• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Ask!!

Çirkin Kral

Forum Tutkunu
Aşkla yazı arasında binlerce yıldır süren, sırlarına bir türlü varılamayan bir ilişki var. Her şey gibi aşk da yazıya dönüştüğü zaman derinleşiyor, bir boyut daha ediniyor.



Yazarken ruhumuzun aşka ait olduğunu, kalemi tutan elimizin onun hamleleriyle kıpırdadığını hissediyoruz.

Normalde yazıya dönüşen her şey öncekinden daha tehlikesiz görünür. Bizi boğan sıkıntılara güzel bir mesafe duygusuyla bakabildiğimizi fark ederiz yazınca. Yenilmez görünen bir keder bile kâğıt üstüne eski gücünü taşımaz. Bunun tek istisnası aşk belki de. Onu ne kadar yazarsanız yazın, şiddetinden dirhem kaybetmiyor. Hatta sizin satırlarınızla beslenerek eskisinden daha güçlü bir şey haline gelebiliyor.

Aşka yazı karşısında ilk bakışta üstünlük sağlayan da galiba bu özelliği.

Yazdığımız zaman kadınların saçları daha uzun ve daha siyah oluyor birden. Dudakları çok daha kıvılcımlı bükülüyor güldüklerinde, ağladıklarında gözleri çok daha buğulu bakıyor. Asıl tehlikeli ilişki yazıyla kadın arasında demek ki. Harflerin arasından geçerek yüreğimize yaklaşıyor kadının parmakları. Onun bize her türlü sonsuzluğu bahşeden sesi alfabeleri aşarak ruhumuzu dolduruyor. Bazen Japon yazısındaki gibi yukarıdan aşağı inen bir tutkuyu üflüyor kulağımıza, bazen Ortadoğu yazıları gibi tersten başlayan, kıvrımlı bir istek uyandırıyor.

Kiril alfabesi gibi donuk, Greklerinki gibi Akdeniz kokan aşklar da var. Nasıl aşkın yeri ve zamanı olmazsa, yazının da özel bir mekânı ya da takvim sayfası yok. Beyaz kâğıdın karşısına geçince kendimizi bütün mümkünlerin kıyısında hissetmemiz gibi, aşık olduğumuz bedene bakınca da varlığımızı çağıran sonsuzu duyabiliyoruz. İkisi de nereye varacağını kestiremediğimiz, güzel ve tehlikeli yolculuklara çağırıyor bizi.

Dikkatli olmazsak aşk kendi sınırlarından taşıp benliğimizi işgal edebiliyor. Yazı da öyle. Aşk her fırsatta karşımıza çıkıp bizi varlığından haberdar ediyor. Yazı da öyle. Güzel bir şiire de dönüşebilen, bir mahkeme celbindeki soğukluğa da hizmet eden yazı, aynı genişliğe sahip olan aşk tarafından taklit ediliyor. Aşkı bildiğimiz en eski harflerle, binlerce yıllık bir tablete kazır gibi kazıyoruz göğsümüze. Bunu yaparken de hem o eski yazıcının kollarındaki yorgunluğu hem de tabletin tenindeki sancıyı keşfediyoruz.

Aşkı yazıyla buluşturan şeylerden biri de acıya duyduğumuz özlem. Aşkın verdiği acılar bir taraftan da hâlâ insan olduğumuzu ve kahramanca nefes alıp verdiğimizi hatırlatarak tuhaf bir şekilde mutlu eder bizi. Hiç değmeyecek bir insan için bile acı çekecek kadar yürekli olduğumuzu düşünerek kendimizle gizli gizli gurur duyarız. Yazı da hayatımızın içine dev bir mürekkep lekesi gibi yayıldıkça benzer acıları ve sarhoşlukları yaşatır. İsteriz ki harflerin doldurduğu bu evren kara delikleriyle yutsun, enerji patlamalarıyla yok etsin bizi. Varlığımız onun varlığı içinde erisin, önemini ve ciddiyetini sonsuza kadar ertelesin.

Aşk bizi hayatın zorla giydirdiği deli gömleğinin içinden çekip alır. Deli olmasına deliyizdir hâlâ ama çılgınlığımızın boyutları o kadar büyümüş, sınırları o kadar akıl almaz hale gelmiştir ki onu zaptedecek bir şey yoktur artık. Yazı da bizi saf doğamızla hiç beklemediğimiz anlarda buluşturabilir. İçimizde binlerce yıldır uyuyan o vahşiyi yeniden dünyaya salabilir. İnsan roman yazarken de fark edebilir bunu, küçük bir mektubun son satırlarında da ürpererek anlayabilir. Aşk da yazı da doğuştan gelen yanımızla yüzleştirir bizi. Ama bazen bunu istemeyiz.

Yüzleşmek her zaman matah bir şey değildir çünkü. İnsanın bir korkuluktan sarkar gibi kendi derinkilerine bakması bazen iyi sonuç vermez.

Aşık olduğumuzda da, yazarken de aynı şeyi yaparız: 'Dünyanın merkezine yolculuk' romanındaki garip araca binip ruhumuzun merkezine doğru tünel kazmaya başlarız. Ruhumuzun katmanlarından, toprakla ve suyla, hava ve ateşle dolu yerlerinden geçe geçe merkeze yaklaşırız. Dönüşte kendimize dair yeni bilgiler olur cebimizde. Bazen sever ve yararlanırız o bilgilerden, bazen de bulduğumuza pişman olup unutuluşa terk ederiz.

Böyle düşününce neyin 'aşk yazısı' olduğunu anlamak zorlaşıyor. Her şey aşk yazısıymış, sayfaya düşen her işaret belki eski bir sevgiliye, belki de gelecekteki nefis sevişmelere verilen sözlermiş gibi görünebiliyor. Sevişirken işaret fişekleri fırlatıyoruz gökyüzüne. Yazarken o fişekleri kendi içimizde patlatıyoruz. Bizi görsünler istiyoruz çünkü. Hayat boyu içimizde bekleyen, kimselere gösteremediğimiz o solgun gül yeniden günışığına çıksın, taçyapraklarımız görünür olsun.

Yazı da aşk da kamunun bakışlarından, törenin baskılarından uzak duramamış maalesef. İstediği şeyi yazdığı için zulüm gören yazarlar varsa, istediği erkekle seviştiği için öldürülen kadınlar da var. Yazının büyüsüne kapılıp yalnızlığa sürüklenenler olduğu gibi, aşkın büyüsüne kapılıp iki kişilik bir yalnızlığı inşa etmeye başlayanlar da var.

Yani yazı da aşk da aynı şeyini tehdit ediyor insanın: Özgürlüğünü.

Aşık olduğumuz zaman güzel bir tasmayı boynumuza seve seve geçiriyoruz. Yazdığımız zaman da zincirlerle tanışıyoruz. Çocukluğumuzan beri içimizde yer eden zincirlerle. Yıllardır taşıdığımız için artık farkına bile varamadığımız zincirlerle. Aşk ve yazı önce hayatın zincirden kurtarıyor bizi. Sonra da kendi kelepçelerini takıp bir özgürlük yanılsamasıyla başbaşa bırakıyor. Duvarlara 'seni seviyorum' yazmak geliyor içimizden, en büyüğünden en küçüğüne, binlerce yazar tarih boyunca aynı şeyi yapmamış gibi.

Aşk yazıyla, yazı da aşkla sevişiyor binlerce yıldır. Bizler bu sevişmenin çocuğuyuz. Göbeğimiz sonsuza kadar kesilmeyecek bile olsa kendimizi özgür ve bağımsız zannediyoruz. Buna da şükür.
 
Top