Seksenli yaşlarında olan Ahmet Bey, kırışmış yüzünde derin izler taşıyordu. Bu izler sadece zamanın değil, yaşanmışlıkların, sevinçlerin, acılarının, ve en önemlisi, büyük bir aşkın izleridirdi. Elinde eski, yıpranmış bir fotoğraf tutuyordu; genç, gözleri parlayan bir kadını gösteriyordu. Adı Leyla'ydı. Ahmet Bey'in Leyla'sı. Yetmiş yıl önce, genç bir delikanlı olarak tanışmışlardı. O zamanlar Ahmet, kasabadaki küçük marangoz atölyesinde çalışır, Leyla ise zengin bir tüccarın kızı olarak büyümüş, hayatın tüm nimetlerinden yararlanmıştı.
İlk görüşte aşk değildi, yavaş yavaş yeşeren bir çiçekti. Ahmet, Leyla'nın bahçesinde çalışırken, küçük onarımlar yaparken tanışmıştı. Leyla, diğer genç kızların aksine, Ahmet'in tertemiz ellerindeki nasırları, alnındaki ter damlalarını, yorgun ama çalışkan gözlerini görüyordu. Ona, zengin beylerin oğlu gibi gösterişsiz ama içten bir samimiyet yaklaşıyordu. Leyla'nın babası, bu ilişkiye karşıydı. Ahmet, onun gözünde sadece yoksul bir marangozdu.
Ama Leyla yılmadı. Gizlice buluşmalar, bahçedeki uzun konuşmalar, Ahmet'in elinden tuttuğu Leyla'nın narin parmakları... Aşkları, yasak bir meyve gibi, tatlı ve tehlikeli bir birlikteydi. Aile baskısı artınca, kaçmaya karar verdiler. Bir gece, Leyla'nın babasının uyuduğundan emin olduktan sonra, Ahmet'in küçük atölyesine kaçtılar. Birkaç parça eşya, birkaç lira, ve birbirlerine olan sonsuz aşkları...
Küçük bir kasabada hayat kolay değildi. Ahmet, Leyla için çok çalıştı. Yeni mobilyalar yapıyor, büyük müşteriler arıyordu. Leyla, ev işlerine yardım ediyor, Ahmet'in yorgunluğunu yumuşak dokunuşları ve sevgi dolu bakışlarıyla dindiriyordu. Yıllar geçti, çocukları oldu, torunları... Leyla, Ahmet'in yanında, hayatının en büyük başarısı oldu. O zenginliğin lüksünden değil, emeklerinin verdiği huzurdan mutluydu.
Ancak yılların ağır yükü, Leyla'yı da aldı götürdü. Onun hastalığı, Ahmet'in kalbine bir bıçak gibi saplanmıştı. Leyla'yı kaybettiği gün, dünyasının karanlığa büründüğünü hissetmişti. Ama Leyla'nın hatırası, kalbinde sonsuza dek yaşayacaktı. Onunla paylaştığı her anı, her gülüşü, her gözyaşı, Ahmet'in hafızasının en derin köşesindeydi. Yıllar sonra, fotoğrafı elinde tutarken, Ahmet Bey, Leyla'ya olan aşkını hala hissedebiliyordu. Her kırışık çizgi, her gri tel, onların aşkının birer şahidini oluşturuyordu.
Çocukları ve torunları, dedelerinin hikayesini dinledikçe, büyük aşkın zamanın ve zorlukların ötesinde olan gücüne şahit oluyordu. Ahmet Bey, Leyla'nın fotoğrafına bakarak, onunla geçen her anı yeniden yaşıyor, yüzüne yumuşak bir tebessüm yayılıyordu. Bu tebessüm, Yetmiş yıllık aşkın yaşlanmayan, solmayan bir mirasıydı. Ahmet Bey'in gözlerinde, Leyla'nın gözlerinin parıltısı hala yaşıyordu. Ve o parıltı, sonsuza kadar yaşamaya mahkumdu.
İlk görüşte aşk değildi, yavaş yavaş yeşeren bir çiçekti. Ahmet, Leyla'nın bahçesinde çalışırken, küçük onarımlar yaparken tanışmıştı. Leyla, diğer genç kızların aksine, Ahmet'in tertemiz ellerindeki nasırları, alnındaki ter damlalarını, yorgun ama çalışkan gözlerini görüyordu. Ona, zengin beylerin oğlu gibi gösterişsiz ama içten bir samimiyet yaklaşıyordu. Leyla'nın babası, bu ilişkiye karşıydı. Ahmet, onun gözünde sadece yoksul bir marangozdu.
Ama Leyla yılmadı. Gizlice buluşmalar, bahçedeki uzun konuşmalar, Ahmet'in elinden tuttuğu Leyla'nın narin parmakları... Aşkları, yasak bir meyve gibi, tatlı ve tehlikeli bir birlikteydi. Aile baskısı artınca, kaçmaya karar verdiler. Bir gece, Leyla'nın babasının uyuduğundan emin olduktan sonra, Ahmet'in küçük atölyesine kaçtılar. Birkaç parça eşya, birkaç lira, ve birbirlerine olan sonsuz aşkları...
Küçük bir kasabada hayat kolay değildi. Ahmet, Leyla için çok çalıştı. Yeni mobilyalar yapıyor, büyük müşteriler arıyordu. Leyla, ev işlerine yardım ediyor, Ahmet'in yorgunluğunu yumuşak dokunuşları ve sevgi dolu bakışlarıyla dindiriyordu. Yıllar geçti, çocukları oldu, torunları... Leyla, Ahmet'in yanında, hayatının en büyük başarısı oldu. O zenginliğin lüksünden değil, emeklerinin verdiği huzurdan mutluydu.
Ancak yılların ağır yükü, Leyla'yı da aldı götürdü. Onun hastalığı, Ahmet'in kalbine bir bıçak gibi saplanmıştı. Leyla'yı kaybettiği gün, dünyasının karanlığa büründüğünü hissetmişti. Ama Leyla'nın hatırası, kalbinde sonsuza dek yaşayacaktı. Onunla paylaştığı her anı, her gülüşü, her gözyaşı, Ahmet'in hafızasının en derin köşesindeydi. Yıllar sonra, fotoğrafı elinde tutarken, Ahmet Bey, Leyla'ya olan aşkını hala hissedebiliyordu. Her kırışık çizgi, her gri tel, onların aşkının birer şahidini oluşturuyordu.
Çocukları ve torunları, dedelerinin hikayesini dinledikçe, büyük aşkın zamanın ve zorlukların ötesinde olan gücüne şahit oluyordu. Ahmet Bey, Leyla'nın fotoğrafına bakarak, onunla geçen her anı yeniden yaşıyor, yüzüne yumuşak bir tebessüm yayılıyordu. Bu tebessüm, Yetmiş yıllık aşkın yaşlanmayan, solmayan bir mirasıydı. Ahmet Bey'in gözlerinde, Leyla'nın gözlerinin parıltısı hala yaşıyordu. Ve o parıltı, sonsuza kadar yaşamaya mahkumdu.