BİR İKTİBAS
“...Trenin hızı gittikçe artıyordu. Madem meyvelerdi, dünyada sevgiliydi, güneş varken mum ışığına girmek nedendi, gözkapaklarında esneyen uykuydu, bir hamle daha tasarladı, birkaç meyve koparabilmişti bu kez, parmaklarını yırtan dikenleri ayıklamaya koyuldu, canı yanıyordu, içinden bir ses geldi, iştahla atıştırdığı meyveler kalakaldı.
“Halinizi gülünç bulmuyor musunuz?”
“Ne var ki halimde?”
“Hani düşsel bir deniz görmüştünüz?”
“Acıktım ve meyvelere dayanamadım o kadar.”
“Bakın size bir önerim var.”
“Nedir?”
“Beş kuruş verirseniz size o meyvelerden istediğiniz kadar verirler, ama izinsiz koparamazsınız.”
“Beş kuruş mu?” diye söylendi kızarak, “yoo, bu kadarı da fazla, alay etmenize izin veremem.”
Dışarı baktı, tünelin sonu görünmüyordu. Duvarda delikler vardı, vagonlardan deliklere insanlar atılıyordu, anlamıştı trenin süratinin niçin arttığını; yükü azalıyordu. Asıl ürkünç olanı farkettiğinde iş işten geçmişti. İnce bir perde altında düş gücüyle açtığı menfezden bakıyordu, “gel buraya” diye seslenen isteğine boyun eğmekten ve suret libasları giydirmekten çekinmiyordu. Korkusu mutlu bir uykusuzluk görüyordu. Kendisine karşılık bir oyuk gördü. Görmediği, iki uca dikilmiş mezartaşlarıydı; en ürkütücü olanıysa, en göremediğiydi. Adı yazılıydı mezartaşında. Şimşek hızıyla içine döndü. Öneriyi yapan sesi aradı. Vagonda kimsecikler kalmamıştı.
Onlar, hayatı elinde tutuyor, suçluyordu. O ölümü elinde tutuyor, başlarına vuruyordu.
“Bayım bayım” dedi omuzuna vuran kondüktör, “uyanın, son durak”
Gerçeği İnciten Papağan,
“Müphem Bırakılmış Bir Adamın Ölümü,” s. 64-65.
“...Trenin hızı gittikçe artıyordu. Madem meyvelerdi, dünyada sevgiliydi, güneş varken mum ışığına girmek nedendi, gözkapaklarında esneyen uykuydu, bir hamle daha tasarladı, birkaç meyve koparabilmişti bu kez, parmaklarını yırtan dikenleri ayıklamaya koyuldu, canı yanıyordu, içinden bir ses geldi, iştahla atıştırdığı meyveler kalakaldı.
“Halinizi gülünç bulmuyor musunuz?”
“Ne var ki halimde?”
“Hani düşsel bir deniz görmüştünüz?”
“Acıktım ve meyvelere dayanamadım o kadar.”
“Bakın size bir önerim var.”
“Nedir?”
“Beş kuruş verirseniz size o meyvelerden istediğiniz kadar verirler, ama izinsiz koparamazsınız.”
“Beş kuruş mu?” diye söylendi kızarak, “yoo, bu kadarı da fazla, alay etmenize izin veremem.”
Dışarı baktı, tünelin sonu görünmüyordu. Duvarda delikler vardı, vagonlardan deliklere insanlar atılıyordu, anlamıştı trenin süratinin niçin arttığını; yükü azalıyordu. Asıl ürkünç olanı farkettiğinde iş işten geçmişti. İnce bir perde altında düş gücüyle açtığı menfezden bakıyordu, “gel buraya” diye seslenen isteğine boyun eğmekten ve suret libasları giydirmekten çekinmiyordu. Korkusu mutlu bir uykusuzluk görüyordu. Kendisine karşılık bir oyuk gördü. Görmediği, iki uca dikilmiş mezartaşlarıydı; en ürkütücü olanıysa, en göremediğiydi. Adı yazılıydı mezartaşında. Şimşek hızıyla içine döndü. Öneriyi yapan sesi aradı. Vagonda kimsecikler kalmamıştı.
Onlar, hayatı elinde tutuyor, suçluyordu. O ölümü elinde tutuyor, başlarına vuruyordu.
“Bayım bayım” dedi omuzuna vuran kondüktör, “uyanın, son durak”
Gerçeği İnciten Papağan,
“Müphem Bırakılmış Bir Adamın Ölümü,” s. 64-65.