YoRuMSuZ
Biz işimize bakalım...
Ziya Gökalp. dili kültürün temel unsuru sayar. 0, bu görüşünde haklıdır. Zira dil, duygu ve düşüncenin âdeta kabıdır. Bir milletin bütün duygu ve düşünce hazinesi, dil kabına veya kalıbına dökülür ve bu dil kabı ile yerden yere, nesilden nesle aktarılır. Yazı, dilin sesini kaydeden bir vasıta olarak dilin bir parçasıdır. Fakat kültür. söz ile de bir millet arasına yayılır .
Dil kültürün temeli olduğuna göre, bir milletin dil ile ifade ettiği sözlü. yazılı her şey kültür kavramına girer. Sabahtan akşama kadar evde. sokakta. çarşıda, iş yerinde konuşan halk, farkında olmadan dil tarlasını eker, biçer. Dilin duygu ve düşünce ile dolmasının sebebi, günlük hayata çok yakın olmasıdır.
Aslında dili yaratan hayat, daha doğrusu sosyal hayattır. Anne çocuğuna bir oyuncak verir: ” Bak sana otomobil getirdim “ der. Böylece çocuk. oyuncak otomobil ile beraber “ otomobil “ kelimesini öğrenir. Fakat dil her zaman böyle bir eşya gösterilerek öğrenilmez. Bebek etrafında mânâsını anlamadığı birtakım sesler duyar. Zamanla onların bir şeye tekabül ettiğini öğrenir.
Dil deyince, konuşulan ve yazılan bütün kelime ve cümleleri anlamak lâzımdır.Halk günlük hayatında kelimeleri menşelerine göre ayırmaz. Onu ilgilendiren, kelimelerin mânâsı, işe yaramasıdır. Bir bakkal dükkânında on dakika oturup halkı dinleyerek hangi kelimeleri kullandığını tespit edebilirsiniz.
İlle öztürkçe yazılmamış,” normal “, “ tabii “ yazılı bir mahsulde, bir gazete veya kitapta da bu işi yapabilirsiniz. ” Normal “ ve “ tabii “ konuşan halk gibi, “ normal “ ve “ tabii “ yazan bir yazar da kelimelerin menşeine değil mânâsına, nüansına ve işe yararlılığına önem verir .
Konuşma veya yazı dilinde kelimeleri, Türkçe, yabancı diye ayırmak “ normal “ veya “ tabii “ konuşma ve yazmaya aykırı bir davranıştır. Bu yapma tutumu kırıtkan kadınların hâl ve tavrında olduğu gibi derhal fark edersiniz. Böyle yapanlar dikkatlerini bahsedecekleri şeye verecekleri yerde belli kelimelere verirler. Onlar için önemli olan eşya, duygu ve düşünce değil, öztürkçe kelimelerdir. Bir yazan değerlendirirken, fikirlerine değil, kullandığı kelimelere bakarlar. Onlara göre öztürkçe kelime kullananlar iyi, kullanmayanlar kötüdür. Bu ölçüyü öztürkçeden önce yazılmış eserlere tatbik ederseniz, hepsi kötüdür. Fuzuli, Baki, Nedim, Şeyh Galib, Fikret, Akif, hattâ Yahya Kemal, Reşat Nuri bile... Böyle bir davranış tarzının ne kadar barbarca olduğunu buna göre ölçebilirsiniz.
Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır. Her medenî milletin konuşma ve yazı dili, karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her milletin dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin âdeta özetidir. Dile bu gözle bakılırsa mânâ kazanır.
Batılı dil âlimleri, filologlar yazılı veya sözlü kültür eserlerini incelerken, bir arkeolog gibi hareket ederler. Bir nevi “ dil arkeolojisi “ yaparlar. İlkin inceledikleri metnin tarihini tespite çalışırlar. Zira, her metin dil tarihinin bir kesitini verir. O kesitte, o anda bulunan ve o ana kadar dile girmiş olan her kelimenin, yerli, yabancı ayırmaksızın yazılışı, söylenişi, mânâsı dikkatle tespit edilir. Zira en küçük bir işaret, bir ses değişmesi, o kelime hatta bütün metnin, mânâsını değiştirebilir. Eğer Sümerce bir metinde Tanrı ve at kelimeleri Türkçe Tanrı ve at mânâlarına geliyorsa, bu, bütün insanlık tarihine yeni bir gözle bakmayı gerektirir. Bundan dolayı dil âlimleri, filologlar eski metinleri incelerken kılı kırk yararlar . Kelimelerin menşeleri onları dil ve kültür tarihi bakımından ilgilendirir. Göktürk harfleriyle yazılmış bir mezar taşında görülen çince, Hintçe bir kelime, dil ve kültür tarihi bakımından önemli bir mânâ taşır. Türklere ait eski metinlerde sade Türkçe kelimelere önem vererek, yabancıları bir kenara atmak hem kültür kavramına, hem de ilmî düşünceye aykırıdır. Dili bir milletin medeniyet tarihinin aynası olarak inceleyenler, onda pek çok şey görürler.
Dil ile tarih ve kültür arasındaki münasebeti bilen bir kimse, dili tek başına almaz. Zira dilde her kelimenin yazılış, ses, şekil ve mânâsını tayin eden, tarih ve kültürdür. Yunus Emre'nin şiirlerinin dilini, yazıldığı devir ve çevreden ayrı ele alamazsınız. Zira ağacın kökleri gelenek ile beraber , yetiştiği topraklara sımsıkı bağlıdır. Bu da gösterir ki, filolog sadece dilci değil, geniş kültürlü, kafası dil gibi hayatın bütün imkânlarına açık bir insan olmalıdır.
Kültür eserleri, dilin belli bir yer ve anda donmuş şekilleridir. Bu bakımdan onların abidelerden farkları yoktur. Kütüphaneler dil abidelerini toplayanmüzelerdir. Dil, bir kap olduğuna göre onlara ” duygu, düşünce, hayal müzeleri “ demek gerekir. Biz eskiden yaşamış insanların hayat tecrübelerini, inanç ve değerlerini bu eserlerden öğreniriz. Aslında dili hem şekil, hem muhtevasıyla inceleyen filolojinin gayesi, insan kültürünü tanımaktır. Fakat bu görüşe ancak dil ile kültür arasındaki bağlantıyı görenler ulaşabilirler.
Dil kültürün temeli olduğuna göre, bir milletin dil ile ifade ettiği sözlü. yazılı her şey kültür kavramına girer. Sabahtan akşama kadar evde. sokakta. çarşıda, iş yerinde konuşan halk, farkında olmadan dil tarlasını eker, biçer. Dilin duygu ve düşünce ile dolmasının sebebi, günlük hayata çok yakın olmasıdır.
Aslında dili yaratan hayat, daha doğrusu sosyal hayattır. Anne çocuğuna bir oyuncak verir: ” Bak sana otomobil getirdim “ der. Böylece çocuk. oyuncak otomobil ile beraber “ otomobil “ kelimesini öğrenir. Fakat dil her zaman böyle bir eşya gösterilerek öğrenilmez. Bebek etrafında mânâsını anlamadığı birtakım sesler duyar. Zamanla onların bir şeye tekabül ettiğini öğrenir.
Dil deyince, konuşulan ve yazılan bütün kelime ve cümleleri anlamak lâzımdır.Halk günlük hayatında kelimeleri menşelerine göre ayırmaz. Onu ilgilendiren, kelimelerin mânâsı, işe yaramasıdır. Bir bakkal dükkânında on dakika oturup halkı dinleyerek hangi kelimeleri kullandığını tespit edebilirsiniz.
İlle öztürkçe yazılmamış,” normal “, “ tabii “ yazılı bir mahsulde, bir gazete veya kitapta da bu işi yapabilirsiniz. ” Normal “ ve “ tabii “ konuşan halk gibi, “ normal “ ve “ tabii “ yazan bir yazar da kelimelerin menşeine değil mânâsına, nüansına ve işe yararlılığına önem verir .
Konuşma veya yazı dilinde kelimeleri, Türkçe, yabancı diye ayırmak “ normal “ veya “ tabii “ konuşma ve yazmaya aykırı bir davranıştır. Bu yapma tutumu kırıtkan kadınların hâl ve tavrında olduğu gibi derhal fark edersiniz. Böyle yapanlar dikkatlerini bahsedecekleri şeye verecekleri yerde belli kelimelere verirler. Onlar için önemli olan eşya, duygu ve düşünce değil, öztürkçe kelimelerdir. Bir yazan değerlendirirken, fikirlerine değil, kullandığı kelimelere bakarlar. Onlara göre öztürkçe kelime kullananlar iyi, kullanmayanlar kötüdür. Bu ölçüyü öztürkçeden önce yazılmış eserlere tatbik ederseniz, hepsi kötüdür. Fuzuli, Baki, Nedim, Şeyh Galib, Fikret, Akif, hattâ Yahya Kemal, Reşat Nuri bile... Böyle bir davranış tarzının ne kadar barbarca olduğunu buna göre ölçebilirsiniz.
Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır. Her medenî milletin konuşma ve yazı dili, karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her milletin dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin âdeta özetidir. Dile bu gözle bakılırsa mânâ kazanır.
Batılı dil âlimleri, filologlar yazılı veya sözlü kültür eserlerini incelerken, bir arkeolog gibi hareket ederler. Bir nevi “ dil arkeolojisi “ yaparlar. İlkin inceledikleri metnin tarihini tespite çalışırlar. Zira, her metin dil tarihinin bir kesitini verir. O kesitte, o anda bulunan ve o ana kadar dile girmiş olan her kelimenin, yerli, yabancı ayırmaksızın yazılışı, söylenişi, mânâsı dikkatle tespit edilir. Zira en küçük bir işaret, bir ses değişmesi, o kelime hatta bütün metnin, mânâsını değiştirebilir. Eğer Sümerce bir metinde Tanrı ve at kelimeleri Türkçe Tanrı ve at mânâlarına geliyorsa, bu, bütün insanlık tarihine yeni bir gözle bakmayı gerektirir. Bundan dolayı dil âlimleri, filologlar eski metinleri incelerken kılı kırk yararlar . Kelimelerin menşeleri onları dil ve kültür tarihi bakımından ilgilendirir. Göktürk harfleriyle yazılmış bir mezar taşında görülen çince, Hintçe bir kelime, dil ve kültür tarihi bakımından önemli bir mânâ taşır. Türklere ait eski metinlerde sade Türkçe kelimelere önem vererek, yabancıları bir kenara atmak hem kültür kavramına, hem de ilmî düşünceye aykırıdır. Dili bir milletin medeniyet tarihinin aynası olarak inceleyenler, onda pek çok şey görürler.
Dil ile tarih ve kültür arasındaki münasebeti bilen bir kimse, dili tek başına almaz. Zira dilde her kelimenin yazılış, ses, şekil ve mânâsını tayin eden, tarih ve kültürdür. Yunus Emre'nin şiirlerinin dilini, yazıldığı devir ve çevreden ayrı ele alamazsınız. Zira ağacın kökleri gelenek ile beraber , yetiştiği topraklara sımsıkı bağlıdır. Bu da gösterir ki, filolog sadece dilci değil, geniş kültürlü, kafası dil gibi hayatın bütün imkânlarına açık bir insan olmalıdır.
Kültür eserleri, dilin belli bir yer ve anda donmuş şekilleridir. Bu bakımdan onların abidelerden farkları yoktur. Kütüphaneler dil abidelerini toplayanmüzelerdir. Dil, bir kap olduğuna göre onlara ” duygu, düşünce, hayal müzeleri “ demek gerekir. Biz eskiden yaşamış insanların hayat tecrübelerini, inanç ve değerlerini bu eserlerden öğreniriz. Aslında dili hem şekil, hem muhtevasıyla inceleyen filolojinin gayesi, insan kültürünü tanımaktır. Fakat bu görüşe ancak dil ile kültür arasındaki bağlantıyı görenler ulaşabilirler.