Güncelleme: 2 Ocak 2019
Stefan Zweig’in İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Mart 2015’te çıkan Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat adlı kitabı, altmış yedi yaşındaki bir kadının hayatında kimseye anlatamadığı ve unutamadığı 24 saatinin, ertelenmiş bir itirafın ve insana ait tutkuların ve saplantıların hikayesidir. Bir yandan, bir kadın hikayesinde dile gelen ahlak ve suç algısının, arzunun iyi ve kötüyle ilişkisinin sorgusunun hikayesidir.
Bir kadını itirafa götüren şey bir başka kadının kendisinin yıllar önce yapmayı düşündüğünü gerçekleştirmesidir: Fransız Rivierası’nda küçük bir pansiyonda kalan bir grubun arasında evli ve düzenli bir hayatı olan bir kadın pansiyonda tanıştığı yakışıklı bir Fransız gençle geçirdiği bir kaç saat sonrasında kaçmıştır. Bu olay sonrasında bütün pansiyon kadının ahlak düzeyini, yani ahlaksızlığını, edepsizliğini konuşurken sadece bir kişi bir kadının cesaretle arzusunun peşinden koşmasının son derece anlaşılır olduğunu düşünür ve onun düşünceleri diğer kadına yıllarca içinde biriktirdiklerini sorgulamayacak birini bulmanın hafifliğini yaşatır, itirafının zeminini hazırlar.
Düzenli ve sıradan bir evliliği olan kadın, eşinin ölümünden sonra yalnızlığıyla başbaşa kalır ve kendi içindeki boşluğu dış dünyanın hızıyla ve huzursuzluğuyla doldurmak için Monte Carlo’ya gider. Kumarhane içindekileri bırakıp, yenileriyle dolduracağı yanılmasını yaşadığı yerdir.
Bundan sonrası kadının kendisinde bulmaya cesaret edemediklerini, başka bir bedende, başka bir yüzde, başka ellerde bulmasının, içindeki arzunun, tutkunun, arzuyu ve tutkuyu kumar masasında kaybetmek ve kazanmakla kurduğu ilişki üzerinden tanımlayan bir adamda şekillenmesinin ve bu yeni oluşan biçimde hem karşısındakini hem kendisini takip etmesinin hikayesidir.
Kadının kumarhanede karşılaştığı genç adamın yaşadıkları, bağımlılığın ve esaretin tutkuyla, heyecanın bedenle, bedenin zafer ve çöküşle ilişkisini ortaya koyar. Kadın, adamın izleğinde yaşamın ve ölümün peşinden gitmektedir. Adamın kumardaki iniş ve çıkışlarının nihai bir çöküşle son bulması adamın bedenine yansır, kadın şimdi ölümün diri bir bedendeki soluk izlerinin peşindedir.
Ölümün izleri bu adamda çaresizlik, ümidi kesmişlik, hareketsizlik olarak görünür hale gelir. Yağan yağmurun şiddetinde bir adam kumar masasında bıraktığı geçmişini ümitsizliğinin ıslaklığında izlemektedir. Kadını harekete geçiren bu görüntü olur; intiharla sonuçlanacak bir geceye izin vermek içinden gelmez. Onu kuru bir yere götürmek ister. İtirafındaki ahlak sorgulamaları itirafının biçiminde saklıdır: bundan başka bir şey kesinlikle düşünmez, adamı bir yere götürürken bile deneyimsiz bir kadın olarak aklına ahlaksızca bir şey asla gelmez.
Kadının içsel sorgulamaları, onun algısında ahlakı nasıl keskin çizgilerle tanımladığını gösterir. Ancak itirafında karşımıza çıkan diğer yüzleri, kendisine gerçek bir yüzleşme yaşatacaktır.
Kendisiyle sürekli bir mücadele içindedir ve adama yardımcı olmasının altında yatan tek nedenin bir adamın cesetleşmesine engel olmak olduğuna ikna etmek istemektedir, önce kendisini.
Bu cesetleşme sürecini engellemek için gittikleri otelde adamın “Gel” deyişine engel olamamıştır. Şimdi ortada duran sadece bir kadın, bir adam ve bir odadır. Bu odada kadının gördüğü kaybolmuş bir insanın yaşamın hayat veren her damlasını şiddetli bir arzuyla hararetle emmesi, doğanın ara sıra soğuk ve sıcak, ölüm ve yaşam, coşku ve çaresizlikle ilgili yönlerini birkaç nefeslik muhteşem ve olağanüstü şekilde sıkıştırmasıdır.
Kadın cinselliklerinin tadını bu şekilde tanımlarken de itiraflarına devam etmektedir. Sabah uyandığında hissettiği kirlenmişlik ve pişmanlık duygularını gerçekliği olarak sunarken, içindeki arzu ve tutkuyla derin bir yüzleşme içindedir. Bu yüzleşmeyi o ana kadar yapmamış olması, pişmanlığının derecesini belirler. Coşkusu ne kadar büyükse, pişmanlığı da o kadar büyük olsun istemektedir.
O gecenin sabahında adamın yüzünde bulduğu şey ise, diğer kadının ona hikayesini itiraf etmesine yol açan kaçma hikayesinin baş kahramanı Fransız gencin özelliklerine benzemektedir: sarı saçları kırışıksız alnına bukleler halinde düşmüş, nefesi göğsünden dinlenme halindeki bedenine sükunet içinde yumuşak bir dalga oyunu halinde yayılmaktadır. Adamın kumar masasındaki şiddeti ve çıldırmışlığını okuyabilen kadın, şimdi aynı adamın masumiyetini, çocuksuluğunu ve ışıltısını okumaktadır.
Ancak tüm bunların korkunç olarak tanımlananla, masum olarak tanımlanan arasındaki geçişleri gösterdiği ve bunların edinilmiş tek bir kimlikle sonuçlanmayacağı gerçeğiyle henüz yüzleşmemiştir.
O şimdi, bir adamın cesetleşmesinden, yaşamın içinde kılınması sürecine fedakarlığı, insanlığı ve cinselliğiyle yaptığı katkıdan başka bir şey düşünmemekte, adamla geçirdikleri güzel bir günde -gittikleri restoranda, bindikleri faytonda, uğradıkları kilisede- adamın dönüşümünü, minnetini, itiraflarını izlemektedir. Kumar tutkusunun gözlerinde yarattığı ateşli pırıltının adamın içindeki zehre işaret etiğini anlasa da, bunun her tür yaşam deneyimine, ihtiyaca, pırıltıya, huzura, dini inanışa, güzelliğe üstün geleceğini henüz bilmemektedir.
Gitme vaktini düşündüğünde, kendisinde o ana kadar itiraf edemediği bir gerçekle daha yüzleşecektir: adama aşık olmuştur ve onun kadınlığını görmeyip sadece insanlığını görmesi ve bu nedenle çekip gidebilmek üzere adım atması büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır onda. Çünkü aynı itirafına neden olan diğer kadının Fransız gençle kaçması gibi, o da karşısındaki genç adamdan birazcık ilgi görse düzenli hayatına dair ne varsa silecek, o adamla bilmediği bir coğrafyaya çekip gidecektir. Onunla gidememenin acısını aynı 24 saati yeniden yaşamakla gidermek, bu sancıyı dindirmek ister. Ve kumarhane olur ilk durağı. Oracıkta, dönüşümünü tamamladığını düşündüğü adamın, tutku cehenneminden kıvranan bir adam, aynı adam olarak karşısına çıkması yıkımı olur. Üstelik tutku cehenneminde yandığını düşündüğü bu adam, onu tanımamış, ilgilenmemiş ve aşağılayarak kumarhaneden göndermiştir.
Şimdi kadın, gerçeklik dediğimiz şeyin kaç boyutu olduğunu bilememenin derin yüzleşmesiyle gitmektedir. Kendi hayatına geri döner. Sonradan aldığı adamın intihar haberine verdiği tepki kadının ruh dünyasının aynasıdır.
Yıllar önce onu intihar etmekten kurtarmak için içine girdiği mücadeleyi kutsayan ve adamın bu mücadeleden zaferle çıkışıyla mutlanabilen bir kadın, şimdi adamın ölümüyle haz duymakta, bu ölümle bir çeşit arınmışlık yaşamaktadır.
Stefan Zweig’ın bir kadının bir nefeste yaşadığı bir gününü anlattığı Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat adlı eseri, insanın içinde gezinen ruh sıkışmalarını ele alışıyla okura bir nefeslik okuma şöleni sunuyor.
Işıl Bayraktar – edebiyathaber.net (13 Kasım 2015)
Stefan Zweig’in İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Mart 2015’te çıkan Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat adlı kitabı, altmış yedi yaşındaki bir kadının hayatında kimseye anlatamadığı ve unutamadığı 24 saatinin, ertelenmiş bir itirafın ve insana ait tutkuların ve saplantıların hikayesidir. Bir yandan, bir kadın hikayesinde dile gelen ahlak ve suç algısının, arzunun iyi ve kötüyle ilişkisinin sorgusunun hikayesidir.
Bir kadını itirafa götüren şey bir başka kadının kendisinin yıllar önce yapmayı düşündüğünü gerçekleştirmesidir: Fransız Rivierası’nda küçük bir pansiyonda kalan bir grubun arasında evli ve düzenli bir hayatı olan bir kadın pansiyonda tanıştığı yakışıklı bir Fransız gençle geçirdiği bir kaç saat sonrasında kaçmıştır. Bu olay sonrasında bütün pansiyon kadının ahlak düzeyini, yani ahlaksızlığını, edepsizliğini konuşurken sadece bir kişi bir kadının cesaretle arzusunun peşinden koşmasının son derece anlaşılır olduğunu düşünür ve onun düşünceleri diğer kadına yıllarca içinde biriktirdiklerini sorgulamayacak birini bulmanın hafifliğini yaşatır, itirafının zeminini hazırlar.
Düzenli ve sıradan bir evliliği olan kadın, eşinin ölümünden sonra yalnızlığıyla başbaşa kalır ve kendi içindeki boşluğu dış dünyanın hızıyla ve huzursuzluğuyla doldurmak için Monte Carlo’ya gider. Kumarhane içindekileri bırakıp, yenileriyle dolduracağı yanılmasını yaşadığı yerdir.
Bundan sonrası kadının kendisinde bulmaya cesaret edemediklerini, başka bir bedende, başka bir yüzde, başka ellerde bulmasının, içindeki arzunun, tutkunun, arzuyu ve tutkuyu kumar masasında kaybetmek ve kazanmakla kurduğu ilişki üzerinden tanımlayan bir adamda şekillenmesinin ve bu yeni oluşan biçimde hem karşısındakini hem kendisini takip etmesinin hikayesidir.
Kadının kumarhanede karşılaştığı genç adamın yaşadıkları, bağımlılığın ve esaretin tutkuyla, heyecanın bedenle, bedenin zafer ve çöküşle ilişkisini ortaya koyar. Kadın, adamın izleğinde yaşamın ve ölümün peşinden gitmektedir. Adamın kumardaki iniş ve çıkışlarının nihai bir çöküşle son bulması adamın bedenine yansır, kadın şimdi ölümün diri bir bedendeki soluk izlerinin peşindedir.
Ölümün izleri bu adamda çaresizlik, ümidi kesmişlik, hareketsizlik olarak görünür hale gelir. Yağan yağmurun şiddetinde bir adam kumar masasında bıraktığı geçmişini ümitsizliğinin ıslaklığında izlemektedir. Kadını harekete geçiren bu görüntü olur; intiharla sonuçlanacak bir geceye izin vermek içinden gelmez. Onu kuru bir yere götürmek ister. İtirafındaki ahlak sorgulamaları itirafının biçiminde saklıdır: bundan başka bir şey kesinlikle düşünmez, adamı bir yere götürürken bile deneyimsiz bir kadın olarak aklına ahlaksızca bir şey asla gelmez.
Kadının içsel sorgulamaları, onun algısında ahlakı nasıl keskin çizgilerle tanımladığını gösterir. Ancak itirafında karşımıza çıkan diğer yüzleri, kendisine gerçek bir yüzleşme yaşatacaktır.
Kendisiyle sürekli bir mücadele içindedir ve adama yardımcı olmasının altında yatan tek nedenin bir adamın cesetleşmesine engel olmak olduğuna ikna etmek istemektedir, önce kendisini.
Bu cesetleşme sürecini engellemek için gittikleri otelde adamın “Gel” deyişine engel olamamıştır. Şimdi ortada duran sadece bir kadın, bir adam ve bir odadır. Bu odada kadının gördüğü kaybolmuş bir insanın yaşamın hayat veren her damlasını şiddetli bir arzuyla hararetle emmesi, doğanın ara sıra soğuk ve sıcak, ölüm ve yaşam, coşku ve çaresizlikle ilgili yönlerini birkaç nefeslik muhteşem ve olağanüstü şekilde sıkıştırmasıdır.
Kadın cinselliklerinin tadını bu şekilde tanımlarken de itiraflarına devam etmektedir. Sabah uyandığında hissettiği kirlenmişlik ve pişmanlık duygularını gerçekliği olarak sunarken, içindeki arzu ve tutkuyla derin bir yüzleşme içindedir. Bu yüzleşmeyi o ana kadar yapmamış olması, pişmanlığının derecesini belirler. Coşkusu ne kadar büyükse, pişmanlığı da o kadar büyük olsun istemektedir.
O gecenin sabahında adamın yüzünde bulduğu şey ise, diğer kadının ona hikayesini itiraf etmesine yol açan kaçma hikayesinin baş kahramanı Fransız gencin özelliklerine benzemektedir: sarı saçları kırışıksız alnına bukleler halinde düşmüş, nefesi göğsünden dinlenme halindeki bedenine sükunet içinde yumuşak bir dalga oyunu halinde yayılmaktadır. Adamın kumar masasındaki şiddeti ve çıldırmışlığını okuyabilen kadın, şimdi aynı adamın masumiyetini, çocuksuluğunu ve ışıltısını okumaktadır.
Ancak tüm bunların korkunç olarak tanımlananla, masum olarak tanımlanan arasındaki geçişleri gösterdiği ve bunların edinilmiş tek bir kimlikle sonuçlanmayacağı gerçeğiyle henüz yüzleşmemiştir.
O şimdi, bir adamın cesetleşmesinden, yaşamın içinde kılınması sürecine fedakarlığı, insanlığı ve cinselliğiyle yaptığı katkıdan başka bir şey düşünmemekte, adamla geçirdikleri güzel bir günde -gittikleri restoranda, bindikleri faytonda, uğradıkları kilisede- adamın dönüşümünü, minnetini, itiraflarını izlemektedir. Kumar tutkusunun gözlerinde yarattığı ateşli pırıltının adamın içindeki zehre işaret etiğini anlasa da, bunun her tür yaşam deneyimine, ihtiyaca, pırıltıya, huzura, dini inanışa, güzelliğe üstün geleceğini henüz bilmemektedir.
Gitme vaktini düşündüğünde, kendisinde o ana kadar itiraf edemediği bir gerçekle daha yüzleşecektir: adama aşık olmuştur ve onun kadınlığını görmeyip sadece insanlığını görmesi ve bu nedenle çekip gidebilmek üzere adım atması büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır onda. Çünkü aynı itirafına neden olan diğer kadının Fransız gençle kaçması gibi, o da karşısındaki genç adamdan birazcık ilgi görse düzenli hayatına dair ne varsa silecek, o adamla bilmediği bir coğrafyaya çekip gidecektir. Onunla gidememenin acısını aynı 24 saati yeniden yaşamakla gidermek, bu sancıyı dindirmek ister. Ve kumarhane olur ilk durağı. Oracıkta, dönüşümünü tamamladığını düşündüğü adamın, tutku cehenneminden kıvranan bir adam, aynı adam olarak karşısına çıkması yıkımı olur. Üstelik tutku cehenneminde yandığını düşündüğü bu adam, onu tanımamış, ilgilenmemiş ve aşağılayarak kumarhaneden göndermiştir.
Şimdi kadın, gerçeklik dediğimiz şeyin kaç boyutu olduğunu bilememenin derin yüzleşmesiyle gitmektedir. Kendi hayatına geri döner. Sonradan aldığı adamın intihar haberine verdiği tepki kadının ruh dünyasının aynasıdır.
Yıllar önce onu intihar etmekten kurtarmak için içine girdiği mücadeleyi kutsayan ve adamın bu mücadeleden zaferle çıkışıyla mutlanabilen bir kadın, şimdi adamın ölümüyle haz duymakta, bu ölümle bir çeşit arınmışlık yaşamaktadır.
Stefan Zweig’ın bir kadının bir nefeste yaşadığı bir gününü anlattığı Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat adlı eseri, insanın içinde gezinen ruh sıkışmalarını ele alışıyla okura bir nefeslik okuma şöleni sunuyor.
Işıl Bayraktar – edebiyathaber.net (13 Kasım 2015)