, kız erkek görüşmesinin nişanlılık öncesinde serbest olması, kızın kaçarak da evlenebilmesi, gelinin kocası ve diğer erkeklerle bir süre konuşmaması, kocasıyla birlikte görünmemesi, birlikte yemek yememesi,kocası gelmeden yatmaması, kendinden büyük aile bireyleri yanında oturmaması, vb.

• Sınıfsal olarak,derebeyi topluluklarında,sözgelişi K'emguylarda,sıkı bir kaynana (guaşe/?????) otoritesi vardır, gelin kaynanasından izinsiz bahçe dışına adım bile atamazdı. Bu sıkı disiplin ve gelenek farklılıkları nedeniyle, demokratik ve derebeyi toplulukları arasındaki evlenmeler de sınırlı düzeydeydi.

• Değişik özellikler, daha çok, iş yaşamı ve konuk ağırlama alanlarında görülür.Aristokratik ya da derebeyi topluluklarında köle kadınlar tarlada çalıştırılırken, özgür kadınlar, ev işleri dışında çalıştırılmazlardı, ayıp sayılırdı.

Aynı biçimde soylu sınıfı da kol gücü gerektiren işlerde çalışmazdı, soylular için çalışmak, kendileri açısından aşağılayıcı ve ayıp bir uğraş sayılırdı. Ama demokratik topluluklarda aksine bir görüş vardı, kadın-erkek herkes, en zengin ve yönetici olanlar dahil, herkes tarlalarda çalışabilirdi. Örneğin, Şapsığlarda konukluk süresinin bir hafta olduğu, ardından konuğun da ev halkından sayılarak, ev halkı ile birlikte çalışması gerektiği anlayışı da vardı. Demokratik topluluklarda çalışmamak ve tembellik ayıp sayılır, kınanırdı. İlkbahar aylarında,1950'lere değin,nakaratlar biçiminde iş türküleri söyleyerek,tarlalarda imece usulü (hafı/?????) ya da ödünç gün karşılığı mısır çapalayan kalabalık Şapsığ ve Abadzeh topluluklarıyla sık sık karşılaşılabilirdi (Düzce,Sakarya,Samsun,vb birçok yerde).O dönemler,serpme usulü mısır ekiliyor,daha ileri bir teknik olan çizi (sıra) usulü mısır ekimi,Türkiye Türk ya da Adıge köylüleri tarafından henüz bilinmiyor,çapa işi için çok kişinin birlikte kol gücü gerekiyordu.



Konuk ağırlama biçimleri,soylular ve köleler

• Bütün Adıge toplulukları konukseverdir,evine gelen bir konuğu ağırlar.Ancak,farklılıklar vardır.Örneğin,Kabartay ya da derebeylerine bağlı köylüler,istemeseler de,bir angarya olarak derebeyinin konuklarını ağırlamak zorundaydılar.Ayrıca konuk ağırlama yükümlülüğü bulunmayan köle nüfusu da çoktu.Sonuç olarak,Kabartay geleneğinde,demokratik topluluklarda olduğu gibi,tanımadığı ve karşılaştığı birini,evine konuk olarak "buyur etme usulü" yoktur;bu nedenle,sözgelişi Kabartay'ın evine çağırılmadan girmek,bir emrivaki yapmak ve ağırlamalarını istemek gerekir,o zaman konuk ağırlanır.Aksi takdirde,Kabartay geleneğinin bu farkını bilmeyen,sözgelişi bir Abadzeh ya da Şapsığ'ın sokakta kalması işten bile değildir.Başka bir yarı feodal topluluk olan K'emguylarda ise,haberli olarak konuk olmak ve ziyaret makbuldür.Ama kendiliğinden kapıyı açıp bahçeye giren her konuk ve ziyaretçi kabul edilip ağırlanır,ama bu geliş biçimi şık bir geliş biçimi olarak algılanmaz.Vıbıhlarda ise her köyün bir ortak konuk evi bulunur,akraba ve tanıdık kişiler dışındaki konuklar köy konuk evinde ağırlanırdı.

• Kölelerin konuk ağırlama yükümlülükleri yoktu.Köle nüfusu fazla olan topluluklarda geleneksel farklılıklar da oluşmuştur.Köle olmayan birinin,sözün gelişi köle birine konuk olması olacak şey değildir,ayıplanmaya,dahası toplumdan dışlanmaya da yol açabilirdi.Köle bir erkeğe kaçan köle olmayan bir kız ise,en azından,çok ayıplanır,çoğunca ailesi,soyu ve akrabaları tarafından red edilir,dahası köle gibisine aşağılanırdı.Bu tür feodal anlayışlar,zayıflamış da olsa,Türkiye'de yer yer,varlığını halen sürdürmektedir.Yine de,köleler,Adıge geleneğinin korumasından yararlanırlardı;demokratik topluluklarda azatlı kölelerin köle kökenli oldukları yüzlerine vurulmaz,kendileri için ayağa kalkılarak karşılama yapılırdı.Bir Adıge karşısında ayağa kalkmamak,o kişiyi köle gibi aşağılamak anlamına gelirdi ve sonucu korkunç olabilirdi.Ancak,derebeyleri,statü olarak alt düzeylerinde olan kişiler karşısında ayağa kalkmazlardı.Demokratik topluluklarda,tam köle de olsa, zayıf insanların ezilmelerine ve açıktan aşağılanmalarına izin verilmez,köle kızlarla evlenilebilirdi.Bu tür örnekler Şapsığ ve Abadzehler arasında çoktu.Azatlı köle erkeklerin,özellikle Şapsığlar arasında yalnız ve çocuklu dul kadınlara içgüveyi (tlekhehaj/??????????) olmaları da kabul görürdü.Köleler,feodal dönemde,en çok,soyluların ve işbirlikçileri olan zengin köylülerin borç alacağı,tutsaklık,vb nedenler karşılığı köleleştirdiği,sömürdüğü ve aşağıladığı yoksul köylülerdir. Bunların Tanrı tarafından "aşağı" bir soy ve "kirli" bir kandan gelme olarak yaratıldıkları,mızmız,sürekli yakınan,köle damarı günde yedi kez başına vuran,doyumsuz ve yüz verilmemesi gereken kişiler oldukları biçiminde tipik bir soylu ideolojisi oluşturulmuştu.

• Derebeyi topluluklarında,soylu (pşı-verk) olanların,özellikle kadınlar arasında,üstün bir "soylu ve temiz kan" (????1?;????????) taşıdıklarına,özellikle soylu kızların tükürüklerinin (1????) ve dualarının "şifa verici" (ezeğu/1??????) olduğuna inanılırdı.Bu tür feodal inanışlar,1950'li yıllara değin,Türkiye'de hala yaygındı.Soylu kızlar,sözgelişi Besleneylerde hastalara götürülür,tükürükleri şifa niyetine yaralara ya da hastalara sürülür,dua ettirilirdi.



Ceza verme biçimleri

Adıgelerde,derebeyi toplulukları dışında,yani demokratik topluluklarda,çok özel durumlar dışında,ölüm cezası yoktu.En ağır ceza,ölümden de kötü bir ceza olan toplumdan dışlanma ya da kovulma,yani bir tür aforoz cezasıydı.Böyle bir kişi ile,o topluluk ya da başka bir topluluk içinden hiç kimse konuşmaz ve onu yanına sokmazdı,"ünü" de hızla bütün bir ülkeye yayılır,bu tür cezalı kişiler,sonunda ve çoğunlukla intihar etmek ya da bir soyluya köle (vıneut) olmayı kabul etmek zorunda kalırdı,bu arada,en küçük bir olayda, yeni efendisi tarafından burdurularak satılabilirdi de. Aristokratik topluluklarda derebeylerinin kölelerini öldürebilmeleri yanında,köle olmayanların da,işledikleri suçlar nedeniyle kovulması,köle (vıneut/???1??;ev hizmetleri kölesi) yapılması,satılması,sözgelişi Rus hükümetince yasaklanmadan önce,derebeylerince öldürülmesi durumları da görülebiliyordu.Yargılama ile verilen ölüm cezaları,genellikle "psıkhadze" (????????),yani taş bağlanıp suda boğulma, Muhammed Emin'in kurdurduğu şeriat mahkemelerince verilen ölüm cezaları da,çoğunlukla kurşuna dizilme biçiminde yerine getirilirdi.Adıgelerde geleneksel anlamda hapishane yoktu,cezalar çalışma ya da maddi bir bedel karşılığı yerine getirilirdi.Ancak,casuslara ve düşmanla işbirliği yapanlara karşı en ağır cezalar uygulanırdı,ama yine de,işkenceye ve aleni aşağılamaya izin verilmezdi.Rus tutsaklara bile işkence yapılmazdı.Bu nedenle çok sayıda Rus eri firar edip Adıgelere sığınıyordu.



• Feodal topluluklar arasında,feodal iç bölünmeler nedeniyle,dayanışma zayıftı;ama Abadzeh ve Şapsığ gibi,Meotlar döneminden kalma bir arkaik demokrasisi bulunan topluluklar çok sıkı bir dayanışma içindeydiler,bu nedenle bunlar,yapılan dış saldırılara sert ve toplu karşılık verirlerdi,düşman da işbirlikçiler bulamaz ve sonunda çekilmek zorunda kalırdı.Natuhay,Şapsığ,Hak'uç,Vıbıh ve Abadzehler'de egemenlik "feqotl" (kendi başına buyruk kişi) denilen,efendisiz ve eşit haklı özgür bireylerden oluşan halka aitti.Yarı feodal toplulukların "fekotl" (??????1;Kabartayca: ????????1) kesimi ise,efendili,yani derebeylerine bağlı idi,ama fekotl'lar ,isterlerse efendilerini terk edebilir,serbestçe başka yerlere yerleşebilirlerdi.

• Adıgeler arasında,özellikle derebeyi toplulukları içinde sert bir kan gütme geleneği ve karşılıklı öldürmeler yaşanırdı.Ayrıca yoksul köylüler ile derebeyleri arasında sık sık çatışmalar olurdu.Adıge halk ozanı Tsığo Tevçoj'un (??????? ?????) "Pşı-verk zav" (Derebeyi Savaşı) adlı şiirsel destanı ve ünlü yazar İshak Meşbaş'ın "Bzıyqo zav" (Bzıyko Savaşı;Türkçesi "Bitmeyen Umutlar",Ankara,1994) adlı romanı bu tür konuları işlemektedirler.

Mülkiyet anlayışı

• Özel mülkiyet yanında,köy meraları,orman ve su kaynakları gibi mallar üzerinde ortak toplum mülkiyeti vardı.Miras konusunda ise,Şapsığlar ve köleler (pşıtlı/????1?) kadına erkek ile eşit miras hakkı (ç'en/?1??) tanırken,feodal topluluklar ile Abadzeh ve Vıbıhlar tanımıyorlardı. Köleler üzerinde de sahiplerinin özel mülkiyet hakkı vardı.Özellikle en alt düzey köleler (vıneut) toplantı ya da ziyafetlerde ayakta,elleri üstüste ve sessizce kapı kenarında hizmete hazır bekletilirlerdi.Özgürlüğünü bir bedel karşılığı satın alan kölelere,"azatlı köle" (pşıtlı şhaşefıj/????1? ???????????) denirdi,bunlar özgür köylü (feqotl/??????1) haklarına sahip olsalar da,yine de,eskiden köle oldukları bilinir ve kendilerine mesafe konurdu.Çok sıkı bir soy ve şecere takibi vardı.Kölelerin ve yabancıların yanında şifreli bir dil (uerqıbze/????????) kullanılırdı.Kölelerin "vıneut" (???1??;ev,kapıkulu köle,yani mülksüz ya da mal olan köle) denilen kesimi,Adıge geleneğinden en az yararlanan kölelerden oluşurdu ve bunlar satılabilirdi."Pşıtlı" (????1?;derebeyinin adamı) ya da "hatıvel" (???????) denilen toprak kölelerinin (serfler) ise ,özel mülkiyeti ve hukuku bulunur,bunlar satılmazdı;ama efendilerinin tarlalarında çalışır,hayvanlarına bakar,angarya hizmetleri görür,kazançlarının ve kızları için aldıkları başlık bedellerinin (vase/????) bir bölümünü efendilerine verir ve efendilerini terk edemezlerdi;köleleri itaat altında tutan katı kural ve sert yaptırımlar vardı.

Demokratik bir toplum sayılmalarına ve soylu sınıfı bulunmamasına karşın,Vıbıhlar arasında,bir veriye göre tüm nüfusun dörtte biri oranında bir köle nüfusu da vardı.Bu nedenle Vıbıhlar arasında,köle emeği sayesinde çalışmadan geçinen ve "Kuaşkha" denen, yönetimde de etkili olan,köle sahibi ve sömürücü bir zengin köylü zümresi bulunuyordu."Başlıca ihracat köle kızlardan oluşuyordu ve bunlar haremler için Osmanlı'ya götürülüyorlardı".Vıbıh kuaşkhalar Çerkesya'nın en zengin kişilerinden olduklarından,yoksul bölgelerde yaşayan Abadzeh,Ciget ve Abhazlar gibi kendi kölelerini değil,Abadzehler'den ve diğerlerinden satın aldıkları köleleri,gerekli eğitimleri de vererek Osmanlı esir tüccarlarına satarlardı.Asıl köle ihracatı ise,nüfusunun onda biri köle olan Abadzeh bölgesinin köle tüccarları tarafından doğrudan ya da Vıbıhlar aracılığıyla Vıbıh limanları üzerinden Türkiye'ye yapılıyordu (L.İ.Lavrov,Vubıkh'lar Hakkında Etnografik Bir Araştırma,Kafkasya Gerçeği Der.,sayı 8,Samsun,1992,s.46-59).Abadzeh bölgesinde Şhaguaşe Irmağı (Byelaya) sol yakasında ve bugünkü AC'nin Maykopski rayonunun Kamennomostski beldesi yakınlarındaki bir yerde büyük bir Abadzeh Köle Pazarı bulunuyordu.Bu arada Vıbıh zenginler (kuaşkha'lar),özel olarak eğittikleri çok güzel köle kızlarını ise,yüksek para ve armağanlar karşılığı Osmanlı haremlerine (özellikle Saray'a) gönderiyorlardı.Nitekim son dönem Osmanlı padişahlarının çoğu,bu tür Vıbıh köle (cariye) kadınlardan doğmadır.

 

Suskun

V.I.P
V.I.P


• Nezaket kuralları ve onur anlayışı


• Özellikle demokratik topluluklarda kadına çok değer verilir,sözgelişi yük taşıyan kadının yükü hemen alınıp taşınır,kavga eden iki erkek,araya bir kadının girmesiyle kavgayı bırakırdı,vb.Bir atlı yolda giden bir yaşlıya yetiştiğinde ya da karşılaştığında,atından iner,yaşlıya atına binmesini teklif eder,sol tarafından ve daha geriden atı elinde yaya olarak yürür,yaşlının yinelenen teşekkür ve ricaları üzerine onu geçer ve bir süre,daha hızlı tempoda ve yaya olarak yoluna devam edip uzaklaştıktan sonra atına binerdi.Yaya giden genç de benzeri kurallara uyar,yaşlıyı izinsiz geçmezdi.Damat,karısının köyüne yaklaştığında atından iner,atı elinde yürüyerek köye girerdi.Yeni damat,ilk ziyaretinde,eşinin ailesinden olan ve evde bulunan küçüklerin bile elini öper,büyüklerin karşısında asla oturmaz ve konuşmazdı,damada refakat eden arkadaşı konuşur,ama büyüklerin karşısında asla oturmazdı.Böylece karısına,onun yakınlarına ve köylülerine duyduğu saygıyı göstermiş olurdu.Evlenmeler,genellikle karşılıklı anlaşmaya dayanırdı,kural (khabze) dışı olduğundan,asla akraba evliliği yapılmazdı.Akrabalar birbirlerini geniş bir ailenin üyeleri,yani kardeş görürlerdi.Bu nedenle akraba evliliğinden kaynaklanma sakatlıklar ve delilik Adıgelerde yok denecek kadar azdır.

• Köyün saygın gençleri birbirleriyle ve köyün kızları ile kardeş sayılırdı.Bu gençler köyün kızlarını at sırtında ve beraberlerinde başka köylerdeki düğün ve eğlentilere götürebilirlerdi.En ufak bir sorunla karşılaşılmazdı,aksi takdirde kişinin hayatı söner,soyu da lekelenmiş olurdu.Özellikle demokratik topluluklarda bir kız istemediği ile evlendirilmezdi.Yeni gelin büyükleri karşısında oturmaz,konuşmaz,yemek yemez,elleri üstüste ve sessizce kapı kenarında hizmete hazır bekler,sırtını büyüklerine çevirmez,geri geri çekilip odadan çıkardı,o denli de saygı ve sevgi görür,kendisine asla iş buyurulmaz,ezilmez ve azarlanmazdı.Gelin sonraları da çocuğunu gezdirmez ve yaşlı erkekler karşısında çocuğuyla birlikte görünmezdi.Çocuğa nine ya da evin başka kadınları bakardı.Kocası da,herkes uyuduktan sonra odasına,karısının yanına sessizce ve görünmeden girer,gün ağarmadan aynı biçimde,gerekirse pencereden dışarı çıkardı.Kadın da kocası ile birlikte kalkar,akşamdan kalmış işleri sessizce bitirmeye çalışırdı.Bahçeyi dolaşır,kalmış çöpler varsa,belli etmeden eğilip kaldırırdı.Son derece temizlik ve nezaket kuralları geçerliydi.Karı koca çocukları oluncaya dek konuşmazlardı.Gelin odasına leğune (???????) denir ve buraya gelinin kadın yakınları dışında kimse girmezdi.Gelin odasında,ateş yakılan ve su ısıtılan bir ocak,ocağın yanında gece banyo alınan,ardından yatak ve yorganların konduğu bir dolap bulunurdu.

• Hiç kimse kendisini övmez,övmeyi başkalarına bırakır,kendilerini övenler de gizlice alaykonusu olur,itibar aşınımına uğrarlardı.Bunun gibi adeta sayısız görgü kuralı vardı ve bu kuralları çiğneyenler saygınlıklarını yitirirlerdi.Saygın ya da kişilikli olana büyük bir değer verilirdi.Soylu ya da değil,kişinin saygınlığını yitirmesi,özellikle yüz kızartıcı bir suç işlemesi,silinmez bir leke oluşturur,dahası şarkılara da konu olabilir,'ünü' bütün Adıge ülkelerine yayılabilirdi.Bir yönüyle,Adıge olmak,zor bir şeydi.

• Bir Adıge için aşağılanmak en onur kırıcı şeydi.Geleneklere saygısızlık göstermek, yalancılık,korkaklık ve özellikle savaştan kaçmak,en onur kırıcı davranışlardandı.M.Y. Lermontov'un savaş alanından korkup kaçan bir Çerkes gencini konu edinen "Savaş Kaçağı" ya da "Harun" öyküsündeki tiplemesi bu aşağılanmayı ve sonucunu çarpıcı bir biçimde sergilemektedir (bk.Harun,"Kafkasya Kül.Der.",sayı 22,Ankara,1969).

• Abadzeh ve Şapsığ gibi topluluklarda ve batılı diğer Çerkes topluluklarında,karşılaşılan kişiler,gelenek ve nezaket kuralları gereği,selamlaşmadan hemen sonra,"Buyur" (????????) denilerek,özellikle Abadzehlerde,konuk olması için eve davet edilirlerdi.Yaşlılar bir başına yemek yemeyi sevmez,çoğunca bir başkası çağırılıp onunla yerdi.Her varlıklı evin "haç'eş" (x???1??) denilen bir konuk odası ya da ayrı bir küçük evi olurdu.Bir aile bütün bir servetini bir konuk ziyafetinde harcayabilir, konuğa, saygınlığı ölçüsüne göre,o denli büyük önem verilirdi.Toplum içi yardımlaşma ve paylaşmanın yaygın ve gelişmiş olması nedeniyle,düşkün insanlar ve dilencilerle karşılaşılmazdı.

Adıgeler boza (??????,????????) ve benzerleri dışında alkollü içki kullanmazlardı.İçki,sonradan Tatar,Rus,Türk,vb gibi başka toplumlardan alınmıştır.Ancak,günümüzde Diasporanın aksine,Kafkasya'daki Adıgeler arasında,özellikle Sovyetler döneminde içki kullanımının yaygınlaştığı,içki yüzünden kızların ürkütüldüğü,kızların ve ailelerin Adıge erkeklerine olan eski güvenlerini yitirdikleri,geleneksel halk danslarına kadın katılımının ise çok azaldığı,folklor ekipleri dışındaki geleneksel halk oyunlarının (?????), eskiden seferlerde ve köleler arasında uygulandığı gibi,"Hugegu" (????????;erkek erkeğe dans) biçimine dönüştüğü,geleneksel anlamda kız ve erkeklerin birbirlerinden hayli uzaklaştıkları görülmektedir.



• Her ikisi de demokratik toplum üyesi olmakla birlikte,sözgelişi bir Abadzeh ile Şapsığ arasında da farklılıklar vardı.Örneğin,bekar bir Abadzeh delikanlısının bir bebeği kucağına alıp gezdirmesi,"çocuk bakıcısı oldu" biçiminde ayıplanırken,Şapsığ ve Vıbıhlarda tam tersi geçerliydi,yeğenler,akraba ya da tanıdık çocukları kucakta gezdirilebilirdi.Abadzeh ketum ve kendi çevresi dışındakilere karşı mesafeli dururken,Şapsığ daha açık fikirli olabilirdi. Şapsığlar kendi halinde,tarım,hayvancılık ve balıkçılıkla geçinen,aile ve akrabaları çerçevesinde kalan,politikayla pek ilgilenmeyen kimseler iken,Vıbıh ve Kabartaylar içinden politikacılar ve usta diplomatlar yetişmiştir.

Köleler her yerde aşağılanırken,örneğin Şapsığlar arasında kölelik kurumu yoktu,vb (Ayrıca bk.Jebağı Baj,"Çerkesya'da Sosyal Yaşayış-Adetler",Ankara,1969;"Kafkasya Kül.Der.",sayı 39-42,Ankara, 1973).

• Demokratik topluluklar barışçıydılar,ırk ve din ayırımını bilmeyen,herkesi kendileri gibi dürüst sanan saf kimseler idiler.Bu saflıkları,bazı güç odaklarınca zaman zaman,olumsuz anlamda kullanılabilmiştir:1840'da Osmanlı ve İngiliz ajanlarına,vb kanıp yardım geleceği düşüncesiyle Rus askeri hatlarına,bazıları 10-15 bin kişiyi bulan kalabalıklar biçiminde genel bir saldırı yapılması ve karşılığında büyük bir zayiat verilmesi,moral çöküşü;isyanlarla hırpalanan ve Çerkeslerin Balkanlar'dan çıkarılmasının resmen görüşüldüğü bir ortamda,1878 öncesinde,çökmekte olan Osmanlı yönetimi adına Balkanlar'da para karşılığı gönüllü milis gücü yazılma, Balkanlar'daki Hıristiyan toplulukların,Rus ve Avrupa'nın düşmanlığını Çerkes toplumu üzerine çekme;1920'de,güçlenen TBMM yönetimi karşıtı Biga,Adapazarı,Düzce ve Yozgat ayaklanmalarına katılma,vb.Ama,yine de,kirli ve yüz kızartıcı (fuhuş ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi) işleri benimsemez,genellikle insana insan olduğu için değer verir,işkenceden ve insanı aşağılamaktan kaçınır;özsavunma dışında da hiç kimseye saldırmazlardı: Örneğin,1838'de Tuapse'ye çıkartma yapan Ruslarla Şapsığların çarpışmalarını bir köşede resmeden ve daha sonra Osmanlı Saray ressamı da olan silahsız Rus ressamı İ.K.Ayvazovski'ye (1817-1900) dokunmamış,tabloya bakmakla yetinmişlerdi (bk.Şapsugiya gazetesi,No.1).


Kaynaklar
Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1989.
 

KaderKatibi

Dürüstlük insanın kartvizitidir, Matbaada basılmaz
Özel üye
Masonluğu dinle ilişkilendirmesinin sebebi acaba yüce varlığa inandıkları içinmi.
 

Top