• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

COVID-19 HIKAYESI

yesim434

Hırçın Karadeniz Kızı Biricik Yeşim
AdminE
Bu Ayın Lideri
Geldiğimden beri şu inatçı ihtiyarı ikna etmeye çalışıyordum:


-Dede, atmış beş yaş üstüne sokağa çıkma yasağı geldi. Bunu bildiğin halde niye hala dışarı çıkmakta ısrar ediyorsun?


Cevap vermedi. Hazırlanmasını sürdürdü.


Akif Dedem aslında huysuz ihtiyarlardan sayılmazdı ama dediğim dedik tarafı da yok değildi. “Siz ne bilirsiniz, asıl ben bilirim.” tavrını geçmişten beri sürdüregelmiştir. Ancak dediğim gibi genelde iyidir. Seni yakaladığında kendine has üslubuyla bilmem kaçıncı kez tekraren anlattığı hatıralarını bile dinleyecek olsanız onun hoşsohbet biri olduğunu düşünürsünüz.


Dedem kendi ifadesiyle belediyeye çok emek vermiş ve kalan ömrünü Allah’a adamak üzere yine kendi deyimiyle belediye katipliğinden emekliye ayrılmıştı. Emekli olduktan sonra bir müddet arzuhalcilik yapmış sonra onu da bırakmıştı. Daktilosunu artık sadece hatırını kıramadığı kişiler için tıkırdatıyordu.


Kendi yaptırdığı iki katlı sobalı evin alt katında otururdu. Üst katını babam olan tek oğlu için yaptırmıştı ama ben orada oturduğumuzu hiç hatırlamıyorum. Babam evlendikten sonra 2 sene orada belki kalmış ben doğunca kaloriferli yeni bir daireye çıkmıştı. Ondan boşalan yere ardı ardına kiracılar girip çıkmış ama dedemin hiçbir kiracıyla yıldızı barışmamıştı. O da çocuklar torunlar geldiklerinde kalsınlar yeter diyerekten üst katı dayayıp döşemiş ve terasını arada kendinin de dinlendiği bir mekan haline getirmişti. Evi iki baş insana büyük gelirken üst katıyla yüz elli metrekareyi bulan bu koca bina şimdi dedem için iyiden iyiye büyümüştü. Hele de iki sene önce ninemin vefatıyla…


Kapı arkası askılığından ütüistemez pantolonunu alıp giydi. Köprülerine geçik vaziyetteki deri kayışını sıkıp dilini metal halkalı deliklerinden birine geçirdi. Yeleğini sırtına geçirdi. Köstekli saatini kurup yeleğinin cebine yerleştirdi. Üzerinde ponponu olan zikzaklı yeşil hacı takkesini başına giydi.


-Dede, ilacını aldın mı? Onu unutma bari!


Bana “yapayım da kurtulayım” bakışı attıktan sonra ahşap masasına yöneldi. Bu masayı kendi çakmıştı ve yaşça benden büyük olma ihtimali yüksekti. İlaç poşeti, suyu, içinde çeşit çeşit meyvesi ve televizyon kumandası bu masanın demirbaşıydı.


Klasik bir köy evi denebilirdi dedemin evine. Odanın kapısının iki üç adım ötesi yatağının ayak ucuna rast geliyordu. Yatak dediysem açılarak daimi yatak haline getirilmiş çekyattan bahsediyorum. Kışın yorganı yazın battaniyesi eksik olmayan cinsten. Bahsettiğim masa bu yatağın baş ucunun dayandığı duvara bitişik haldeydi. Masanın altında iki fırçalı saplı el gırgırı bulunurdu.Ufak tefek dökülenleri bununla temizler, içi dolduğunda boşaltıp kullanmaya devam ederdi.Yine bu duvarda ağaç kasadan yapılmış gonglu bir duvar saati vardı. Camını açıp içine konulan anahtarı ile kurulan bu saat şimdilerde antika sayılıyordu.


Yatağın karşı duvarında ise odanın tek penceresi bulunuyordu. Bu pencere dedemin dış dünyaya açılan gözleriydi. Evden çıkamadığı günler bu pencerenin önündeki kendi imalatı olan divanın üstünde yoldan gelip geçenleri izlerdi. Pencerenin yanında yapraklı takvimi gününü hiç şaşırmazdı. Dedem bu takvim yapraklarının önünü, arkasını hiç aksatmadan her gün okurdu. Genel olarak bilse de ezan saatlerini de yine bu takvimden takip ederdi.


Oda kapısından girince hemen solda ise üzerindeki güğümle özdeşmiş soba bulunuyordu. Bu kuzineli soba yılın yarıdan fazlasında burada dururdu. Sıcaklar bastırdığında temizlenip kaldırılsa da altına konan mermerin halıdaki izi baki kalırdı.


-Bak, dedi. Bir defa söyleyeceğim. Sakın arkamdan geleyim, takip edeyim deme. Ben biraz hava aldıktan sonra kendim gelirim. Çocuk muamelesi yapma bana, ben işimi bilirim.”


Gerçekten de bilirdi. Virüse ben yakalanırdım da o yakalanmazdı. Ben yakalansan ölürdüm de o yakalansa tekrar sağlığına kavuşurdu.


Elimdeki maskeyi dedem uzattım:


– Madem illa çıkacaksın şu maskeyi tak hiç değilse.


Eliyle maskeyi itti.


– İstemez, benim maskem var, deyip elini cebine attı. Mendilini çıkarıp çaprazlama ikiye katladı. Geniş tarafını burnunun üstünden başının arkasına götürüp uçlarını bağladı. Bu pamuk mendil dedemin özeliydi. Neler görmemişti ki bu mendil?


Şimdilerin kağıt mendiline ve ıslak mendillerine bakıp mendil diyerek aldanmamak gerek. Artık taşıyan pek kalmasa da eskiden hayatın bir çok alanında bez mendiller varmış. Bu bakımdan eski zamanlardaki mendillere bir nevi çok amaçlı birer araç gözüyle bakılabilir.


Mesela küçüklüğümde düğün, sünnet gibi cemiyetlerinde davetiye yerine mendil gönderildiği olurdu. Köyde ter basınca ya da abdest alınca peşkir olur, tarlada çalışırken güneşten korunmak için dört ucu bağlanıp şapka niyetine kullanılırdı. Yaralandığında kanı durdurmak ve yarayı sarmak içinse eldeki mendilden daha iyi ne olabilirdi?


İlkokulda oynadığmız mendil kapmaca ile televizyondan gördüğüm halaybaşının salladığı mendili de unutmamak lazım. Bir de gidenin arkasından salladığı mendili az sonra gözyaşını silmek için kullananların olduğunu edebiyat dersinde Sessiz Gemi şiirini işlerken hocamızdan dinlemiştim.


Artık demir almak günü gelmişse zamandan


Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;


Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.


Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.



Artık eski keten mendillerin yerini kağıt mendillerin alması gibi bu şiiri duyunca da akıllara Yahya Kemal yerine Hümeyra gelir oldu.


Yine mendillerin diğer farklı kullanım alanlarını da bir ara dedemden dinlemiştim: Bayramda anneanne-babaanneler torunlarına ütülenmiş, kolalı, mis gibi kokan mendil hazırlar, yavuklular birbirine üzerinde mesaj taşıyan işlemeli mendil gönderirmiş. Çıkın yapılarak küçük şeyler –mesela azık- taşımak, tek kişilik yemek sofrası kurmak isteyenlerin tercihi de çoğunlukla mendil olurmuş. Hacca gidenlerin hediye olarak getirdikleri Hacer-ül Esved’e sürülümüş mendilleri halk arasında pek kıymetliymiş.


Dedem odadan çıktı. Dış kapının yanına yasladığı bastonunu kerata niyetine kullanarak fanilalı mest ayakkabılarını giydi. Ayağındaki deri mesleri ile lastik mestleri adeta bütünleşti. Bahçeye çıkıp cümle kapısına yöneldi. Ben ise yüzündeki maskesiyle biraz soyguncuyu andıran dedemin ardından bakakaldım. Babamı arayıp haber versem kabak benim başıma patlardı. Kendi yoluma gitsem, ya dedem dönmezse… Takip etsem, arkasından geldiğimi anlarsa canıma okurdu. İhtimaller arasından dedem dönünceye kadar onu beklemenin en iyisi olacağına karar verdim.


Akşam olmak üzereydi. Güneş, ışığıyla gözü kamaştırmaktan uzkalaşıp görüntüsüyle göz kamaştırıcı hale gelmişti. Endişeler gitgide içimi kemirmeye başlamıştı ki bir ekip otosu yaklaştı. Evin önünde durduğunda heyecanlandım. Aracın içinden iki polis çıktı. Biri arka kapıyı açtı. Dedemi kolundan tutarak çıkmasına yardım etti. Ben dedemi görünce tabi kalbim tırısa geçti.

“Eyvah, dedim. Aha da dedemi yakalmışlar. Cezayı da basıp eve servis yapıyorlar.”

“İyi günler delikanlı, amca yakının mı?”

“Evet memur bey, dedem olur.”


Ben şaşkınlıkla olup biteni anlamaya çalışırken dedemi tutan polis onu yüksekliği 80cm. civarında olan bahçe duvarına oturtup korkuluklarına yaslanmasına yardım etti.


“Kendisini deniz kenarında otururken bulduk. Tenha bir yerdeydi. Önce sokağa çıkma yasağını çiğneyip gezdiğini sandık. Adını, burada ne yaptığını falan sorduk. Hiç cevap alamayınca bir terslik olduğunu fark ettik. Üstünü başını aradık. Cebinden mendille şu kağıt çıktı. Yazanları görünce meseleyi anladık. Sonra amcayı bindirip doğru buraya getirdik.”

Polis dedemin cebinden çıktığını söylediği mendille kağıdı bana uzattı.
“Çok olur mu bu? Yani bu durum?”

Ben hala ne olduğunu anlayamamanın verdiği sıkıntı ve anlamaya çalışmanın getirdiği darlıkla dedeme baktım. İfadesiz yüzünden bir şey okumak mümkün değildi ama gözlerini yumarak olumlu cevap vermemi istedi. Bu işaretini polisler görmemişti.


“Bazen oluyor memur bey, diyerek cevap verdim.”

“Bundan sonra daha dikkatli olun, hele şu ortamda. Amcanın yaşı da epey var gibi. Allah korusun bir de koronavirüs kapıp sağlığı iyice tehlikeye girer.”

“Teşekkür ederim memur bey.”

Polisler aracına binip uzaklaşırken dedeme döndüm. Gözlerindeki şeytani ışıltıyı görmemenin imkanı yoktu. Yerinden kalktı. Yaklaştı. Elimdeki mendili hızla çekip aldı.

“Bunu ben alayım, diğeri sende kalabilir.”

Arkasını döndü. Bahçeden evin kapısına doğru giderken de bağırdı:

“Artık sen de evine gidebilirsin. Ha, bu arada baban olacak o adama da söyle, yarın pazardan bana meyve getirsin.”

Dedem eve girince elimdeki kağıda baktım. Ne yazıyordu ki polisler dedeme ceza yazmamış üstüne eve kadar getirmişlerdi. Merakla hemen elimdeki kağıdı açtım.

Üzerinde evin adresi ve benim telefon numaram vardı.Altında ise bir not yazıyordu:

“Alzheimer hastasıdır.Kaybolmuşsa lütfen yukarıdaki adrese getirin ya da yazılı olan numaradan bize ulaşın.”
 
Top