18. Yüzyıl Filozofları

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
18. YÜZYIL FİLOZOFLARI

Adam Smith

Nkm3X.jpg
Ahlak felsefesi profesörü olması nedeniyle ünlü profesör ekonomik açıklamalarında bu bilim dalının etkileri yoğun görülür. Ekonomide ve doğal olaylarda bir düzen olduğunu ve bunun gözlem ve ahlak hissiyle tespit edilebileceğini söyler. Adam smith, İskoçya'nın Fife eyaletinin Kirkcaldy şehrinde çalışan bir gümrük denetleyicisinin oğlu olarak dünyaya geldi. Kesin doğum tarihi bilinmese de 5 Haziran 1723′te, babasının ölümünden 6 ay sonra vaftiz edilmiştir. Yaklaşık 4 yaşlarında bir çingene çetesi tarafından kaçırılmış; fakat kısa zamanda amcası tarafından kurtarılıp annesine geri teslim edilmiştir. Smith bu sıkıntıyı kısa sürede atlatıp annesiyle eski yakınlığını kısa zamanda yakalamıştır.

Ondört yaşındayken Glasgow Üniversitesi'nde ahlak felsefesi konusunda, Francis Hutcheson'ın yanında eğitim görmeye başlamıştır. Özgürlük, hukuk ve ifade özgürlüğü konularındaki tutkusu burada öne çıkmıştır. 1740 yılında Oxford'daki Balliol Koleji'nde okumaya başlamış; fakat 1746′da okulu terkedip Oxford'un imtiyaz denetimi konusunda eleştirmenlik yapmaya başlamıştır. 1748 yılında Edinburgh'da Lord Kames'in koruması altında kamu konferansları vermiş, konuşma sanatı ve belles-lettres konularına değişmiştir. sonraları servet yönetimi konusunu incelemiş ve bu dönemde Inquiry into the Nautre and Causes of the Wealth of Nations adlı kitabında dünyaya açıklayacağı doğal özgürlüğün açık ve basit sistemi konusuna el atmıştır.

1750′de daha sonra çok yakın arkadaş olacağı David Hume ile tanışmıştır. İskoçya aydınlanması'nın ortaya çıkışında önemli rol oynayan diğer arkadaşları ile Edinburgh The Poker Klubü'nün müdavimi olmuştur. Smith'in hristiyan babası dinine çok bağlıdır ve İskoç Kilisesi'nin ılımlı kanadına üyeydi. Smith'in İngiltere'ye gidişinin arkasındaki sebebin İngiltere Kilisesi'nde kariyer yapmak istemesi olduğu söylense de bu konu hakkında kesin bir kanıt yoktur ve aksine Smith'in İskoçya'ya deizm yanlısı olarak döndüğü bilinmektedir. Ayrıca çocukken babası tarafından gönderildiği kiliseden kaçarak geri dönmüştür. Smith, felsefi olarak dinin ekonominin önünde bir engel olarak görmüş ve ateizm üzerinden düşünmüştür. Darwin ile bir çok yönde aynı görüştedir.

1751′de Smith Glasgow Üniversitesi'nin mantık profesörü, ertesi sene de ahlak felsefesi profesörü olarak atanmıştır. Derslerinde etik, konuşma sanatı, hukuk, politik ekonomi ve polis ve gelir konularını işlemiştir. 1759′da Glasgow'daki bazı konferanslarını bir araya getirdiği The Theory of Moral Sentiments adlı kitabını yayınlamıştır. Bu kitap çıktığı dönemde Smith'in itibarının yayılmasını sağlamıştır. Kitabın ana teması insan ilişkilerinin verici ve alıcılar arasındaki sempatiye ve anlayışa ne kadar bağlı olduğu üzerineydi. Lord Monboddo'nun 14 yıl sonra yayımlanan Of the Origin and Progress of Language kitabındaki detaylı incelemesinde gösterildiği üzere, Smith'in bu ilk kitabındaki dil evrimi analizi yüzeyseldi. Yine de Smith'in akıcı ve ikna edici savunmaları belagatlı olsa da tartışılmazdı.

Smith açıklamalarını Lord Shaftesbury ve Hutcheson gibi ahlak duygusu ya da Hume gibi faydaya değil, anlayışa dayatmaktadır. Smith bu dönemden sonra konferanslarında ahlak teorilerinden hukuk ve ekonomi konularına ağırlık vermeye başladı. Bir öğrencisinin 1763 civarından konferans notlarından Edwin Cannan tarafından derlenip yayınlanan Lectures on Justice, Plice, Revenue and Arms adlı kitapta Adam Smith'in politik ekonomi hakkındaki fikirlerinin gelişimi hakkında bir izlenim edinilebilir. Bu kitabın daha kapsamlı bir uyarlaması 1976′da Lectures on Jurisprudence adlı Glasgow baskısı tarafından yayımlanmıştır.

Smith'in edebi vasiyetini yerine getirenler İskoç akademik dünyasından iki eski arkadaşıdır. Fizikçi, kimyacı Joseph Black ve öncü yerbilimci James Hutton. Yazar arkasında pek çok not ve yayımlanmamış yazıları bırakmıştır ama yayımlanmaya uygun olmayan her şeyin imha edilmesi için talimat vermiştir. History of Astronomy adlı yayımlanmamış bir makalesini basıma uygun görmüştür ve bununla beraber diğer eserleri 1795′de okuyucuyla buluşturulmuştur.

ayrac.gif


Smith Teorileri

Fiyat Teorisi
Smith'e göre bir real fiyat bir de nominal fiyat vardır. Real fiyat malın elde edilmesinde yapılan masraflardır ve emeğe bağlıdır. Uzun dönemde tüm mallarda real fiyat geçerlidir yani emeğe bağlıdır. Nominal fiyat ise kısa dönem içerisinde arz ile talep dengesinin değişmesinden veya piyasa koşullarının değişmesinden kaynaklanan fiyattır.

Piyasa fiyatı; malın miktarı ve bu malı alabileceklerin talebi ile oluşur. Burada iki terimin ayrımı yapılmalıdır. Efektif talep, malı veya hizmeti ödeme durumunda olanların talebi. Mutlak talepten ayrılır, mutlak talep, mala veya hizmete sahip olma arzusudur. Bir mala olan efektif talep artarsa o malın fiyatını yükselecektir; ancak piyasa fiyatı yüksek olduğundan dolayı firmalar o malda yüksek kar olduğunu düşünüp piyasaya girecektir. bu firma sayısı artışı dolayısıyla arzı artıracak arz artışı efektif talep artışı ile dengeye gelecek ve fiyatlar düşecektir. Ayrıca bu olayın tam tersi de söz konusudur.

Smith arz ve talep dengesinin tarım ve sanayi kesiminde değiştiğini vurgulamaktadır. Tarım kesimi genellikle geçen yılların fiyatlarına göre arzlarını belirlemektedir. Fakat, sanayi sektöründeki fiyat değişiklikleri arza ve talebe daha çabuk etki etmektedir.

Rant Teorisi
Smith rant teorisinde beş farklı ranttan bahsetmiştir.
1. Net hasıla
2. Topraktan üretim yapabilmek için toprak sahiplerine verilen bedel, kira.
3. Toprak sahiplerinin monopolcü durumlarından dolayı elde ettikleri kar.
4. Piyasalara uzaklık rantı etkiler. Piyasalara yakın toprakların kirası yüksek, uzak yerlerin düşüktür.
5. Nadirlik rantı. Nadirlik rantı bir malın piyasada az ama talebinin yüksek olmasından dolayı mala harcanan emeğe göre fiyatının yüksek olmasından dolayı elde edilen kardır.


Değer Teorisi
Smith'e göre bir malın iki çeşit değeri vardır. Biri o malın kişiye sağladığı fayda, ikincisi o malın başka mallarla mübadele değeridir.

Birinci değeri genelde kişiden kişiye değişir, kişinin verdiği değere bağlıdır ve toplum açısından hesaplanması zordur. İkinci değeri, bu malın diğer mal birimiyle mübadele edilen miktarına eşittir. Değer o malın elde ediminde harcanan emeğe bağlı olduğuna göre, mübadele edilen mallar değil emektir. Emek mübadele değerinin ölçüsüdür.

Bazen en faydalı malların mübadele değerleri çok az, faydası olan malların ise mübadele değerleri fazla olabilir. Buna en iyi örnek su ve elmastır. Suyun faydası elmasın sağladığı faydadan çok daha fazladır ama elmas suya göre çok daha pahalıdır. Çünkü elmasın elde edilmesinde çok büyük emek harcanmış ve mübadele değerini yükseltmiştir. Ayrıca nadirlik rantından söz edebiliriz burada da.

ayrac.gif

En Önemli Eseri: Ulusların Zenginliği
Kitabın ana konusu ekonomik büyümedir.Ölümünden kısa bir süre önce Smith, neredeyse bütün yayımlanmış yazılarını yok etmişti. Sanıldığı kadarıyla, son yıllarında iki büyük tez üzerinde çalışıyordu. Bir tanesi hukuk teorisi ve tarihi, diğeri de bilim ve sanat hakkında. Ölümünden sonra, 1975′te yayımlanan Esassy on Philosophical Subjects muhtemelen ikinci tezinin bir kısmını kapsamaktadır.

Ulusların Zenginliği, aynı zamanda , fizyokratik anlayışın toprağın önemini vurgulayışına karşı çıkıyordu. Smith bunun yerine işgücünün üstünlüğüne inanmaktaydı ve işçi sınıfının üretimin artmasında etkili olacağını savunuyordu. Uluslar o kadar başarılı oldular ki, bu başarı eski ekonomik ekollerin terk edilmesine yol açtı. Thomas Malthus ve David Ricardo gibi ekonomistler Smith'in bugün klasik ekonomi olarak bilinen teorisini rafine etmeye yöneldiler ve bu zamanla modern ekonominin gelişmesini sağladı. Malthus, Smith'in nüfus fazlalığı konusundaki düşüncelerini geliştirdi. Ricardo, ücretlerin demir kanununa, yani nüfus fazlalığının asgari geçim düzeyinin önüne geçeceğine inanıyordu. Smith, bugün daha doğru olduğuna inanılan, artan üretimle artan ücretler varsayımını önermişti.

Ulusların Zenginliği'nin ana konularından bir tanesi, serbest piyasanın her ne kadar karmaşık ve denetsiz gözükse de aslında sözde bir görünmez el tarafından doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendirildiğidir. Smith bu simgeyi The Theory of Moral Sentiments adlı kitabında daha önce kullanmış olsa da fikri ilk olarak Astronomi Tarihi adlı denemesinde kaleme almıştır. Örneğin, bir üründe üretim eksikliği olduğunda fiyatı artar ve bu durum ortaya bir kar marjının çıkmasını sağlayarak başkalarını bu ürünü üretmeye teşvik eder ve sonunda kıtlığa son verir. Eğer pazara çok fazla üretici girerse, üreticiler arasındaki artan rekabet ve artan stok, yani arz, fiyatların üretim maliyetine düşmesini sağlayarak, ürünün doğal fiyatına ulaşmasına yol açar. Kar oranı bu ortalama piyasa fiyatında sıfırlansa da mal ve hizmet üretimi için teşvikler ortadan kalkmaz çünkü bütün üretim masrafları, mal sahibinin işgücü de dahil, üretilenin fiyatına yansımaktadır.

Eğer fiyatlar sıfır kar oranının altına düşerse, üreticiler piyasadan çekilmeye başlarlar. Kar oranları sıfırın üzerinde olduğu sürece üreticiler piyasaya girmeye devam edecektir. Smith, insanların harekete geçmelerini sağlayan nedenlerin, bencil ve açgözlü olmalarından kaynaklandığına inanıyordu. Bunun olumlu sonucu olarak da serbest piyasadaki rekabetin, fiyatların aşağıda kalmasını sağlayarak halkın tamamına faydalı olmasını gösteriyordu. Ona göre bu rekabet aynı zamanda çok çeşitli aml ve hizmet üretilmesini teşvik etmekteydi. Yine de, işadamlarına karşı dikkatli olunması gerektiğini ve tekelleşmenin yanlış olduğunu savunuyordu.

smith, tüm gücüyle sanayi gelişimini engelleyen modası geçmiş devlet kısıtlamalarına saldırıyordu. Nitekim, ekonomik sürece olan çoğu hükümet müdahalesinin, gümrük vergileri de dahil, verimsizliğe ve uzun dönemde yüksek fiyatlara yol açtığını savunuyordu. Her şeyin oluruna bırakılmasını savunan bu laissez-faire teorisi, ileriki yıllarda, özellikle 19. yüzyılda, hükümetin koyduğu kanunları etkilemiştir.

Tam Rekabet
Smith yaşadığı dönemin bilimsel gelişimininde etkisiyle ekonomiyi doğa kanunlarının varlığıyla açıklamaya çalışmıştır. Görünmez el bu araştırmaların en önemlilerindendir. Smith'e göre iktisadi hayat bireycidir ve bu bireycilik insanların doğal yapısından kaynaklanmaktadır. Kişisel menfaat iktisadi hayat için itici bir güçtür. Kişi en az zahmetle en çok tatmine ulaşmaya çalışacaktır doğası gereği. Bu amaçla, smith, arz ve talep eşitliğini otomatik olarak gerçekleştiren fiyat mekanizması üzerinde duracaktır.

Smith'e göre fiyatlar denge unsurudur. Smith'in denge fiyat unsurunu piyasa örneği ile açıklayalım. Üretim azalırsa fiyatlar yükselir, ekmek arzının azaldığını düşünün ihtiyacınız olan birim ekmeğe ulaşmak için daha çok çaba harcayacaksınız, bu artan çaba da ister istemez fiyatları arttıracaktır. Fiyatların yükselmesi firmaları daha fazla kar edeceklerini düşündüklerinden daha fazla üretim yapmalarına teşvik edecek ve arz talebe yaklaştığı sırada bir dengeye geleceklerdir. Arz talebi aştığı sırada fiyatlar düşecektir bu da firmaların üretimlerini kısmasına sebep olacaktır, böylelikle hiç bir müdahele olmadan her şey bir dengeye gelecektir.

Tam rekabette kişiler ve firmalar kendi çıkarlarını en çoklaştırırlarken aynı zamanda toplumunda çıkarına hizmet ederler. Örnek olarak, tam rekabet ortamında fiyatlar düşer ve fiyatlar düşünce bundan tüketiciler yararlanır. Tam rekabet ortamında üreticiler ve tüketiciler arasında bir çıkar çatışması yoktur. Tam rekabet ortamında üreticiler ile tüketiciler üretim ve tüketim artıklarını eşit şekilde paylaşırlar.

Aşağıdaki etkenler tam rekabet ortamında kurulan dengeyi bozabilir;
1. Devletin vergilerini arttırması.
2. Üretim faktörlerinin optimum bileşimlerinin bozulması, bazı mallarda nadirlik rantı yaratır.
3. Üreticilerin üretim kararlarında yanılma ve üretim kararsızlıkları.
4. Uluslararası ilişkilerin kısılması veya kopması.
5. Siyasal istikrarsızlığın artması.

Sermaye
Smith sermayeyi emeği arttıran her şey ve emeğin daha verimli çalışmasını sağlayan bir etken olarak tanımlar. Alet, makina, toprak, gübre.. birer sermayedir. Smith'e göre sermayeye konacak bir vergi üretimi azaltacak böylece hem devletin hem de toplumun faydasını azaltacaktır.

A. smith ilk defa sermayeyi ikiye ayırır. Sabit sermaye, değişen sermaye.

Sabit Sermaye: Binalar, gayri menkuller, sabit makinalar ve aletler gibi. Bu sermaye elden ele dolaşmadan sahibine bir kar getirir. Sabit sermaye hiçbir şekilde kar getirmez, sadece değerini parça parça üretilen metalara aktarır, bu metaların dolaşıma girmesiyle de değişim değerleri gerçekleşir ve böylece sabit sermayenin kullanılan kısmı tekrar sermaye sahibine kar getirmeden geri döner.

Değişken Sermaye: Hammadde, satılacak mallar gibi sahibine eldeğiştirmeden dolayı kar getirir. Nasıl ki para bir mal ile mübadele edilmedikçe bir fayda sağlamaz, mallarda el değiştirmedikçe fayda sağlamaz. Değişen sermaye bölümüne sadece ücretler girer, hammaddeler vb. değişmeyen sermayenin döner kısmına aittir.

Görünmez El
Adam Smith, bireyin ve toplumun iyiliği arasında nedensellik kurduğu Ulusların Zenginliği kitabında şöyle yazıyordu; ‘Her birey kendi çıkarı peşinde koşarken, sıklıkla, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden çok daha etkin olarak topluma katkıda bulunur.'

Buna göre, herkesin bencil olduğu bir toplumda da uyum, bilinçli bir müdahele olmasa da, kendiliğinden oluşacaktır. Bu kendiliğinden sağlayan görünmez el, piyasa ilişkileridir. Görünmez el ve piyasayı düzenleyen fiyatlar seviyesi, kaynakların en verimli şekilde kullanılmasına imkan sağlar.

Smith, doğal kanunların varlığını kabul etmekte ve iktisat konusunun bu kanunları keşfetmek olduğunu söylemektedir. Yani Smith, doğal düzenin kişisel çıkara göre oluşacağı inancındadır. Bu bakımdan Smith'in doktrini fırsatçı ve gerçekçidir.

Emek
Fizyokratların tersine toprak yerine insan emeğini servetin kaynağı olarak görür ve iş bölümünün sağladığı teknik olanaklarla emeğin üretiminin ve dolayısıyla da milli gelirin artacağını savunmuştur. Smith'in teoriye en önemli katkısı tam rekabet altında kaynakların optimal etkin dağılımı hakkında ilk analizi geliştirmiş ve artı değer kavramını Ricardo'yla birlikte kullanmış olmasıdır. İş bölümü sayesinde üretim sayısını nasıl binlere çıkardığını gösterir.

Ülkelerin serveti topraktan çok insan emeğine bağlıdır. emek ülkelerin zenginliğini arttıran temel etkendir. Emek özellikle iş bölümünde aktif rol oynar. Gelişmiş ülkelerde emeğin sermaye birikimini sağlamada önemli bir katkısı olmuştur. Smith servetin kaynağının emek olarak savunduğuna göre, bir ülkenin yıllık emeği, bütün malları yaratan emek toplamıdır. Diğer anlamda, emek üç kesim için de geçerlidir.

Ücret
Smith'e göre her şey fiyata bağlıdır. Üretim miktarı, maliyetler her şey fiyatla ilgilidir. Faktörlerin dağılımı fiyatlara göre olur. Ücret bir fiyattır, emeğin bir fiyatıdır. Ücretler, işverenler ile işçiler arasında yapılan sözleşmelerle belirlenir. ancak Smith, bu sözleşmelerde işverenlerin işçileriden daha baskın olduğuna dikkat çekerler. Ücretleri düşürmek, işçiler ise yükseltmek isterler. Smith'e göre ücretler işçinin ve ailesinin geçimini sağlayacak düzeydedir. Yüksek ücret işçi sayısını arttırır, düşük ücret azaltır. Her şeye rağmen tam rekabet koşullarında ücret asgari ücretin altına inmez.

Emek talebi arttığında, kısa dönemde emen nadir olduğundan ücretler artacaktır. Ancak ücretler ona ayrılan fonlara bağlıdır. emek talebinin artması, milli gelirin gittikçe artmasına, bu da kişi başına düşen milli gelirin yani büyümenin olduğuna işarettir. Milli gelir arttıkça yükselen ücretler, ülkenin gittikçe zenginleştiğini gösteren bir göstergedir.

Smith'e göre ücret artışı doğumların ve nüfusun artışına sebep olacaktır. Bu da bir yandan karları azaltacaktır. Ayrıca ücretlerin yükselmesi fiyatları arttırır. Fakat Smith bu konuda biraz yanılmıştır; kişi başına gelir dünyada önceye göre daha fazla olmasına rağmen nüfus düşmektedir.

İş Bölümü
A. Smith'in Ulusların Zenginliği adlı kitabında en ünlü bölüm iş bölümüyle ilgili olan ilk bölümdür. 18. yüzyılda yazılmış olmasına rağmen bugün için bile çok doğru gelmektedir. Smith bu bölümde iş bölümünün üretimi nasıl arttırdığını toplu iğne üretimiyle ilgili bir örnekle açıklar. Tek bir kişi, yapılması için on aşaması olan bir iğneden günde sadece on tane yapabilmektedir; ancak her aşamayı yalnızca bir kişi yapsa yani on kişi çalıştırsak bir günde üretilen iğne sayısı 488′e çıkıyor, ama her biri her aşamayı yapsaydı sadece 100 iğne üretilecekti. Bu demek oluyor ki, iş bölümü iğne üretimini 48 kat arttırmış. Ayrıca işçinin belli bir aşamada uzmanlaşması o teknolojiyi kullanmanın yeni yolları bulunarak arttırılabilir, bu da daha hızlı üretime sebep olur.

Uluslararası bakımdan iş bölümü, dünyayı çok geniş bir atölye haline getirmiştir. Bu atölyede emek en elverişli yere gidecek, en az zamanı gerektiren faaliyetleri arayacaktır. İş bölümü üretimi arttıracağından dolayı piyasaların genişlemesini ve büyük piyasaları zorunlu kılacaktır.

A.smith'in iş bölümünü kullanarak uluslararası iktisada en büyük katkısı Mutlak Üstünlük teorisi olmuştur. Bu teoriye göre bir ülke hangi malı daha ucuza üretiyorsa kaynaklarını o mala tahsis etmelidir, böylece üstün olduğu malda daha etkin üretim yapabilmektedir. bu yolla tüm ülkeler birbirlerine muhtaç olmaktaıdr ama bu sayede üretim çok fazla artmaktadır.

Smith ilkesini benimsemiştir. Üretim faktörlerinin bir kesimden diğerine serbestçe geçebilmesi gerekmektedir, bu geçişi sağlayan en önemli etken de fiyattır. Devlet ekonomik hayata müdahele etmemelidir. Devletin müdahelesi özel sektörün üretemediği veya yapamadığı konularda olmalıdır; savunma, güvenlik, adalet gibi. Eğer devlet çok vergi alırsa, vergiler üretimi kısacağından dolayı ülke durgunlukla karşı karşıya kalabilir. Bu müdahele hem iç hem de dış ekonomi için geçerlidir. Eğer devlet vergilerle bir malın ithalatını azaltırsa bu, içerde o malın üretiminin tekelleşmesini arttırmaktadır. Uluslararası iş bölümünden yararlanmak için ürünlerin ülkeler arasında serbestçe mübadele edilmesi gerekir.

ekonomik hayat mal ve hizmet üretimi olduğu için, Smith üretime önem vermiştir. Üretimin artırılması emeğin verimine bağlıdır. Verimlilik artışı iş bölümü, tam rekabet, iktisadi hürriyet, tasarruf ve sermaye birikimi ile mümkündür.

Para
A. smith'e göre para bir mübadele aracıdır. Üretim arttıkça mübadele edilecek daha fazla mal olacağından daha fazla paraya ihtiyaç duyulacaktır. Bir ülkenin fazla parasının olması servet artışı olduğunu göstermez, fazla para oluşu fiyatlar genel düzeyini arttırır.

Piyasada fazla para bulunması, servet artışını simgelemez. Aksine ülkedeki fazla para insanların ellerindeki parayı arttıracağından ötürü, genel olarak fiyatlarda bir artış olacak, bir ailenin geçimi için daha çok para gerekecek ancak fiyatların ve ödenen ücretlerin artmasından dolayı ülkenin servet varlığında herhangi bir etkiye yol açmayacaktır.

Smith'e göre paranın değeri de öbür malların değeri gibi ölçülür. Değer emeğe bağlıdır. Malın da paranın da değeri ona harcanan emeğe bağlıdır. Bunlardan dolayı emek mübadele değerinin gerçek ölçütüdür. Yani sonuç olarak malların mübadele edilmesi aynı zamanda emeğin mübadele edilmesi anlamına gelmektedir. emek değeri kendine eşit emek değeri ile değiştirilecektir. Bu bakımdan bakıldığında gerçekten mübadele edilen altın, gümüş, para, döviz değil emektir. Güçlükle elde edilen mallar pahalı, az emek harcanarak üretilen mallar ise daha ucuzdur.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
George Berkeley

GCCSW.jpg
1685-1753 yılları arasında yaşamış olan, dünyada yalnızca ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu, buna karşılık maddenin varolmadığını öne süren İngiliz düşünürdür. Dublin'deki Trinity College'de eğitim görmüş İrlandalı bir Protesandı. Bugün yakından bilinen bütün felsefi çalışmalarını henüz yirmili yaşlarındayken yayınladı.

Yeni Dünya'da yüksek eğitimi geliştirmek için çok uğraştı. Bu amaçla üç yılını Amerikan kolonilerinde geçirdi. Rhode Island'daki çiftliğini ve kütüphanesini, 1701′de kurulan Yale Üniversitesi'ne bıraktı. Yale'in fakültelerinden birine onun adı verildi. California'daki Berkeley kenti de onun adını taşımaktadır. 67 yaşındayken Oxford'da vefat etmiştir.


ayrac.gif

Bilgi Görüşleri
Berkeley'de kendisinden önce yaşamış olan Locke gibi, bizim doğrudan ve araçsız olarak algıladığımız her şeyin kendi zihnimizdeki ideler olduğunu, doğuştan düşünceler bulunmadığını, tüm idelerimizin algısal deneyin sonucu olduğunu ve bilgimizin duyudeneyi yoluyla sahip olduğumuz idelerden türediğini savunmuştur. İdelerden türeyen bilginin tek bir istisnası vardır. Tinsel varlıklara ya da insanın kendi benine ilişkin bilgi.

Berkeley'e göre, kendi zihnime ya da benime ilişkin olarak doğrudan bir algısal deneye sahip olamadığım; fakat doğrudan ve araçsız olarak yalnızca zihnimin çeşitli niteliklerini ya da faaliyetlerini algıladığım için, benim, kendi zihnime ya da benime ilişkin bir ideye sahip olduğum söylenemez. Bununla beraber, buradan yola çıkılarak zihinden ya da benden söz etmenin anlamsız olduğu sonucuna varılmaz. Çünkü, sonsuz sayıda ideye ek olarak, bu ideleri bilen ve algılayan bir şey, algılama, isteme, imgeleme ve anımsama gibi faaliyetlere ek olarak, bu faaliyetleri gerçekleştiren aktif bir varlık vardır ki, bu da zihin ya da ruh ya da bendir.


İdelerden insan zihninden ya da bir algı eyleminden bağımsız olarak kendi başlarına var olan şeyler olarak söz etmek çelişik olsa bile, bizim birincil niteliklere ilişkin idelerimize benzeyen niteliklere sahip olan nesnelerin insan zihninden bağımsız olarak var oldukları düşünülebilir. Bu düşünceye Berkeley, bir idenin ancak başka bir ideye benzeyebileceği, buna karşın bir sese ya da bir şeklin başka hiçbir şeye değil de, yalnızca başka bir ses ya da başka bir şekle benzeyebileceği karşılığını vermektedir. Dahası, ona göre, biz zihnimizdeki idelerin nesnelerin niteliklerine benzeyip benzemediklerini hiçbir zaman bilemeyiz, çünkü bizim dolayımsız olarak algıladığımız her şey kendi idelerimiz olup, idelerimizde bu idelere benzeyen nitelikler ilke olarak birbirlerinden farklı olduklarından, bizim idelerimizle bu ideler benzeyen nitelikleri birbirleriyle karşılaştırma imkanımız yoktur.

ayrac.gif

Metafizik Anlayışı
Bilginin tek kaynağının algı olduğunu, algıda ise bizim yalnızca kendi idelerimizin ya da duyumlarımızı bilebileceğimizi öne süren epistemolojik nitelikli öncüllerden yola çıkarak, yalnızca idelerin ve ideleri algılayan zihinlerin var olduğu ve duyularımız üzerindeki eylemiyle idelere neden olan maddenin hiçbir şekilde var olmadığı şeklindeki ontojik sonuca ulaşan Berkeley, bununla birlikte tıpkı Locke'un yapmış olduğu gibi, nedensel bir algı anlayışı benimseyerek, zihnimizdeki idelere neden olan bir varlığın, Tanrı'nın var olduğunu öne sürmüştür. Başka bir deyişle, o maddenin yerine Tanrı'yı yerleştirmiştir.

Berkeley'e göre, biz algılarımızın, idelerimizin, onlar canlı ve açık oldukları, diğer deneylerimizle uyumlu oldukları ve insan iradesinin keyfi bir eyleminin sonucu olmadıkları, yani insan zihninde, nedensiz ve temelsiz olarak keyfi bir biçimde yaratılmadıkları zaman, gerçek olduklarını kabul eder ve onları fantezilerden, düşsel algı ve idelerden ayırırız. Yani, duygularımız, idelerimiz bize bağlı ve keyfi olmadıklar için, bu algı, duyum ve idelerin insan zihninin dışında bir nedeni olmalıdır.

Diğer bir deyişle, madde var olmadığı, var olsa bile, bütünüyle olumsuz ve belirsiz bir biçimde tanımlandığından dolayı, bizim zihnimizdeki idelere neden olamayacak kadar pasif olduğu, ikinci olarak ideler kendi kendilerinin ya da başka idelerin nedenleri olamayacağı ve nihayet bu gerçek ideleri insanın bizzat kendisi yaratamayacağı için, Berkeley'e göre, zihnimizdeki bu idelere, algımızdaki duyumlara neden olan başka bir tinsel varlığın var olması gerekir ki, bu tinsel varlık da Tanrı'dır.


Bizim tinsel bir varlığı, bir Tanrı'yı algılarımıza, duyumlarımıza, idelerimize neden olurken de, başka bir zaman da hiçbir şekilde tecrübe etmediğimiz söylenerek, duyumlarımıza, idelerimize neden olan bir Tanrı düşüncesinin, en azından niteliklerinin duyularımız üzerindeki eylemi sonucunda bizde algılara, idelere neden olan bir madde düşüncesi kadar keyfi olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Böyle bir itiraza karşı Berkeley, bizim tamemn irademize bağlı olarak çeşitli şeyleri çeşitli şekillerde imgelediğimiz zaman, tinsel varlıkların ideler yaratmasına ilişkin bir tecrübeye sahip olduğumuz yanıtını verir. Biz, tinsel varlıklar olarak kendimizin zihnimizde ideler oluşturma gücüne sahip olduğumuzu biliyorsak, ona göre, bu bilgi başka bir tinsel varlık olarak Tanrı'nın bizim zihnimizdeki idelere neden olmakta olduğu olgusu için sağlam bir temel oluşturur.

Berkeley söz konusu maddesizcilik öğretisiyle ilgili eleştirileri, örneğin insanlar tarafından tecrübe edilen izlenim ya da idelerle özdeşleştirilmesi durumunda, doğanın insanların ortaya çıkışlarından önce var olmadığı, ya da bir odanın içinin insan ona baktığı zaman varlığa geldiği, insan ona bakmaktan geri durduğu zaman yok olup gittiği türünden itirazları bertaraf edebilmek için şu halde, Tanrı'nın evreni var oluş kabul etmek suretiyle, dış dünyanın Tanrı tarafından tecrübe edilen ideler, izlenimler toplamı olduğunu, dış dünyadaki nesnelerin Tanrı'nın zihninde bulunduğunu, onların bizim tarafımızdan algılanmadıkları zaman, Tanrı tarafından algılandıklarını öne sürer.

ayrac.gif

Temel İçgörü Kavramı
Geçmişteki ünlü filozofların çoğu, geniş bir problem alanını kapsayan bir eserler külliyatı çıkartırlarken, Berkeley, o günden beri kimsenin tümüyle görmezden gelemediği tek bir düşünceyle anımsanmaktadır. Doğrudan kavrayabileceğimiz şeylerin kendi bilincimizin içeriğinden ibaret olduğunu söylerken Locke'un tamamen haklı olduğunu belirtir Berkeley. Ancak bu durumda, zihnimizdekilerin varlığına, asla doğrudan ulaşamayacağımız onlardan tamamen ve temelden farklı nitelikteki şeylerin, yani maddi nesnelerin neden olduğunu neye dayanarak ileri sürebiliyoruz? Denildiği gibi, eğer bu nesnelere, onlardan edindiğimiz duyusal imgeler aracılığıyla dolaylı olarak ulaşıyorsak, bu hangi anlamda doğru olabilir? Duyusal imgelerimizin nesnelerin kopyaları olduğunu söyleyerek bunu açıklıyorlar; fakat bundan nasıl böyle bir anlatım çıkabilir?

Renk ya da ses gibi bir deneyim konusu olmayan bir şeyin nasıl kopyası olabilir. Herhangi bir biçimde ona benzeyebilir? Bir rengin ancak başka rengin, bir sesin ancak başka bir sesin benzeri olabilceğine kuşku var mıdır? Bütün bunlar kavramsal bir saçmalıktır diyor Berkeley. Locke, hiçbir zaman kavramlaştıramayacağımız, kendisi hakkında kanıtlara ulaşamayacağımız ve varlığıyla yokluğu bizim için bir fark yaratmayacak duyusal olmayan bağımsız bir alanın varlığını ileri sürüyordu. Bunu yapmak için elde anlaşılır nedenler var mıdır?

Her birimiz böyle bir özne olmanın ve bir öznenin yaşantısı olduğunun dolaysız bilincine sahip olduğumuzdan, deneyimlerin bir öznenin doğasında içkin olarak bulunduğunu biliriz, diyor Berkeley. Ancak buna mukabil, bu deneyimlerin, bizim dışımızdaki nesnelere bağlı olduğuna inanmak için nedenimiz yoktur. O nedenle, diyor Berkeley, tutarlı bir deneycilik, bizi var olanların zihinsel şeylerle zihnin içerikleri ya da öznelerle onların deneyimleri olduğu sonucuna götürmektedir. Başka herhangi bir şeyin var olduğuna inanmak için neden yoktur.


Süreduran, bağımsız bir maddenin, Locke'un maddi tözünün var olduğuna inanmak için nedenimiz yoktur. Olanaklı deneyim alanının sınırlarının dışında bir şeyin var olduğunu öne sürerken Locke deneyciliğin temel ilkesini çiğnemiştir. “Birkaç kişinin bir oyuna çevirdiği hakikat bütün insanların feryadırır.”

Bu, düşünürlerin o zamandan beri halleşmekte zorluk çektikleri sağlam bir felsefi savdır. Bir hristiyan olan Berkeley bu savı, biz sonlu ruhları yaratan ve deneyimlerimiz aracılığıyla bizimle iletişim kuran sonsuz bir ruhun, Tanrı'nın aklında var olduğu şekliyle bütünsel gerçeklik görüşüne uygun hale getirdi. bu görüşe göre var olan her şey, ya bizim ya da Tanrı'nın aklında var olur. Aksi halde var olan ya bizizdir ya da Tanrı'dır. Din dışı düşünürler, bu dini çerçeveyi bir yana koymuş ve Berkeley'in bir Tanrı'nın, hatta kalıcı bir benliğin varlığını soyutlamak için yeterli nedeni olmadığını belirtmişlerdir; ancak Berkeley'in diğer felsefi savları, yanıtlaması güç savlar olarak durmaktadır.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Marquis de Condorcet

GCCSW.jpg
Marie Jean antonie Nicolas de Caritat, kısa adıyla Marquis de Condorcet 17 Eylül 1743′te doğmuş ve 28 Mart 1794 yılında vefat etmiştir. Nicolas de Condorcet olarak bilinen Fransız filozof aynı zamanda bir matematikçidir, siyaset bilimcisidir ve genç yaşta Condorcet yöntemini geliştirmiştir.

Çağdaşlarından farklı olarak özgür, eşit, eğitim, anayasalcılık ve liberal bir ekonomi tezini savunmuştur. Kadınların eşit haklara sahip olması gerektiği düşüncesiyle birlikte insanlar arasındaki ırkçılık anlayışının da kaybolması gerektiğini düşünmüştür. Fikirleri ve yazıları, Aydınlanma Çağı ve rasyonalizmin ideallerini somutlaştırmayı hedeflemiştir ve günümüze dek etkili olmaya devam etmiştir. Fransız Devrimcisi olan Condorcet ülkenin yetkilileri tarafından cezaevine atılıp, orada gizemli bir şekilde vefat etmiştir.


Condorcet Ribemont, Asine'de doğdu ve orada ailesiyle uzun bir süre ikamet etti. Genç yaşta babasız kalan filozof, dine düşkün olan annesi tarafından yetiştirildi. Cizvit Koleji'nde eğitim gördü ve Paris Navarre Koleji'ni kazandı. Herhangi bir yeteneği yoktu ve ilk olarak matematik alanında genel ayrımlar yaptı. 16 yaşına geldiğinde, Jean le Rond d'Alembert ve Alexis Clairault onun analitik yeteneklerini keşfetti. 1774-1765 yılları arasında bilim üzerinde çalışmalarını ilerletti. 1765 yılında matematik çok iyi karşılandı ve saygın bir matematikçi olarak kariyerinin başlaması ilk yazdığı Essai sur le calcul integral eserinin yayınlanmasıyla gerçekleşti. Bildiri yayınlamaya devam eden Condorcet 25 Şubat 1769′da Fransız Kraliyet Akademisi Bilimleri'ne seçildi.

Condorcet orada akıl hocası olacak olan Jacques Turgot ile tnaıştı ve arkadaşlıkları yıllarca devam etti. 1772′de geniş bir kağıtta integral hesabını yazdı ve kağıdı yayınladı. Kısa bir süre sonra Jacques Turgot, bir Fransız ekonomist ile tanıştı. Yine 1772′de Kral Louis XV altında yönetici oldu ve Kontrol Genel Maliyesi'ne girdi 1774′de.

Condorcet artık dünya çapında tanınıyordu ve birçok ünlü bilim adamları ile birlikte çalıştı. Bu bilim adamları arasında Leonhard Euler ve Benjamin Franklin yer alıyordu. Pek çok yabancı akademinin ve felsefi toplumların fahri üyesi oldu. Özellikle İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, Almanya, Imperial Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri.

ayrac.gif

Condorcet Felsefesi
İnsanın yetkinleşebileceğine ve insanlığın sonsuzca ilerleyebileceğine inanan Condorcet, ilerlemeye duyduğu bu inancı, Esquisse d'un Tableau Historique des Progrös de l'Esprit Humain (İnsan Zekasının İlerlemeleri Üzerine Tarihi bir Tablo Taslağı) adlı eserinde dile getirmiştir.

Ona göre, insan vahşiliğin en alt basamaklarından hızla yukarı doğru yükselmiş olup, aydınlanma, erdem ve mutluluk yolunda hızla ilerlemeye devam etmektedir. Diğer bir söyleyişle, söz konusu ilerleme sürecinde, dokuz evreden geçmiş olan insan, onuncu evreye gelmiş bulunmaktadır. Geçmişe ilişkin belirlemelerden gelecekle ilgili genellemelere giden Condorcet'e göre, onuncu evreyi belirleyen üç eğilim vardır;

1. Uluslar arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması.
2. Sınıflar arasındaki eşitsizliğin kaldırılması.
3. İnsan doğasının, her bakımdan ilerleme ve yetkinleşmeye açık olması.

Ekonomik özgürlük, dini bakımdan hoşgörü, eğitim reformu ve köleliğin ortadan tamamen kaldırılması konularında da çalışmış olan Condorcet, aklın egemenliğini toplum yaşamında geçerli kılmak istemiştir.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Fichte

F8dS6.jpg
Ünlü Alman düşünürü 19 Mayıs 1762′de Rammenau'da doğmuş ve 29 Ocak 1814 yılında Berlin'de vefat etmiştir. Felsefedeki en önemli kavrayışı, temel çıkış noktası kendi özgürlük anlayışıdır.

Fichte'ye göre, irade ya da ben kavramları, temel gerçeklik olup, özgürdür ve kendi kendisini belirleyen faaliyetidir. Ben ya da irade edışındaki her şey ölü ve pasif bir varoluşu gösterir. Yalnızca böyle bir faaliyet, kendi kendisini belirleyen tinsel bir faaliyet, gerçektir. İradenin kendisi, yaşam ve akıl, bilgi ve eylem ilkesidir. Her türlü ilerleme ve uygarlığın harekete geçirici gücüdür. Bilginin dayandığı temel, kuramsal düşüncenin birleştirici ilkesidir. Şu halde, felsefede yapılacak ilk iş, böyle bir faaliyetin niteliğine, hem kuramsal ve hem de pratik aklın koşullarına, ilke ve önkabullerine ilişkin olarak ayrıntılı bir açıklama sunmaktadır.

Bir dokumacının oğlu olan Fichte, yeteneği olduğunu farkeden bir zenginin yanında yüksek öğrenimini gerçekleştirebilmiştir. Fichte, Kant'a büyük hayranlık duymuş, onu görmeye gitmiş ve ‘Bütün Tanrısal İlhamların bir Eleştirisi' adlı eserini sunmuştur.


Fichte'nin felsefe konumu Kant, Friedrich Schelling, Hegel gibi isimlerin yanı sıra Alman felsefesinin temel taşları arasında yer alır. Alman idealizminin hem temellendiricisi hem de temsilcisi konumundadır. Kant sonrası Alman felsefesinin önde gelen isimleri arasındadır.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Georg Wilhelm Friedrich Hegel

hlOz5.jpg
27 Ağustos 1770 yılında Stuttgart'ta doğan ünlü Alman filozof 14 Kasım 1831 yılında Berlin'de vefat etmiştir. Almanya'nın batısında yer alan Stuttgart, Württemberg'de doğan idealist Alman filozoftur. Etkisi, hem onu takdir edenler, hem de acımasızca eleştirenler tarafından insanlar üzerinde çok geniş bir yelpazede olmuştur. Felsefenin sürekli tartışılan sorunlarının fasit dairesinin dışına çıkmak için, muhtemelen felsefede ilk kez, tarih ve yapının önemli olduğunu ileri sürmüştür. Efendi-köle diyalektiğinin kavramsallaştırılması öz farkındalık oluşması için ötekinin öneminin altını çizmiştir.

Hegel, bir memurun oğluydu ve Tübingen'de ilahiyat okuduktan sonra Bern ve Frankfurt'ta felsefe öğretmenliğine başladı. 1805′te Jena Üniversitesi'ne profesör oldu. Öncelikle Schelling'in öznel idealizm felsefesine inanmış gibi görünüyordu; fakat daha sonra kendine ayrı bir sistem kurarak onun savunmasını yapmaya başladı. Kurduğu bu felsefe sistemini ‘Phanomenologie des Geistes' adlı eserinde açıklamıştır. Bir dönem Nürnberg'de kaldıktan sonra Berlin ve Heidelberg Üniversitesi'nde profesörlük yaptı. Bu devrede yazdığı eserler arasında ‘Mantık Bilimi' ve ‘Felsefe Ansiklopedisi' dikkatleri çekti.

Hegel'in kurduğu sisteme ‘diyalektik mantık' deniliyordu. Buna göre bir fikir (yani tez), karşısındaki başka bir tezle karışır, bundan yeni bir anlayış doğar ki, buna sentez denilmektedir.


Hegel, Kant'ın felsefesine inanmakla beraber onun fikirlerini yetersiz buluyordu. Kant'ın aksine insanların her şeyi öğrenebileceklerine inanmıştı. Hegel'e göre dünya demek mantık demekti. İnsanlar mantığının sınırlarını çözdükleri anda beşerin sınırlarını da çözmüş olacaklardı. Hegel'e göre, biricik, canlı felsefe, çelişmelerin daha doğrusu karşıtların felsefesidir. Çiçek, meyvanın ortaya çıkmasına yol açar; fakat meyvenin ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kalkması gerekir. Bu şekilde üremenin gerçeği, hem çiçek hem de meyve olmaktır. Ölüm hem ortadan kaldırmadır, hem yeniden doğuşu sağlayan şarttır.

Ömrünün son yıllarını Berlin'de geçiren Hegel, 1831 yazı ve sonbaharı boyunca kolera salgınının son kurbanlarından biri oldu. 14 Kasım'da kısa süren bir hastalıktan sonra ani bir şekilde vefat etmiştir.

ayrac.gif

Mutlak İdealizm Sistemi
Hegel felsefesi her şeyden önce bireylerin kendi kendilerine ilişkin olarak özgür bir bilince ulaştıkları bir insanlık tarihi felsefesidir. Bilinç, kendi başına özgür değildir; bilincin özgürleşmesi Tinin Fenomenolojisi'nde betimlenen karmaşık bir süreçle gerçekleşir.

Bu eserinde Hegel, bilincin bütün dünya ölçeğinde kendi kendini nasıl sınadığını ve yalın bir öznel kesinlik ile kendi kendinin nesnel bilgisine nasıl ulaştığını ortaya koyar. Bilinç, dünyanın bilincine vararak, kendi kendisinin bilincine de efendi ile köle arasındaki diyalektik olarak adlandırılan yolla varacaktır. Gerçekte bu diyalektik, herbiri kendisi olduğu gibi tanıtmak isteyen iki bilinç biçimi arasındaki kölelik ve egemenlik ilkelerini insanlık içinde betimlemektedir. Her biri bnu bir ölüm kalım savaşı içinde, hem kendisi hem öteki için yapacaktır. Köle kaybedecek, yaşam önünde diz çökecek ve efendi için çalışarak ona hizmet edecektir. Ancak köle, esaretinden de bu çalışma içinde bunun sayesinde kurtulacaktır. Çünkü dünyayı dönüştürerek, kendi kendisine bağımsızlığa ulaşmanın somut araçlarını verecektir.

Bu süreç sonunda, bilinç Akıl'a ulaşır. Dünya ona yabancı olmaktan çıkar; dünyaya ilişkin bilgisi onun gerçek bilgisidir ve onun gerçek bilgisi de dünyaya ilişkin bilgisidir. Bilinç artık sadece bireyin bilinci değildir. Bilinç, içinde ben'in biz olduğu, biz'in ben olduğu tinsel bir topluluğun bilincidir. Bu da Tin'den başka bir şey değildir. Tin, tarihsel gelişim kilit anları olan belli sayıda figures aracılığıyla tarih boyunca kendini ortaya koymuştur. Bu kilit anlar yunan etiğinden, Hegel'in dönemindeki çağdaş Prusya'ya kadar uzanır. Bu süreç sonunda ancak bilinç, Tinin kendi bilinci haline gelerek mutlak bilgiye ulaşır; filozof da böyle bir bilginin yorumcusu olur.

ayrac.gif

Ansiklopedi Projesi ve Kültür Felsefesi

Ansiklopedi Projesi
Mutlak, kendi kendini temsil eden öznedir ve kendisine ilişkin bilgisini de felsefe aracılığıyla elde eder. Bu nedenle felsefi düşüncenin kendisi mutlak bilgidir. Felsefi Bilimler Ansiklopedisi bu bilgiyi oluşturan kavramların nasıl eklendiklerini ve Doğru'ya ulaşmasına nasıl olanak sağladıklarını gösterecektir. Tarih olarak felsefe, önceki bütün felsefeleri kendi içinde bütünleştirir ve aşar. Ancak bunu yalın bir toplama işlemi biçiminde değil, doğrunun kendisine ulaşmak üzere gerçekleştirdiği eyleme göre yapar. Felsefenin her parçası bir bütündür, her felsefe bir dairededir ve ansiklopedi dairelerin dairesidir, bunun sonunda ideye ulaşılır ve orada felsefe gerçekleşir.

Kültür Felsefesi
Geist, kendisini kültür dünyasında diyalektiğin üçlü hareketi gereğince, Sübjektif Geist (Öznel Tin), Objektif Geist (Nesnel Tin) ve Mutlak Geist olarak açıklar. Bu durumda Geist en lat düzeyinden en üst düzeyine kadar insan ruhunu meydana getirir. Geist, kendisine yönelmiş özgür bir varlık, kendisini bilip tanıyan bağımsız bir gerçeklik haline gelmek için, doğadan yavaş yavaş sıyrılır. O, henüz gelişmemiş bir ruh halindedir ve bu haliyle antropoloji biliminin araştırma ve inceleme konusu olur. Ruhun henüz doğadan tümüyle sıyrılamadığı bu aşamada, ona karşılık gelen kavrayış biçimi duyumdur. Ruh, daha sonraki aşamada duygu ya da hissetmeye geçer. Hissetmenin en gelişmiş ve tamamlanmış şekli kendini hissetmedir ve bu biline giden bir ara basamaktır. Bilinç, böylelikle duyum, algı ve anlayış aşamalarından geçerek kendini özgür bir Ben olarak tanır.

Bundan sonra başka benleri de tanır ve kabul eder. Böylelikle, Geist kendisini Nesnel Ruh olarak gerçekleştirir ve ortaya ahlaklılık ve Devlet çıkar. Bu durum benin kendi içinde kalmaktan kurtularak genel kurallara ve öznellikten nesnelliğe yükselmesi demektir. Böylelikle, herkes için geçerli olan, herkesi kavrayan nesnel Ruh ortaya çıkmış olur. Tarih dediğimiz şey, Hegel'e göre, halklarda beliren Ruhun gelişmesinden başka bir şey değildir. Tarihin belli bir anında, belli bir halk, Ruhun gelişmesi üzerine alır. Ruhun hukuk, devlet, ahlak ve tarih alanındaki bu nesnelleşmesi boyunca kendine dönmesi, kendini tanıması, mutlak Ruhun bilincine varması söz konusudur. Özel isteklerin, tutkuların ve eğilimlerin alanında, herkes için geçerli nesnel ilkeleri ortaya koyarak, onları hukuk, ahlak, devlet şeklinde kabul eden Ruh, bütün koşullardan sıyrılarak kendini tanımaya, kendi özünü farketmeye başlar. Böylece, Mutlak Ruh haline gelir.

Mutlak Ruh da üç adımlı bir hareketle gerçekleşir. Onun birinci aşaması sanat, ikinci aşaması ise dindir. Buna karşılık, üçüncüsü aşaması felsefedir. Felsefe, Hegel'e göre, hem sanatın hem de dinin aşılması ve onların içlerinde taşıdıkları hakikatin daha üst bir düzeyde kavranmasıdır. Felsefe, Geist'i mutlak varlık olarak kavrar ve onu hem maddi olmayan bir düşünce, hem de elle tutulup gözle görülebilen bütün varlıkların birliği olarak kavrar.

ayrac.gif

Hegel Sözleri
“Tanrı, insan ve madde diye ayırım yapmak anlamsızdır. Evrensel cevher, saf bilinç olan ruhtur. Düşünce basamaklarını kateden insan sonunda kendisine döner. Gerçek ruhun kendisi olduğunu keşfeder. Aslında insan tanrı; tanrı da insandır.”

“Her aklî olan gerçektir, her gerçek olan aklîdir.”

“Felsefe objelerin düşünce ile görülmesidir.”
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
David Hume

Tmy7Y.jpg
David Hume, İskoçyalı filozof, tarihçi ve iktisatçıdır. Edinburgh Koleji'nde sağlam bir öğrenim gördükten sonra Fransa'ya giderek, orada insan biliminin kurulması için Newton düşüncesinden ve kurallarından yararlanılması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu savunmasını ‘İnsan Doğası Üzerine İnceleme' adlı eserinde kaleme almıştır. Okurların kitaba ilgi göstermemesi, O'nun düş kırıklığına uğramasına yol açtı ve felsefe alanında gerçekleştirdiği devrimi kabul ettirmek için deneme üslubunu ve edasını benimsemeye karar verdi. Tanrıtanımaz olduğu gerekçesiyle felsefe kürsüsünü edinme girişimi iki defa geri çevrildi.

Edinburgh Barosu kütüphanesi yöneticiliğine seçildi ve bir yandan araştırmalarını sürdürürken, bir yandan da İngiltere Tarihi adlı kitabını yazmaya başladı. Sonunda üne kavuştu ve elçilik katibi olarak 1763′te Fransa'ya döndü. Fransa'da çok iyi karşılanan ve baş tacı olan Hume, sarayda moda kişi durumuna geldi. Ansiklopedicilerle ve daha sonra rousseau ile dostluk kurdu. Hatta 1766′da Rousseau için İngiltere'de sığınacak bir yer buldu; fakat daha sonra çeşitli anlaşmazlıklardan ötürü onunla arası bir daha düzelmeyecek şekilde açıldı. 1767′de dışişleri bakanı yardımcısı olan Hume, servet yapmış bir kişi ve tanınmış bir yazar olarak 1769′da Edinburgh'a çekildi.

Malebranche, Locke ve Berkeley'in düşünce mirasçısı, Descartes'in düşmanı olan Hume, Newton modeline uygun bir insan bilimi kurmak istiyordu. Bu amaçla deneyi ölçüt olarak aldı, son neden kavramını bırakıp ilke kavramını benimsedi ve niçin yerine nasıl sorusunu koydu. Nitekim, inanç mekanizması alışkanlığına bağlı olarak, hep aynı şeylerin tekrarlanmasını beklemek olarak açıkladı. Ancak bu inanış, ne sezgiyle, ne de kanıtlanarak açıklanabileceğinden, akıl dışı bir şeydi. Sağladığı kesinliğin de matematik bilimlerin kesinliğin de matik bilimlerin kesinliğiyle hiçbir ilgisi yoktu. Zorlayıcı olmakla birlikte, moral bir nitelik taşıyordu. Hume ılımlı bir kuşkuculuğa dayanan bu anlayışıyla; ahlaka, siyasete, ekonomiye ve özellikle dine uygulamalar yaptı.

Nedensellikle ilgili eleştirisi, Kant üzerinde büyük bir etki yaptı ve ekonomik yapıtları da Adam Smith'i doğrudan esinlendirdi.

ayrac.gif

Hume Sözleri

“İnsan akıllı bir yaratıktır; böyle olduğu için de uygun gıdasını bilimden alır; fakat insanın bilgisinin alanı öylesine dardır ki, bilimden aldığı besinlerden ancak çok az bir kısmı için ümitlenilebilir.”

“Tanrı kötülüğü istiyor da gücü mü yetmiyor; öyleyse o güçsüzdür.”

“Yoksa gücü yetiyor da önlemek mi istemiyor; o hâlde o kötü niyetlidir.”

“Eğer Tanrı hem güçlü hem de kötülüğü ortadan kaldırmak niyetinde ise bunca kötülük nasıl oldu da var oldu?”

“Hiçbir şey insanın hayal gücü kadar hür değildir.”
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Immanuel Kant

s7oI9.gif
Ünlü Alman filozoftur. Orta halli bir ailenin çocuğu olan Kant, 1740-1746 yılları arasında doğduğu kentin üniversitesinde ünlü bir newtoncu, piyetist ve Wolf yandaşı olan Martin Knutzen yönetiminde matematik, fizik ve felsefe okudu. 1746-1755 arasında Doğu Prusyalı büyük ailelerin yanında özel öğretmen olarak çalıştı. 1755′te De igne (Ateş Üzerine) adlı incelemesiyle doktor ünvanını aldı ve Privatdozent olarak özel ders verme hakkını kazandı. Bu özel dersler çok az para getirdiğinden, 1765′te üniversite kendisini kütüphane yönetmen yardımcılığına atadı. Nihayet 1770 yılında mantık ve metafizik kürsüsüne profesör olarak atandı. Atandığı sırada 46 yaşındaydı.

Hiç evlenmeyen Kant sade bir yaşam sürdü, kendisini eğitime ve incelemeye adadı. Çalışmaya ve dinlenmeye ayırdığı zamana dakika şaşmadan uyduğu, alışkanlıklarını yalnız bir tek gün, Fransız devriminin ilk başlarında öğrendiği gün bozduğu, gezinti saatini ve yolunu değiştirdiği söylenir. Çok geçmeden ünü Almanya'da ve komşu ülkelerde öylesine yayıldı ki, 1790′lı yıllara doğru ders notlarını satan kopyacılar türedi.

Kant'ın uzun felsefeci yaşamı, geleneksel olarak üç bölüme ayrılır. Birincisi; eleştiri öncesi dönem. (1746-1781) İkincisi; dogmacılığa karşı olduğunu belirtmek için eleştiricilik adını verdiği bir öğreti gelitirme dönemi. (1781-1790) Üçüncüsü ise, bir saldırma-savunma dönemidir. (1790-1800) Kant'ın eleştiri öncesi dönemi, mantık ve metafizik profesörlüğüne atanmasını sağlayan ve Dissertatio (1770) olarak adlandırılan tezi bir yana bırakılırsa, Salt Aklın Eleştirisi önceki bütün yazılarını kapsar. 1770′ten önce yayımlanan yazılar, fizik ve felsefe sorunlarıyla ilgilidir. Genellikle karışık ve beceriksizce yazılmış olan bu metinlerde Kant, Descartes'in, Leibniz'in ve Newton'un izleyicilerinin farklı farklı yorumları arasında gidip gelerek yeni mekaniğin temel kavramlarını tanımlamaya ya da Gökyüzünün doğal tarihi ve genel kuramı adlı yapıtında olduğu gibi, ilksel bir bulutsudan yola çıkarak dünyanın kökeni sorununu çözmeye çalışır.


Kant, bu yazılarında Newton'un mutlak mekan kavramını savunmuştur, yani ona göre mekan düşünsel bir kurma değil, gerçek bir varlıktı. Dolayısıyla deneyden gelmemekle birlikte duyarlığa bağlı bir deney koşuluydu. Duyular ve kavranabilir dünyanın biçimi ve ilkeleri üzerine adlı tezini sunduğu zaman, Kant'ın fizikçiliği, yerini kesin olarak filozofluğa bıraktı. Bu tezde eleştirilen felsefenin çifte sorunu, yani bilgilerimizin kaynağını ve kavramlarımızın kullanım sınırlarını belirleme sorunları ortaya konuluyordu. Düşünsel bilginin kaynaklarını yeniden sorgulamak, Kant için metafiziğin doğasını ve sınırlarını bir başka biçimde sağtamaktan ve eleştiri öncesi dönemin iki etki kaynağı olan akılcılık ve deneycilikten kesin olarak kopmaktan başka bir şeye yol açamazdı.

Kant, tezini savunurken kendisini destekleyen Marcus Hertz'e 1772′de yazdığı bir mektupta, yakında Kritik der reinen Vernunft adlı bir yapıt yayımlanacağını bildiriyordu. Fakat anlaşılması çok güç bulunduğu için pek de iyi karşılanmayan bu kitabı ancak dokuz yıl sonra yayımlayabilecekti. Bütün bu yıllar boyunca Kant, zaman ve mekan tasarımları gibi bazı tasarımların henüz öznelliğe fazlasıyla bağlı olduğunu düşünerek bu soruna takılıp kaldı.

Gözle görülür biçimde genel mantıktan bilimlere doğru ilerledi. Zaman da, mekan da nesnel ya da gerçek şeyler olmasa bile, insan zihninin doğası bakımından zorunlu öznel koşulları oluşturuyorlardı. Öznellik alanından çıkıp yönteme ulaşmak için Kritik der reinen Verninfunt'u beklemek gerekiyordu. Kant'ın kendisi bu kitabı Kopernik'in gökbilimde yaptığı devrimin bir benzerini felsefede gerçekleştiren bir yöntem kitabı olarak değerlendirdi. Kantçı bilgi kuramının temelini ortaya koyan bu eser, Neyi bilebilirim? sorusuna getirilebilecek bütün çözümleri gözden geçirmiş olmakla övünür. Aklın pratik yarar kaygısı duymadığı azman yetinmek zorunda kaldığı çözüm, sistem biçiminde açıklanmıştır. Kant, felsefenin bütün önsel bilgilerinin olabilirliğini, ilkelerini ve kapsamını belirleyen bir bilime ne açıdan gereksinim duyduğunu göstererek, bilginin eleştirisini yapar.

İki bölümden oluşan bu kitabın birinci bölümünde öğelerin transsendental kuramı yer almaktadır. Kant salt ve spekülatif aklın tüm bilgi araçlarını değerlendirir. Yöntemin transsendental kuramını kapsayan ikinci bölümdeyse, eksiksiz bir salt akıl sisteminin içimsel koşullarının belirlenmesi işlenmiştir. İnsan aklı konusunda yaptığı çözümleme, bütün kuramsal akıl bilimlerinde, bu bilimleri temellendiren ilkelerin aslında önsel bireşimsel yargılardan başka bir şey olmadığını gösterir. Özellikle matematik yalnızca bu tür bilgilerden oluşur. Kant, genellikle nesnelerden çok nesneler üzerindeki önsel kavramlarımızla uğraşan bu bilgiyi transsendental olarak adlandırır.

Transsendental diyalektik, aklın idealarının keyfi biçimde nesnel ve gerçek olarak kabul edilmesine karşı yönettiği bir eleştiridir. Aklın idealarının gerçek bir nesnesi olduğu varsayıldığı an, akıl kaçınılmaz olarak kendi kendisiyle çelişkiye düşer; çünkü dünyanın bir başlangıcı olduğu ya da olmadığı, ruhun ölümsüz olduğu ya da olmadığı vb. art arda kolaylık ve aynı keyiflikle savunulabilir. Kanıtların olmadığı yerde, yargıları ertelemek ve bu tür olumlamalara elverişliliği açısından insan zihninin doğasını incelemek gerekir. Transsendental analitik salt ve nesnel bir bilginin koşullarını inceler. Böylece Kritik der reinen Vernunft, kuramsal metafizik yanılsamasını ortaya koyarak ve bilimin ilkelerinin nesnelliğini göstererek, aklın ancak bilimsel alanda kullanılması gerektiğini ileri sürer.

Bu yapıtın yayınlanması, metnin benimsenip benimsenmediğinden çok, anlaşılmadığını gösteren sert tartışmalara yol açtı. Kant, felsefesinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için, iki yıl sonra 1783′te Gelecekte bilim olarak ortaya çıkabilecek her türlü metafizik için hazırlayıcı bilgiler adlı yapıtını yayınladı. 1781′den sonra, düzenli bir biçimde yapıtlar yayımlamakla birlikte, felsefe çevresini etkilemeyi başaramadı. Bunun üzerine bu çevrenin dışında kalan geniş okur kitlesine ulaşmaya çalıştı. 1785′te eleştirisel anlayışa uygun bir ahlakın ilkelerini ortaya koymayı amaçlayan bir yapıt yayımladı. Töreler metafiziği temellendirme Kant'ın yapıtları içinde bir ahlakın da yer alması, transsendental felsefenin iç gerekliliği olarak anlaşılmalıdır. Bu ahlak gerçekte hiçbir yeni ilke getirmiyor, yalnızca yeni bir ahlaklılık formülü oluşturuyordu. Ödev kavramı, bu metinde kesin buyruk kavramına dönüştürülüyor ve filozof, doğa ve özgürlük konusundaki düşüncelerini, yine bu metinde geliştirmeye çalışıyordu.

ayrac.gif

Immanuel Kant II

Özgürlük nasıl gerçekleşebilir sorusunu yanıtlamak, salt akıl nasıl pratikleşebilir sorusuna cevap vermekle aynı anlama geliyordu. Böylece Kant, 1788′de pratik bir salt akıl kavramından yola çıktı. Kuramsal akılla pratik akıl hem birbirinden ayrıydılar, hem de uyum içindeydiler. Kuramsal akıl, idealarına gerçek bir nesne sağlayabilecek tek akıl olan pratik aklın önündeki yolu açıyordu, ancak pratik akıl yine de kuramsal aklın işine karışmamalıydı. Buna rağmen Kant bir sorunla karşılaştı; transsendental yöntemi özgürlük kuramına uyarlamak istediğinden, kuramsal felsefe ile bir tür ahlak felsefesi arasında bir sentez yapmak zorunda kaldı.

1790 yılında üçüncü bir eleştiri Yargı gücünün eleştirisi kitabını yayımlayarak sistemini tamamlamaya götüren de bu oldu. Bu yapıtta çok önemli bir sorun olan öznellikler arası sorununu çözmeye çalıştı. Birey kendi tikel ve kişisel duygusuna evrensel bir değer ya da en azından başkası için bir değer verdiğine göre, bu sorunun en yetkin biçimde ortaya çıktığı edim, estetik edimdi.

Kant daha sonraki yıllarda sistemini yöntemli bir biçimde açıklamaya devam etti, öğretmenlik görevini sürdürdü, ayrıca bir dizi yazı yayımladı. Yazıların dördünü Basit Aklın sınırları içinde din adlı bir derlemede topladı. Ayrı ayrı sunulan bu yazıların ikisi, Kant'ı daha önceki kral kadar desteklemeyen Friedrich Wilhelm II'nin kurduğu sansür kurulunca geri çevrildi. Kant bu derlemede sisteminin ne tür bir hristiyanlık yorumu gerektirdiğini saptamaya çalışıyordu. Yapıt, tanrıbilim fakültesi tarafından geri çevrilerek felsefe fakültesine gönderildi ve felsefe fakültesi basılmasına izin verdi.


Kitap öylesine başarı kazandı ki, Kant derslerinde dinden bahsetmeyeceğine dair söz vermek zorunda kaldı. Doğal dinle kutsal kitap tanrıbilimi arasındaki ilişkiler sorununu ele alan Yetilerin çatışması adlı yapıtını yayımlayabilmek için de Friedrich Wilhelm III'ün tahta geçmesini bekledi. Son yıllarında özellikle pratik felsefeyi inceleyen yazılar yayımladı. Erdem öğretisinin ilk metafizik ilkelerini kapsayan Töreler Metafiziği, Kant'ın son büyük yapıtıydı.

Kant siyasete hiç karışmamasına rağmen, Fransız devrimini coşkuyla karşıladı. Sürekli başarı tasarısı adlı bir siyaset felsefe metni yayımladı. Uluslar arasında sürekli bir barışın koşullarını belirlemeye çalışan bu yapıtta, bunuun gerçekleşmesi için filozoflara danışılmasını öneriyordu.

ayrac.gif

Kantçılık
Kant'ın ve izleyicilerinin öğretisi. 1786′dan sonra Almanya'da Kant'ın yorumcuları ve doğrudan izleyicileri ortaya çıktı. Bunların başlıcaları K.E von Schmid, L.H von Jakob Tittel ve S. Beck'ti. Yine aynı döneme doğru, değişik filozoflar Kant'a karşı çıkmaya ve onun öğretisini aşmak için çaba harcamaya başladılar. Bunlardan bazıları şunlardı; Kant'ın mekan ve zaman kavramları ile ilgili kuşkular, Kant felsefesi üzerine mektuplar, Transsendental felsefe üstüne deneme, Eski mantığın, özellikle Kant mantığının hatalarından arındırılmış mantık kitabı, Salt aklın eleştirisi üzerine metakritik.

Kant'ın eleştiriciliğini aşmak için özellikle nesneyi önsel olarak yeniden kurma yönünde çabalar harcandı. Bunlar Fichte, Hegel ve Schelling'in kantsonrası büyük metafizik sistemlerini kurmalarıyla sonuçlandı. Daha sonra Schelling'in doğa felsefesi alman romantizmini etkiledi. Hegel'in diyalektik idealizmi ise, önce hegelciliğin, sonra da tepki yoluyla marxçılığın oluşumuna katkıda bulundu.

Eleştiricilik 1860-1870 yıllarında yeniden canlandı ve 1870′ten 1920′ye kadar Avrupa felsefesine egemen oldu. Kant'ın olgucu düşüncesinin ana varsayımlarının temellerini ortaya çıkaran bir fransız alman olgucularından söz edilmeye başlandı. Eleştiricilik, bir bilgi yöntembilimi durumuna geldi. Fakat ahlaksal eleştiricilik, Kant'ın piyetizminin bir sonucu olarak görüldüğünden bir yana atıldı.


Fransa'da yenieleştiricilik akımını Renouvier başlattı. Olguculuğu eleştirenler arasında birçok yarıkantçı da bulunmaktaydı. Aynı dönemde, geniş bir görelilik ve idelizm akımı, yani yenikantçılık ortaya çıktı. R. Aveniarus'un ve E. March'ın deneycieleştirisiliği ve fransız bilim eleştirisi akımı da bu felsefeden kaynaklandı. Bilimin vardığı en son sonuçları özümseyen açık felsefe Kant'ın önsellerini aşmaya ve bunun da pekala eleştiri konusu yapılabileceğini göstermeye çalıştı.

Fransa'da bugün bile, çağdaş düşüncenin en güncel biçimleri Kant'la tartışmayı sürdürmektedir.

ayrac.gif

Kant Sözleri
“En yüce varlık: herşeyi bilen. Herşey için iyilik isteyen.”

“Felsefe, insan için herzaman tamamlanmadan kalan bilgeliğe ulaşma çabasıdır.”

“Doğa insana zorbaca davranır. İnsanlar birbirlerini kurtlar gibi parçalarlar. Bitkiler ve hayvanlar birbirlerinin üstünde gelişip birbirlerini boğarlar. Doğa onların gereksediği bakıma ve özene aldırmaz. Savaşlar uzun sürmüş sanat eylemlerinin kurduklarını ve koruduklarını parçalar.”

“Ben, insan olarak, kendim için uzamda ve zamanda bir duyu nesnesiyim; aynı zamanda da bir anlam nesnesi -bir kişiyim: dolayısıyla hak sahibi bir ahlak varlığıyım.”

“Birşeyi yapmalıysam, yapabilecek durumdayım demektir; üzerime kaçınılmazsa düşen, kurma olanaklarımın da içinde olmalıdır.”

“Doğa eder (agit). İnsan eyler (facit). Amacın bilinciyle etkinlikte bulunan akıl sahibi özne, işler (operatur). Duyuya gelmeyen zihinsel neden, kılar (dirigit).”

“İçimde öyle bir varlık var ki, etkinliğin nedensel ilişkileri (nexus effectivus) içinde benden ayrı olarak benim üstümde durur (agit, facit, operatur), kendi kendine özgür olarak, yani, uzam ve zaman içindeki doğa yasasına bağımlı olmadan, beni içimden yargılar (haklandırır ya da lanetler) ve ben insan, kendim, bu varlığım; bu, öyle, benim dışımda bir töz değildir; ve asıl garip olan şu: nedensellik, gene de, eyleme özgürlük içinde belirlenmişliktir (doğa zorunluluğu olarak değil).”

“Üstümde Tanrı, dışımda dünya, içimde insansal tin”

“Dünyayı bilmek isteyen, onu önce kurmak zorundadır, hem de kendi içinde.”

“İnsanda etkin ama duyu-üstü bir ilke vrdır ki, doğadan ve dünyanın nedenselliğinden bağımsız olarak,berikinin görünüşlerini belirler; buna özgürlük denir.”

“Olabilir ki görmeyi ve işitmeyi sürekli yeniden öğrenmem gerekir; ama gene de nesnenin tasarımının benim kendimce a priori yapılması gereklidir.”

“Özne kendi kendisini nasıl a priori belirler. en yüce bilgelik”

“Dünyanın içindeki insan, dünyanın bilgisiyle birlikte ona aittir; ama dünya içinde ödevinin bilincindeki insan, görünüş değil, kendinde varlıktır; şey değil, kişidir.”

“Kişi, özgürlük ilkelerine göre kendi kendini belirleyen varlıktır. Özerklik. Özgürlük ise kendi başına varlığın özelliğidir.”

“Ben, insan, kendim için bir dışsal duyu nesnesi; dünyanın bir parçasıyım.”

“Tek bir dünya vardır: çünkü olanaklı deneyimin nesneleri olarak duyusal görünün biçimlerinin üzerinde kurulu olduğu uzamın ve zamanın mutlak birliği vardır.”

“Ben, insan, bir dünya varlığıyım ve kendim de dünyaya aitim. Şeylerin tümü benim içimdedir, hem de dışımda (exstra; praeter değil).”

“Tanrı kutsal olandır, ama kutsal bir varlık yapamaz.”

“Özgürlük kavramı: kendi kendinin yaratıcısı olmak.”

“Özne kendi dışında etkindir.”

“Madde dünya uzamının heryerindedir. Cisimler ayrı ayrı dururlar.”

“İnsan, bir dünya varlığıdır, ama, kendi kendisini (onun) bir üyesi olarak kuran (varlık).”

“Nereden geliyor bana bu fikirler dizisi? Varlıkların bütünlüğü akla a priori verilmiş bir kavramdır; benim kendi bilincimden kaynaklanır. Düşünmemin nesnelerini elde edip onları kavrayabilmeliyim, yoksa kendimin bilincinde olamam (cogito, sum: burada ergo demeye gerek yok). Bu autonomia rationis purae'dır; çünkü bu olmasaydı, verilmiş bir görü konusunda bile, düşünceden yoksun kalırdım; varolduğumu bilmeden, bir hayvan gibi varolurdum.”

“Akıl, kaçınılmazca, nesneler yaratır kendi kendisine. Bu yüzden her düşünenin bir tanrısı vardır.”

“Yaşamın peşinden gelen cansızlık ölümdür.”

“İnsanın yalnızca düşünmesi değil; kendi kendine, düşünüyorum, diyebilmesidir, onu bir kişi kılan.”

“Felsefe, aklın kendisine verdiği, kendi kendini kuramsal ve kılgısal bakımdan nesne kılma görevidir.”

“Felsefeyi felsefe yapma işi olarak değil, tamamlanmış bir bütün olarak ortaya koymak. Kimseye aşkın filozof denemez.”

“Bütün bilginin en son amacı en yüce kılgısal akılda kendi kendini tanımaktır.”
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
La Mettrie

PI7Iv.jpg
1709-1751 yılları arasında yaşamış Frederick Julien Offray de La Mettrie bir doktordu. Ateşin anlık ve düşünce üzerinde yaptığı etkileri kendisinde gözleyerek fizyolojik etmenler ve ruhsal işlemler arasındaki ilişkileri incelemeye yöneldi. Historie naturelle de l'ame başlıklı eseri 1745′te çıktı ve ertesi yıl Fransa'dan sürüldü. 1748′de Leyden'de L'homme machine'yi yayımladı ve aynı yıl içerisinde Hollanda'dan da sürüldü. Büyük Frederick'den sığınma hakkı istedi. L'homme plante 1748′de Potsdam'da çıktı.

Ruhun Doğal Tarihi başlıklı çalışmasında La Mettrie insanın ruhsal düşünce ve istenç yaşamının duyumlardan doğduğunu ve eğitim tarafından geliştirildiğini ileri sürer. Duyuların olmadığı yerde hiçbir düşünce yoktur. Daha az duyu daha az düşünce demektir ve nerede eğitim ve öğretim düzeyi düşükse, orada düşüncelerin bir yetersizliği söz konusudur. Ruh ya da anlık özsel olarak bedensel yapı üzerinde bağımlıdır ve ruhun doğal tarihi fizyolojik süreçlerin sağın gözlemleri yoluyla incelenmelidir. Duyular, der La Mettrie, onun filozoflarıdır. Özünlü olarak bedenden bağımsız tinsel bir ruh kuramı gereksiz bir önsavıdır.

İnsan bir makinede La Mettrie Descartes'in dirimli bedeni bir makine olarak betimlemesine değinir. Fakat onun görüşünde Descartes'in ikiciliği ileri sürmek için, eş deyişle insandan özdeksel olmayan ve özgür bir düşünen töz ile uzamlı bir tözden, bedenden oluşuyor olarak söz etmek için hiçbir dayanağı yoktur. Fiziksel örgenliğe ilişkin yorumunu bütün insana uygulaması gerekirdi. Aynı zamanda La Mettrie kendi özdek düşüncesinde Descartes'den önemli ölçüde ayrılır. Çünkü özdek salt bir uzam değildir.Ayrıca devim gücüne ve duyum sığasına da iyedir. En azından örgütlenmi ya da düzenlenmiş özdek onu düzenlenmemiş özdekten ayıran bir devim ilkesine iyedir.


Duyum devimden doğar. Bu doğuşu açıklayamıyor ya da sonuna dek anlayamıyor olabiliriz; fakat özdeğin kendisini ve temel özelliklerini sonuna dek anlamamız olanaksızdır. Gözlemin bize devinim, eş deyişle örgütlü özdeğin ilkesinin doğduğu güvencesini vermek yeterlidir. Devim ilkesi verildiğinde, sadece duyum değil tüm başka ruhsal yaşam biçimleri en sonunda değişik fiziksel örgütleniş biçimleri üzerine bağımlıdır. Hiç kuşkusuz, bir makine andırımı insanı betimlemek için yeterli değildir. ayrıca bir bitki andırımını da kullanabiliriz. Yalnız bu demek değildir ki, doğada kökensel olarak birbirlerinden ayrı düzeyler vardır. Ona tür ayrımlarından çok derece ayrımlarını buluruz.

Din sorunlarında La Mettrie tam bir bilinmezcilik ileri sürdü. Fakat yaygın bir biçimde bir tanrıtanımaz olarak görülüyordu. Gerçekten de, Bayle'nin tanrıtanımazlardan oluşan bir devlet olanaklıdır öne sürümünü bunun sadece olanaklı değil ama istenebilir de olduğunu ekleyerek geliştirmeye çalışıyor. Diğer bir deyişle, din sadece ahlaktan bütünüyle ayrı olmakla kalmaz, üstelik ona düşmandır da. La Mettrie'ün törel düşüncelerine gelince, bunların doğası çalışmasının başlığı tarafından yeterince belirtilir.
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
John Locke

RduM0.jpg
John Locke Somerset 29 Ağustos 1632 doğan ve 28 Ekim 1704 yılında vefat eden materyalist ünlü İngiliz filozofudur. 18. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir ve düşünce özgürlüğünü, eylemlerinizi akla göre düzenlemek anlayışını en geniş ölçüde yayan ilk düşünür olduğu için Avrupa'daki aydınlanma ve Akıl Çağı'nın gerçek kurucusu olarak kabul edilir.

Locke, Bristol yakınlarında, Wrington'da doğdu. Kumaş ticaretiyle uğraşan bir aileden gelmektedir. Babası ticaretle uğraşmak yerine noterliği tercih etmiştir. İbadetle sadelik isteyen Püriten mezhebinin koyu bir taraftarıydı. Locke'un daha sonra öne sürdüğü öğrenim kuramlarında babasının büyük etkisi sezilir. Locke yüksek öğrenimini Oxford Üniversitesi'nde yaptı ve en çok tabiat bilimleriyle tıp okudu. Hayata atıldıktan sonra hem yazar, hem de siyaset adamı olarak çalıştı. Öncelikle Brendenburg Dükalığı'nda İngiliz elçiliği katibi olarak bulundu. İngiltere'ye döndükten sonra da 8 yıl Shaftsbury adında bir İngiliz aristokratının yanında özel hekimlik yaptı. 1683′te Shaftsbury'nin Hollanda'ya kaçmak zorunda kalması üzerine Locke'de İngiltere'den ayrıldı. Ancak 1689′da İkinci İngiliz Devrimi Başarı kazanında İngiltere'ye dönebildi.

Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri sürer. Bu düşünceleriyle Liberalizm'in, tabii bir din anlayışının, Rasyonel Pedagoji'nin öncüsü olmuştur. Mutlakiyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak tarihe geçmiştir. Mutlakiyet yönetimine açtığı sarsıntılar sonucunda zamanla derin yarıklar oluşmuştur ve üç büyük devrimin temelleri oluşmuştur böylelikle. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin temelini oluşturan filozof olarak akıllara yer etmiştir. Doğal hukuk doktrinini savunanlardan biridir.


İlk kitaplarını siyasi nedenlerden dolayı isimsiz yayınlamış ve hiçbir zaman bu eserlerin kendisine ait olduğunu kabul etmemiştir. Descartes'ten etkilenmesine rağmen ona hiçbir zaman benzememiş, zihnin özünün düşünme ve zihnin özünün yer kaplama olduğu biçimindeki iki temel ilkesine karşı çıkmıştır.

Gassendi'nin görüşleri ile Deneme'nin birçok bölümü arasındaki benzerlikler salt rastlantı olamayacak kadar büyüktür; kaldı ki Leibniz, Locke için Gassendici demiştir. İnsan zihninin başlangıçta bir Tabula Rasa oluşu, Locke'taki bütün niteliklerden yoksun ak kağıt ya da boş oda önermelerinin aynısıdır.

ayrac.gif

Locke Sözleri

“Doğuştan bilgi yoktur ve insan zekası doğduktan sonra dolmaya başlayan bomboş bir levha (tabula rasa) dır.”

“Hukukun bittiği yerde tiranlık başlar.”

“Her birey kendi kişiliğinin ve mülkiyetinin mutlak efendisidir.”

“İnsanların siyasi topluma girmelerinin nedeni mülkiyetlerinin korunmasıdır.”

“Her şey, zevk ve acı vermesi bakımından iyi ya da kötü olarak adlandırılır.”

“Felsefe bütün düşüncelerimizin duyumlarımızla, gerçek alemden geldiğini tanıtlamaktır.”

“Mutluluk ve mutsuzluk son sınırlarını bilmediğimiz iki durumdur.”

“Hiç bir insanin bilgisi öğrenmiş ve görmüş geçirmiş olduğunun ötesine geçemez.”

“Doğa kanunları Tanrı'nın emirleridir. Onlar olmasa, biz âhlakı dayandıracak bir temel bulamayız.”
 
Düzenleyen yönetici:

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Montesquieu

Q5Kqh.jpg
18 Ocak 1689′da doğan ve 10 Şubat 1755 yılında vefat eden, asıl adı Charles-Louis Secondat, Baron de La Bréde et de Montesquieu, bir Fransız politik düşünürüdür. Kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. 20 yılı aşkın süre üzerinde çalıştığı De l'esprit des lois adlı kitabında yasama, yürütme ve yargıyı birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulamıştır.

Bir siyaset sosyolojisi geliştiren Montesquieu, esas ününü toplum, hukuk ve yönetim tarzı konusunda gerçekleştirdiği karşılaştırmalı araştırmadan almıştır. Siyaset ve hukuk konusunda tümevarımsal ve deneysel bir yaklaşımı benimseyen filozof, olguları kaydetmek yerine anlamayı, görüngüleri konu alan karşılaştırmalı bir soruşturmayı, tarihsel gelişmenin ilkelerine karşı sistematik bir araştımanın temeli yapmayı itmiştir. Siyaset konusuna, bu halde bir tarih filozofu olarak yaklaşan Montesquieu, farklı politik toplumlardaki farklı pozitif hukuk sistemlerinin çok çeşitli faktörlere, örneğin; halkın karakterine, ekonomik koşullarla iklime vs göreli olduğunu söylemiştir. O, işte bütün bu temel koşullara, yasaların ruhu adını vermiştir. Montesquieu bu bağlamda, üç tür yönetim tarzını birbirinden ayırmış ve bu devletlere uygun düşen yönetici ilke, iklim ve topraktan söz etmiştir.

Buna göre, despotizm büyük devletlere, sıcak iklimlere uygun düşer ve korkuya dayanır. Britanya örneğinde görüldüğü gibi, ne soğuk ne de sıcak olan bir iklimin hküm sürdüğü, orta büyüklükteki devletlere uygun düşen yönetim biçimi, monarşidir; söz konusu yönetim biçimi, şan ve şerefe dayanır. Buna karşılık, soğuk iklimlere ve küçük devletlere uygun düşen rejim, demokrasidir, demokrasinin yönetici ilkesinin erdem olduğunu öne süren Montesquieu, tüm insanlar için geçerli olan tek bir doğa yasası ve evrensel bir insan doğası olduğunu kabul eden akılcılığa şiddetle karşı çıkmış ve kuvvetler ayrılığı prensibini ortaya atmıştır. Geometri alanında çok olmasa da çalışmalar yapmıştır. Üçgende Alan ve benzerlik konularında birçok defa önerilerde bulunmuştur.
 
Düzenleyen yönetici:
Top