Benim Yavrularım

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
Elleri gökyüzüne uzanırcasına şükür doluydu. Çocukları gelmişti ya!… Ölümün soğuk elini her an omuzlarında hissediyordu. Ölüm uzak değildi. İç içe dost gibiydiler. Bir bütün gün yalnız geçen her dakikada, her saniyede kol kola yürüyen iki arkadaşçasına yakındılar birbirlerine.

Çocuklarına özlem duyardı, içini ezen, yüreğini kavuran bu duyguya dizgin vurmak ne mümkün!… Unutmak güç. Unutmak isteyen de kim zaten? Onlarsız günü mü vardı ki? Onları anmadan, onları düşünmeden geçirdiği bir saniye mi vardı?

Yukarıda Tanrı, içinde ateşten bir kor örneği sevgisini taşıdığı çocukları ile duasına başladı.

Minik haylaz çığlık çığlığa sürünerek önüne geldi. Sessiz mırıltılarla, doyumsuz bir sevecenlikle hareketlerini gözleyen bu mutlu yüze baktı. Sarı, kıvırcık saçlı başını tatlı okşayışlarına bıraktığı o pamuk gibi yumuşacık, sıcacık, sevgi dolu elleri bu kez hareketsiz görünce şaşırdı. Seccadenin üzerine kadar emekledi. Babaannesinin bacaklarına şımarık bir kedi sokulganlığıyla süründü. Sonra tekrar seccadenin üzerine düşerek neşeli bağırışlarla yuvarlandı. Türlü şaklabanlıklar etti.

Sevgi, Tanrının insanlara armağanı en güzel duygu. Onunla dünya ne güzel, yaşamak ne güzel!…

Koca bir yılın özlemi yorgun yüreğini insafsızca ezmişti. «İnsan yaşlandıkça özleme dayanamıyor!» diye düşündü. Çocukları yetmiyormuş gibi bir de şu yaramazlar çıktı başına. Bunlarınki apayrıydı. Hepsine, her özleme hazırlıklıydı da şu bacaksızlara hayır. Bir yıl boyu onları görebilmenin özlemiyle dolup taşar, tatillerde birkaç gün olsun beraber olmalarının da tadına doyamazdı.

«Doyulmuyor anam, doyulmuyor.» derdi. «Şu bacaksızlar var ya beni öldürecekler. Allah’a güç gitmesin ema bütün dünya bir yana, onlar bir yana.»

Şu küçücük, körpe vücutta ne vardı onu çeken? Yüreğini ateş ateş yakan, cnu türlü türlü acılara sürükleyen… İşte öylesine, adını diyemediği bir duygu seli onu tutsak eder, önüne katıp, sürer giderdi.

Fakirleri doyururdu. Düşküne yardım eder, düşenin elinden tutar kaldırırdı. Hayır yapma duygusunun yanında özlem duygusu da iç içeydi. Ona göre mutlu olmanın yolu mutlu etmekten geçerdi.

Soğuk günlerde titreşen ürkek serçelere ekmek ufalardı doysunlar diye. Her birinin birer adı vardı.

«Benim yavrularım» derdi onlara. Sonra yanındaki hayali birilerine bir bir gösterir,

«Aha Ozan!»
«Bu Ezgi, bu Murat, bu da Sezgi…»

En miniklerden birini seçer, yüzünü görmediği yeni doğmuş torununu aklına getirir:

«Bu da Özge kızım» derdi.

Kim bilir nasıl bir şeydir şu küçücük yavrucak. Çocuklarının gurbet ellerde ekmek parası peşinde koşuşturmalarına bir demesi yoktu da işte böylesine habersizlik yıkıyordu onu.

Ne yapsın? Elinden ne gelir? Çaresiz kuşlarla oyalanır, onlara ekmek ufalar, su verir, sonsuz özlemini birazcık olsun hafifletirdi.

Duasını tamamladı, selâm verdi. Minik yaramaza dolu bir gönülle, coşkun bir sevgiyle baktı. Gözlerinin ucuna kadar gelen gözyaşlarını güçlükle engelledi. Donuk mavi gözleri, pembe yanaklı, gök gözlü yaramazı içine hapsetti. Sevgi, yüreğinin bir yerlerine ateşten kor olup yerleşivermiştî. Gideceklerini düşündükçe yeni özlem ateşleri yalım yalım yanıyor, içini önleyemediği isyan duyguları sarıyordu.

«Tövbe! tövbe» dedi. Kendini toparladı. «Üzerlerine çok düşüyorum galiba. Aha yarın öbür gün hepsi birer birer dökülüp gidecekler. Ne Ozan kalacak, ne Murat, ne Sezgi… Sen yine yalnız kalacaksın.

Bir Köroğlu, bir Ayvaz. Duvardaki resimlere bakıp avunacağız. Yine hayaller, yine o uzun bekleyiş…

Ne edersen et mümkünatı yok. O ateş senin kaderinde var. Allah o özlemi alnına yazmışsa çekeceksin.»

Yalnız başına kaldığı zamanlar içten içe duyduğu ağrıyı kalbinin derinliklerinde yeniden duydu. «O da yoruldu, bunca yüke omuz veremiyor artık» diye düşündü.

Minik yaramaz kendi havasındaydı. Halâ seccadenin üzerinde yuvarlanıp duruyor, bağırıp çağırıyordu. Babaannesinin sessizliği dikkatini çekti. Alışmamıştı böylesine hareketsizliğe. Yüzüne baktı. Babaannesinin vücudundan kuvvet alarak ayağa dikildi. Başındaki yaşmağını sıyırarak, beyaz bir pamuk öbeğini andıran saçlarını okşadı. Yeni çıkan dişleriyle yanaklarını kemirdi. Halâ ses yoktu. «Bakalım ne yapacak yaramaz?» dedi, durgunluğunu sürdürdü. Yaramazın pervası yoktu. Put kesilmiş bu durgun yüze minik elleriyle küçük küçük şamarlar attı. Sonra hızını alamayıp iki eliyle «şaap, şaap!» diye vurdu.

Babaanne yalancıktan sesli sesli ağlayarak seccadeye kapandı. Çocuk sessizleşti. Babaannesine baktı. Gerçek mi, değil mi? bir anlam veremedi. Yavaşça yanına çökerek babaannesinin başını minicik dizleri üzerine çekti. Saçlarını okşadı. Bu acemi teselli çabaları senelerin acılarına göğüs germiş yüreği yeniden coşturmuştu.

“Ozan’ım» dedi. «Canım Yavrum!…»

Doğruldu, torununu göğsüne bastırdı. Gözlerinden sessiz gözyaşları boşalıyordu.

Dışarıda bir serçe mutlu mutlu gülümsedi. Yanına başka bir serçe geldi. Yeni yeni serçeler geldiler. Mutfağın arka duvarı dibindeki küçük bir tahta üzerine ekmek parçaları ufalanmıştı. Neşeyle cıvıldaşıp ekmek kırıntılarını topladılar.

 
Top