• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

20. Yüzyıl Filozofları

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Friedrich August von Hayek
rWdKE.jpg
Friedrich August von Hayek, (d. 8 Mayıs 1899, Viyana – ö. 23 Mart 1992, Freiburg). Avusturya ekolüne bağlı ekonomist ve siyaset bilimcidir. Serbest piyasa ekonomisini 20. yüzyıl ortasında yükselen sosyalist dalgaya karşı savunmasıyla tanındı. Hukuk ve epistemolojiye önemli katkılar yaptı. 1974′te Nobel Ekonomi Ödülü'nü düşünsel rakibi Gunnar Myrdal ile paylaştı.

Doğal bilimcilerin ağırlıkta olduğu bir aile ortamında yetişmesine rağmen topçu subayı olarak görev yaptığı I. Dünya Savaşı'ndan sonra sosyal bilimlere yönelmiştir. Viyana Üniversitesi'nden 1921′de hukuk, 1923 yılında ise siyaset bilimi üzerine 2 sene ara ile 2 doktora almış olan Hayek, 1924′te ABD dönüşünde sosyalizm fikirlerini benimsemek üzereyken Ludwig von Mises'in Sosyalizm kitabından etkilenmiş ve düşüncesini değiştirmiştir. Hayatının bundan sonraki kısmında liberal felsefeyi ekonomi, siyaset felsefesi gibi birçok alanda başarılı bir şekilde savunmuştur.

Hayek serbest piyasa düzeninin felsefi savunucularındandır. Avusturya Okulu'nun 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biridir. 1974′de Nobel Ekonomi ödülünü almıştır. Merkezi ekonomik planlamanın insanların özgürlüklerini ve ihtiyaçlarını kısıtlayacağı tezini vurgulamış, çoğulculuğu ve ekonomik sübjektivizmi savunmuştur.

Hayek'e göre iktisadi karar verme hakki, bireylerden, onların değerlerinden ve amaçlarından bağımsız değildir (ekonomik öznellik, Avusturya ekolü), karar verme hakları enformasyona sahip olan bireylerde olmalıdır. Rekabetçi bir piyasada fiyatlar, insanların farklı mal ve servislere biçtikleri görece değerleri belirlemekte, bireyler de bunlara bakıp istek ve ihtiyaçlarını en iyi şekilde nasıl karşılayacaklarına ve hatta o istek ve ihtiyaçların neler olduklarına karar vermektedirler.


Hayek iktisat dışında bilişim (enformasyon) teorisi, hukuk, politika teorisi, bilim felsefesi ve bilişsel psikoloji (cognitive psychology) gibi alanlarda da yeni fikirler üretmiştir.

Hayek, çocukluk aşkı kuzeni Helene Bitterlich'in kocasından ayrılmasından sonra ofisinde sekreterlik yaparken evlenmiş olduğu karısını boşayıp kuzeni ile evlenmiştir. Hayek 1974 yılında zıt fikirleri savunmalarına rağmen Guannard Myrdall ile paylaşmak zorunda kaldığı Nobel ödülünü almıştır. Ölmeden 2 sene önce hafıza kaybına uğramıştır.

ayrac.gif

Hayek Eserleri
The Road to Serfdom – Kölelik yolu (1944) Bu Eser, Hayek'in özgürlük savunusuna adadığı uzun entelektüel hayatının en çarpıcı ürünlerindendir. Kölelik Yolu, son derece önemli bazı siyasal soruların cevaplarını aramaktadır. Özgürlük nedir? Sosyalizm, faşizm ve diğer totaliter sistemler neden özgürlükle uzlaşmaz bir çelişki içindedirler? Birbirine karşıt görünen özgürlük aleyhtarı anlayışlar yoksa aynı kökten mi türemişlerdir? Sözgelimi “Nazizmin Sosyalist kökleri” nelerdir? Özgürlük, geçici bir güvenlik uğruna feda edilebilir mi? Kollektivist ekonomi altında demokrasinin ve azınlık haklarının yaşama şansı var mıdır?

The Use of Knowledge in Society – Bilginin Toplumda Kullanımı (1945)

The Sensory Order – Duyumsal Düzen (1952)

The Constitution of Liberty – Özgürlüğün Anayasası(1960)

Law, Legislation and Liberty – Kanun, Mevzuat ve Özgürlük (1979)
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Luce Irigaray

jEXmy.jpg
Luce Irigaray, (1930 Belçika) yapısalcılık sonrası gelişen ve etkili olan Fransız feminist felsefenin ünlü üç isiminden biridir. Bu eğilime postmodern feminizm denilmesi de sözkonusudur. Feminist teorisyen, psikanalizci ve edebiyat kuramcısı.

Fransız feminizminin kendisiyle birlikte diğer önemli iki ismi Héléne Cixous ve Julia Kristeva'dır. Her biri kendi başına ve özgün bir düşünür olan bu üçlü, hem feminist felsefenin hem de daha kapsamlı olarak genel kuramsal alanın en etkili düşünürleridir. Irigaray'da diğerleri gibi Lacancı psikanalizden etkilenmiştir, ve diğerleri gibi o da öznellik, cinsellik, dil, arzu gibi meselelerde önemli açıklamar getirmiştir ve bunlar üzerinden etkili bir kuramsal alan oluşturmuştur.

Luce Irigaray, felsefe çalışmalarına psikanalizi dahil eder; bir yandan sürekli bir ilgi olarak Alman felsefesine göndermede bulunur hem de öte yandan Jacques Lacan ve Jacques Derrida gibi yapısalcılık sonrası teorinin önemli isimlerini değerlendirir. Bu bakımdan onun çalışmaları hem derinliği hem de çok yönlülüğüyle güç okunabilen ya da anlaşılabılen çalışmaların bir parçasıdır. Irigaray'ın kuramsal terimlerini, çalışmalarının sürekliliğinde devamlı olarak gündeme getirdiği ve yeniden tanımlama çabası içinde olduğu söylenebilir. Genel savı bakımından Irigaray, özellikle felsefede ataerkillik eleştirisi üzerinde yoğunlaşır ve kadının yeni bir dil ve yeni bir söylemsellik gereksini içinde olduğunu belirtir.


Bu bağlamda ikili bir yönelimi olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi ataerkilliğin felsefe alanındaki yerini ve boyutunu incelemek; ikincisi ise buna karşıt olarak dişil kimliği tanımlamak. Tam da bu noktada temel bir sorunla karşılaşır Irigaray; ataerkil çerçeveye teslim olmaksızın bu ikili işlem nasıl gerçekleştirilebilir. Bu noktada kadın ile erkek arasındaki düzeni ve iktidar dengesini tersine çevirmektir. Kadına özgü toplumsal bir formun geliştirilmesi için düşünceler üretir. Bunun dişil öznelliğin oluşturlmasıyla gerçekleşeceğine inanır ve dolayısıyla kadını erkekleştiren mevcut sistemin dilini ve terimlerini kabul etmenin bir tehlike oluşturduğu düşüncesinden hareket eder. Burada kadın erkek eşitliği fikri reddedilir, asıl mesele erkek gibi olmamak olarak ele alınır.

Birinci dalga feminizm ve ikinci dalga feminizmlerde görülen eşit üçret, eşit haklar için mücadele bu durum içinde ikincil dereceden öneme sahiptirler. Asıl mesele toplumsal, kültürel ve dilsel sistemin kendisiyle mücadle edebilmektir. Irigaray için kadının toplumsal dışlanması ve felsefeden dışlanması bir ve aynı sürecin ürünüdür. Mitolojileri ve Platon'dan itibaren felsefi söylemi inceleyerek bu düşünceleri temellendirir. Örneğin Platon'un ideal devletinin göründüğünün aksine eşitlikten uzak olduğunu, oradaki kadınlarında “erkek” olarak bulundukları tekcinsiyetli bir yapıda olduğunu belirtir. Mitolojik söylemde ise Medusa ve Antigone hikâyeleri Irigaray'ın önemle üzerinde durduğu hikâyelerdir.

Batı'lı feminist düşünce genel anlamda aydınlanmanın bir mirasçısıdır ya da onun ürünüdür. Iragaray tam bu noktada aydınlanma değerlerinin kadının yönelimleri için uygulanamayacağı itirazını geliştirir. Aydınlanma akıl'ın ve akılclığın egemen olduğu, akılcı olmayan ögelerinse yadsındığı ya da bastırıldığı, akıldışının denetim altına alınıp güdümlenmeye ve dahası yok edilmeye yönelindiği bir dönemin adıdır bu düşüncede. Burada bahsedilen akıl Iragaray için tartışmasız bir şekilde eril bir akıldır.

Erkek akıl bütün Batı kültürünün tekcinsiyetliliğinin (monosexual) hem nedenidir hem de kendisi bu kültürün bir ürünüdür; kadın bu kültürde erkekten eksik ve aşağıda olandır. Tarafsız ve nötr bir bölge sözkonusu değildir bu dünya içerisinde, öyleki tamamen tarafsız ve cinsiyetsiz olduğu hiç sorgusuz kabul edilmiş olan felsefe ve bilim gibi alanlarda bile cinsiyetcilik hakimdir. Bunun nedeni Iragaray'a göre, mevcut her şeyin erkek öznenin söylemine göre üretilmiş ve erkek akla göre düzenlenmiş olmasından dolayıdır. Kadınların eleştirisiz doğrudan bu düzen içerisinde aldıkları konumlar da kaçınılmaz bir şekilde erkek özne'lik konumlarıdır.

Iragaray rasyonelliği bu bağlamda sorgulamakla birlikte, dişilin akıldışılığı (irrasyonelliği) türünde yönelimlerede rağbet etmez. Erkek akıl, belli bir yapıdadır ve bu yapı özdeşlik ilkesi üzerine kuruludur. Her şeyin ya öyle ya da böyle olmasını dayatan ve doğa/zihin, nesne/özne gibi karşıtlıklarla işleyen bir yapıdır. Bu noktada Iragaray, bir çok kez yapılmış olan, rasyonelliği erillikle irrasyonelliği ise dişillikle birlikte tanımlama girişimlerini benimsemez, burada bie tuzak olduğunu belirtir. Rasyonelliğin erilliği belirtilirken, Iragaray bunu mevcut akıl dizgesi içinde temellendirmekte ve bu dizgenin de hem dişili ve hem de akıldışını bastırmaya yönelmiş olduğundan hareket etmektedir. Bu girişim yeni ve daha uygun bir kavramsallaştırma arayışının ürünü olarak belirmektedir.

Iragaray ayrıca Marksist düşünce tarzının da eleştirisine yönelir. Ekonomiye yapılan vurgunun, kadının simgesel düzendeki durumunu gözden gizlediğini belirtir. Kadının durumundaki değişiklik temelde Iragaray'a göre dişil bir simgesellik yaratmaktan geçmektedir.

Irigaray eleştirel bir şekilde psikanaliz ile ilişkilenir. Freud'un ve Lacan'ın kuramlarından yararlanır ya da onları değerlendirir, ancak bu iki isim ve dolayısıyla psikanaliz disiplini de onun genel eleştirilerinden tamamen kurtulamaz. Buna göre psikanliz ötneğin onunla hesaplaşmadığı sürece fallusmerkezciliği üretmekten başka bir şey yapmaz. Bununla birlikte Irigaray psikanalizin önemli bir eleştiri potansiyelini beraberinde getirdiğini düşünmektedir. Ancak psikanaliz kadın bakışından yeniden değerlendirilmeye sokulmalıdır. Irigaray buna yönelir ve bir anlamda çalışmaları kültürün, düşüncenin, felsefenin psikanalizini gerçekleştirmektir -yani bilinçdışını ortaya sermek.

Batılı felsefe ya da psikanlaiz ya da öteki düşünsel söylemler cinsiyetcidir ve erkek olarak adlandırılan tek bir cinsin egemenliğindedir. Biyolojik anlamda kadının bu dizgede yer alması bu sorunu ortadan kaldırmaz, aksine meselenin daha da karmaşıklaşmasını getirir. Çükü kadın burada eksik erkek olarak yer alır. Egemen kültür özdeşlik, mantıksallık ve rasyonelik projeleri bakımından simgesel olarak tamamen erildir ve kadın bu simgeselleştirmede bir yokluk, bir eksiklik ve hatta simgeselleştirilemeyen bir kalıntı olarak işlem görür.

Irigaray, bu yönde değerlendirmeleri bağlamında anne-kız ilişkilerini simgeselleşmemiş ilişkiler olarak önemle ele alır. Bunun üzerinden kadınlık konumları üzerine çözümlemeler geliştirir. Örneğin Irigaray kadınların, içlerinde kendilerini yitirecekleri ilişkilere girmeye eğilimli oldukları yönündeki saptamayı kabul eder, ancak bunun nedeninin simgeselleştirilmemiş anne-kız ilişkisiyle ilgili olduğunu belirtir. Bütün bu ilişkiler ağı ve içine doğulan simgesel düzen, kadınları, toplumun ve kültürün zorunlu kabul edicisi, savunucusu ve taşıyıcısı durumuna getirmektedir.

Irigaray'a göre kadınlar yeni bir dil'e sahip olmak zorundadırlar. Kadın gibi konuşmak ile kadın olarak konuşmak arasında kesin bir ayrım yapan Irigaray, bunlardan ikincisini mevcut durum içerisinde hem bir bir psikilojik konumlanışı hem de toplumsal bir konumlanışı işaret ettiğini belirtir. Bundan farklı olarak kadın gibi konuşmaksa anlamın anlaşılmazlığına ve çoğulluğuna, doğruluk ve bilginin kontrol edilemezliğine, perspektif çoğulluğuna açık olmak anlamına gelmektedir, yani erkek dil'in her zaman engellemeye, ortadan kaldırmaya, bastırmaya yöneldiği nitelikler. Kadın gibi konuşmak bu durumda biyolojik anlamda kadın ya da erkek olmakla ilgili değildir artık; örneğin, kadın olarak konuşan kadın gerçekte eril bir konum içinde konuşabileceğiğ gibi, kadın gibi konuşan bir erkek dişil bir konumdan konuşuyor olabilir. Nietzsche, Hegel, Immanuel Levinas, Jacques Derrida gibi düşünürlerin dişil kimliklere sahip oldukları örnek olarak belirtilir. Bu bakımdan Irigaray, Cixous ve Kristeva'dan farklı bir yol izler, onlar eril yazarların (Mallermé, Joyce gibi) dişil ögeler taşıyan yazıları üzerinden çözümlemeye giderler. Bunlarla birlikte, Irigaray'ın özne olarak kadın formülasyonu, yalnızca dilsel bir dişillik üretimi değildir, aksine o, bu öznenin, toplumsal pratikler düzleminde de temellendirilmesi gerektiğini belirtir. Kadın özne yeni bir toplumsal, siyasal, dilsel kuruluş ya da kurgu ile gerçekleşecektir.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Jürgen Habermas

phiim.jpg
Jürgen Habermas (d. 18 Haziran 1929, Düsseldorf) Alman felsefeci, sosyolog ve siyaset bilimci. Eleştirel kuram ve Amerikan pragmatizmi geleneğine mensuptur. En çok kuramında temellendirdiği kamusal alan (public sphere) kavramı ve iletişimsel eylemin pragmatizmi ile tanınır. Çalışmaları bazen Yeni-Marksist olarak adlandırılır; sosyal kuramın temelleri ve epistomoloji; gelişmiş kapitalst endüstri toplumu ve demokrasi analizi; eleştirel sosyal evrimci içerikte yasaların hükmü; ve çağdaş –özellikle Alman—siyaseti üzerine odaklanır. Modern liberal kurumlar içinde gömülü akılcı-eleştirel iletişim ve insanların iletişim, tartma ve akılcı çıkarlar peşine düşme yeteneklerinde aklın olabilirliğine, özgürleştirilmesine yönelik kuramsal bir sistem geliştirmiştir.

Kasım 2005 ve Haziran 2008 tarihlerinde ABD'den Foreign Policy ve İngiltere'den Prospect dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu Dünyanın ilk 100 entellektüeli listelerinde, 2005 yılında 7., 2008 yılında 22. sırada yer almıştır.

1961 yılında Marburg'da doçent oldu. 1961-1964 yılları arasında Heidelberg'de felsefe dersleri verdi. 1964 yılında Frankfurt Üniversitesi'nde felsefe ve sosyoloji profesörü oldu. 1971-1981 yıllarında Starnberg'deki, bilim-teknik dünyasının yaşam koşullarını araştıran Max Planck Enstitüsü'nün müdürlüğünü yaptı. 1981′de Berkeley Üniversitesi'nde konuk profesör olarak bulundu. 1982 yılında Frankfurt Üniversitesi'ne profesör olarak geri döndü. 1994 yılında buradan emekli oldu ve Northwestern University'de konuk profesör olarak seminerler verdi.

Habermas geniş çerçeveli bir sosyal kuram ve felsefeye son derece zengin düşüncelerle uğraşmıştır:


Immanuel Kant, Friedrich Schelling, Georg Hegel, Wilhelm Dilthey, Edmund Husserl, ve Hans-Georg Gadamer'in Alman felsefi düşüncesi.
Marksist gelenek – hem Karl Marx'ın düşüncesi hem de Frankfurt Okulunun eleştirel yeni-Marksist kuramı, Max Horkheimer, Theodor Adorno, ve Herbert Marcuse gibi.
Max Weber, Émile Durkheim, ve George Herbert Mead'in sosyolojik kuramları.
Ludwig Wittgenstein, J.L. Austin, ve John Searle'in dilbilimsel felsefe ve konuşma etkinliği (speech act) kuramları.
Charles Sanders, Peirce ve John Dewey'in Amerikan pragmatiklik geleneği, ve Talcott Parsons ve Niklas Luhmann'ın sosyolojik sistemler kuramı..
yeni-Kantçı düşünce.

Jürgen Habermas, kendi en büyük başarısı olarak iletişimsel eylem ya da iletişimsel rasyonalizm kuramı ve kavramını görür. Bu akılcı gelenekten akılcılığı kişilerarası dilbilimsel iletişim yapıları içine yerleştirmesiyle ayrılır, kozmozun ya da bilme öznelinin yapılarına yerleştirmez. Bu sosyal kuram, kapsayıcı bir evrensel ahlaki çerçeve oluştururken, insan özgürleşmesi amaçlarına ilerler. Bu çerçeve evrensel pragmatiklik denilen –ki tüm konuşma eylemlerinin içsel bir telos'u (Yunanca amaç ya da hedef) vardır—karşılıklı anlayış hedefi, ve insanoğlu böyle bir anlayış getirebilecek iletişimsel yeterliliğe sahiptir tartışmasına yaslanır. Habernas bu çerçeveyi, Ludwig Wittgenstein, J. L. Austin, ve John Searle'nin konuşma-eylemi (speech-act) felsefesi, George Herbert Mead'in zihin ve kendi'nin interaktif oluşumu sosyolojik kuramı, Jean Piaget ve Lawrence Kohlberg'in ahlaki gelişim ve Heidelberg'in çalışma arkadaşı Karl-Otto Apel'ın ahlak tartımı (discourse ethics) kuramları üzerinden inşa etmiştir.

Habermas, Kant'ın, aydınlanma ve demokratik sosyalizmin geleneklerini ilerletir; vurguladığı dünyayı dönüştürme gizilgücüyle ve daha insanca, adil ve eşitlikçi topluma insanın akli gizilgücünün gerçekleştirilmesiyle, kısmen de ahlaki tartım (discourse ethics) yoluyla ulaşılmasıdır. Habernas aydınlanmamın bitmemiş bir süreç olduğunu teslim ederken, düzeltilmesi ve tamamlanması gerektiğini tartışır, atılmasını değil.

Sosyoloji için, Habermas'ın en büyük katkısı toplumun evrimi ve modernizasyonu hakkındaki kapsamlı kuramıdır, bir yandan iletişimsel akılcılık ve rasyonalizasyon arasındaki ayrıma ve diğer yandan stratejik/araçsal akılcılığa ve rasyonalizme odaklanır. Bu, Talcott Parsons'un bir oğrencisi Niklas Luhmann'ın ayrım-bazlı sosyal sistemler kuramının, iletişimsel duruş açılı bir eleştirisini içerir.

Modernite ve sivil toplumu savunusu pekçok başkaları için bir esin kaynağı olmuştur, ve postyapısalcılık çeşitlemelerine karşı en önemli felsefi alternatif olarak adlandırılır. Ayrıca geç kapitalizm ile ilgili de etkili bir analiz de sunmuştur.

Habermasda toplumun akılcılaşması, insanlaşması ve demokratikleşmesi görüşü, salt insan türüne özgü iletişimsel yetkinliğinin doğasındaki akılcılık gizilgücünün kurumsallaştırılmasıdır. Habernas iletişim yetkinliğinin evrim sürecinde geliştiğine inanır, fakat çağdaş toplumda çoğu zaman bastırılmış ya da zayıflatılmıştır; pazar, devlet ve örgütler gibi sosyal yaşam ana alanlarında, stratejik/araçsal akılsallık tarafından galebe çalınarak ve böylece yaşamdünyası yerine sistem mantığı geçirilerek.

Jürgen Habermas, kamusal alan (public sphere) kavramı üstüne yoğun olarak yazmıştır. 18'inci yüzyılda Fransa'daki “café”lerde (coffee houses) geçen diyalogları kullanmıştır. Politik sorunların akılcı tartışıldığı yer kamusal alandı ki, burjuva kültürünün kahvehaneler, entelektüel ve edebiyat salonları ve yazılı basın gibi merkezler etrafında gelişmesiyle parlamenter demokrasi mümkün olabilmişti. Bu da Aydınlanmanın eşitlik, insan hakları ve adalet ideallerini ileri götürebilmişti. Halk alanında bir çeşit akılcı fikir alışverişi ve eleştirel tartışma normu kılavuzdu ve kişinin tartıştığı fikirlerin gücü kişinin kimliğinden daha önemliydi.

Habermas'a göre bu etkenlerin değişkenleri nihayetinde Aydınlanmanın burjuva halk alanının çürümesiyle sonuçlandı. En önemlisi, yapısal güçler, özellikle de ticari kitle medyası, öyle bir durumla sonlandı ki medya daha çok bir emtia –mal, tüketilecek bir şey oldu— halk tartışma alışveriş alanı aracı yerine.

Habermas bu alanı hem onu destekleyen gerçek bir içselyapısal hem de eleştirel politik tartımın yeşermesine yardım eden normlar ve pratikler olarak tanımlar. Kamusal alana bir kavram olarak bakmak ile tarihsel bir oluşum olarak bakmak arasında ayrım yapar. Görüşüne göre, kamusal alan fikri şu tasarımı da içerir, özel varloluşlar bir halk varoluşu olarak beraber gidecek ve akılcı mutaalalarla, devleti etkileyecek karar alımlarıyla uğraşacaktır. Tarihi bir yapılanma olarak halk alanı, aile yaşamından, iş dünyasından ve devletten ayrı bir “uzam” içerir.

Baş eseri Theory of Communicative Action -İletişimsel Eylem Kuramı- (1984) kitabında ekonomik ve yönetimsel akılcılaşma güçlerinin yaptığı tek yanlı modernleşme sürecini eleştirmiştir. Habermas günlük yaşamımızda resmi sistemlerin artan müdahalelerini, refah devleti, tekelci büyük şirket kapitalizmi ve kitle tüketim kültürü gelişmeleri paralelinde işlemiştir. Bu zorlayıcı eğilimler halk yaşamının gitgide daha geniş sahalarını akılcılaştırmaktadır, bunları etkililik ve denetimin genelleştirici mantığına indirgemektedir. Rutin politik partiler ve çıkar gurupları katılımcı demokrasinin yerini alırlar, toplum gitgide artarak yurttaşların girdilerinden uzak düzlemlerde yönetilmektedir. Sonuç olarak, halk (kamusal) ile özel, birey ile toplum, sistem ile yaşamdünyası arasındaki sınırlar bozuklaşmaktadır. Demokratik halk (kamu:Public) yaşamı, yurttaşlara halkca önemli sorunları tartışabilmelerine kurumların izin verdiği yerlerde gönenebilir. “İdeal konuşma durumu”nun (“ideal speech situation”) ideal bir tipini tanımlar; aktörler eşit tartışım yetenekleriyle donatılmıştır, birbirlerinin temel toplumsal eşitliğini tanırlar ve konuşma ideoloji ya da yanlış kabullerle çarpıtılmaz.

Habermas kamusal alanın yeniden canlandırılması konusunda iyimserdir. Ulus-devleti etnik ve kültürel benzerlikler temelinde aşmakta olan politik toplumun, eşit haklar ve yükümlülüklü yurttaşların yasal koruma donatılı olması halinde, yeni dönemdeki geleceği için ümitlidir. Demokrasinin bu değişkenlikli kuramı (discursive theory of democracy) öyle bi toplum gerektirir ki birlikte politik istem belirleyebilsin ve bunu yasama sistemi düzeyinde uygulayabilsin. Bu politik sistem eylemci bir kamusal alan gerektirir, burada ortak çıkar sorunları ve siyasi konular tartışılabilir, ve kamuoyunun gücü karar verme sürecini etkileyebilir.

Bazı önemli akademisyenler Habermas'ın kamusal alan görüşüyle ilgili çeşitli eleştiriler yapmışlardır. John Thompson, University of Cambridge sosyoloji profesörü, Habermas'ın kamusal alan görüşünün, kitlesel-medya iletişimlerindeki katlanarak büyümeden dolayı modasının geçtiğini savunur. San Diego University of California'dan Michael Schudson, daha genelde tartışır, kamusal alan saf akılcı bağımsız tartışmanın hiçbir zaman varolmadığı bir yerdir.

Avrupa kamusal alanında laiklik ve dinin yerine dair görüşlerini dile getirdiği, 2004'de yayımlanan Geçiş Zamanı adlı kitabında yer alan “Tanrı ve Dünya üzerine” başlıklı makalesinde geçen şu ifadesiyle takipçilerini şaşırtmıştır Habermas: “Batı uygarlığının dayandığı özgürlük, vicdan, insan hakları ve demokrasi kavramlarının temelinde Hıristiyanlık ve yalnızca Hıristiyanlık yatar.” Ayrıca Habermas'a göre “bugün hâlâ bu temelden faydalanıyoruz – başka bir seçeneğimiz yoktur; geri kalan her şey postmodern zırvalamalardan ibarettir”

Habermas bir bilim adamı olduğu kadar halk aydını (public intellectual) olarak da ünlüdür, en çok, 1980'lerde populer basını tarihçilere (yani Ernst Nolte, Michael Stürmer ve Andreas Hillgruber) saldırmakta kullanışıyla, ki onlar tartışılır olarak Nazi yönetimini ve soykırımı (Holocaust) genel Alman tarihinden ayrı tutmuşlar, Nazizmi Bolşevizme bir tepki olarak açıklamışlar, ve Alman ordusu (Wehrmacht)'ın 2. Dunya Savaşındaki kötü ününü kısmen iyileştirmeye çalışmışlardı. Daha yeni olarak, Habermas Amerikanın Irak işgaline karşı olduğunu açıklamıştır.

Habermas ve Jacques Derrida 1980'lerden başlayarak derin anlaşmazlıklara düştüler ve sonuçta birbirleriyle konuşmaz oldular. Habermas'ın “Kökenlerin Geçicileştirilmiş Felsefesi Ötesi: Derrida”yı (Modernitenin Felsefi Tartımı içinde) yayınlamasından sonra, Derrida, Habermas'ı örnek göstererek şöyle dedi: “beni felsefeyi edebiyata, mantığa ya da söz sanatına indirgediğimi söyleyenler… açıkça ve dikkatle beni okumaktan kaçınmışlardır” (Felsefi Bir Dil Var mı? s. 218, Points… içinde). Diğer üst düzey postmodern düşünce üyeleri, özelde Jean-François Lyotard, Habermas ile çok daha kapsamlı bir polemiğe girmiş, Philippe Lacoue-Labarthe ise bu polemikleri üretkenlikkarşıtı diye nitelemiştir. Nihayetinde, bu rekabetçi fikir alışverişleri kıtasal felsefe içi ayrımlara denk düşmüş, ağırlıkla anlamlı bir modernlik postmodernlik tartışmasına odaklanmıştır – bu terimler 1980'lerde kozmolojik değilse totemci (totemic) yükseltilmiştir bazen; bunda da Lyotard ve Habermas'ın eserleri ve onların Amerikan üniversitelerince pek şevkle, bazan tedbirsiz kabulü çok rol oynamıştır. “Postyapısalcılık” gibi bu şematik terminolojinin Birleşik Devletlerde yoğun trafiği olduğu fakat Fransada pek bilinmediği ifadesini Habermas'ın Fransız çağdaşları anlayışında buldu, beraberinde “kültür savaşları” bagajını da getirmesiyle o zamanlar Amerikan akademik çevrelerde fırtına gibi esti. Kısacası: Habermas ve Derrida (genel yapısöküm değilse de) arasındaki ayrılıklar çok derin olmasına rağmen, ille de uzlaşamazlık gerekşart değildi; onları bu ayrılıkların yanlış değerlendirmelerine polemiksel tepkiler ateşliyordu, bu da anlamı olan tartışmaları keskinlikle bastırıyordu.

9/11 sonrasında Derrida ve Habermas sınırlı bir politik dayanışma kurdular ve daha önceki anlaşmazlıkları geride bırakıp “dostça ve açık-fikirli alışveriş” başlattılar, Habermas'ın deyişiyle. Giovanna Borradori'nin Terör Çağında Felsefe: Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile Diyaloglar'ında, 9/11 ile ilgili bireysel göşlerini açıkladıktan sonra, Derrida bir önsöz yazarak Habermas deklerasyonuna (Şubat 15, ya da Eski Avrupa, Yeni Avrupa, Kor Avrupası (Verso, 2005) içinde) şartsız imza attığını belirtti. Habermas bir basın görüşmesinde bu deklarasyon için daha öte metin önerdi. Bundan çok faklı şekilde, Geoffrey Bennington, Derrida'nın yakın bir arkadaşı, uzlaşmaya yönelik daha öte bir jest olarak karşılıklı anlaşılabilirlik için bir yapısöküm (deconstruction) dökümü önerdi. Derrida her ikisinin yeni görüş alışverişleri başladığı o zaman zaten son derece hastaydı ve ikisi bunu geliştiremediler öyle ki önceki anlaşmazlıklara esaslı olarak tekrar dönemediler ya da Derrida ölmeden iyice tartışma firsatı bulamadılar. Bununla birlikte, bu en son işbirliği bazı bilimcileri sözkonusu durumları, yakın ya da eski olsun, birbirleriyle karşılıklı yeniden gözden geçirme cesareti verdi.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Jean-Paul Sartre

6CwCu.jpg
Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre) (21 Haziran 1905, Paris – 15 Nisan 1980, Paris), ünlü Fransız yazar ve düşünür. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra, her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında Varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. O, her şeyden önce bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir Entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.

Babasını ufak yaşta yitiren Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928′de Simone de Beauvoir'la tanıştı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı sekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı.( 1943 )

1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve ” Les Temps Modernes ” adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.


Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar verecegini düşünmüştür. ” 121′lerin Bildirgesi ” olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russel Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973′te Liberation'u kurmuştur.

1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.

Sartre ve Beauvoir'in mezarı

Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980′de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlügün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar olarak belirtilebilir.

Sartre'ın Varoluşçuluğu

Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü ve daha cok da popülaritesini Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar sözkonusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.

Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu belli bir sekilde anlasilan varolusculuk anlaminda bir felsefe egilimiidr elbette, yoksa varolusculugun argümanlarinin bir kismini, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa cok daha öncelerde, örnegin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb, de bulunmaktadir. Ama bir felsefe egilimi olarak Varolusculugu Pascal ile birlikte ele alip degerlendirmek yaygin bir tutumdur felsefe tarihi incelemelerinde.

Daha sonralari, Soren Kierkegaard tam olarak belli bir sekil verir varolusculugun anlasilmasinda. Buna göre dünyadaki insanin varolusu bir problematiktir ve felsefenin sorusturulmasi bunun üzerine yürütülmelidir. ise, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varolusculuk öyleki hem edebiyat alaninda hem de felsefe alaninda etkili olmus ve cesitli sekillerde temsilcilerini bulmustur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varolusculuk dendiginde akla gelen ve modern varolusculugun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.

Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını, ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacagını belirler. Bu, “varoluş özden önce gelir” sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alcak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak sekillendirildiği, ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik oldugu görülür. İnsan belirli bir bütünlügün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyleki, insan kendi özgürlüğüne de mahküm edilmiştir, denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlügünü gerçekleştirmek zorundadır.

Öte yandan varoluşçuluk belirtildigi gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20.yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümaizmin kuramsala ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, özgül bir şekilde anladığı anlamda Hümanizmi vurgular kendi felsefi konumunu ifade etmek için. Varoluşçuluk Hümanizmdir'der Sartre ve bu şekilde bir metni vardır.

Bulantı

Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sarte'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı (” kendinde şey “), insana bulantı duygusu verir; cünkü gerceklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, ” kendi-için-şey ” dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak “Varlık ve Hiçlik” kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı'da edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.

Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin'dir. İlk kez yerde gördügü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını farkeder; çünkü bu anda varolusun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı.Dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır bu. Sartre'a göre bu bulantı bizi varlıkların kendiliğinden varoluşlarından ve dolayısıyla anlamsızlıktan ayırır ve bilinçli bir varlık olma konumuna getirir…

Varoluşçu Marksizm

Sartre'a göre Marksizm esas itibariyle varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; Marksizm hümanizmdir, der Sartre.

Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, “çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu” saptamasını yapar. Bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi, ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur Sartre'a göre. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir şekilde önerir ve “insanlık tarihinin tek geçerli yorumu”nun Marksizm ya da Diyalektik Materyalizm olduğunu söyler. “Hiç olmazsa zamanımız için”der Sartre, “marksizm aşılamazdır”.

Sartre ve Aydın tavrı

Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavir sergileyebilmiştir.

Bu bakımdan Sartre için, “çağının tanığı ve vicdanı” diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergiledigi aktif aydın tavrıdır da. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.

Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır.

Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; “her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur”. Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda Aydının tavrının da iyi bir açıklanması gibidir.

ayrac.gif

Sartre Eserleri

Varoluşçuluk, J.P.Sartre, Asım Bezirci, Say Yayınları.
Altona Mahpusları, çeviren: Işık M. Noyan, İthaki Yayınları.
Diyalektik Aklın Eleştirisi
Edebiyat Nedir?, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları.
Sözcükler, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları.
Yazınsal Denemeler, Payel Yayınları.
Bulantı, çeviren: Selahattin Hilav, Can Yayınları.
İmgelem, çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
Baudelaire, çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
Ego'nun Aşkınlığı, çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu, Alkım Yayınları.
İş işten Geçti, çeviren: Zübeyir Bensen, Varlık Yayınları.
Varlık ve Hiçlik , (Çeviren: Turhan Ilgaz, Gaye Çankaya Eksen), İthaki Yayınları, 2009
Duvar, çeviren: Eray Canberk, Can Yayınları.
Çark, çeviren: Ela Güntekin, Telos Yayıncılık.
Akıl Çağı (Özgürlük Yolları 1), çeviren: Gülseren Devrim, Can Yayınları.
Yaşanmayan Zaman (Özgürlük Yolları 2), çeviren: Gülseren Devrim.
Tükeniş (Özgürlük Yolları 3) (bazıları Ruhun Ölümü bazıları da Yıkılış olarak çevirmiştir), çeviren: Gülseren Devrim, Can Yayınları.
Toplu Oyunlar (Gizli Oturum, Mezarsız Ölüler, Sinekler, Kirli Eller, Şeytan ve Yüce Tanrı, Saygılı Yosma), çeviren: Işık M. Noyan, İthaki Yayınları.
Hepimiz Katiliz (Sömürgecilik Bir Sistemdir), çeviren: Süheyla Kaya, Belge Yayınları.
Tuhaf Savaşın Güncesi, çeviren: Z. Zühre İlkgelen, İthaki Yayınları.
Yöntem Araştırmaları, Kabalcı Yayınevi.
Aydınlar Üzerine, çeviren: Aysel Bora, Can Yayınları.
Yahudi Sorunu, çeviren: Serap Yeşiltuna, İleri Yayınları.
Estetik Üstüne Denemeler, çeviren: Mehmet Yılmaz, Doruk Yayınları.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Karl Popper

AJsUM.jpg
Bilim ve siyaset felsefesiyle uğraşmış olan, 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri.

Temel eserleri: The Logic ot Scientific Discovery (Bilimsel Keşfin Mantığı), Conjectures and Refutati ons (Sınama ve Yanılmalar), Objective Knowledge (Nesnel Bilgi), The Poverty of Historicism (Tarihçiliğin Sefaleti) ve The Open Society and its Enemies (Açık Top lum ve Düşmanları).

Bilim Felsefesi: Popper'ın felsefeye yaptığı ilk büyük ve önemli katkı, bilime bir sınır çekme problemine getirdiği yeni çözümden oluşur. Onun zamanına dek kabul edilmiş olan görüşe göre, bilim tümevarım yöntemiyle seçkinleşir, yani bilim sonuçlarına, mantıksal analiz yerine, gözlem ve deney yöntemiyle ulaşır. Buradaki büyük güçlük ise, şudur: Ne kadar çok ve uzun süreli gözlem yapılmış olursa olsun, eldeki veriler sınırlanmamış bir genellemenin, tümel bir önermenin doğruluğunu saptamak için hiç bir zaman yeterli olmayacaktır. Örneğin, ‘Tüm kargalar siyahtır' şeklindeki sınırlanmamış bir genellemenin doğruluğu, bu dünyada şimdi varolan ve gelecekte varolacak olan tüm kargaları hiçbir zaman gözlemleyemeyeceğimiz için, kanıtlanamaz. Bu ise, bizi şu endişe verici, kaçınılmaz sonuca götürün: Bilim, yalnızca doğanın düzenliliğine duyduğumuz inançla varolabilir ki, bunu da tanımlamak ve kanıtlamak, görü nüşte imkansızdır.

Popper, işte bu durumun bir sonucu olarak, sınırlanmamış genellemelerin, deneyime dayanan tümel önermelerin doğrulanamayacaklarını savunur, ancak bir yandan da bunların yanlışlanabileceklerine işaret eder. ‘Tüm kargalar siyahtır' genellemesi hiçbir zaman doğrulanamasa bile, beyaz tek bir karga, onu yanlışlamaya yeter. Popper'a göre bilimde belirleyici olan yanlışlamadır.


O, bilimin, belirli özel koşullar altında gözlemlenen ya da gözlemlenecek olan açısından, her zaman tehlike içinde olduğunu savunur. Bilimsel teoriler, Popper'a göre, gözlemler beklentilerle uyuşmadığı takdirde, terk edilmeye ya da değiştirilmeye mahkumdur. Buradan, hiçbir bilimsel teorinin, ne kadar çok test ve sınamadan başarıyla geçmiş olursa olsun, asla kesin sonuçlu olarak doğrulanamayacağı sonucu çıkar. Bu sonuç, Popper'a göre, bilim tarihi tarafından da doğrulanmaktadır: Newton fiziği gibi, doğruluğu test edilmiş ve geniş bir biçimde kabul görmüş olan bir teori bile, revizyondan kurtulamamıştır. Bilim, hiç kuşku yok ki, teorilerini geliştirebilir, onları tüm testlerden başarıyla geçmiş olan yeni kuramlarla değiştirebilir. Ancak bilim, hiçbir zaman doğayla ilgili olarak kesin, değişmez ve mutlak doğrulara ulaşmış olduğunu iddia edemez. Popper'a göre, bilimsel bilgilerimiz, tarihte şimdiye kadar, yanlışlamaya yönelik tüm sistematik girişimlere karşın ayakta kalabilmiş teoriler yığınından ibarettir.

Siyaset Felsefesi: Popper, toplum ve siyaset felsefesi alanında tarihsiciliğe ve holizme yönelik sert eleştirileriyle ün kazanmıştır. Tarihsel gelişmenin yasaları ya da ilkeleri bulunduğunu, bu yasa ya da ilkeleri bildiğimiz takdirde, insanlık tarihinde gelecekte olup bitecek olayları, tıpkı bir astronomun ay ya da güneş tutulmasını önceden doğru tahmin etmesi gibi, önceden doğru tahmin edebileceğimizi savunan görüş olarak tarihsiciliğe şiddetle karşı çıkan Popper'a göre, insan toplumunu oluşturan sistemde öndeyiye yer yoktur; çünkü, burada gelişmeyi belirleyen temel etkenlerin başında, çevremize ve içinde bulunduğumuz koşullara nasıl karşılık vereceğimizle ilgili kararlar gelir. Buna göre, örneğin teknolojinin çağdaş toplum üzerinde bu kadar büyük bir etki yapacak güç haline gelebileceği, bir yüzyıl önce hiçbir şekilde tahmin edilemezdi. Popper için, seçim ve sorumluluk bireylerindir, bundan dolayı, üyeleri ister istesin, ister istemesin, toplum bu şekilde gelişmek zorundadır' demek için yeterli dayanağımız asla olamaz.

Siyaset felsefesiyle toplum görüşleri, bilimin doğasına ilişkin araştırmalarına sıkı sıkıya bağlı olan ve özellikle Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinin ikinci cildinde Marx'ı yoğun bir biçimde eleştiren Popper'a göre, Marx'ın görüşleri bilimin doğasıyla ilgili yanlış bir kabul ya da önyargıya dayanmaktadır. Marx kendisini, toplumu konu alan bir bilim adamı, topluma, onun nasıl işlediği ni ve geliştiğini anlamak amacıyla, yansız ve önyargısız olarak yaklaşan bir araştırmacı olarak görmüştü. Marx'a göre, toplumlar değişmez, statik varlıklar değildirler; toplumlar değişmektedir ve toplumlardaki bu değişme, yasasız olmayıp, değişmenin yavaş olan hızından dolayı, tarihe ilişkin araştırmalarla ortaya çıkarılabilecek yasalara uygun olarak gerçekleşir. Bu çerçeve içinde, Marx, tarihi konu alan araştırmalar sayesinde, feodalizmin nasıl kapitalizmi doğurduğunu, insanlık tarihindeki bir evre olarak kapitalizmin nasıl gelişip, daha sonra yıkılacağını anlayabileceğimizi savunur. Buna göre, bilimsel sosyalizmle tarihsel yöntem örtüşmektedir. Popper, işte bu noktada, Marx'ın bilimin nihai ve değişmez doğruları keşfettiğine, bilimin doğrularının zorunlu ve kaçınılmaz olduğuna büyük bir güçle inanmış olduğunu belirtir.

Popper için böyle bir analiz, kendi içinde iki temel yanlışı barındırmaktadır. Ona göre, bilimsel bilginin artışı ve gelişmesinin insanlık tarihinde çok güçlü bir etkisi olduğu, ve bilgideki büyük birikim ve ilerleme, Newton ve Einstein gibi dahilerin kavrayış ve yaratıcılığına bağlı olduğu için, ne bilgideki artış ve ilerleme, ne de bu gelişmenin tarih içindeki sonuçları önceden kestirilebilir. Başka bir deyişle, bilimsel bilgideki birikim ve ilerleme insanlık tarihinin akışını büyük bir güçle etkilediğinden, fakat bilimsel bilginin gelecekteki durumu ya da gelişme seyri, mantıksal ya da bilimsel yöntemlerle önceden kestirilemeyeceğinden dolayı, insanlık tarihinin gelecekte nasıl bir gelişme seyri içinde olacağına ilişkin olarak öndeyide bulunmak olanaklı değildir. Bu ise, teorik bir tarih, yani teorik fiziğe karşılık gelen ya da eşdeğer olan tarihsel bir toplum bilimi imkanının yadsınması anlamına gelmektedir. İşte bu, Popper'a göre, Marks'ın bilimsel araştırmanın doğasını yanlış anlamaktan oluşan birinci yanlışıdır.

Marx gibi, Popper da bilimsel yöntemin toplumu konu alan araştırmalara uygulanabileceğini düşünür. Bununla birlikte, onun yöntemi ve bilim anlayışı, Marx'ın savunuculuğunu yaptığı bilim ve yöntem anlayışından farklılık gösterir. Tarihsel araştırmayla bilimsel sosyalizmi özdeşleştiren Marx'tan farklı olarak, Popper'ın gözünde bilim, tarihsel araştırmayla, hatta tümevarımsal süreçlerle bile aynı değildir. Bilim, imgelemin, ilke olarak yanlışlanabilir olması durumunda, ‘bilimsel' olan hipotez oluşturma faaliyetini içerir. Oysa, Marx'ın, tarihsel değişmeyle ilgili değişmez diyalektik yasaların keşfine dayanan iddiaları, yanlışlanabilir olmadıkları için, bilimsel değildir. Ve Karl Popper, bu bağlamda, bilimin kesin olmadığını ve olamayacağını, yeni veriler ışığında sürekli olarak revizyona tabi olduğunu belirtir.

Karl Marx'ın ikinci yanlışı, bilimin toplumun bütününe uygulanabileceğini, bütün bir sistemle ilgili olan yasalar bulunduğunu düşünmesinden oluşur. Popper, buna holistik görüş ya da ütopik bir toplumsal planlama adını verir. Ona göre, kaçınılmaz ve zorunlu olup, toplumun bütününe uygulanan tarihsel yasalara duyulan inanç, toplumun bütününün belirli bir plana göre yeniden biçimlendirilmesi ya da yapılandırılması gerektiği görüşüne götürür. Bütünü göz önüne aldığında, insan faktörünü zorunlu olarak gözden kaçıran bu yaklaşım, toplumun yeni baştan kurulması ve yapılandırılmasının mümkün ve zorunlu olduğuna önceden karar verir ve toplumun varolan yapısını kökten bir biçimde değiştirir. Karl Popper'a göre, Marx'ın ikinci yanlışı da bundan, yani onun bilimin deneme ve yanılma yöntemine dayandığını bir türlü görememesinden kay naklanmaktadır. O, bunun tam tersine, özel problemler için özel yaklaşımların söz konusu olduğunu belirtir, kurumların kötü yönetici tehlikesini en aza indirgeyecek şekilde düzeltilmesi ve geliştirilmesini ister.

Popper, yaşamayı her şeyden önce ve her şeyin üstünde bir sorun çözme faaliyeti olarak gördüğü için, sorun çözmeye elverişli olan toplumlar ister. Sorun çözme ise, çözüm denemelerinin cesaretle ortaya atıl masını, sonra da bunların eleştiriye ve hatta eleme işlemine tabi tutulmasını gerektirdiği için, Popper karşı önerilerin engellenmeden ortaya atılmasına, bunların eleştirilmesine, sonra da eleştirilerin ışığında, bunlarda gerçek değişiklikler yapılmasına izin veren toplum biçimleri istemektedir.

Popper, her çeşit ahlâk düşüncesi bir yana, bu gibi çizgiler boyunca örgütlenmiş bir toplumun, başka türlü örgütlenmiş bir topluma oranla, sorunlarını çözmekte daha etkili ve dolayısıyla daha başarılı olduğuna inanır. Popper'a göre, teorik konularda olduğu gibi, pratik alanda da doğru yanıtlara sahip olabileceğimizden asla emin olamayız. Bundan dolayı da, o, yönetim biçimi olarak demokrasiyi, açık toplumu savunur, çünkü eleştirme ve tecrübe etme özgürlüğü en fazla demokraside vardır. Onun anladığı biçimiyle demokrasi, yöneticilerin toplum problemlerine önerdikleri çözümün umut verir gibi görünmediği zaman, değiştirildikleri bir sistemdir. Popper'ın gözünde, iktidarın kimlerin elinde olduğundan çok, iktidarın kişisel çıkar için olduğu kadar, toplumsal ya da siyasal dogmalar adına kötüye kullanılmasının önüne geçilmesi büyük önem taşır.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Ludwig Wittgenstein

Jf4Wk.jpg
Viyana'da doğup, 23 yaşına kadar orada yaşamış olmakla birlikte, 20. yüzyılda önce Anglo-Sakson dünya, sonra da bütün dünyada etkili olan ünlü çağdaş filozof. Felsefi kariyeri, her birinde birbirleriyle uzlaştırılması hiçbir şekilde mümkün olmayan iki ayrı döneme ayrılan Wittgenstein'ın temel eserleri, Tractatus Logico-Philosophicus (Mantıksal-Felsefi Deneme) ve Logical Investigations (Felsefi Soruşturmalar)'dır.

Bütün felsefe problemlerini bir dil problemi ne indirgeyen Wittgenstein'ın düşüncesinin merkezinde, dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme problemi vardır. Ona göre, dili kullanma, dili anlama, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan dokudur. Wittgenste in bu bağlamda iki temel sorunun gündeme geldiğini söyler: Dilin dünyayla olan ilişkisi nedir? Dilin düşünceyle olan ilişkisi neden meydana gelir?

Bu çerçeve içinde, Wittgenstein birinci dönemin temel eseri olan Tractatus'ta, dilin fonksiyonunu nasıl gerçekleştirdiğini ve dilin sınırlarını ortaya koyacak bir teori geliştirmeyi amaçlamıştır. Dil düşünceyi ifade eniği için, onun üstlendiği bu görev, aynı zamanda düşüncenin sınırlarına dair bir araştırma olarak anlaşılmak durumundadır; başka bir deyişle, onun projesi, Kant'ın kalkıştığı işin, yani Kritik der Reinen Vernunft'un dille ilgili olan versiyonuna tekabül eder. Tractatus'un iki temel tezi ya da öğretisi vardır: Bunlardan pozitif olan ve dilin dünyayı resmederek, onu temsil ettiğini öne süren birincisine göre, olgusal dilin önermeleri dış dünyayı, olguları resmeder, mantığın önermeleri ise otolojilerdir. Buna mukabil, eserin olumsuz olan tezi ya da öğretisi, ahlâki, dini, ve hatta felsefi söylemin dilin sınırlarını aştığını ifade eder.


Wittgenstein'ın, her tümcenin mümkün bir durumun, varolan bir olgunun resmi olduğunu öne süren söz konusu dil ve anlam görüşüne göre, tümce ya da önermeler, son çözümlemede basit nesne ya da şeylere gönderimde bulunmak durumunda olan isimlerin bir birleşimidir. Gerçeklik, dil ve düşünce arasındaki bu resmetme ilişkisinin mümkün olabilmesi için, onların ortak bir mantıksal form ya da yapıyı paylaşmaları gerekir. Bununla birlikte, bu mantıksal form dünyada bulunmaz; bulunmadığı için de, dilde resmedilemez. Aynı şekilde, ahlâki değerler ve benin dünya ile olan ilişkisi de, dış dünyadaki olgular arasında bulunmadığı için, bunların da resmedilebilmeleri söz konusu olmaz. Bu ve benzeri şeyler, kendileriyle ilgili olarak hiçbir şeyin söylenemeyeceği ve dolayısıyla, sessiz kalınması gereken metafiziksel konulardır. Wittgenstein'ın bu görüşü, metafiziksel problemlerin, bir çözüme kavuşturulamasalar bile, ciddi ve derin konular oluşturduğunu teslim eden filozofu, Viyana Çevresinin metafizik karşıtı doğrulamacılığına çok yaklaştırır.

Oysa Wittgenstein'ın ikinci dönem felsefesi kullanımsal bir anlam teorisi geliştirirken, dilin değişmez ve temel bir özü olduğu, bu özün dünyanın temsiliyle belirlendiği ve dildeki sözcüklerin salt adlandırma işlevi gördüğü görüşünü tümden reddeder. Başka bir deyişle, Wittgenstein bu dönemde, dilin özyapısı üzerine açık, belirgin, soyut ilkeler getirmek yerine, dile doğal bir insan fenomeni, çevremizde olup biten bir şey, karmaşık insan faaliyetlerinin oluşturduğu bir bütün olarak yaklaşmıştır. Bu dil anlayışının önemli bir özelliği, onun dili özünde toplumsal bir fenomen, ancak birden fazla insanın benimsediği kuralların varlığıyla işleyebilen bir fenomen olarak görmesidir. Wiugenstein, bu dönemde dili, insan tarafından kullanılan bir alet olarak görür. Bir ifadenin anlamı, o ifadenin mümkün kullanışlarının bir toplamıdır. Bu da anlamı, insan faaliyetlerine ve sonunda da yaşam biçimleri bütünlerine bağlar. Dille ilgili olarak resim benzetmesinden alet benzetmesi ne geçiş, Wittgenstein'in iki dil görüşü arasındaki en önemli farktır. Wittgenstein, bu ikinci dil görüşünde, dilin kullanılmasını aynı zamanda oyun oynamaya benzetir. Tüm oyunlar kurallar tarafından yönetilen faaliyetler, yapıp-etmeler olduklarına göre, amaçlı bir faaliyet olan dil, uzlaşımsal ve değişken kuralların yönettiği öğelerle yürütülür.

İkinci dönemin Wittgenstein'ına göre, felsefe özünde bir teori değil, fakat bir faaliyetidir. Felsefe yapılan bir şeydir, ama sayıp dökülecek bir öğreti bütünü değildir. O felsefenin geleneksel problemlerinin kötü bir biçimde formüle edilmiş olan anlamsız problemler olduklarını öne sürer. Bundan dolayı, felsefi teoriler oluşturmaktan vaz geçmek gerekir; çünkü bu, kafaları daha da karıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Wittgenstein'a göre, filozofa düşen, dilin çeşitli kullanım biçimleri içinde uygulandığı, farklı, ancak ilişkili dil oyunlarında nasır kullanıldığını göstermektir. Filozof bunu insanların saptırıcı benzetmelerle yoldan çıkmalarına engel olmak için yapar.Wittgenstein'a göre, kişi felsefe yapmaya başlamadan önce, dilin, kendisini saptırabilme tarzlarını ve saptırdığı yolları araştırmak zorundadır. Onun felsefe yapma biçimi işte bu anlayıştan çıkar: Felsefe, dil konusundaki yanlış ve sahte kabullerimizin, dünya üzerine olan düşüncelerimizi nasıl saptırdığının çok yönlü bir biçimde araştırılmasıdır. Felsefenin görevi, bir tür terapidir, tedavidir. Felsefi problemlerle kafası karışmış ya da çıkmaza girmiş kişiye, insanların kullandıkları dil-oyununun kuralları anlatılarak yardımcı olunabilir.

Wittgenstein'a göre, insanı yanlışa sürükleyen şey, onun sözcüklerin bir oyunda nasıl kullanıldıklarına bakarak, aynı sözcüklerin başka bir oyunda da aynı şekilde kullanılacağını düşünmesidir. O, birinci oyunun kurallarının ikinci oyunda da aynen geçerli olduğunu düşünür ve böylelikle de çıkmaza girer. Böyle bir insan kafası karışmış olan biridir. Kafası karışmış olan kişi, benim bir dükkanda çevreme bakıp, ‘Bu, bir bisiklet; bu. bir televizyon; bu, bir ekmek kızartıcısı' dediğime göre, kendi içime yönelerek ‘sol dizimde bir ağrı, içimde bir fincan çay içme, bir de bugünün Pazar günü olması isteği var' dediğim zaman, benzer bir iş yaptığımı sanır. Oysa, bunlar tamamıyla farklı iki işlemdir. Kendimize ilişkin betimlemelerde yapılan, kendi içimizde bulduğumuz şeyleri sıralamak değildir. Bu konuda açıklığa varmanın yolu, Wittgenstein'a göre, dili doğal çerçevesi içinde ele almak ve insanların bir şeyler söyledikleri zaman, içinde bulundukları durumları, bunların söylenmesine eşlik eden davranışları hesaba katmaktır
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Claude Lévi-Strauss

BXknH.jpg
Claude Lévi-Strauss 28 Kasım 1908 yılında doğmuş ve 30 Ekim 2009 yılında vefat etmiştir. Fransız antropolog ve yapısalcı antropolojinin en önemli ismidir.

Paris Sorbonne Üniversitesi'nde hukukbilimi ve sosyoloji okudu. Leon'da bir lisede iki yıl kadar ders verdikten sonra, 1935 yılında Sâo Paulo Üniversitesi'nde profesör olarak çalışmaya başladı. 1935′ten 1939′a kadar, Amozonlar'da Etnografik Elcilige el attı. II. Dünya Savaşından kısa süre önce Fransa'ya geri döndü. Gönüllü askerlik hizmetini yaptıktan sonra, Nev York'ta bir okulda ders vermek için, tekrar Fransa'yı terk etme kararı verdi. Burada Roman Jakobson ile tanıştı ve özellikle onun dilsel düşüncesinin etkisinde kaldı.

1944′te Fransız Dışişleri tarafından Fransa'ya çağrıldı ve ardından Fransız Konsolosluğunun Kültür Danışmanı olarak, yeni araştırmalarını tamamlayabilmesi icin New York'a gönderildi. 1949′da Paris'te Musée de l'Homme'un müdürlüğünü yaptı, 1959′dan 1982′deki emekliliğine kadar, Collège de France'da Sosyal antropoloji profesörü olarak görevde kaldı.

Descartes ve Sartre'a şiddetle karşı çıkan yapısalcılığın kurucusu ünlü Fransız antropologudur. Levi-Strauss'a göre, biz öncelikle bilinç değil de, dilin, kültürün ve eğitimin ürünü olan toplumsal yaratıklarız. Felsefeyi çokça meşgul eden özne-nesne ayrımı üzerinde hiç durmayan Levi-Strauss, yapısalcılığın bir bilim olduğunu söyler. Buna göre, yapısalcılık işe, insan etkinliğinin temel öğelerini, eylemleri ve sözleri sınıflayarak başlar ve daha sonra bu öğelerin nasıl birleştiğini inceler; yapısalcılık, bundan dolayı her tür insan etkinliğiyle ilgili nesnel yasalara ulaşmayı amaçlayan bilimsel bir araştırmadır.


Yapısalcılıkla ilgili fikirlerinin temelini Ferdinand de Saussure'un modelinden alan Levi Strauss, aynı zamanda kendisinden sonra gelen kuramcılara da önderlik etmiştir. Saussure yapısal analizi, “ezeli evrensel insan gerçeklerinin” keşfedilmesinde bir yöntem olarak sunmaktadır. Saussure Dil'i bir yapı olarak ele almakla, yani dili kendi içögelerinin işleyişi bakımdan değerlendirmekle bu yöntemi geliştirmiştir.

Levi-Strauss içinse, özellikle, evresensel insan gerçeklikleri, insan olma niteliği sayesinde bütün insanlar tarafından paylaşılır ve yapının her düzeyinde gözlemlenebilir hale gelmektedir. Levi-Strauss, kültürel alanı Saussure'ün yöntemiyle değerlendirmeye girişir. Tıpkı, bir göstergeler sistemi gibi ele alır Kültür olgusunu.

Yapının farklı düzeylerinde ele alınma biçimlerinden biri ise Levi-Strauss'un bu yapı taşları arasındaki ilişkilerin benzerlik ya da farklılık prensibi dahilinde “çift kutuplar” (binary pairs/binary oppositions) etrafında gerçekleşmesidir. Bu çiftler, farklı olmalarıyla Saussure'ün paradigmalar fikriyle, ya da aynı olmalarıyla sentagmalar ile “değiştirilebilir” duruma gelmektedir. Levi Strauss'a göre üniteler ya da ögeler arasındaki ilişkiler çiftler aracılığıyla anlaşılabilir. Elmanın elma olduğunu armut, ya da kavun, ya da karpuz, ya da çilek olmadığını bildiğiniz için söyleyebilirsiniz. Ama elmanın “ne” olduğunu elmayı bir başka ögeyle karşılaştırarak belirleyebilirsiniz. Levi Strauss için A'nın ya da B'nin ne olduğu değil, A ile B arasındaki ilişkiler önemlidir. Çünkü, yapısalcılık, bir şeyin başka bir şeyle ilişkisini temellendiren Sistemin ya da Yapı'nın kendisiyle ilgildir esas olarak.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Jean-François Lyotard

hxdj5.gif
1924 doğumlu çağdaş Fransız düşünürü. Postmodernizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan Lyotard'ın temel eseri La Condition Postmoderne (Postmodern Durum)'dur .

Postmodernliği endüstri sonrası toplumun içinde bulunduğumuz şu anki evresine karşı lık gelen bir durum ya da koşul olarak tanımlarken, modernliği de, bilim ve devleti meşrulaştırmak amacıyla kullanılan üst anla tıların oynadığı rol ile açıklayan Lyotard, Postmodern Durum adlı eserinde, ileri kapi*talist toplumlarda bilgi, bilim ve teknolojiyi inceler. O, burada, ulusal kimlikte olduğu gibi, bir birlik şekli olarak toplum fikrinin anlamını ve inanırlılığını yitirdiğini öne sürer. Başka bir deyişle, Lyotard, ister Durkheim'daki anlamı içinde organik bir bütün, ister fonksiyonalist bir bakış açısından fonksiyonel bir sistem, ya da ister Marksist açı dan, temelde iki sınıfa bölünmüş bir bütün şeklinde düşünülsün, bir birlik olarak toplu mun anlamını ve değerini yitirdiğini iddia eder. Her toplumun üyelerinin iyiliği, mutluluk ve refahı için varolduğu, bütünün parça ları birleştirdiği türünden üstanlatılar, ona göre, hem sosyal bağı ve hem de bilgi ve bilimin toplum içindeki rolünü meşrulaştıran bir teleoloji sağlar. Bir üstanlatı, öyleyse eylem, bilim ve toplum için, inanılırlığı olan bir hedef koyar, amaç sağlar. Daha teknik bir düzeyde, bir bilim kendi kurallarını bir üstanlatıya başvuruyla meşrulaştırıyorsa eğer, o tümüyle moderndir. Bu üstanlatılardan en etkili iki tanesi, bilginin bizatihi ken disi için istendiği ve üretildiği anlatısıyla, bilginin İnsanın özgünleşimi için meydana getirildiği üstanlatısıdır.


Postmodernlik, Lyotard'a göre, bilgiyle ilgili bu hedeflerin çok tartışmalı oldukları nı ve amaçlarla ilgili bu tartışmayı bir kararı bağlamanın sağlam bir yolu ve nihai bir kanı tı olmadığını gözler önüne serer. Dahası, sa vaşlar ve savaş teknikleri, dikkati eylemin amaçlarından. ziyade araçlara çekmiştir. Bir*leştirici üslanlatının formu ister spekülatif, ya da ister özgürleştirici olsun, bilginin meşrulaştırılması bundan böyle bir büyük anlatıya, bir üstanlatıya dayandırılamaz. İşte postmodern durum, Lyotarda göre, toplum ve kültürdeki gelişmelerle endüstri sonrası toplumun bir sonucu olarak, üstanlatılara duyulan inancın erozyona uğramasıyla ifa desini bulur. Endüstri sonrası toplum ise, bilgi ve enformasyon teknolojisinin çok büyük bir rol oynadığı bir üretim tarzına da yanmaktadır. Bu toplumsal yapının kültürel ve entellektüel karşılığı üstanlatılar karşısındaki inançsızlıkla belirlenen postrnodern bir kültürdür. Söz konusu kültür tüm tarih felsefelerine, tarihin sonsal amacı nı, kaçınıl maz sonunu bilme ya da öngörme iddiaları na, bu amaca götürme vaadiyle ortaya çıkan tüm politik ideolojilere kuşkuyla bakar.

Postmodernliği karakterize eden bir diğer özellik de mukayese edilemezliktir. Söz konusu mukayese edilemezlik ise, ona göre, farklı adalet ve hakikat konsepsiyon ları için nesnel bir temel olma fonksiyonu görecek bir mutabakata erişmenin imkansız olduğu anlamına gelmektedir. Başka bir de*yişle, Lyotardın ifade ettiği postmodernizmde, belli bir tarihsel geleceği iyi ya da kötü diye tanımlayan değerlerin evrensel geçerliliği ile ilgili olarak bile, mutlak bir kuşkuculuk söz konusudur. Ona göre, Tanrı'nın Nietzsche tarafından ilan edilen ölümünün hemen arkasından tarihin ve iler lemenin ölümü gelmektedir. Batının araçsal akılcılığı istisna, her şeyde tam bir inanç yi timi söz konusudur. Bu inanç yitimi ise, Lyotard ‘a göre, Aydınlanmanın doğruluk ve otorite iddialarını rasyonel olarak haklı kılma talebinin sonucudur.

O, postmodernizmin siyasi ifadesinin, totalitaryanizme karşı çıkış ya da tavır alış ol duğunu öne sürer. Başka bir deyişle, post modernliğin hemen her konudaki kuşkucu tavrı, modern devlet ve ideolojilerin belirgin bir yönünü oluşturan büyük projelerle ihti raslı politik programlara da yansır. Yirminci yüzyıl büyük dünya savaşlarına, bürokratik olarak organize edilmiş faşist ve Stalinist soy kırımlara tanıklık etmiştir. Lyotardın gözün de, totalitaryanizm ise, modernizmin birlik ve düzen arayışının siyasi ifadesidir.

Bütün bunlar karşısında, onun çözümü Wittgeusteincı dil oyunlarının meydana ge tireceği heterojen ve çoksesli yapıdır. Lyotard'a göre, mutlak bir mutabakat değil de, zamansal ve yerel konsensüsler aranmalı, geçici sözleşmelerin peşine düşülmelidir. Başka bir deyişle, görüşlerinin ifade ettiği kökten kuşkuculuğa karşın, Lyotard ahlâki ya da siyasi hiççiliğe düşmemiştir. Adaletin ne modası geçmiş, ne de kuşkulu bir değer olduğunu öne süren Lyotard, modernliğin demokratik potansiyelinin yenilenmesi ve derinleştirilmesi. onun demokratik güç ve it kilerinin diyalektik bir biçimde yoğunlaştı rılması gerektiğini belirtmiştir. Dil oyunları nın indirgenemez çokluğunu ve çeşitliliğini benimseyen filozof, bakış açılarının çeşitliliğiyle seslendirilme hakkının yılmaz bir savunucusu olmuştur.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Martin Heidegger

P17SG.jpg
Heidegger, 1937 yılında yazdığı bir mektupta: “beni asıl ilgilendiren sorun,insanın varlığı sorunu değil beni asıl ilgilendiren sorun varlık sorunudur. Bütünüyle ve olduğu gibi varlık…” der.

Oysa insandan varlığa geçmek için yaptığı araştırmalar insanda takılıp kalır. Ana yapıtı “Varlık ve Zaman” , varlığa ulaşamadan insanıaraştırır. Heidegger'in asıl amacı olan varlık araştırmaları, ulaşılamamış bir amaç olarak kalır. Yazdıkları ile felsefe tarihinde varoluşçular arasında yer alır.

Heidegger'in korku, kaygı, kuşku konuları üzerindeki düşünceleri yığına karşı çıkışı, yalnızlık üzerinde özellikle duruşu bakımından Kierkegaard'a bağlılığı öylesine büyüktür ki düşüncelerini birbirinden ayırmak bile güçtür.

Heidegger'e göre dünya da gördüğümüz taş ,toprak, kalem, kağıt gibi şeyler varlığın kendisi değildir. Bunlar varolanlardır. Varolanlardan kalkarak “varlık” a ulaşmamız gerekir. Varolandan varlığa ulaşmanın tek yolu insandır. İnsan bir yönüyle taş, toprak gibi bir varolandır. Ama ayrı bir özelliği vardır: kendi üstüne düşünebilir. Kendisi de bir varolan olduğundan, kendisinden kalkarak varlığın gizini yakalayabilir, varlığı ancak insan anlar. Varlık, insan da kendini açar. Heidegger de insan, varlığa erişmek için bir araçtır. Oysa Jaspers gibi varoluşçulara göre “varlık”, insan varlığından başka bir şey değildir. Heideggerin kendisini varoluşçu saymaması bundandır.


Heidegger'e göre insan için 2 tür yaşam olanağı vardır:

1-“Onlar Alanı”n da yaşamak.

Bu yaşam, insanın toplumsal yaşamıdır. Burada insan, kendi kendisi değildir. Bir çalkantı içinde yiter gider. “onlar alanı”, insanı törpüler, kişiliğini siler. Bu yaşamın en üst basamağında bulunan bilimler, felsefeler ve dinler de insana yalan söylemektedirler. En tepedeki din, insanı insandan saklamak için uydurulmuştur. insan bu aldatmacalardan kurtulur kurtulmaz, evrende tek başına olduğunun bilincine varır. Evrene atılmıştır. Evrenin ne olduğunu bilemez karanlıklarla çevrilidir. İçinde tasa vardır. Tasa ve iç daralması, varlığa erişmek için bir ip ucudur. İç daralmasında insan, yokluğu ve yokluktan ayrılan varlığı kavrar. Her an yokluğa gidebileceğini duyar.

2-“kararlı yaşam”:

Her yanı karanlıklarla dünyada insan, yaşamını kendi eline almalıdır. Kendi yazgısını kendi çizmeli yapacaklarına kendi karar vermelidir. Heidegger'e göre filozoflar varlığı usa vurma ile anlamaya çalışır, sonunda kup kuru soyutlamalara varırlar. Oysa anlamak, yapmaktır. Kendini tanımak, kendini eylemde ölçmektir. İnsan, kendi kararlarını uygulayarak kendini ölçer. Kendi yazgısını kahramanca eline alan insan, hiçliğin, dünyanın ve kendi kendisinin üstüne çıkar. İnsan, dünyaya anlam ve gerçeklik vererek, onun karışıklığını düzenler. Bu açıdan insan, dünyanın yapıcısıdır.

İnsan, olmuş, bitmiş bir varlık değildir. Zaman içinde açılan bir olanaktır. İnsanın içinde bulunduğu durumla gelecekte olabileceği durum arasındaki gerginlik iç daralması doğurur. İç daralması geçici bir durum değildir. Varlığın kendisindendir.

Heidegger'e göre her şey insan içindir. Bitkiler ,hayvanlar ve tüm dünya insan içindir. Ahlak ya da doğrulukta insan içindir, insan göredir genel doğru yoktur.
 
Düzenleyen yönetici:

KaderKatibi

Dürüstlük insanın kartvizitidir, Matbaada basılmaz
Özel üye
20. Yüz yıl filazoflarına Mustafa Kemal Atatürk'ün de eklenmesi lazım. Sadece inkılaplarını düşünsek bile filazof olmaya yeterli.
 
Top