• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Ünlü Sosyologlar ve hayatları

Suskun

V.I.P
V.I.P
Doğan Ergun


1932 yılında Akşehir’de doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Akşehir’de, lise öğrenimini Afyon’da tamamladıktan sonra Fransa’da Aix Üniversitesi’nde sosyoloji okumuş, bir süre de Centre National de la Recherche Scientifique’in sosyoloji bölümünde “araştırmacı sosyolog” olarak çalışmıştır. 1963’te yurda döndüğünde Gazi Eğitim Enstitüsü’nde sosyoloji öğretim görevliliğine atanmıştır. Bu göreve devam ederken Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde de öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Doğan Ergun, Kültür Bakanlığı danışmanlığından emekli olmuştur.

Sosyoloji ve yöntem üzerine eserleri olan Doğan Ergun bir yöntem üstadıdır. Ergun’un çalışmaları Türkçe’de altı kitap halinde yayınlanmıştır.

100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006

Sosyoloji ve Tarih – Sosyolojide Yöntem Sorunu, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005

Sosyoloji ve Eğitim, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005

Türk Bireyi Kuramına Giriş, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2004

Yöntemi Bulmak, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006

Kimlikler Kıskacında Ulusal Kimlik, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000






Tan Kitabevi - Doğan Ergun'la söyleşi

| 23 Şubat 2008
Doğan Ergun ile yaptığımız söyleşinin afişiMemleket Dergisi ile birlikte düzenlediğimiz "Memleket Söyleşileri" başlıklı etkinlikler dizisinin ilk söyleşisini 23 Şubat 2008'de gerçekleştirdik. "Sosyal Bilimlerde Yöntem, Mahalle Baskısı ve Şerif Mardin'in Yapısalcılık Havası" başlıklı söyleşimizin konuğu Doğan Ergun'du.



Doğan Ergun, sunuşunu Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramını konu aldığı Memleket Dergisi’ndeki yazısı ile başlattı. Ergun, yazısında Ruşen Çakır’ın Radikal Gazetesi’nde Şerif Mardin ile yaptığı söyleşiden sonra popülerlik kazanan “mahalle baskısı” kavramına eleştirel bir gözle bakılması gerektiği iddiasında bulunmuştu. Söyleşiye de eleştirinin yöntemsel bir karşı koyuş olması gerektiğini söyleyerek başlayan Ergun, Mardin’in, Türkiye algısını bu kavrama hapseden yöntemsel tercihi ile eleştirilmesi gerektiğini söyledi.

Tanım ve kavramların üzerine titizlikle eğildiğini söyleyen Ergun, her kavramı arkasında yatan dünya görüşü ve o dünya görüşünü biçimlendiren yöntem ile kavramalıyız dedi. Şerif Mardin’in de bugünün Türkiye’sini, İslamlaşma ve ılımlı İslam sürecini bu kavram üzerinden anlatmaya çalışmasının ardında belirgin bir yöntemsel tercihin olduğunu söyledi. Ergun, Mardin’in bu tercihinde yapısalcılığın belirleyici olduğunu belirtti.

Fransa’daki öğrenim ve çalışma yıllarında “moda haline gelen yapısalcılığın içine düştüğünü” söyleyen Ergun, yapısalcı yöntem ve yönteme getirilen eleştiriler konusunda daha ilk gençlik yıllarından tutarlı bir bakış edindiğini söyledi. Ergun, yapısalcılığın toplumu bilinçli insan davranışından ve değişim olgusundan bağımsızlaştırarak anlamaya çalıştığını ve bunun da yapısalcılığın en büyük zaafı olduğunu dile getirdi. Bu yaklaşımın insanı ve temelini insanın oluşturduğu kültürü statikleştirdiğini ve insanı kuşatan, hareket etmesinin önüne geçen bir kafesin içine aldığını söyledi.

Ergun, Mardin’in mahalle baskısı kavramının Türkiye’nin kültürel dokusunu anlatmak için kullanıldığını; ancak, kültürel dokunun bu kavram üzerinden anlatılmasının kültürü statik ve tek boyutlu bir olgu haline getirdiğini söyledi. Oysa kültür, Ergun’a göre, sınıflı bir toplumda yaşadığımız gerçeğini temel almalıdır. Bu nedenle Ergun kültür tanımını uçuk kaçık, maddi hayatın uzağında bir yerlerde aramaz. Üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan sınıf, doğal olarak kendi çıkarlarını korumak, kendi egemenliğini sürdürmek için üretim ilişkilerini kendine göre belirlemek, biçimlendirmek ister. Bu noktada Ergun’un kültür tanımı şöyledir: “Bu isteği gerçekleştirmek için, kendi ideolojisinden kaynaklanan bir yaşayış tarzı oluşturur ve bu yaşayış tarzını toplumun tümüne yaymaya çalışmak ister; yani topluma bir yaşayış tarzı öğretmek ister ki, işte bu kültürdür. Biz de bu yüzden, kültürü öğrenilmiş yaşayış tarzı olarak düşünüyoruz. Ve bu yaşayış tarzını, belirli bir toplumdaki toplumsal inançların, toplumsal düşünüşlerin, toplumsal duyuşların, toplumsal davranışların bütünü olarak görüyoruz.”

Kültürün insanı ve değişimi geri çağıran tanımı, Ergun’un topluma bakışı ve onu inceleme tarzıyla da ilişkilidir. Ergun’a göre, sosyolojik çözümlemenin içinde “birçok düzey, aşama, bütünlük, yönseme kavramları oluşacağı gibi, işlev ve yapı kavramları da kurulacaktır. Fakat bütün bu kavramların anlamı ve yükü ancak diyalektik hareket içinde meydana çıkacak ve değerlendirilecektir.” Dolayısıyla, diyalektik hareketten yoksun bir yapısal çözümleme toplumu bütünlüklü bir şekilde anlamanın önüne geçecektir.






 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Emre Kongar
Prof. Reşit Emre Kongar (d. 13 Ekim 1941, İstanbul), Türk toplum bilimci.

Babası, Şişli Terakki ve Pertevniyal Liseleri felsefe öğretmenlerinden İhsan Kongar, annesi ise yine Şişli Terakki Lisesi'nde bir süre felsefe öğretmenliği yapan, Zapyon Kız Lisesi felsefe öğretmeni Mesude Kongar'dır.


Hayatı

İlk, orta ve lise eğitimini Şişli Terakki Lisesi'nde gören Kongar, 1958-1959 öğretim yılında fen şubesinden mezun oldu. 1963 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü'nü, 1966 yılında da Michigan Üniversitesi Sosyal Çalışma Yüksek Okulu'nu, M.S.W derecesiyle bitirdi. 1968 yılında Hacettepe Üniversitesi'nde Sosyal Çalışma Yüksek Okulu'nu kurdu ve buraya müdür olarak atandı.1981 yılı Temmuz ayında "Atatürk ve Devrim Kuramlar" adlı takdim teziyle Hacettepe Üniversitesi Senatosu'nca profesörlüğe yükseltildi.

15 Şubat 1983 tarihinde, askerî rejimin üniversite konusundaki uygulamalarını protesto etmek için üniversiteden istifa etti. 1983-1987 yılları arasında Hürriyet gazetesinde danışmanlık, 1987-1991 yılları arasında ise KAMAR Kamuoyu Araştırma Şirketi'nde yöneticilik yaptı. 17 Nisan 1992 yılında Kültür Bakanlığı Müsteşarlığı'na atandı. Kasım 1995'de bu görevini bırakıp Hacettepe Üniversitesi öğretim üyeliğine geri döndü. 2001 yılında Cumhuriyet gazetesi yayın danışmanlığına atandı. Halen Yıldız Teknik Üniversitesi'nde saat başı görevli,Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde fahri hocalık yapmakta, Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığını sürdürmekte,NTV'de Yorum Farkı programında yorumculuk yapmaktadır.

Ödülleri

15 Ocak 1996'da Federal Almanya Devleti tarafından Üstün Hizmet Madalyası Büyük Liyakat Haçı'yla, 1 Şubat 1996'da İtalya Devleti Commandatore Madalyası'yla, 15 Şubat 1996'da da Polonya Devleti Commandor Nişanı'yla ödüllendirildi.

Türkiye'nin Toplumsal Yapısı adlı kitabıyla 1977 yılında Türk Dil Kurumu Bilim Ödülü'nü, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği adlı kitabıyla 1979 yılında Sedat Simavi Vakfı Sosyal Bilim Ödülü'nü, 21. Yüzyılda Türkiye adlı kitabıyla, 1998 Aydın Doğan Bilimler Ödülü'nü aldi.

2008 Sertel Demokrasi Ödülüne layik görüldü.

hbso_on.jpg
Kitapları
* İzmir'de Kentsel Aile, Türk Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara, 1972. (Doktora tezi).
* İnsanı Yönlendirme ve Sosyal Hizmetler, (ilk baskı, Sosyal Çalışmaya Giriş, Türk Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, G-2, Ankara 1972), Hacettepe Üniversitesi Yayınları, A-25, Ankara 1978.
* Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi, İstanbul 1999.(Doçentlik tezi).
* Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999.(Profesörlük takdim tezi).
* Cavit Orhan TÜTENGİL, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1982.
* Türk Toplumbilimcileri I, (Yazan ve Derleyen) Emre KONGAR, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996.
* Türk Toplumbilimcileri II, (Yazan ve Derleyen) Emre KONGAR, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996.
* Kültür Üzerine, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1994.
* Demokrasi ve Kültür, (Kültür Üzerine 2), Remzi Kitabevi, İstanbul 1993.
* Kültür ve İletişim, (Kültür Üzerine 3), Say Yayınevi, İstanbul, 1986.
* 12 Eylül Kültürü, (Kültür Üzerine 4), (İlk baskı, 12 Eylül ve Sonrası, Say Yayınları, İstanbul, 1987), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995. (3.basım).
* Atatürk Üzerine, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1994. (2.basım).
* Üniversite Üzerine, Hil Yayınevi, İstanbul 1984.
* Türkiye Üzerine Araştırmalar, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986.
* Demokrasi İşçinin Ekmeğidir, Türk Harb-İş Yayınları, Ankara, 1987.
* Yaşamın Anlamı, (Denemeler), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1997. (Açıklamalı 6.basım).
* Hocaefendi'nin Sandukası, (Roman), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999. (12.basım).
* Halkının Günlük Yaşam Biçimi ve Tüketim Davranışları, (Prof.Taner BERKSOY ile birlikte), İstanbul Ticaret Odası, İstanbul 1990.
* İstanbul Tüketicisinin Perakende Alışveriş Alışkanlıkları, (Prof.Taner BERKSOY ile birlikte), İstanbul Ticaret Odası, İstanbul, 1991.
* Yirmibirinci Yüzyılda Dünya, Türkiye ve Kamuoyu, Simavi Yayınları, İstanbul, 1992.
* İmparatorluktan Günümüze Türkiye'nin Toplumsal Yapısı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1997. (10.basım).
* Ben Müsteşarken, (Anılar), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998. (6.basım).
* Demokrasi ve Laiklik, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1997. (2 basım).
* 21.Yüzyılda Türkiye, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999. (25. basım).
* Yamyamlara Oy Yok, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999, (4. Basım).
* Konsantremi Bozma, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999, (2. Basım).
* İstanbul Halkının Yaşam Biçimi ve Sorunları, İstanbul Ticaret Odası, İstanbul, 1999.
* 28 Şubat ve Demokrasi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000
* Kızlarıma Mektuplar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000, (42. Basım)
* Küresel Terör ve Türkiye, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002, (6. Basım)
* Demokrasi ve Vampirler, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002
* Yozlaşan Medya ve Yozlaşan Türkçe, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2003
* Babam, Oğlum, Torunum, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2003
* Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2006 (52. Basım)
* Demokrasimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2007

kongar.gif
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Emile_Durkheim.jpg

Émile Durkheim
Émile Durkheim (15 Nisan 1858, Epinal - 15 Kasım 1917, Paris); Fransız sosyolog, sosyolojinin kurucularından sayılmaktadır.

Sosyoloji adı her ne kadar August Comte tarafından verilmiş olsa da, Fransız Sosyolojisi 19. yüzyılın sonundaki güçlü etkisini ona ve onun kurmuş olduğu L'Année Sociologique isimli yayına borçludur.
Hayatı ve Düşüncesi

15 Nisan 1858 tarihinde Epinal, Loren'de dünyaya geldi. Felsefe öğretmenliği yaptı. 1885 de Almanya'da bulundu. Fransa'ya dönüşte yayımladığı makaleler ilgi topladı. 1887 Bordeaux Üniversitesi'nde ders vermeye başladı. 1902 yılında Sorbonne Edebiyat Fakültesi'nde çalışmalarını sürdürdü. 1906 yılında Buisson'un ölümü üzerine Sorbonne Eğitimbilim Profesörlüğüne getirildi.

Durkheim toplumbilimi kendi olgularını kendi ön dayanaklarıyla işleyen bir bilim durumuna getirdi. Auguste Comte'un fiziği, Herbert Spencer'in biyolojiyi örnek alıp inceledikleri toplumsal olaylar ona göre yalnız kendi türünden olaylarla açıklanabilir, "toplumsal olay" bireye bağlı ve bireyle başlayıp biten bir süreç değildir. Toplumsal olay bireyi aşkındır, birey ona katılır. Her birey için toplumsal olaya katılmak kaçınılmaz bir zorunluktur. Çünkü toplumsal olaylar; genel zorunlu bireyi ve bireyler arası ilişkileri belirleyen din, ekonomi, hukuk, ahlâk, siyaset, bilim ve sanat türünden olaylardır. İnsanın kendine özgü bireyliğini ve topluma özgü toplumsallığını saptar. İnsan genel doğruları hazırca, tartışıp araştırmadan toplumdan alır. Bu doğrular: bireyin, kendisi, başkaları, insanlar arası ilişkiler, doğa, evren olguları üzerine yargılarına temel dayanak olur.

Toplum bir başka yanıyla da insana ilişkin her kurumun temeli olup doğal bir bileşimdir. Kurumlar örneğin din ve Tanrı anlayışı da topluma bağlıdır ve onunla birlikte gelişip evrimleşir.

Durkheim bilgi anlayışında toplumun görüşünü örnek alır. Bilgide en genel kavramlar tek tek şeylerin tümünden bağımsız olmayıp tersine onlara uygulanabilen, topluma ilişkin kavramlar olduklarından en geçerli kavramlardır. Bunların mutlak, öncesiz sonrasızca doğru ve kesin kavramlar oldukları da söylenemez. Bilginin temel taşları olan genel kavramlar toplumla birlikte zaman ve uzam bağlamında değişip gelişen kavramlardır.

Din sosyolojisi ile ciddi olarak ilgilenen Durkheim'in eserlerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Comte'un takipçisidir. Toplumu, Tanrı yerine koymuştur. Burada kasıt inançlı bir kimse davranışlarda bulunurken Tanrı'sını nasıl gözetirse "birey"inde davranışlarda bulunurken toplumu aynı şekilde gözettiğidir.

15 Kasım 1917'de Paris'te ölmüştür.

drake.jpg

Başlıca Eserleri

* Ahlaksal Terbiye
* Ahlak ve Hukuk Kaideleri Hakkında Dersler
* Meslek Ahlakı
* Ceza Evriminin İki Kanunu
* Dini Hayatın İlkel Biçimleri
* Sosyolojik Yöntemin Kuralları
* İntihar
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Erol Güngör(sosyal psikolog)
Prof. Erol Güngör (d. 25 Kasım 1938, Kırşehir – 24 Nisan 1983, İstanbul), Türk sosyal psikoloji profesörü.


Hayatı


1956 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk bölümüne kaydoldu. Burada hocası Fethi Gemuhluoğlu onu Mümtaz Turhan’la tanıştırdı. Mümtaz Turhan hocanın teşvikiyle hukuk fakültesinden ayrılıp İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne kaydını yaptırdı. 1961 yılında fakülteden mezun olan Güngör, 1975’te bu fakültede resmî göreve başladı. Fransızca ve İngilizce de öğrenen Erol Güngör, misafir profesör olan Hains’in asistanlığını yaptı ve onun ders notlarını Türkçe'ye çevirdi.

Tecrübî Psikoloji kürsüsünde asistan oldu. Bu sırada Türkiye’de yeni bir bilim dalı olan Sosyal Psikolojiye yöneldi. Bu disiplinin önemli eserlerinden Krech ve Crithfield'in Sosyal Psikoloji kitabını Türkçe'ye çevirdi. 1965'de “Kelâmî (Verbal) Yapılarda Estetik Organizasyon” adlı teziyle doktor oldu. 1966'da ABD Colorado Üniversitesinden tanınmış sosyal-psikolog Kenneth Hammond'un daveti üzerine Amerika'ya gitti. Bu üniversitenin Davranış Bilimleri Enstitüsünde milletlerarası bir ekibin araştırmalarına katıldı. Sosyal-psikoloji ders ve seminerlerini yürüttü. “Şahıslar arası İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü” konulu teziyle 1970 yılında doçent oldu. Akademik çalışmalarının yanı sıra çeşitli yerlerde yazılar yazmaya devam etti. Erol Güngör üniversitede verdiği derslerle, ilmi yayınlarıyla Türkiye'de sosyal-psikoloji dalını önemli bir saha haline getirdi. Devlet Planlama Teşkilatı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı’nın çeşitli komisyonlarında görev alan Güngör, 1978 yılında "Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar" adlı teziyle profesör oldu. 1982 yılında YÖK tarafından Selçuk Üniversitesi’ne rektör tayin edildi ve bu görevi sırasında 24 Nisan 1983’te geçirdiği bir kalp krizi sonucunda öldü.

En verimli dönemi 70'li yıllardır. Hemen hemen bütün eserlerinde geleneği, halk, kültür, din ve şahsiyet ile yorumlamaktadır. Güngör'ün muhafazakârlığı statükoculuğa kapalı, değişimlere ve yenilikçiliğe açıktır.


Yazı ve Kitapları
Gençlik yaşlarında Ziya Gökalp'ten büyük ölçüde etkilenmiştir. “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” isimli kitabı, Erol Güngör bibliyografyasında önemli yere sahiptir. Bu kitap 80’lerde yükselmeye başlayan “siyasi islam” ceryanına yöneltilmiş bir yorum olarak okunabilir. 19. yy’da İslam’ın ortaya koyduğu medeniyetin mağlup olduğunu, ancak temel probleminin, modern hayata uygun bir hukuk sisteminin yeniden üretilmesinde yattığına dikkat çeker; içtihat kapısının kapalı olduğu görüşünü eleştirir ve İslam’ın, kendi içinde tutarlı ve dengeli bir değerler sistemi sunduğunu, özellikle 20.yy’ın İslam prensiplerine çok geniş bir uygulama sahası verebileceğini öne sürer.

Erol Güngör’ün yazıları Türk Yurdu, Hisar, Türk Birliği, Töre, Türk Edebiyatı, Türk Kültürü, Milli Eğitim ve Kültür, Milli Kültür, Konevî, Toprak ve Diriliş dergileri ile, Millet, Her Gün, Yeni Düşünce, Yeni Sözcü, Yol, Ayrıntılı Haber, Yeni İstanbul ve Ortadoğu gazetelerinde yayınlandı. Bunlardan 1974–1977 tarihleri arasında başyazarlığını yaptığı

Eserlerinde Türk toplumunun Tanzimat'tan bu yana yaşadığı kimlik sorununa ve kültür buhranına parmak basmıştır.

17 kitaba imza atan Erol Güngür'ün eserlerinin bir kısmı çeviri metinlerden oluşmaktadır.

Telif Eserleri


* Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak
* Dünden Bugüne Tarih Kültür ve Milliyetçilik
* İslam'ın Bugünkü Meseleleri
* İslam Tasavvufunun Meseleleri
* Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik
* Sosyal Meseleler ve Aydınlar
* Türk Kültürü ve Milliyetçilik
* Türkiye'de Misyoner Faaliyetleri
* Tarihte Türkler
* Kelâmî Sahada Estetik Yapı Organizasyonu
* Şahıslar Arası İhtilafların Çözümünde Lisanın Yönü
* Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar


Tercüme Eserleri

* Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, Paul Hazard'dan
* Dünyayı Değiştiren Kitaplar, Robert Bingham Downs'dan
* İktisadi Gelişmelerin Merhaleleri, Walt Whitman Rostow'dan
* Sosyal Psikoloji, David Krech ve Richard S. Crutchfield'dan
* Yirminci Asrın Manası, Kenneth Boulding'den
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
goffman.jpg

Erving Goffman
Sosyoloji tarihinde toplumsal çözümlemeler önceden beri yapı-eylem dikotomisi içinde gidip gelmiştir. Bu çözümlemeler içindeki etkileşim ekolü eylem-baskın bir bakışla topluma yaklaşmayı yeğlemiştir. Goffman –ki bu ekolün simgesel isimlerinden biridir- etkileşimci düşünce içinde yorumsamacı paradigmadan beslenerek dramaturji perdesini aralamıştır. Öteden beri sosyal bilimcilerin pozitivist bilim disiplini içinde var olma iddialarıyla bilim üretme kaygıları Goffman’da heyecan bulamamıştır. Gevşek ve esnek yargılama anlamsal semboller ve değişkenlik çengelleriyle bireysel eylemleri sökmüştür. Çözülen düğümlerle yaşananları algılayan Goffman yapıya bundan sonra göndermede bulunmuş ve tasarladığı tiyatro ****foruyla kimlikleri konuşturmuştur. Goffman’a göre insan davranışları tiyatrodaki oyunlara sahne ortamına uyan bir işleyiş benzerliğine sahiptir.

Tiyatro etkinliği sahnede performanslarını sergileyen katılımcılar ve onları izleyen gözlemciler olarak canlı iki ana parçadan oluşur. Bizzat rolünü oynayan bunu rutinler biçimiyle yapar. Sanki elde yazılı bir metin varmış gibi konuşmalar yapılır ve sahneyi paylaşan diğer oyuncular karşı tarafın konuşma edasını bilen bir sakinlikle orada bulunurlar. Dolayısıyla önceden belirlenmiş hareket ve konuşma kalıpları söz konusudur. Bunun yanında tiyatroda sahne için bir ön bir de arka bölge söz konusudur ki bu ayrımla Goffman kurama işlevsel bir karşılık katmıştır. Performansını sergileyen kişi aslında izleyici tarafından bakıldığında rolünü iyi oynayabilen -ya da o sahne için cebinden çıkardığı kimlik kartı üzerindeki senaryoyu etkili canlandırabilen- bir oyuncu ise hem sahneye kimseden habersiz yukarıdan bakabilen ve ortamı değerlendirebilen özbenlik gözlerini çalıştırabilir hem de aşağıdaki görevini ustaca devam ettirebilir.


Bunun gibi birçok ayrıntı tiyatro ortamı hazırlanılmasından perde açılışına ve izleyicisine kadar Goffman tarafından gündeliğe ustalıkla eşleştirilmiştir. Şimdi detaylara inelim.

Hayatı ve Sosyolojideki Yeri:


Sembolik etkileşim yaklaşımının önemli isimlerinden olan Goffman 1922 yılında Mannville Alberta’da doğdu. Toronto Üniversitesi’nde lisans eğitimini tamamlamasının ardından (1945) Chicago Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktorasını (1949-1953) bitirmiştir. Goffman Chicago yıllarında Hughes Blumer neo-Durkheimcı Lloyd Warner Edward Shils ve Edward Banfield’in sosyal antropoloji düşüncelerinden etkilenmiştir(Marshall1999:272). Hocası Blumer ile uzun yıllar çalışmış ve onun gibi Mead’in çalışmalarından oldukça etkilenmiştir(Wallace&Wolf 2004:267). Dramaturji kuramsal kökler olarak özne-eksenli yaklaşımlarla ilişkilendirilmeye çalışılsa da kanımca bu benzerlik konuların anlamdaşlıkları bakımından ağırlıklı olarak ele alınmalıdır. Konu olarak nesnelerin inceleniş yolu oldukça farklıdır ve başlı başına bir duruş sergilemektedir. Zaten etkileşimci çatı altında dramaturji olarak farklı bir isme sahip olması da buradan gelir. Bu anlamda Collins yirminci yüzyılda “entelektüel birikime en fazla katkısı olan” sosyolog olarak Goffman’a işaret etmiştir(Wallace&Wolf 2004:266).

goff2.gif


En temel eserleri:
The Presentation of Self in Everyday Life (‘Ben’in Günlük Hayat İçindeki Sunumu)1959; Asylums ( Akıl Hastaneleri ): Essays on the Social Situation of Mental Patients and Other Inmates 1961; Frame Analysis ( Çerçeve Çözümlemesi ) 1974; The Interaction Order ( Etkileşim Düzeni ) 1983. Goffman’ın diğer birçok kitap ve makalesi dramaturjik çözümlemenin uzantıları gibilerdir. Dolayısıyla diğer eserleri de öz olarak bu eserleri açıklama genişletme ve geliştirme potansiyelleriyle farklı bir yaklaşım sergileme eğiliminden uzak görünmektedirler.

Goffman 1982’ye kadar sosyoloji profesörü olarak Pennsylvania Üniversitesinde dersler vermeye devam etmiş ve aynı yıl hayatını kaybetmiştir. Goffman geleneksek bilimsellik çizgilerine olan uzak duruşunu takip ettiği(!) metod sayesinde elde etmiştir. Aslında Goffman klasik metodolojinin sınırlarını pek de kale almamıştır. Bu ona bir kaypaklık ya da gevşeklik nitelemesi değil kendi açtığı yolda ilerleme imkanı vermiştir. Alan araştırmaları Goffman için cazip değildi örneğin. Biyografi ve romanlara olan düşkünlüğü onu dramaturjiye götüren temel bir etmendir. Gündelik yaşam pratikleri başlıca inceleme alanı olmuş ve insanların dikkatlerini bunlara odaklamaya çalışmıştır. Roller kimlikler sembollerden hareketle insan etkileşimi irdelenmiştir. Aslında oyun anlamında sosyal hayatı tanımlayan birçok farklı isim de olmuştur. Örneğin Shakespeare Machiavelli(Marshall1999:163) ya da Huizinga bunların birkaçıdır. Fakat bireylerin özbenlik ve kimlik ayrımlarını dikkate alarak ve her düzeyde yüz yüze etkileşimi irdeleyerek gündelik hayatı tiyatro kalıbına döken ilk sistematik isim Goffman’dır.

Dramaturji Günlük Hayat ve Benlik Sunumu:

Yaşamın gündelik pratikleri kısa vadeli olarak mikro düzeyde bir etkileşime hizmet eder. Goffman bu tecrübeleri kendine temel argümanlar alarak sahneyi ve sahne düzenini bu etkileşimi anlamlandırmada bir araç olarak kullanmıştır. Hatta bu anlamda gerek kendi öğrencileri gerek kendinden sonra gelecek diğer sosyologlara bir miras olarak nitelendirilebilecek kavramlar sözlüğü bırakmıştır. Kuramın üzerinde inşa edildiği tanımlamalar açıldığında drama sosyoloji ve psikoloji kokan kelimelerdir.

Ben kavramı Goffman’da homojen bir içeriğe sahip değildir. ‘Ben’in içinde kişilik özellikleri barındıran ve izole edilmiş bir sahipliğe vurgu yapan (öz)benlik ile oyuncu(aktör)-seyirci arasındaki iletişimi sağlayan çok kimlikli bir dramatik sahne güdüleyicisi vardır. Bu anlamda çevirilerde de kullanıldığı şekliyle benlik dramaturjinin nihai ve baskın öznesi olarak aktörün niteliksel ve amaçsal arka planını oluşturur.

Diğerlerinin hareket ve görüşlerini etkileyen ve onlardan etkilenen her aksiyon aktörlerin sergilediği performans anlamında kullanılmaktadır. Performans kavramı incelenirken kişinin oynadığı rol ile sergilediği ve sergileyeceği performans zaman zaman o kişi üzerinde farklı izlenimlere sebep olabilmektedir. Örneğin bir doktor doktorluk kimliği gereği rolünü iyileşeceği noktasında hastasını ikna etmeyi becererek güzel bir şekilde oynarken kendini bunu yapabileceğine ikna edememiş veya tereddüde düşerek performansından kuşku duymuş olabilir. O halde roller sergilenecek performansların değerlendirilmesinde kullanılan toplumsal kabul görmüş kıstaslar gibidirler. Fakat gündelik yaşamda performanslar daha çok oynanan roller ile kabul edilir. Örneğin reçete olarak çok erken verilen bir anti-biyotik muayene ve tedaviyi gerçekleştirerek rolünü iyi oynamış bir doktorun performansını da yüceltir lakin uzun vadeli denetim olmadığından aradaki farkı sadece değerlendirme komitesinde olmayan birkaç kişi bilecektir.

Yüz yüze etkileşim kavramı Goffman’ın yapısal yaklaşımlardan kaçışının bir diğer göstergesidir. Ona göre yüz yüze etkileşim iki kişinin varlıklarının farklı halleriyle birbirilerinin etkilenme-etkileme kapsamlarına girmeleriyle gerçekleşir. Fiziksel anlamda karşılıklılık ve ortak mekanı paylaşmak esastır fakat etkileşim sebebi konuşmaya dinlemeye ya da sadece okumaya dayanabilir.

Goffman performansların benzer durumlarda aynı akış ile sergilenmesini ve sanki önceden belirlenmiş bir aksiyonlar demeti gibi sunulmasını rutinler olarak değerlendirir. Ona göre insan rutinlerini gerçekleştirirken “idealleşmiş görüntü” çizmeye çalışır. Cüzdanında gerektiği zaman kullandığı birçok farklı rutin varken (sevgili çocuk aile babası okul müdürü müşteri..) o an hangi rutinin performansı sergilenecekse sanki onun için yaşıyormuş gibi davranır. Örneğin okul müdürü olarak çalışan biri öğrenci ile muhatap olurken tüm hal ve hareketlerini ses tonunu bakışlarını kelimelerini öğrencinin onunla zorunlu bir görüşme yapıyor olduğunu unutacağı şekilde seçmeye çalışır. Bu anlamda ideal olan öğrenciye kurallar koyan sıkıcı bir baba romantik şarkılar seven bulunmaz bir sevgili ya da ondan harç parası alan bir memur olduğunu unutturmaktır.

Aktörler ise sahne ortamında rutinleri oynayan kişilerdir. Sözcüklere jestlere ve dış görünüşlere (sahne kıyafetlerine) anlam yükleme anlamında izlenim oluşturan ve bunu yöneten sosyal varlık olarak insanlar aktörlük yaparlar.

Rutinler sahnelenirken çoğunlukla birden çok aktörün ortak paylaşımına ihtiyaç duyulur. Aynı rutin üzerinde farklı rolleri yeri geldikçe canlandıran aktörler kümesi takımları oluşturur. Takım olmanın bazı nitelikleri vardır. Her şeyden önce bir takım üyesi sahneyi terk ettiğinde ya da ideal görüntünün dışında sürekliliği bozucu bir oyunculuğa gittiğinde rutini büsbütün gerçekleşememe tehlikesine götürebilir. Bu anlamda takım üyeleri birbirlerine bağımlı davranırlar ve zinciri bozmamaya karşı bir iç-grup denetimiyle karşı karşıyadırlar. Ayrıca birbirlerini öğrenmek ve birlikteliğe meleke kıvamıyla bakmak için sahne dışında da ortak çalışma yapma durumundadırlar. Son olarak takım elemanları birbirlerine güvenmelidirler bu yüzden üyeler dikkatli seçilmelidirler. (Kızılçelik 1996: 128-129) Buraya kadar aktarılan kavramsal serimleme anahtar bir konuma sahip sahnenin ön ve arka bölümleriyle açıklanıp ****forik bir düzlem oluşturulmasıyla anlam bulacaktır. Tiyatroyu izlemeye gittiğimizde görebildiğimiz duyabildiğimiz ve bize hissettirilmeye çalışılanı hissettiğimiz kısım öz olarak ön sahneyi oluşturur. Takım takımlar ya da aktörlerin performanslarını sergilediği ve rutinlerden kaynaklanan “sabitlik ve düzenlilik karakterli” düzlem platform ya da ortamdır. Konuşmalar vardır ya da dinlemeler metin üzerinden gelen; jestler simgesel semboller vardır örneğin kıyafetler makyajlar..; yaş ve cinsiyet vardır bir kenarda; bir kenarda dekor ve izleyiciyi ortama çeken her türlü nesne ile donatılmış görüntü.. aktörler çıkar buraya sahne arkasından. Aslında izleyici de biliyordur ne olmayacağını ne olabileceğini aktörler de.. ama oynanması gereklidir düzen böyle dönmektedir ve bu aslında bir sistem işletimidir. Goffman bu sürekliliğe mutlaklık vermez. Onun Mead’deki ben ile örtüşen noktası olarak gösterildiği yer de burasıdır. Özneler bütün bütün kaybolmaz. Bu belirleme Goffman’da bireylerin çekime karşı koyarak çatlaklar arasında yaşadıkları durumlar ifadesiyle çözülür(Wallace&Wolf2004:268).

Ön sahnede bir aktör ele alalım. Sahnenin aktif ve pasif bütün karakterleri ve canlı-cansız her nesnesi rutinin uzantısı olmak noktasında onunla uyumlu olmak zorundadır. Örneğin köy ortamında düzgün kıyafetleri olmayan bir kadın ağır ve metne uygun bir dil de kullansa bu onun hafif meşrep ve düşük ahlaklı olarak nitelenmesinin önüne geçemeyebilir.

Sahne arkası ise aktörlerin paydos yeridir. Suflörler burada görev yapar. Senaryo metinleri burada yazılır. Kimlikler ceplere girer. Aslında bir ortam günlük hayatta oynanan rolün aktifliğine göre sahne önü veya arkası olabilir. Örneğin bir doktorun muayenehanesi doktor hemşire ve hasta varken doktor ve hasta rollerinin oynandığı bir ön sahne; hasta gittikten sonra doktor için arka sahneye dönüşebilir fakat hemşirenin hala orada olduğunu düşünürsek aynı zamanda iş-arkadaşlığı rollerinin oynandığı ayrı bir tiyatronun ön sahnesi olarak değerlendirilebilir. İzlenim yönetimi doktor-hasta ilişkisi çerçevesinde arka sahne olması itibariyle hasta çıktıktan sonra sona ermiş; iş arkadaşlığının izlenim yönetimi devam etmektedir.

Gündelik hayatta da yüz yüze etkileşim halinde olduğumuz kişilerle izlenim yöneticileri olarak bazı rutinleri oynarız. Hatta bazen ön sahnede istemeden sahne arkasındaki işlerle uğraşmak zorunda kalabiliriz. Goffman bunu yırtık çamaşırlarını diğerlerine göstermek istemeyip onları saklamaya çalışan bir müşterinin çamaşırhanedeki durumuyla açıklamıştır.

Bu yaklaşıma bizzat kendi hayatımızdan örnekler vermek de mümkün görünmektedir. Hatta diyebilirim ki kelimelerin puntolarının bu şekilde gidişi sınıf ortamında konuşacağımız bir örneği oluşturmak üzere.....okuyamadınız demiiii.. (evet Nefin eveeeeeet...... sesini duyar gibi oluyorum: Gene ne saçmalamış bu çocuk yaww minnacık minnacık yazmış daha ne gönderdiğini bilmiyo.. felan. Daha neler neler diyosun demiiiii. Sus! Duyarım ben hepsini J) işte konu mankenimiz Nefin için bunları okuduğu zaman ve mekanın; Cuma günü 14:00 suları sınıfta oynayacağı dramanın sahne önü bölümüne hazırlandığına şahit olmaları sebebiyle içinde bulunduğu ortam sahne arkasını temsil etmektedir. O şimdi “ben sınıfta ne diyecem her şeyi biliyorlar” diye düşünürken ben (tabi o saate kadar yaşarsam) sahneyi paylaşacak diğer aktif aktör siz de beni ya da durumu kurtarabilmek için her an aktif konuma geçebilecek(umarım) izleyiciler olarak görev yapacaksınız.

Dramanın sağlıklı olarak devam edebilmesi için Goffman bazı ölçütler geliştirmiştir. Aktörün performansını beklenen ölçüde yerine getiremediği durumlarda Goffman’ın tabiriyle kriz ya da kesinti durumları söz konusu olmaktadır. Gösteriyi kurtarmak için a) oyuncuların kendilerini kurtarmak için kullandıkları savunma ölçütleri b) izleyici ve dışarıdakilerin oyuncunun durumu kurtarması için kullandıkları koruyucu ölçütler c) koruyucu ölçütlerin kullanımına olanak sağlayacak tedbirlerin alınması anlamındaki ölçütler devreye girer.

Savunma ölçütleri aktörlerin bağlılık disiplin ve dikkatleriyle değerlendirilir.

Diğer koruyucu ölçütler ise izleyiciler ve oyuncular arasındaki nezaket oranıyla ilişkilidir. Sahne arkasına ulaşmanın zorluğunu ve buraya davet edilmeden gitmenin sıcak karşılanmadığını göz önünde bulundurursak dışarıdakiler arka sahneye girdiğinde nezaket devreye girer ve aktörler yine ön sahnedeki performanslarının farkındalığıyla hareket etmeye başlarlar.

Tedbirlerin işe yaramadığı ve krizin aşılamadığı yani sahne arkasının sahne önü durumuna geçtiği durumlarda (Wallace&Wolf2004:272) Goffman’ın deyimiyle “kaçınılmazlık” çözümlemesi aydınlatıcı olacaktır. Oyun biter ve istenmeyen durumlar herkesçe görülür. Beceriksiz aktörler için ağır karşılıkları vardır.

Stigma(Damga)

Goffman’ın kaçınılmazlık çözümlemesi bu duruma düşen bireylerin toplumdan farklı olarak algılanmalarını akla getirebilir. Ne var ki damgalama(stigma) ile halk arasında kullanılan sapma kavramları Goffman tarafından biraz farklı ele alınmıştır. Gofmann damgalamayla(stigma) sapkın kişinin bir eylemi sonucu ona genelleştirilmiş bir yafta takılmasının farklılığına işaret eder. Evet damga da bir eyleme binaen gelir fakat her toplum içinde ve farklı zamanlarda aynı eylem sayısız değerlendirmelere maruz kalacağından o toplum tarafından o an için kabul edilen ideal değerler ile ilişkilidir. Şu halde herkes Goffman’a göre “normal sapmışlar” olarak değerlendirilebilir.

Goffman damgayı toplumsal kabul görme engeli olan kişiler için kullanılan bir etiketleme olarak algılar. Yani insan ya ‘gözden düşürülmüş’ ya da ‘gözden düşürülecek’tir. Sahne önü ile arkasını ayırt edememiş ve izlenim denetimine sahip olamayanlar gözden düşürülmüş; rutinlerini ezberleyerek sahne önündeki performanslarını denetim mekanizması içinde iyi canlandıran fakat sahne arkasında kaba tabiriyle işler çeviren (ideal değerlere ters) insanlar gözden düşürülecek bireylerdir. Bu anlamda damga insanların kabul görmek için uğraştıkları topluluklara göre değişebilir. Yani insan hem normal hem de damgalanmış olabilir. Goffman lekenin iki kutba(lekelenmiş ve normal) ayrılabilecek somut birey gruplarını içermediğini iddia eder. Etiket kişiden çok perspektiflerle ilgilidir (Mutluer2000:132).

Damgalamanın sebep olduğu üç durum: fiziksel bozukluk (sağlıklı görünen bir bayanın kısır olması); sosyal sapma kökenli karakter zayıflıkları (bazı akıl hastalıkları alkolizm..); ırk ulusdin sebepli ilkel etiketlemelerdir. Bunlar insanları geçici olarak dışarı atmaya çalışsa da bunun tersi olarak kontrol mekanizmalarıyla yeniden idealleştirme faaliyetleri devreye girebilir. Mutluer’e göre bir kişiyi lekelenmiş ya da normal yapan rolleri oynama sıklığıdır.

Dramaturjik Olarak Bütüncül Kurumların Açılımı; Asylums

Goffman damgalananları düzeltme anlamında ‘bütünleştirici kurumlar’a işaret ettiği Asylums(Barınaklar) adlı eserinde bir akıl hastanesinde yaptığı yaklaşık dört yıllık bir çalışmayı değerlendirir. Bu hastanede kuruma hasta olarak girenlerin sapmış olarak algılanan davranışlarına binaen eski denilen kişiliklerini unutturup bunlardan sıyırarak onlara yeniden kimlik kazandırmak hedeflenmektedir. Bütüncül kurumların temel niteliği üyeleri ile baskın bir denetim ilişkisinde olan dışa kapalı ve hiyerarşik hareketliliğe izin vermemeleridir. Goffmann’ın “Kapsayıcı Kurumlar” olarak da nitelendirdiği üyeleri üzerinde kuşatıcı bir denetim uygulayan hastane hapishane kışla öğrenci yurtları gibi kurumların yapısı incelediği bu eserinde kendisi kurumsal kimliğin oluşum sürecini özellikle de kurumsal ritüellerin (ayinlerin) bu kimliğin oluşumundaki etkisi ve kurum sakinlerinin bu süreçlere tepkisini incelemiştir.(Sezal 2002:39-40)

Bu “tam kurumlar” şöyle gruplandırılabilinir:

1.Yardıma muhtaç ve sakat insanları korumak için kurulmuş kuruluşlar; körler yaşlılar öksüzler yoksullar için evler vb...

2. Hem yardıma muhtaç hem de toplum için tehdit oluşturanlar için kurulmuş yerler; verem sanatoryumları akıl hastaneleri cüzzam hastaneleri vb...

3. Toplumu kasıtlı tehlikelerden korumak için kurulmuş olan kurumlar; hapishaneler ıslah evleri savaş tutsaklar vb...

4. Mesleksel gayelerle ve o meslek dalında faaliyetlerde bulunma için kurulmuş olan

kurumlar; askeri barakalar gemiler yatılı okullar çalışma kampları vb...

5. Sonuncusu dinsel eğitim vermek amacıyla kurulmuş kuruluşlardır; manastırlar rahibe manastırları vb...


Bütüncül kurumlarda gündelik pratikler ( çalışmak yemek yemek oynamak..)hep birlikte yapılarak izlenin denetimi ve rollerin içselleştirilmesi hedeflenir. Akıl hastanesinde hastalar dünyası ile yöneticiler dünyasının farklılığı bu içselleştirme sürecinin kişiye yerleşmesi için gereken zamanın sağlanmasında düzenleyici bir etki sağlar. Bir anlamda özneler yapı ile özdeşleştirilirler. Fakat hastaların onlara önerilen benliği ‘ben kaybolması’na mahal verecek şekilde kabullenmeleri söz konusu olmamıştır. Hastane dahilinde banyo küvetinin çamaşırhaneye çevrilmesi –kurumun yapılması gereken hususlardaki kabul ve beklentilerini tanımayan düzenlemeler oluşturulması- sigara veya alkol içilecek bir ağaçlığın tayin edilmesi ya da poker oynanacak bir boşluğun bulunması serbest bölgeler olarak tanımlanmaktadır. İkincil uyarlamalar başlığıyla açıklanan bu düzenlemeler kişisel kimlikleri susturmanın zorluğuna ve bundan hareketle benliğin rol benlik ile gerçek benlik olarak ele alınması gerektiğine işaret etmiştir.

Etkileşim Düzeni

Goffman’ın yaptığı son çalışmadır. Bundan önce yaptığı çalışmaların bir uzantısı olarak görüntü kullanımı ile gerçekliğin farklılaşmasının ve bir anlamda sosyal aldatma-aldanmanın gerçekleştiği düzlemleri farklı boyutlarıyla ‘etkileşim düzeni’nde incelemiştir. Bunlar: 1) fert çift ya da toplu olarak kişiler 2) yazılı(mektup) sesli(telefon) ya da fiziksel olarak iletişim bazında temaslar 3) bilinçli ya da bilinçsiz olarak yapılan ortak girişimler anlamında karşılaşmalar (iskambil oynamalar yemek yemeler alış-veriş..) 4) seyirci-dinleyici etkileşimi olarak platform gösterileri (toplantı seminer..) 5) kutlama ile yapılan toplumsal gereklilikler (düğün..)

Goffman etkileşim düzenine makroyu etkilemede doğrudan bir etki vermiştir. Oynanan rolün aldatma veya gerçek olduğu bir yana başarılı olarak canlandırılıp canlandırılmadığına ve ilk izlenimlerin öncüllüğüne vurgu yapar. ‘İlk görüşte aşk’ın güncelliği gibi. Bu anlamda sembolik etkileşimle ilgilenilen odak noktası bakımından farklılaşabilir. Goffman ‘ben ile etkileşim’in biraz da ihmal ederek sürecin neresinde olduğuyla ilgilenmez bunun yerine bireylerin performans başarılarıyla sosyal düzen sürecinin sürekliliğine vurgu yapar. Hatta bu anlamda yetki sahiplerine söz konusu karşılıklılıktan sıyrılarak(unsponsored) problemleri çözmeye yaklaşmalarını tavsiye eder.

Eleştiriler ve Sonuç

“Gofmann’ın sosyolojik yaklaşımı bilimsel modelden hümanizma doğru bir kayışı sergiler; yani Goffman önceden belirlenmiş önermeler ve kuramlara uygun davranışın soyutlamalarından çok kişileri göründükleri gibi incelemekle ilgilenir.”(Polama 1993: 214)

Sosyolog izlenim denetimi mekanizmasıyla kişilere oynadıkları rollerde dahi belli serbestlikler verir. Yapısalcılardan bu anlamda da uzaklaşır. Goffman’ın insan profili ‘diğerlerinin kendisi ile ilgili ne düşündüğü’ üzerine odaklanır. En çok eleştiriyi de dar ve basit düşündüğü iddiasıyla bu noktadan alır. Goffman ayrıca benin ele alınışı ve rol seçiminde kişilerin neden tek bir rutine aşinalık gösterdiği neden diğerlerini değil de onu seçtiği konusunda kimilerince yetersiz kalmıştır.

Goffman her ne kadar aksini iddia etmese de dramaturji kalıp olarak kapalı bir açıklama olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla kuram parantezler içinde incelenmelidir. Kaldı ki Goffman bundan pek de endişe duymamış ve bilimsel olma kaygısıyla yaşama inilemediğini belirtmiş ve günlük hayatı ifade eden kavramların ortaya konulamadığından şikayetçi olmuştur. Pozitivist duruşa uzaklığı da buradan gelmektedir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P

tonnies.jpg

Ferdinand Tönnies
(d. 26 Temmuz 1855, Oldenswort - ö. 9 Nisan 1936, Kiel, Almanya), Alman sosyolog. En bilinen eseri Gemeinschaft und Gesellschaft 'tır.

41F0NVA93XL._SL500_AA300_.jpg

Basılmış eserleri

* 1887: Gemeinschaft und Gesellschaft, Leipzig: Fues's Verlag, 2nd ed. 1912, 8th edition, Leipzig: Buske, 1935 (reprint 2005, Darmstadt: Wissenschaftliche Buchgesellschaft); his basic and never essentially changed study of social man; translated in 1957 as "Community and Society", ISBN 0-88738-750-0
* 1896: Hobbes. Leben und Lehre, Stuttgart: Frommann, 1896, 3rd edn 1925; a philosophical study that reveals his indebtedness to Hobbes, many of whose writings he has edited
* 1897: Der Nietzsche-Kultus, Leipzig: Reisland
* 1906: Philosophische Terminologie in psychologischer Ansicht, Leipzig: Thomas
* 1907: Die Entwicklung der sozialen Frage, Leipzig: Göschen
* 1909: Die Sitte, Frankfurt am Main: Rütten & Loening
* 1917: Der englische Staat und der deutsche Staat, Berlin: Curius
* 1921: Marx. Leben und Lehre, Jena: Lichtenstein
* 1922: Kritik der öffentlichen Meinung, Berlin: Springer; 2nd ed. 2003, Berlin/New York: Walter de Gruyter (Ferdinand Tönnies Gesamtausgabe, vol. 14); translated as On Public Opinion. Applied sociology revealing Tönnies' thorough scholarship and his commitment as an analyst and critic of modern public opinion
* 1924, 1926, 1929: Soziologische Studien und Kritiken, 3 vols, Jena: Fischer, a collection in three volumes of those papers he considered most relevant
* 1926: Fortschritt und soziale Entwicklung, Karslruhe: Braun
* 1927: Der Selbstmord in Schleswig-Holstein, Breslau: Hirt
* 1931: Einführung in die Soziologie, Stuttgart: Enke, his fully elaborated introduction into sociology as a social science
* 1935: Geist der Neuzeit, Leipzig: Buske; 2nd ed. 1998 (in: Ferdinand Tönnies Gesamtausgabe, vol. 22); a study in applied sociology, analysing the transformation from European Middle Ages to modern times
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
fr-pierre-auger-150.jpg

Georges Gurvitch

Georges Gurvitch, “Kuramsal Ahlak ve Töre Bilimi” adlı eserinde, kuramsal bir ahlakın gerçekleşmesi için şu üç koşulu öne sürmektedir:


“ 1) Kuramsal ahlak, hiçbir kural, hiçbir buyruk ileri sürmeyen, salt kuramsal yargılarla yetinen bir ‘felsefi disiplin' olmalıdır.

2) Ahlak, hayatı bütün canlılığıyla kavrayan, kendine özgü bir ahlak deneyi bulmalıdır.

3) Ahlak, töre bilimiyle çatışmaktan vazgeçerek, tersine onunla işbirliği yapmalıdır.”

Gurwitch, gerek kuramsal ahlakın, gerekse töre biliminin başlıca görevlerini de şöyle sıralamaktadır:

“ a) Doğrudan doğruya kavranan, yaşanan ahlakın çeşitli katlarını özümsemektir. Bu yolun hareket noktaları da günlük ahlak deneyiminde kavranan ve özellikle töre biliminin öğrettiği kolektif kişisel iradeli davranış ve tutumla onların dışlaşmış sembolleridir. Kurumsal ahlak, düşünce yoluyla bu tutumlarla sembollerinin arkasında küme halinde bulunan ‘doğrudan doğruya verileri' tasvir eder.

b) Kurumsal ahlakın ikinci görevi, bu tanımlara dayanarak doğrudan doğruya ahlak deneyinin, verilerinin ve kesinliklerinin, diğer doğrudan doğruya kavranan değerlere oranla, kendi özgüllüğünü belirtmektir.

c) Kuramsal ahlakın üçüncü görevi, ahlak deneylerinin sonsuz çeşitliliği içinde yaşayan, doğrudan doğruya algılanan verilerin belirliliğini kavramaktır.”

Töre biliminin başlıca görevleri ise:

“ A) Töre biliminin ilk görevi, ahlak olgularını öteki toplum olgularından, özellikle din, hukuk gibi olgulardan ayırmaktır. Ama töre bilimi, eylemli davranışların ve dış sembollerin, bazen örtülü olan derinliklerine girmek; taşıdıkları ahlaklılığı anlamak için doğrudan doğruya kavranan ahlak deneyine kadar inmek zorundadır. Bunu ancak kuramsal ahlak öğretebilir.

B) Töre biliminin ikinci görevi, nitelikli tipler olmak bakımından, ahlak deneyinin sonsuz çeşitlerinden her birinde bulunan olumlu içeriğin somut bir tanımlamasıyla kolektif ahlak davranışlarının bir incelemesini yapmaktır.

C) Töre biliminin üçüncü görevi, toplumsal olguların bütünü içinde, ahlak olgularını tamamlamaktır.”

Bu değerlendirmeler çerçevesinde; ahlak, bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve kurallardır. Başka bir deyişle ahlak, insanlara hareket tarzını gösteren kurallardır ve insanın bütün tutum ve davranışları doğrudan doğruya ya da vasıtalı olarak vicdanın hüküm ve takdirine bağlıdır.

Kişi, akıl ve hisleriyle birçok fiillere, ahlaka göre bir değer hükmü vermektedir. Örneğin verilen bir sözü tutmak, zulüm yapmamak, hoşgörülü davranmak, dürüst ve adaletli olmak gibi tutum ve davranışlar, ahlakın gerçekleri olarak kabul edilir.

9.2. Tanımlamalar

Ahlak Bilimi (etik) kişilerin belirli dönemlerdeki bireysel ve toplumsal davranışlarını belirleyerek “yarar”, “iyi”, “kötü” gibi sorunları inceleyen, törelere dayanan bir davranış yasası geliştiren, neyin uğrunda savaşılmaya değer, neyin hayata anlam kazandırdığı, hangi davranışın iyi ve hangisinin kötü olduğu, gibi sorunları kendine konu edinen bilimdir.

Etik davranışın temel alması gereken değerler ise hakkaniyet, adalet, önyargıdan uzaklık, zarar vermeden kaçınmadır. Ahlak (aktöre) ayrıca:

a) Mutlak olarak iyi olduğu düşünülen ya da belli bir yaşam anlayışından kaynaklanan davranış kuralları topluluğu,

b) İyinin ve kötünün bilimi, etik ilkeler tarafından yönlendirilmeleri bakımından ele alınan insan davranışlarının kuramı, olarak da tanımlanmaktadır.

Ahlakın bir başka tarifi de şudur: Ahlak, insanın kendine ve öteki kişilere iyi davranması, genel bir ifadeyle iyiliğe varılması için kendini uymaya zorunlu hissettiği manevi ve ruhi görevler ve bunlara ilişkin kurallardır.

Ahlak, yanlış ve doğru, iyi ve kötü, erdem ya da kusurla yaptıklarımızı ve yaptıklarımızın sonuçlarını değerlendirmeyle ilgilidir. Ahlak felsefesi ya da etik, ahlakı konu edinen felsefe dalıdır. Kullandığımız ahlak terimlerini ve ahlaki yargılarımızın statüsünü analiz eden etik, takındığımız ahlaki tutumlarımız ardında yatan yargılarımızı ele alır.

Türkçe'de, kişisel ahlak olarak “aktöre”, toplumsal ahlak anlamında ise “töre”, bilimsel terim olarak da “töre bilimi” kullanılmaktadır. Töre bilimi, belli bir toplumun belli bir döneminde, bireysel ve toplumsal davranış kurallarını saptayan ve inceleyen bir bilim dalıdır.

Bu açıdan bilim ve felsefe olarak töre bilimi, yabancı dillerdeki “ethique” ya da “ethics” ile “morale” ya da “morals” terimlerinin her ikisini de karşılamaktadır.

Töre ise “bir toplulukta herhangi bir konuda tutulan yolların, sürdürülen davranışların tümü; görenekler ve adetler” olarak tanımlanmaktadır. Töre, “toplumuna göre yasa ve aktöre yerine geçebilen, ancak gerçekte yasa olmayan davranış kalıbı” olarak da nitelendirilir.

Türk Dil Kurumu Sözlüğü'nde töre, “Bir toplulukta, şu ya da bu yolla tutulagelen yolların, alışagelen durumların topu; görenekler ve adetler” olarak tanımlanmıştır.

Örf ise “Toplumuna göre kanun ve ahlak yerine geçebilen fakat gerçekte kanun olmayan davranış kalıbı”dır. Örf, “adet”e oranla daha güçlü bir terimdir. Adet, “Bir topluluğun yapmaya ve uymaya alışageldiği ve topluluk tarafından yapılması gerekli görülen davranış kalıbı” olarak tanımlanır. Bir başka deyişle örf ve adetler, edinilmiş, yerleşik ya da alışılmış bir düşünce, eylem ve davranış kalıplarıdır.

Türk Dil Kurumu Felsefe Terimleri Sözlüğü'nde, ahlak teriminin karşılığı, “Belli bir dönemde, belli topluluklarca benimsenmiş, bireylerin birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen törel davranış kurallarının, yasalarının, ilkelerinin toplamı; çeşitli toplumlarda ve çağlarda, kapsamı ve içeriği değişen ahlaksal değerler alanı; bir kişi ya da kişiler öbeğince benimsenen eyleme kurallarının toplamı” olarak verilmiştir.

Ansiklopedik Kültür Sözlüğü'ne göre ahlak, “Bir toplumsal bilinç, davranış ve ideolojik ilişki biçimi; bir toplumsal oluşuma, sınıfa, kesime özgü, tarihsel ve somut olarak belirlenmiş, bunların belli bir topluluğa, sınıfa, devlete ya da tümüyle topluma olan tutumunu kurallara bağlayan temel görüşler, değerler, normlar, ilkeler, ilişki ve davranış biçimleri bütünü”dür.

Kişi, toplumsal yaşam içindeki bir varlık olarak belli bir toplumun, belli bir ulusun, belli bir kültürün, insanlık denilen bütünün bir üyesidir. Toplumsal düzen, ulus, kültür ve insanlık, tek tek bireyler tarafından oluşturulur. Bireyler, yalnızca bedensel varlıklar değil, aynı zamanda ahlaksal varlıklar olduklarına göre, bireylerin oluşturduğu toplum düzeni de ahlaksal bir varlık olacaktır.
9.3. Ahlak Kuralları, Hukuk ve Din

Ortaçağ kültürlerinde dünya görüşlerini oluşturan unsurların hemen hepsine din egemendir. Dolayısıyla bilim, felsefe, sosyal teoriler dinsel dogmalarla iç içedir. Felsefenin kendisi birçok doğa bilimini kapsadığı gibi, “felsefe” adı altında fizik ve metafizik önermeler aynı düzeyde tartışılmıştır. Ancak modern çağda birçok bilim dalı dinin şemsiyesinden çıkmıştır. Aynı bölünme felsefede de olmuştur.

Antikçağ'dan bu yana birçok disiplin felsefenin ana bölümleri biçiminde felsefe kitaplarında yer alırken, 17. Yüzyıl'dan sonra bu disiplinler ya bağımsız birer doğa bilimi (fizik, biyoloji gibi) ya da farklı sosyal bilim (hukuk, sosyoloji gibi) dalları olarak felsefeden kopmuşlardır.

İnsan davranışlarının iyi veya kötü nitelikleri açısından incelenmesi (ethics) ve bu davranışların belli yasalara bağlanması konusu, tek-tanrılı dinlerin bel kemiğini oluşturmuştur. Ahlakı içermeyen ve ahlaklı davranışla bir dine aidiyeti bir arada değerlendirmeyen bir din hemen hemen yoktur.

Bu çerçevede, ahlak kurallarının, din ve hukuk kurallarıyla yakın ilişkisi bulunmaktadır. Ahlak kurallarının birçoğu, din kurallarına da girmiştir. Aslında din kurallarının hemen hepsi aynı zamanda birer ahlak kuralıdır. Ahlak kuralları da din ve hukuk kuralları gibi, kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen davranış kurallarıdır.

Din ile ahlak arasında ortak noktalar vardır. Her ikisi de insan ruh ve vicdanına seslenir; din de insanlara ahlaklı ve faziletli olmayı öğretir ve bunu emreder. Ahlak kuralları, bir yandan örf ve adetlere dayanmakta, bir yandan da dinsel inançların etkisinde kalmaktadır. Fakat dinle ahlak arasında farklar da vardır.

Ahlak insanın vicdanının sesine göre karar vermesini ve öylece hareket etmesini ister. Burada, insan vicdanı serbesttir. Oysa dinde bu serbestlik yoktur. Din, inanış ve vicdan kurallarıdır; yaşam ilerlese ve değişse bile bunlar aynı kalırlar. Din kuralları, kişinin iradesi dışında oluşturulmuştur. İnsanlar bunlara itaat etmek zorundadırlar.

Ahlakın yaptırımı vicdanidir. Dinin yaptırımı ise hem vicdani hem de ilahidir; ilahi ödül ve ilahi cezayı hedef tutmaktadır. Oysa, bir otoriteye dayanarak ahlaki bir gerçeğin kabulü, her zaman geçici bir kabul olmalıdır.

“Ahlaki bir yargı”nın gerçekten öyle olup olmadığı, dayandığı nedenlere bakılarak görülebilir. Bu nedenler, genelde kişinin kendi çıkarına değil; başkalarının gereksinimine ya da başkaları tarafından “kayda değer” olarak tanınan bir ideale gönderme yapmalıdır. Bu yüzden nedenler, ahlak tartışmalarında merkezi rol oynarlar.

Ahlak kurallarının yasakladıkları fiil ve davranışların birçoğu, hukuk kuralları tarafından da benimsenmiştir. Bu itibarla, ahlak kurallarının, hukukla daha yakın bir bağı vardır. Ahlakta olduğu gibi hukukta da düşünme ve inanma serbestliği ve hoşgörü ilkesinin varlığı şarttır.

Bu görüşten yola çıkarak hukuk kurallarının, yaptırıma bağlanmış ahlak kuralları olduklarını öne sürmek mümkündür. Bu nedenle hukukun asgari ahlak olduğu ya da devlet yaptırımına bağlanmış ahlak kurallarının hukuku oluşturduğu tezi hep savunulmuştur.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Simmel_01.JPG

Georg Simmel

Georg Simmel (1 Mart, 1858 – 28 Eylül, 1918) Berlin'de Yahudi bir ailede doğdu. Babasının erken ölümü üzerine kendisini yetiştiren Katolik bakıcısı sebebiyle bir Katolik olarak büyütüldü. Çalışmaları toplumsal yapı kavramının sosyoloji literatürüne kazandırılmasını sağlamıştır. En önemli eseri "Philosophie der Geldes" (Paranın Felsefesi)dir.
Başlıca Eserleri
* Über sociale Differenzierung, Leipzig: Duncker & Humblot, 1890 [Toplumsal Farklılaşma Üzerine]
* Einleitung in die Moralwissenschaft, 2 vols, Berlin: Hertz, 1892-3 [Etik Bilimine Giriş]
* Die Probleme der Geschichtphilosophie, Leipzig: Duncker & Humblot, 1892, 2nd edn 1905 [Tarih Felsefesinin Problemleri]
* Philosophie der Geldes, Leipzig: Duncker & Humblot, 1900, 2nd edn 1907 [Paranın Felsefesi]
* The Metropolis and Mental Life', 1903
* Kant, Leipzig: Duncker & Humblot, 1904, 6th edn 1924
* Kant und Goethe, Berlin: Marquardt, 1906
* Die Religion, Frankfurt am Main: Rütten & Loening, 1906, 2nd edn 1912
* Schopenhauer und Nietzsche, Leipzig: Duncker & Humblot, 1907
* Soziologie, Leipzig: Duncker & Humblot, 1908 [Sociology: Investigations on the Forms of Sociation]
* Hauptprobleme der Philosophie, Leipzig: Göschen, 1910
* Philosophische Kultur, Leipzig: Kröner, 1911, 2nd edn 1919
* Goethe, Leipzig: Klinkhardt, 1913
* Grundfragen der Soziologie, Berlin: Göschen, 1917 [Fundamental Questions of Sociology]
* Rembrandt, Leipzig: Wolff, 1917
* Lebensanschauung, München: Duncker & Humblot, 1918
* Zur Philosophie der Kunst, Potsdam: Kiepenheur, 1922
* Fragmente und Aufsäze aus dem Nachlass, ed G Kantorowicz, München: Drei Masken Verlag, 1923
* Brücke und Tür, ed M Landmann & M Susman, Stuttgart: Koehler, 1957

Türkiye'de yayımlanmış diğer eserleri

* Modern Kültürde Çatışma - 4.Baskı2006
* Bireysellik ve Toplumsal Biçimler - Metis Yayınlarından hazırlık aşamasında.
* Modern Kültürün Krizi - Metis Yayınlarından hazırlık aşamasında.

 

Suskun

V.I.P
V.I.P
george-herbert-mead-1-sized.jpg

George Herbert Mead
(1863-1931) Amerikalı felsefeci ve sosyal psikolog

George Herbert Mead’in zihin ve kendi’nin interaktif oluşumu sosyolojik kuramı, Jean Piaget ve Lawrence Kohlberg’in ahlaki gelişim ve Heidelberg’in çalışma arkadaşı Karl-Otto Apel’ın ahlak tartımı (discourse ethics) kuramları üzerinden inşa etmiştir.

Habernas, Kant’ın, aydınlanma ve demokratik sosyalizmin geleneklerini ilerletir; vurguladığı dünyayı dönüştürme gizilgücüyle ve daha insanca, adil ve eşitlikçi topluma insanın akli gizilgücünün gerçekleştirilmesiyle, kısmen de ahlaki tartım (discourse ethics) yoluyla ulaşılmasıdır. Habernas aydınlanmamın bitmemiş bir süreç olduğunu teslim ederken, düzeltilmesi ve tamamlanması gerektiğini tartışır, atılmasını değil.

Sosyoloji için, Habermas’ın en büyük katkısı toplumun evrimi ve modernizasyonu hakkındaki kapsamlı kuramıdır, bir yandan iletişimsel akılcılık ve rasyonalizasyon arasındaki ayrıma ve diğer yandan stratejik/araçsal akılcılığa ve rasyonalizme odaklanır. Bu, Talcott Parsons’un bir oğrencisi Niklas Luhmann’ın ayrım-bazlı sosyal sistemler kuramının, iletişimsel duruş açılı bir eleştirisini içerir.

Modernite ve sivil toplumu savunusu pekçok başkaları için bir esin kaynağı olmuştur, ve postyapısalcılık çeşitlemelerine karşı en önemli felsefi alternatif olarak adlandırılır. Ayrıca geç kapitalizm ile ilgili de etkili bir analiz de sunmuştur.

Habermasda toplumun akılcılaşması, insanlaşması ve demokratikleşmesi görüşü, salt insan türüne özgü iletişimsel yetkinliğinin doğasındaki akılcılık gizilgücünün kurumsallaştırılmasıdır. Habernas iletişim yetkinliğinin evrim sürecinde geliştiğine inanır, fakat çağdaş toplumda çoğu zaman bastırılmış ya da zayıflatılmıştır; pazar, devlet ve örgütler gibi sosyal yaşam ana alanlarında, stratejik/araçsal akılsallık tarafından galebe çalınarak ve böylece yaşamdünyası yerine sistem mantığı geçirilerek.

Kamusal Alan

Jürgen Habermas, kamusal alan (public sphere) kavramı üstüne yoğun olarak yazmıştır. 18’inci yüzyılda Fransa’daki "café"lerde (coffee houses) geçen diyalogları kullanmıştır. Politik sorunların akılcı tartışıldığı yer kamusal alandı ki, burjuva kültürünün kahvehaneler, entelektüel ve edebiyat salonları ve yazılı basın gibi merkezler etrafında gelişmesiyle parlamenter demokrasi mümkün olabilmişti. Bu da Aydınlanmanın eşitlik, insan hakları ve adalet ideallerini ileri götürebilmişti. Halk alanında bir çeşit akılcı fikir alışverişi ve eleştirel tartışma normu kılavuzdu ve kişinin tartıştığı fikirlerin gücü kişinin kimliğinden daha önemliydi.

Habermas’a göre bu etkenlerin değişkenleri nihayetinde Aydınlanmanın burjuva halk alanının çürümesiyle sonuçlandı. En önemlisi, yapısal güçler, özellikle de ticari kitle medyası, öyle bir durumla sonlandı ki medya daha çok bir emtia –mal, tüketilecek bir şey oldu— halk tartışma alışveriş alanı aracı yerine.

Habermas bu alanı hem onu destekleyen gerçek bir içselyapısal hem de eleştirel politik tartımın yeşermesine yardım eden normlar ve pratikler olarak tanımlar. Kamusal alana bir kavram olarak bakmak ile tarihsel bir oluşum olarak bakmak arasında ayrım yapar. Görüşüne göre, kamusal alan fikri şu tasarımı da içerir, özel varloluşlar bir halk varoluşu olarak beraber gidecek ve akılcı mutaalalarla, devleti etkileyecek karar alımlarıyla uğraşacaktır. Tarihi bir yapılanma olarak halk alanı, aile yaşamından, iş dünyasından ve devletten ayrı bir “uzam” içerir.

Baş eseri Theory of Communicative Action -İletişimsel Eylem Kuramı- (1984) kitabında ekonomik ve yönetimsel akılcılaşma güçlerinin yaptığı tek yanlı modernleşme sürecini eleştirmiştir. Habermas günlük yaşamımızda resmi sistemlerin artan müdahalelerini, refah devleti, tekelci büyük şirket kapitalizmi ve kitle tüketim kültürü gelişmeleri paralelinde işlemiştir. Bu zorlayıcı eğilimler halk yaşamının gitgide daha geniş sahalarını akılcılaştırmaktadır, bunları etkililik ve denetimin genelleştirici mantığına indirgemektedir. Rutin politik partiler ve çıkar gurupları katılımcı demokrasinin yerini alırlar, toplum gitgide artarak yurttaşların girdilerinden uzak düzlemlerde yönetilmektedir. Sonuç olarak, halk (kamusal) ile özel, birey ile toplum, sistem ile yaşamdünyası arasındaki sınırlar bozuklaşmaktadır. Demokratik halk (kamu:Public) yaşamı, yurttaşlara halkca önemli sorunları tartışabilmelerine kurumların izin verdiği yerlerde gönenebilir. “İdeal konuşma durumu”nun ("ideal speech situation") ideal bir tipini tanımlar; aktörler eşit tartışım yetenekleriyle donatılmıştır, birbirlerinin temel toplumsal eşitliğini tanırlar ve konuşma ideoloji ya da yanlış kabullerle çarpıtılmaz.

Habermas kamusal alanın yeniden canlandırılması konusunda iyimserdir. Ulus-devleti etnik ve kültürel benzerlikler temelinde aşmakta olan politik toplumun, eşit haklar ve yükümlülüklü yurttaşların yasal koruma donatılı olması halinde, yeni dönemdeki geleceği için ümitlidir. Demokrasinin bu değişkenlikli kuramı (discursive theory of democracy) öyle bi toplum gerektirir ki birlikte politik istem belirleyebilsin ve bunu yasama sistemi düzeyinde uygulayabilsin. Bu politik sistem eylemci bir kamusal alan gerektirir, burada ortak çıkar sorunları ve siyasi konular tartışılabilir, ve kamuoyunun gücü karar verme sürecini etkileyebilir.

Bazı önemli akademisyenler Habermas’ın kamusal alan görüşüyle ilgili çeşitli eleştiriler yapmışlardır. John Thompson, University of Cambridge sosyoloji profesörü, Habermas’ın kamusal alan görüşünün, kitlesel-medya iletişimlerindeki katlanarak büyümeden dolayı modasının geçtiğini savunur. San Diego University of California’dan Michael Schudson, daha genelde tartışır, kamusal alan saf akılcı bağımsız tartışmanın hiçbir zaman varolmadığı bir yerdir.

Avrupa kamusal alanında laiklik ve dinin yerine dair görüşlerini dile getirdiği, 2004’de yayımlanan Geçiş Zamanı adlı kitabında yer alan "Tanrı ve Dünya üzerine" başlıklı makalesinde geçen şu ifadesiyle takipçilerini şaşırtmıştır Habermas: "Batı uygarlığının dayandığı özgürlük, vicdan, insan hakları ve demokrasi kavramlarının temelinde Hıristiyanlık ve yalnızca Hıristiyanlık yatar." Ayrıca Habermas'a göre "bugün hâlâ bu temelden faydalanıyoruz - başka bir seçeneğimiz yoktur; geri kalan her şey postmodern zırvalamalardan ibarettir"

Habermas bir bilim adamı olduğu kadar halk aydını (public intellectual) olarak da ünlüdür, en çok, 1980’lerde populer basını tarihçilere (yani Ernst Nolte, Michael Stürmer ve Andreas Hillgruber) saldırmakta kullanışıyla, ki onlar tartışılır olarak Nazi yönetimini ve soykırımı (Holocaust) genel Alman tarihinden ayrı tutmuşlar, Nazizmi Bolşevizme bir tepki olarak açıklamışlar, ve Alman ordusu (Wehrmacht)’ın 2. Dunya Savaşındaki kötü ününü kısmen iyileştirmeye çalışmıştılar. Daha yeni olarak, Habermas Amerikanın Irak işgaline karşı olduğunu açıklamıştır.

Başlıca eserleri

- Strukturwandel der Öffentlichkeit (1962, "Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü");
- Erkenntnis und Interesse (1968, "Bilgi ve İlgi");
- Technik und Wissenschaft als 'Ideologie' (1968, "İdeoloji" Olarak Teknik ve Bilim);
- Zur Logik der Sozialwissenschaften (1970, "Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine");
- Theorie der Gesellschaft oder Sozialtechnologie. Was leistet die Systemforschung? (Niklas - Luhmann'la birlikte, 1971, "Toplum Kuramı ya da Sosyal Teknoloji. Sistem Araştırması Neye Yarar?");
- Zur Rekonstruktion des histo- rischen Materialismus (1976, "Tarihsel Materyalizmin Yeniden İnşası Üzerine");
- Theorie des kommunikativen Handelns (1981, "İletişimsel Eylem Kuramı");
- Der philosophische Diskurs der Moderne (1985, "Modernin Felsefî Söylemi");
- Die nachholende Revolution (1990, "Arkadan Yetişen Devrim");
- Faktizität und Geltung (1992, "Olgular ve Normlar").
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
389px-Herbert_Spencer.jpg

Herbert Spencer
Herbert Spencer, (1820 - 1903) Ünlü İngiliz filozofu ve sosyoloğu.

1820 yılında Derby'de doğmuştur. Babası, George, geleneklere uymayan, Anglikan mezhebine bağlı olmayan bir okul öğretmeniydi. Babası da dahil olmak üzere birçok aile üyesi öğretmen olan Spencer, kırk yaşına kadar hiçbir eğitim görmemiştir. Garip bir gururla, "Ne çocukluğumda, ne de gençliğimde, hiç İngilizce dersi almadım, şu ana kadar gramer konusunda tek bilgim yok" demiştir. Sistematik bir eğitim almamasına, okumayı fazla sevmemesine karşın birçok bilim dalında binlerce fikir ortaya atmış, ve "evrim" teorisinde Charles Darwin'in bir numaralı rakibi olmuştur. Edindiği büyük başarıları mükemmel gözlem yeteneğine borçludur, doğrudan doğruya yaptığı gözlemlerle binlerce fikrini destekleyecek binlerce olguyu rahatlıkla bulmuştur.

1851'de yazdığı ilk kitabı "Toplumsal Statik", insan haklarının gelişimini, ve bireysel özgürlüklerin savunusunu evrimsel bir teoriyi temel alarak açıklar. 1858'de evrim teorisini biyoloji bilimi ile sınırlamayıp, bu teoriyi bütün bilimlere uygulamak fikri kafasında belirdi. Sağlık sorunları nedeniyle günde sadece birkaç saat yazabiliyor olmasına, ve maddi durumunun kötülüğüne rağmen, 1862'de dokuz ciltlik şaheseri Statik Felsefe'yi yazmaya başladı.

Statik felsefe kısaca birçok farklı bilim dalına evrim teorisini uygulamayı konu alır. Bu şaheserin en çok dikkat çeken, ve Spencer'ın da üzerinde en çok çalıştığı bölüm, sosyoloji'ye evrim teorisinin uygulanmasını, toplum evrimini inceleyen, "Sosyoloji İlkeleri" adlı 3 cilttir. "Biyolojinin İlkeleri" , ve "Ahlâkın İlkeleri" bu şaheserin üzerinde en çok konuşulan ve kuşkusuz bilim dünyasına en çok katkıda bulunan diğer bölümleridir.

1858'de evrim teorisini biyoloji bilimi ile sınırlamayıp, bu teoriyi bütün bilimlere uygulamak fikrini uygulamaya koyar. 1862'de dokuz ciltlik Sentetik Felsefe'yi yazmaya başladı. Sentetik Felsefe, kısaca birçok farklı bilim dalına evrim teorisini uygulamayı konu alır. Bu kitabın en çok dikkat çeken ve Spencer'ın da üzerinde en çok çalıştığı bölüm, sosyolojiye evrim teorisinin uygulanmasını, toplum evrimini inceleyen, "Sosyoloji İlkeleri" adlı 3 cilttir. Spencer, ahlaki ve siyasal inançlarını, çağdaşı olan Toplumsal Darwinciler gibi bir Doğa felsefesi zemininde geliştirmeye çalıştı. Darwin'in doğal evrim teorisinin ve bu teoriden önce kendisinin türettiği "uyum yeteneği” doğal seçilimin toplumsal hayatta uygulamasında başı çekti. Spencer'a göre, tıpkı doğada verilen var olma mücadelesinde "uyum yeteneği en çok olan"ın hayatta kalması gibi, toplumda yaşanan rekabet de en iyi olanın ortaya çıkmasını sağlayabiliyordu.

Spencer, toplumların tıpkı canlı organizmalar gibi işlediğini de öne surdu. Toplumlar ne kadar karmaşıklaşırsa parçaların karşılıklı bağımlılığı da o ölçüde artıyordu. Doğal bir özellik olarak kendi dengelerini sağladıkları için, kendi üyelerinin daha ileri düzeyde evrim için mücadele etmelerine ihtiyaç duyarlar. Ancak mücadele feodal toplumda askeri bir form kazanırken, Spencer, sanayileşmiş toplumda rekabet ve işbirliği bileşiminin bu formun yerini almasını gerekli görür. Ayrıca, evrimin özel çıkarları genel faydaya dönüştürerek bir tur "görünmez el" gibi işlediğini düşünür. Evrimin en uzun vadeli yönelimi egoizmden özgeciliğe doğrudur. Süreç içinde toplumsal hayat, toplumsallaşmanın en yüksek düzeye ulaşmasıyla bireysellikte en büyük gelişimi sağlayacaktır.


1870'lerde ve 1880'lerin başında özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve İngiltere'de ünü doruk noktasına varmıştı. 1902'de Edebiyat dalında Nobel Ödülüne aday gösterildi. Bir çok ödülü ve övgüyü çoğu zaman reddetti. Uzun bir hastalık döneminin ardından 1903'te vefaat etti.

Herbert Spencer geniş bir alana yayılmış farklı türdeki bilgileri uyumlu bir şekilde birleştirerek Viktorya çağına damgasını vuran kişilerden olmuştur. Evrim kuramının gelişiminde ve kabulunde en az Charles Darwin kadar büyük bir rol oynamış, bugün evrim kuramını açıklarken kullanılan birçok terimi de ilk kez kullanan kişi, o olmuştur.


Başlıca Eserleri

* System of Synthetic Philosophy (1862-1893)
* Social Statics (1851)
* Education (1861)
* The Man Versus the State (1884)
 
Top