Kurtuluş Savaşı, oluştuğu dönem ve sonrasında meydana getirdiği etkilerle birlikte düşünüldüğünde; bu harbin basit bir savaş olmayıp, aynı zamanda büyük ve muazzam bir inkılâp hareketi olduğu görülecektir. Bu savaş ve sonrasında gerçekleştirilen inkılâpların en büyüğü şüphesiz kurulan demokratik cumhuriyettir. Burada dikkati çeken ve üzerinde durulması gereken çok önemli bir nokta, dünyanın büyük devletlerine karşı gerçekleştirilen Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki bağımsızlık mücadelesi sırasında, tamamen demokratik kurallara uyulması ve vatanın kurtarılması yolunda zafere ulaşılırken, aynı zamanda demokratik cumhuriyetin de kurumlaşmasının sağlanmasıdır.
Fransız İhtilâli sonrasında Avrupa’da yayılmaya başlayan demokrasi hareketi, geç de olsa zamanla Türkleri de etkilemiş ve Osmanlı Devleti, sistemini demokratikleştirmek için çeşitli teşebbüslerde bulunmuştur. Ancak bu girişimler, çok değişik sebepler yüzünden, bir türlü istenilen sonucu vermemiş ve demokratik sisteme ulaşılamamıştır. I. Dünya Savaşı ile birlikte fiilen Osmanlı Devleti’nin sona ermesi ve Türk vatanının da tehlikeye düşmesi üzerine harekete geçen Mustafa Kemal Paşa, millî birliği sağlayarak; düşmanları ülkemizden çıkarmak suretiyle, vatanın bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını temin etmiştir. Bunu yaparken de, öteden beri mücadelesini verdiği demokratik düzenin ilkelerine uyarak hareket etmiş ve sonuçta demokratik cumhuriyet idealini gerçekleştirmiştir. Bu makalede bu sürecin aşamalarını anlamaya çalışacağız. Konunun anlaşılması bakımından, önce İstiklâl Harbine kadarki Türk demokratik hayatına kısaca göz atıp, daha sonra İstiklâl Harbi dönemine geçeceğiz. Sonunda da sonrasındaki gelişmeleri özetleyip, bir değerlendirme yapacağız.
A. İstiklâl Harbine Kadar Türklerde Demokratik Hayat
1. Osmanlı Devleti’deki Yenileşme Hareketlerine Kadarki Klasik Devlet Düzeni
Orta Asya’da kurulmuş olan Türk devletleri, hükmetme hakkının Tanrı tarafından verildiğine inanılan soylu bir hükümdar tarafından yönetilirdi. [1] Devlet yönetiminde hükümdara yardımcı olmak üzere çeşitli meclisler bulunurdu. [2] Kurultay adı verilen bu meclislere beyler ve ileri gelen eşraf ile birlikte toplantı yerindeki halk da katılabilirdi. Kurultaylar, hükümdarın ölümünden sonra hükümdar ailesinden birini Han seçer, bunun dışında devlet yönetiminde hükümdara danışmanlık hizmeti görürdü. Böylece eski Türk devletlerinde gerek hanın seçilmesi ve gerekse hanın egemenlik hakkını kullanırken sınırlayıcı bir takım hukuk kurallarının bulunması, hanı, mutlak bir hükümdar olmaktan uzak tutmuştur. Çağına göre oldukça ileri bir yönetim anlayışı olmasına karşılık bu yönetimin modern anlamda bir Cumhuriyet olmadığı açıktır. [3]
Türk devlet geleneği, İslâmlığın kabulünden sonra da sürdürülmüştür. İslâm anlayışına göre devlet başkanı, Hazret-i Peygamber’in vekili olan Halife’dir. İslâm öncesi Mekke toplumunda da Eski Yunan şehir devletlerinde benzerini gördüğümüz hür ve soyluların katıldığı bir meclis vardır. Böyle bir dönemde ortaya çıkan İslâm medeniyeti, Halife’nin seçimi esasını benimsemiştir. Ancak o günkü şartlarda modern anlamda herkesin katıldığı bir seçim modeli geliştirilememiştir. İlk dört halife, değişik tarzlarda seçimle iş başına gelmiştir. Seçim belirli bir zümre tarafından gerçekleştirilmiş ve halk bir nevi referandumu (İslâm hukukunda buna biat [4] denmektedir.) tatbik etmiştir. [5] Ancak bu usûl otuz sene sonra terk edilmiş ve Emevîlerle birlikte hilafette saltanat dönemi başlamıştır. Türkler de bu dönemde Müslüman olmuş ve Osmanlılar zamanında hilafeti alınca bu yöntemi devam ettirmiştir.
Osmanlı Medeniyeti, eski Türk gelenekleri ile İslâm Medeniyetinin sentezinden oluşmaktadır. Dolayısıyla bu dönemde her iki medeniyetin özelliklerini görmek mümkündür. Yönetimin başında bütün yetkileri elinde bulunduran bir padişah bulunmaktaydı. Padişahın yanında padişah tarafından atanmış bir meclis hüviyetinde divan kurumu bulunmakta ve devlet işlerinde hükümdara danışmanlık hizmeti görmekte idi. Devlet yönetiminde padişahların keyfî yönetimlerini dengeleyecek ve onların mutlak iktidarlarını engelleyecek bir takım mekanizmalar bulunmasına karşılık, [6] bu düzenin her zaman iyi işlemesini sağlayacak modern anlamda ne bağlayıcı bir anayasa ve ne oturmuş kurumlar mevcut değildi. Yükselme döneminde daha çok sistemin iyi özellikleri ön planda iken; Avrupa’nın hızla ilerlediği ve büyük demokratik atılımların gerçekleştirildiği dönemlerde, Osmanlı düzeni dejenere olmuş ve sistemin olumsuzlukları etkili olmaya başlamıştır. Bu da sistemin yenilenmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.
2. Osmanlılarda Demokratik Gelişmeler
Osmanlıların modern demokrasiyi kurma yolunda attıkları ilk adımın 1808 yılında imzalanan Sened-i İttifak olduğu kabul edilmektedir. Sened-i İttifak bir mahallî aristokrat yönetici sınıfla yapılan bir nevi sözleşme olmasına karşılık, bu sözleşme ile padişah, ilk defa mutlak otoritesini başkaları ile paylaşmış bulunuyordu. [7] Sened-i İttifak’tan sonra ikinci demokratik adım olarak Tanzimat ve Islahat Fermanları gelmektedir. Bu fermanlar, daha çok Batılı devletlerin baskısı ile ve içeride azınlıkların ayrılma isteklerini sona erdirme maksadıyla ortaya çıkmıştır. Bir anayasa [8] olma niteliğinden uzak ve padişah iradesiyle gerçekleşmiş olsa da, burada da padişahın mutlak hakimiyetinin sınırlandırılması söz konusudur. Bu fermanlarla demokrasi açısından getirilen en önemli yenilik şüphesiz tüm vatandaşların siyasî eşitliğinin sağlanmış olmasıdır. Bununla birlikte fermanlarda vatandaşlara bazı haklar ve hürriyetler de tanınıyordu. Bu dönemde aynı zamanda, çeşitli devlet işlerinin görülmesinde danışmanlık hizmetleri görecek olan ve zaman zaman seçimle iş başına gelen üyelerin de bulunduğu meclisler kuruldu. Bu meclisler, meşrutiyet döneminin alt yapısını oluşturmak bakımından önemli roller üstlendiler. [9]
Osmanlı Devleti zamanında demokrasi yolunda atılan en önemli adım meşrutiyet idaresinin kurulması oldu. İlk defa 1876 tarihinde kabul edilen Kanun-u Esasî (Anayasa) ve 1877′de toplanan Meclis-i Mebusan ile birlikte meşrutiyet dönemi de başlamış oluyordu. Bütün vatandaşların kanun önünde eşit sayıldığı, kişi hak ve hürriyetlerinin anayasanın güvencesine alındığı bu dönemde yine padişah büyük yetkilere sahip bulunuyordu. Bunlardan bazıları; Anayasayı askıya almak, gerekirse meclisi dağıtmak ve sürgün cezaları vermek gibi onu son derece etkin kılacak yetkilerdi. Birinci meşrutiyet denemesi çok kısa sürdü. Devletin henüz böyle bir yönetime hazır olmadığı kanaatini taşıyan II. Abdulhamid, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’ni bahane ederek, Anayasadaki hakkını kullanmak suretiyle Anayasayı askıya aldı ve Meclis-i Mebusan’ı da dağıttı.
Bundan sonraki otuz yıllık dönemde II. Abdulhamid, kendi yönetim anlayışıyla ülkeyi tek başına yönetti. Özellikle aydınların demokratik taleplerini şiddetle karşıladı ve onların faaliyetlerine engel olmaya çalıştı. Ancak bu baskılar aydınlardaki Batılılaşma temayülünü daha da artırmış ve yaygınlaştırmıştır. [10]
II. Abdulhamid’in baskıcı yönetimine karşılık demokratik bir yönetim kurma yolunda oldukça kararlı bulunan aydınlar, yurt içinde ve yurt dışında teşkilâtlar kurarak faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Çok gizli olarak kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti zamanla güçlendi. Sonuçta ülkenin içinde bulunduğu iç ve dış problemlerin II. Abdulhamid’in baskıcı yönetiminden kaynaklandığını düşünen İttihatçılar, baskı yaparak, padişaha meşrutiyeti tekrar ilan ettirdiler. (1908) Bu dönemde ilk defa çok partili seçim gerçekleştirildi. Yaklaşık bir yıl sonra çıkan 31 Mart ayaklanmasından sonra, II. Abdulhamid tahttan indirildi ve padişaha verilen hakların bir kısmı alınarak ülke yönetiminde meclisin egemen olması sağlanmaya çalışıldı. Ancak bu gelişmeden hemen sonra başlayan Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Harpleri yönetime başarılı olma ve kendini gösterme şansı vermedi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın sorumluluğu tamamen meclis ile onun hükümetine verildi ve dış baskıların da etkisiyle meclis dağıtıldı ve tekrar padişahın etkin olduğu bir dönem başladı. [11]
3. Osmanlıların Demokratik Düzene Geçişte Başarısızlık Sebepleri
Fransız İhtilâlinden sonra ortaya çıkan ve önce Avrupa’yı, daha sonra da Osmanlı Devleti’ni etkileyen demokratik akım sonunda, Osmanlılar, sistemlerini demokratikleştirerek yenilemek istemişlerdir. Ancak yapılan düzenlemeler bir türlü istenilen neticeyi vermemiş; sistemi yenilemek ve ayakta tutmak mümkün olmamıştır. Bunun çeşitli sebepleri vardır ki, bu sebeplerin bilinmesi cumhuriyet dönemi inkılaplarının da anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
a) 1-Osmanlı Devletinde yapılan yeniliklerin büyük bir bölümü dış baskı ve telkinlerle gerçekleştirilmiş yeniliklerdir.
2- Gerçekleştirilen demokratik girişimlerin önemli bir bölümü içerdeki bazı problemlerin çözümüne yöneliktir. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile Meşrutiyet hareketleri sırasında azınlıklara siyasî hakların tanınmasının arkasında, esas olarak, onların ayrılma isteklerini sona erdirmek suretiyle, ülkenin birliğini devam ettirme düşüncesi vardır.
Dolayısıyla bu girişimlerde devletin temel endişesinin, demokrasiyi kurmaktan çok, ülke birliğini devam ettirmek ve Batılı devletlerin, içişlerimizi bahane ederek yaptıkları baskıları azaltmak gibi düşünceler olduğu görülmektedir. Yeniliklerin Avrupa’daki demokratik gelişmelerin aksine halk tabanından değil de yöneticilerden gelmiş olması [12] da bu durumu açıklayan önemli bir göstergedir.
Buna karşılık İstiklâl Harbi ve Cumhuriyet dönemi inkılaplarında yukarıdaki özelliklerin hiçbirisi yoktur. Bir defa bu dönemde Batı baskısı ve telkinlerinden bahsedilemez. Çünkü bu dönemde, Batıya karşı bir mücadele başlatılmış ve bu mücadele zaferle neticelenmiştir. Ayrıca ülke birliğini devam ettirmek gibi bir problem de inkılaplarda asıl etken olamaz. Çünkü bu dönemde ülke birliği zaten temin edilmiş ve bu durum Lozan barışı ile bütün dünyaya kabul ettirilmiştir. O halde İstiklâl Harbi ve Cumhuriyet dönemi demokratik hareketleri, tamamen ve doğrudan ülkenin demokratik idealler doğrultusunda yönetilmesini sağlamaya yönelik İnkılaplar olarak ortaya çıkmış yeniliklerdir.
b) Osmanlı Devleti’nde, yenilik yaparak Avrupa’da ortaya çıkan demokratik düzen getirilmeye çalışılırken, sistemin geleneksel ve aslî özellikleri de korunmaya çalışılmıştır. Yıkıldığı gün bile padişahlık, temsil ettiği bütün değerlerle birlikte korunuyordu. Bunun gibi sisteme yön veren diğer kurumlar da varlığını son döneme kadar sürdürmüştür. Yeni Osmanlı aydını da Batıyı topyekün benimsemek yerine geleneksel İslâmî-Osmanlı düzeni ile Avrupa’da ortaya çıkan yeni değerlerin sentezine çalışmışlardır. Yapmak istedikleri iş, Avrupa’nın siyasî kurumlarının “en iyi”lerini alıp, İslâmî temel üzerine yerleştirmek imkansızlığıdır. [13]
Cumhuriyet döneminde, yukarıdaki çelişkinin iyi anlaşılmış olmasından dolayıdır ki, çağın ihtiyaçlarına cevap vermekten iyice uzaklaşmış bulunan geleneksel kurumlar tamamen ortadan kaldırılmış ve yerine çağdaş dünyanın sistemleri bütünüyle tesis edilerek, demokratik cumhuriyet kurulabilmiştir.
c) Osmanlılar döneminde yapılan yenilikler, geleneksel kurumlar sayesinde menfaatlerini koruyan bir kısım gelenekçi-muhafazakar muhalefet (Yeniçeriler ve Ulema sınıfı gibi) tarafından sürekli engellenmeye çalışılmıştır. Aydınlanmamış halkın geleneksel kurumlara bağlı olması, bu muhalefetin halktan da destek bulmasına yol açmıştır. Dolayısıyla Batıdan getirilen yeni kurumların kendilerini göstermelerine bir türlü imkan verilmemiştir.
Buna karşılık Cumhuriyet döneminde çeşitli muhalefet girişimleri olmuşsa da bu, hiçbir zaman inkılapları engelleyebilecek güce ulaşmamıştır. Bunda şüphesiz inkılapları gerçekleştiren önderin, Türk milletinin 1683′ten beri Batı karşısında aldığı mağlubiyetlere son vermiş ve Batı karşısında zafer kazanmış, böylece Türk milletinin efsanevî lideri olmuş olması önemli bir rol oynamıştır. [14] Bu karizma ile inkılaplara girişen Mustafa Kemal Atatürk’e karşı muhalefet, hiçbir zaman inkılapları engelleyecek bir güce ulaşamayacaktır.
4. Mondros Mütarekesinin Ortaya Çıkardığı Kaos ve Demokratik Hayat
I. Dünya Savaşı’nı sona erdirmek üzere 30 Ekim 1918′de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması, bir bakıma Osmanlı Devleti’nin de fiilen sona erdiği hükmünü verdirecek şartlar içeriyordu. Bu mütareke ile İ’tilaf devletleri Osmanlı topraklarını işgal etme hakkını elde ediyor; Osmanlı Devleti’nin bu durumu kabul etmeyerek karşı koymak istemesi halinde, buna imkan bulamaması için de ordusunu terhis ettiriyor ve silahlarını elinden alıyordu. Oluşabilecek muhtemel bir halk hareketine meydan vermemek için de tüm ulaşım ve haberleşme araçlarını ve merkezlerini kontrol altına alıyordu. Anlaşılan daha sonra tarihe “Sevr planı” olarak geçen “Türk milletini tarihten silme” projesi uygulanmak isteniyordu.
Mütarekeden hemen sonra İ’tilaf devletleri ateşkes anlaşması hükümlerini uygulamaya koyuldular ve işgal edilmemiş olan son Osmanlı toprağı olan Türk vatanı Anadolu’yu da dört bir taraftan işgale başladılar. Bu arada devlet merkezi bulunan İstanbul’u da 13 Kasım 1918′de fiilen işgal ettiler. İstanbul’un işgalindeki maksat, devlet yöneticilerinin ellerini kollarını bağlamak, böylece yukarıda bahsettiğimiz Sevr planını uygulama projesini engelleme girişimlerine peşinen mani olmaktı. Bu arada isteklerini daha kolay yaptırabilmek için Padişah’a baskı yaparak, milletin temsilcilerinin bulunduğu Mebusan Meclisi’nin dağıtılmasını sağladılar. (21 Aralık 1918) [15] Böylece Padişah ve onun tayin etmiş olduğu hükümet İ’tilaf devletlerinin baskısı ve kontrolü altında ve halktan kopuk olarak icraat yapacak; İ’tilaf devletlerinin isteklerine karşı çıkma iradesini tamamen kaybedecektir. Tabiî bu durumda Türk devleti yok olacak ve daha da kötüsü Türk vatanı parçalanacak ve işgal altına girecekti.
Fransız İhtilâli sonrasında Avrupa’da yayılmaya başlayan demokrasi hareketi, geç de olsa zamanla Türkleri de etkilemiş ve Osmanlı Devleti, sistemini demokratikleştirmek için çeşitli teşebbüslerde bulunmuştur. Ancak bu girişimler, çok değişik sebepler yüzünden, bir türlü istenilen sonucu vermemiş ve demokratik sisteme ulaşılamamıştır. I. Dünya Savaşı ile birlikte fiilen Osmanlı Devleti’nin sona ermesi ve Türk vatanının da tehlikeye düşmesi üzerine harekete geçen Mustafa Kemal Paşa, millî birliği sağlayarak; düşmanları ülkemizden çıkarmak suretiyle, vatanın bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını temin etmiştir. Bunu yaparken de, öteden beri mücadelesini verdiği demokratik düzenin ilkelerine uyarak hareket etmiş ve sonuçta demokratik cumhuriyet idealini gerçekleştirmiştir. Bu makalede bu sürecin aşamalarını anlamaya çalışacağız. Konunun anlaşılması bakımından, önce İstiklâl Harbine kadarki Türk demokratik hayatına kısaca göz atıp, daha sonra İstiklâl Harbi dönemine geçeceğiz. Sonunda da sonrasındaki gelişmeleri özetleyip, bir değerlendirme yapacağız.
A. İstiklâl Harbine Kadar Türklerde Demokratik Hayat
1. Osmanlı Devleti’deki Yenileşme Hareketlerine Kadarki Klasik Devlet Düzeni
Orta Asya’da kurulmuş olan Türk devletleri, hükmetme hakkının Tanrı tarafından verildiğine inanılan soylu bir hükümdar tarafından yönetilirdi. [1] Devlet yönetiminde hükümdara yardımcı olmak üzere çeşitli meclisler bulunurdu. [2] Kurultay adı verilen bu meclislere beyler ve ileri gelen eşraf ile birlikte toplantı yerindeki halk da katılabilirdi. Kurultaylar, hükümdarın ölümünden sonra hükümdar ailesinden birini Han seçer, bunun dışında devlet yönetiminde hükümdara danışmanlık hizmeti görürdü. Böylece eski Türk devletlerinde gerek hanın seçilmesi ve gerekse hanın egemenlik hakkını kullanırken sınırlayıcı bir takım hukuk kurallarının bulunması, hanı, mutlak bir hükümdar olmaktan uzak tutmuştur. Çağına göre oldukça ileri bir yönetim anlayışı olmasına karşılık bu yönetimin modern anlamda bir Cumhuriyet olmadığı açıktır. [3]
Türk devlet geleneği, İslâmlığın kabulünden sonra da sürdürülmüştür. İslâm anlayışına göre devlet başkanı, Hazret-i Peygamber’in vekili olan Halife’dir. İslâm öncesi Mekke toplumunda da Eski Yunan şehir devletlerinde benzerini gördüğümüz hür ve soyluların katıldığı bir meclis vardır. Böyle bir dönemde ortaya çıkan İslâm medeniyeti, Halife’nin seçimi esasını benimsemiştir. Ancak o günkü şartlarda modern anlamda herkesin katıldığı bir seçim modeli geliştirilememiştir. İlk dört halife, değişik tarzlarda seçimle iş başına gelmiştir. Seçim belirli bir zümre tarafından gerçekleştirilmiş ve halk bir nevi referandumu (İslâm hukukunda buna biat [4] denmektedir.) tatbik etmiştir. [5] Ancak bu usûl otuz sene sonra terk edilmiş ve Emevîlerle birlikte hilafette saltanat dönemi başlamıştır. Türkler de bu dönemde Müslüman olmuş ve Osmanlılar zamanında hilafeti alınca bu yöntemi devam ettirmiştir.
Osmanlı Medeniyeti, eski Türk gelenekleri ile İslâm Medeniyetinin sentezinden oluşmaktadır. Dolayısıyla bu dönemde her iki medeniyetin özelliklerini görmek mümkündür. Yönetimin başında bütün yetkileri elinde bulunduran bir padişah bulunmaktaydı. Padişahın yanında padişah tarafından atanmış bir meclis hüviyetinde divan kurumu bulunmakta ve devlet işlerinde hükümdara danışmanlık hizmeti görmekte idi. Devlet yönetiminde padişahların keyfî yönetimlerini dengeleyecek ve onların mutlak iktidarlarını engelleyecek bir takım mekanizmalar bulunmasına karşılık, [6] bu düzenin her zaman iyi işlemesini sağlayacak modern anlamda ne bağlayıcı bir anayasa ve ne oturmuş kurumlar mevcut değildi. Yükselme döneminde daha çok sistemin iyi özellikleri ön planda iken; Avrupa’nın hızla ilerlediği ve büyük demokratik atılımların gerçekleştirildiği dönemlerde, Osmanlı düzeni dejenere olmuş ve sistemin olumsuzlukları etkili olmaya başlamıştır. Bu da sistemin yenilenmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.
2. Osmanlılarda Demokratik Gelişmeler
Osmanlıların modern demokrasiyi kurma yolunda attıkları ilk adımın 1808 yılında imzalanan Sened-i İttifak olduğu kabul edilmektedir. Sened-i İttifak bir mahallî aristokrat yönetici sınıfla yapılan bir nevi sözleşme olmasına karşılık, bu sözleşme ile padişah, ilk defa mutlak otoritesini başkaları ile paylaşmış bulunuyordu. [7] Sened-i İttifak’tan sonra ikinci demokratik adım olarak Tanzimat ve Islahat Fermanları gelmektedir. Bu fermanlar, daha çok Batılı devletlerin baskısı ile ve içeride azınlıkların ayrılma isteklerini sona erdirme maksadıyla ortaya çıkmıştır. Bir anayasa [8] olma niteliğinden uzak ve padişah iradesiyle gerçekleşmiş olsa da, burada da padişahın mutlak hakimiyetinin sınırlandırılması söz konusudur. Bu fermanlarla demokrasi açısından getirilen en önemli yenilik şüphesiz tüm vatandaşların siyasî eşitliğinin sağlanmış olmasıdır. Bununla birlikte fermanlarda vatandaşlara bazı haklar ve hürriyetler de tanınıyordu. Bu dönemde aynı zamanda, çeşitli devlet işlerinin görülmesinde danışmanlık hizmetleri görecek olan ve zaman zaman seçimle iş başına gelen üyelerin de bulunduğu meclisler kuruldu. Bu meclisler, meşrutiyet döneminin alt yapısını oluşturmak bakımından önemli roller üstlendiler. [9]
Osmanlı Devleti zamanında demokrasi yolunda atılan en önemli adım meşrutiyet idaresinin kurulması oldu. İlk defa 1876 tarihinde kabul edilen Kanun-u Esasî (Anayasa) ve 1877′de toplanan Meclis-i Mebusan ile birlikte meşrutiyet dönemi de başlamış oluyordu. Bütün vatandaşların kanun önünde eşit sayıldığı, kişi hak ve hürriyetlerinin anayasanın güvencesine alındığı bu dönemde yine padişah büyük yetkilere sahip bulunuyordu. Bunlardan bazıları; Anayasayı askıya almak, gerekirse meclisi dağıtmak ve sürgün cezaları vermek gibi onu son derece etkin kılacak yetkilerdi. Birinci meşrutiyet denemesi çok kısa sürdü. Devletin henüz böyle bir yönetime hazır olmadığı kanaatini taşıyan II. Abdulhamid, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’ni bahane ederek, Anayasadaki hakkını kullanmak suretiyle Anayasayı askıya aldı ve Meclis-i Mebusan’ı da dağıttı.
Bundan sonraki otuz yıllık dönemde II. Abdulhamid, kendi yönetim anlayışıyla ülkeyi tek başına yönetti. Özellikle aydınların demokratik taleplerini şiddetle karşıladı ve onların faaliyetlerine engel olmaya çalıştı. Ancak bu baskılar aydınlardaki Batılılaşma temayülünü daha da artırmış ve yaygınlaştırmıştır. [10]
II. Abdulhamid’in baskıcı yönetimine karşılık demokratik bir yönetim kurma yolunda oldukça kararlı bulunan aydınlar, yurt içinde ve yurt dışında teşkilâtlar kurarak faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Çok gizli olarak kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti zamanla güçlendi. Sonuçta ülkenin içinde bulunduğu iç ve dış problemlerin II. Abdulhamid’in baskıcı yönetiminden kaynaklandığını düşünen İttihatçılar, baskı yaparak, padişaha meşrutiyeti tekrar ilan ettirdiler. (1908) Bu dönemde ilk defa çok partili seçim gerçekleştirildi. Yaklaşık bir yıl sonra çıkan 31 Mart ayaklanmasından sonra, II. Abdulhamid tahttan indirildi ve padişaha verilen hakların bir kısmı alınarak ülke yönetiminde meclisin egemen olması sağlanmaya çalışıldı. Ancak bu gelişmeden hemen sonra başlayan Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Harpleri yönetime başarılı olma ve kendini gösterme şansı vermedi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın sorumluluğu tamamen meclis ile onun hükümetine verildi ve dış baskıların da etkisiyle meclis dağıtıldı ve tekrar padişahın etkin olduğu bir dönem başladı. [11]
3. Osmanlıların Demokratik Düzene Geçişte Başarısızlık Sebepleri
Fransız İhtilâlinden sonra ortaya çıkan ve önce Avrupa’yı, daha sonra da Osmanlı Devleti’ni etkileyen demokratik akım sonunda, Osmanlılar, sistemlerini demokratikleştirerek yenilemek istemişlerdir. Ancak yapılan düzenlemeler bir türlü istenilen neticeyi vermemiş; sistemi yenilemek ve ayakta tutmak mümkün olmamıştır. Bunun çeşitli sebepleri vardır ki, bu sebeplerin bilinmesi cumhuriyet dönemi inkılaplarının da anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
a) 1-Osmanlı Devletinde yapılan yeniliklerin büyük bir bölümü dış baskı ve telkinlerle gerçekleştirilmiş yeniliklerdir.
2- Gerçekleştirilen demokratik girişimlerin önemli bir bölümü içerdeki bazı problemlerin çözümüne yöneliktir. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile Meşrutiyet hareketleri sırasında azınlıklara siyasî hakların tanınmasının arkasında, esas olarak, onların ayrılma isteklerini sona erdirmek suretiyle, ülkenin birliğini devam ettirme düşüncesi vardır.
Dolayısıyla bu girişimlerde devletin temel endişesinin, demokrasiyi kurmaktan çok, ülke birliğini devam ettirmek ve Batılı devletlerin, içişlerimizi bahane ederek yaptıkları baskıları azaltmak gibi düşünceler olduğu görülmektedir. Yeniliklerin Avrupa’daki demokratik gelişmelerin aksine halk tabanından değil de yöneticilerden gelmiş olması [12] da bu durumu açıklayan önemli bir göstergedir.
Buna karşılık İstiklâl Harbi ve Cumhuriyet dönemi inkılaplarında yukarıdaki özelliklerin hiçbirisi yoktur. Bir defa bu dönemde Batı baskısı ve telkinlerinden bahsedilemez. Çünkü bu dönemde, Batıya karşı bir mücadele başlatılmış ve bu mücadele zaferle neticelenmiştir. Ayrıca ülke birliğini devam ettirmek gibi bir problem de inkılaplarda asıl etken olamaz. Çünkü bu dönemde ülke birliği zaten temin edilmiş ve bu durum Lozan barışı ile bütün dünyaya kabul ettirilmiştir. O halde İstiklâl Harbi ve Cumhuriyet dönemi demokratik hareketleri, tamamen ve doğrudan ülkenin demokratik idealler doğrultusunda yönetilmesini sağlamaya yönelik İnkılaplar olarak ortaya çıkmış yeniliklerdir.
b) Osmanlı Devleti’nde, yenilik yaparak Avrupa’da ortaya çıkan demokratik düzen getirilmeye çalışılırken, sistemin geleneksel ve aslî özellikleri de korunmaya çalışılmıştır. Yıkıldığı gün bile padişahlık, temsil ettiği bütün değerlerle birlikte korunuyordu. Bunun gibi sisteme yön veren diğer kurumlar da varlığını son döneme kadar sürdürmüştür. Yeni Osmanlı aydını da Batıyı topyekün benimsemek yerine geleneksel İslâmî-Osmanlı düzeni ile Avrupa’da ortaya çıkan yeni değerlerin sentezine çalışmışlardır. Yapmak istedikleri iş, Avrupa’nın siyasî kurumlarının “en iyi”lerini alıp, İslâmî temel üzerine yerleştirmek imkansızlığıdır. [13]
Cumhuriyet döneminde, yukarıdaki çelişkinin iyi anlaşılmış olmasından dolayıdır ki, çağın ihtiyaçlarına cevap vermekten iyice uzaklaşmış bulunan geleneksel kurumlar tamamen ortadan kaldırılmış ve yerine çağdaş dünyanın sistemleri bütünüyle tesis edilerek, demokratik cumhuriyet kurulabilmiştir.
c) Osmanlılar döneminde yapılan yenilikler, geleneksel kurumlar sayesinde menfaatlerini koruyan bir kısım gelenekçi-muhafazakar muhalefet (Yeniçeriler ve Ulema sınıfı gibi) tarafından sürekli engellenmeye çalışılmıştır. Aydınlanmamış halkın geleneksel kurumlara bağlı olması, bu muhalefetin halktan da destek bulmasına yol açmıştır. Dolayısıyla Batıdan getirilen yeni kurumların kendilerini göstermelerine bir türlü imkan verilmemiştir.
Buna karşılık Cumhuriyet döneminde çeşitli muhalefet girişimleri olmuşsa da bu, hiçbir zaman inkılapları engelleyebilecek güce ulaşmamıştır. Bunda şüphesiz inkılapları gerçekleştiren önderin, Türk milletinin 1683′ten beri Batı karşısında aldığı mağlubiyetlere son vermiş ve Batı karşısında zafer kazanmış, böylece Türk milletinin efsanevî lideri olmuş olması önemli bir rol oynamıştır. [14] Bu karizma ile inkılaplara girişen Mustafa Kemal Atatürk’e karşı muhalefet, hiçbir zaman inkılapları engelleyecek bir güce ulaşamayacaktır.
4. Mondros Mütarekesinin Ortaya Çıkardığı Kaos ve Demokratik Hayat
I. Dünya Savaşı’nı sona erdirmek üzere 30 Ekim 1918′de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması, bir bakıma Osmanlı Devleti’nin de fiilen sona erdiği hükmünü verdirecek şartlar içeriyordu. Bu mütareke ile İ’tilaf devletleri Osmanlı topraklarını işgal etme hakkını elde ediyor; Osmanlı Devleti’nin bu durumu kabul etmeyerek karşı koymak istemesi halinde, buna imkan bulamaması için de ordusunu terhis ettiriyor ve silahlarını elinden alıyordu. Oluşabilecek muhtemel bir halk hareketine meydan vermemek için de tüm ulaşım ve haberleşme araçlarını ve merkezlerini kontrol altına alıyordu. Anlaşılan daha sonra tarihe “Sevr planı” olarak geçen “Türk milletini tarihten silme” projesi uygulanmak isteniyordu.
Mütarekeden hemen sonra İ’tilaf devletleri ateşkes anlaşması hükümlerini uygulamaya koyuldular ve işgal edilmemiş olan son Osmanlı toprağı olan Türk vatanı Anadolu’yu da dört bir taraftan işgale başladılar. Bu arada devlet merkezi bulunan İstanbul’u da 13 Kasım 1918′de fiilen işgal ettiler. İstanbul’un işgalindeki maksat, devlet yöneticilerinin ellerini kollarını bağlamak, böylece yukarıda bahsettiğimiz Sevr planını uygulama projesini engelleme girişimlerine peşinen mani olmaktı. Bu arada isteklerini daha kolay yaptırabilmek için Padişah’a baskı yaparak, milletin temsilcilerinin bulunduğu Mebusan Meclisi’nin dağıtılmasını sağladılar. (21 Aralık 1918) [15] Böylece Padişah ve onun tayin etmiş olduğu hükümet İ’tilaf devletlerinin baskısı ve kontrolü altında ve halktan kopuk olarak icraat yapacak; İ’tilaf devletlerinin isteklerine karşı çıkma iradesini tamamen kaybedecektir. Tabiî bu durumda Türk devleti yok olacak ve daha da kötüsü Türk vatanı parçalanacak ve işgal altına girecekti.