1. Şeytan ve fonksiyonu:
Şeytan, isyan etmezden önce, ibâdet-ü taatta meleklerin içinde görünüyor ve onların yaptığı işi yapıyordu (Kehf, 18/50).
Nurdan yaratılmış meleklerden olmadığı için de, melekler gibi teminat altında değildi. Melekler, daha önce ifâde edildiği gibi, isyan etmez, başkaldırmaz ve emrolunanı yaparlar (Tahrim,66/6)
Şeytanın içinde bulunan kibir nüvesi ve isyan tohumu, Âdem (as)'e secde teklifi karşısında çatlayıp hortlayıverince, gerçek mahiyeti ortaya çıkmıştı. Kibirle, “Ben ondan üstünüm ve hayırlıyım; onu çamurdan, beni ise ateşten yarattın” dedi (Sa'd, 38/76).
Âyetin beyanıyla, esas isyan eden İblis olup, İmam-ı Şibli'nin de ifâde ettiği gibi, bu isyanından sonra “Şeytan” ismini ve Kıyamet'e kadar da yaşama iznini aldı ve “Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım (baştan çıkarıp, isyan ettireceğim) diye yemin etti.” (A’raf, 7/17)
Burada şu hususu öncelikle belirtmek isteriz: Savaşta düşman ordusunun tek tek fertlerinden ziyade mensubu bulundukları birliklerin kuvvet ve güç durumları, silah ve cephane keyfiyetleri, manevra kabiliyetleri, sayı ve silah üstünlükleri ve tuttukları mevziler gibi, muharebede en mühim yeri olan hususlar etüd edilir ve ona göre vaziyet alınır. Yoksa, düşman subay ve eratının saç ve göz rengi, elbise tipi ve diğer şahsî husûsiyetlerini bilip tesbit etmek hiç bir işe yaramaz. Yarasa da, diğer hususlar kadar ağırlığı olamaz. Durum, cin ve şeytanlar hususunda da böyledir; belki bu mes'ele üzerinde biraz fazla durduk, fakat yine de teferruata girmiş sayılmayız.
Bize bu mevzûda esas gerekli olan, şeytanların yaklaşma yollarını ve ebedî hayatımızın teminatı olan iman evimizden bizi vurabileceği hile ve desiselerini tesbit edip, gerekli çareleri bulup kullanmaktır.
2. Şeytanın yaratılmasının ve insanları yoldan çıkarmasına müsâade edilmesinin hikmeti nedir?
a. Şeytan yaratılmasaydı, insanın yaratılmasının bir hikmeti olmazdı. Bir defa, Allah (cc)'ın asla günah işlemeyen ve şeytanın vesvesesine maruz kalmayan melekler gibi sayılmayacak kadar çok yaratığı vardır. Allah (cc), insandan ayrı ve farklı olarak nebatâtı ve hayvanâtı yarattığı gibi, İlâhi san'atları meleklerden farklı şekilde aksettiren aynalar olarak da insanları yaratmayı murad buyurmuştur. Evet, yarattığı insanların mahiyetlerinde meknî bulunan kabiliyetlerin inkişafı, gelişmesi ve özlerinin ortaya çıkması için de, karşılarına bir tahrik ve teşvik unsuru ve bir terakkî vesilesi olarak şeytan ve habîs ruhları çıkarmıştır. İçindeki kibir ve isyan ukdesini dışa vuran şeytan, yaptığı işi şuurlu olarak yapmaktadır. Şeytan, insanı arkadan kovalayan rakip bir maratoncu gibidir. İnsanın hedefe varabilmesi, muzaffer olabilmesi için, peşini bir an olsun bırakmayan bu ezelî rakibini aşabilmesi, geride bırakması ve ondan daima önde ve daha ileride olması gerekmektedir. Eğer kendisine böyle tahrik ve teşvik unsuru olabilecek bir rakip ve hasmı bulunmasaydı, onun bu ciddî yarışı yapması ve kabiliyetlerini geliştirmesi kat’iyyen gerçekleşmeyecekti; daha doğrusu, kabiliyetlerini geliştireceği zemini bulamayacak ve neticede de körelip gidecekti. İnsanoğlu, en yüksek insanlık derecesini ve insan-ı kâmil mertebesini bu ezelî hasmına karşı verdiği mücadele ile elde etmiş ve bağrında Ebû Bekirler yetiştirmiştir.. ve yine aynı insanoğlu, bu müsabakadaki acz ve iradesizliğiyle de Ebu cehillerin meşcereliği olmuştur.
b. Şer olan, şeytanın yaratılması değil, ona tâbi olup şer işlemektir. Nasıl herhangi bir cinayete, o cinayette kullanılan bıçak veya tabanca değil de, cinayeti işleyen eller gerçek sebep olarak gösteriliyorsa, aynı şekilde, şeytan da insanın işlediği şerlerde kanlı bir alettir ve asıl suçlu, bu aleti isti’mal eden kanlı eldir. Evet, insandaki nefis ve nefsin emrine girmiş olan irâdenin, şeytana ait telkinatın tesiri altında bazı kötülükleri işlemekte ulaşdıkları kötü neticelerin esas sebebi şeytan değildir. Şeytan ve şerler, âdi birer sebepdirler; hakikî illet, insanın iradesidir. Evet insanlar, şeytanın varolmasıyla değil, kendi irâdeleriyle kötülük işlemektedirler.
c. İnsan, her şeyi kendi dar dairesinde ve elindeki küçük neticelere göre değerlendirme meylindedir; oysa Allah (cc)’ın yaratması, umum neticelere ve faydalara bakar. Meselâ, içine elimizi soktuğumuzda ateş, elimizi yakar; -ki, bu bir kesbdir- şimdi, ateşe “bütünüyle zararlıdır” diyebilir miyiz? Haddizatında, onu şerli ve zararlı yapan bizzat kendimiziz. Haydi bu türden cüz'î zararları olduğunu kabul etsek bile, biz onun umumî neticelerine bakıp, ateşin fayda ve lüzumlu olduğuna hükmederiz. Elektrik de böyledir, yağmur da.. Allah (cc), birşeyi yaratırken umum neticelere bakar. İşte Şeytan da, yaratılış noktasında böyle umumi neticelere bakar; Ebu Cehil'in irâdesinin dahliyle Cehennem'e sürüklenmesinde de, Ebu Bekir (ra) gibi elmas ruhlu binlerce evliya, asfiya ve kâmil mü'minlerin terakki edip, cennetlere yükselmesinde de şeytanın fonksiyonu vardır.
d. Büyük ve küllî neticelerini bırakıp da, cüz'î şerlere sebep oldular diye ateş, elektrik veya yağmuru muzır görüyor ve “olmasalardı!” diyor muyuz? Hayır. Aynı şekilde, “Neden şeytan yaratıldı” da diyemeyiz. Nasıl umum bedenin sıhhati ve bu sıhhatin devamı adına cüz'î bir şer sayılan, kangren olmuş eli veya kolu kesiyoruz; aynen öyle de, getirdiği büyük netice ve faydalara binaen, bir takım şerlerden dolayı şeytanın varlığına da ses çıkarmamamız gerekir. Askerlerimiz ölüyor diye askerlik mesleğini kaldıralım ve muharebeye gitmeyelim diyebilir miyiz? Bunun gibi, şeytanın süsleyip püslemeleriyle alıp götürdükleri, Nebî’nin iman adına kazandırdıklarının yanında binde bir nisbetinde ya vardır ya da yoktur. “Nasıl olur? Şeytanın iğvasıyla binlerce insan Cehennem'e gitmiyor mu?” denemez. Çünkü, mü'mindeki keyfiyet, kafirdeki kemmiyetten hem daha önemli, hem daha üstündür. Bir insanın hayatı mı daha önemlidir, yoksa bin böceğin hayatı mı? Bin hurma çekirdeğinden 11'i ağaç olup, gerisi çürüdüğünde, bin çekirdeğe sahip olmak mı, yoksa 989’unun çürümesine rağmen 11 hurma ağacına sahip olmak mı daha kârlıdır?
3. Vesvese nedir?
Vesvese, Şeytanın insan kalbini kurcalaması ve hayâl aynasına bir kısım resim ve manzaralar, hâtıra ve hayâller atması demektir. Şeytanın bir insana, bilhassa mü'mine karşı oynayacağı son oyun, kullanacağı son siper, son mevzî ve silah, vesvesedir. O, küfür ve dalâlet adına alt edemediği kimseye karşı çaresizliğinin ifadesi olarak ‘vesvese’ ok ve mermisini kullanır. Bir cihetle vesvese, şeytanın “Bana yâr olmadın, kendine de olma” düşüncesiyle, mü'mini kendinden etme çırpınış ve gayretidir.
4. Lümme-i şeytaniye nedir?
Lümme-i şeytaniye, Şeytanın kendine mahsus topunu, tüfeğini, okunu çevirip, nişan aldığı mü'minin kalp merkezinde önemli bir noktadır... İnsan kalbinde bir bant gibi kayıt yapan, meleğin ilhamının geldiği santralin yanıbaşında bir de şeytanın yağdırdığı şüphe, tereddüt ve vesvese oklarına hedef olabilecek santral vardır. Bu, aynen aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile siyah ve mat yüzünün bir arada bulunması, bir odada mü'minle kafirin yanyana durması gibidir. Biliyorsunuz, pilde bile (-) ve (+) kutuplar vardır. Bir ma’nâda bunlar da, böyle bir tamamlaycılık içindedir.
5. Vesvese daha çok kimlerde olur?
Mübtedî müslümanlarda, işe yeni başlamışlarda pek vesvese olmaz. Vesvese, daha çok kendini can ü gönülden Din'e vermiş, zimamı ve dizginleri şeytanın elinden koparıp almış, Allah (cc)'a karşı ubudiyetini az çok yapan ve iman mevzûunda da terakki edip saffete ulaşan bazı müslümanlarda olur. Kalbî istidadlarıyla iç âleminde ilerleme yolunda olan, arşiye ve kavsiyeler çizerek insan-ı kâmil mertebesine doğru tırmanan mü'minler, yolun puslu noktalarında şeytanın vesvesesi ile yüz yüze gelirler. Evet insan, ruhun semalarına doğru yükselirken, her menzilde şeytan ayrı bir tuzak kurar ve bekler.. kendine göre en müsait anda okunu çekip atar ve kendine ait yamaçların yeşermesi için kalbe vesvese salar. Demek ki vesvese, biraz da iman babındaki derinlik ve isti’dât’a karşı şeytanın bir kıskançlık ve reaksiyonu oluyor.
Vesvese, bazen asabî ve hassas ruhlarda, bazen de fazla gıda alan tenperverlerde olur. Mü'mindeki vesvese, buhranlar ve deprasyonlar şeklinde değil de, rahatsızlık verebilecek türdendir. Mümin çok müterakki de olsa, yine kendisine vesvese gelebilir. Hattâ, Sahabe'den sonra en büyük şahsiyetlerden İmam-ı Rabbanî bile vesveseye maruz kalabilir. Her vesveseye müptelâ insanın mutlaka müterakkî ve yükseliyor olması gerekmediği gibi, vesveseye ma’ruz kalmayanın da sükut ediyor olması lâzım gelmez.
Vesvese, kâfirde olmaz. Kâfirin küfrü vesvese değil, belki hesaplı, plânlı ve inadî bir küfürdür. Kâfirde bunalımlar, iç buhranlar, tatminsizlikler, sıkıntılar olabilir. Fakat bütün bunlar, onu iyice saldırgan ve mütecaviz kılar. Şeytan, kendisine orijinal ve yeni yeni felsefeler üfler; inkârcılık adına çeşitli fikirler verir ve sonunda kâfire kendini de inkâr ettirerek, “şeytan yok” dedirtir.
Evet şeytan, kendi defterine kaydolmuş, zimamını eline vermiş ve arkasından tıpış tıpış gelen kimselere vesvese vermez. Keza şeytan, onun atmosferi ve manyetik alanı içinde daire çizip duran, yerinde sayan, gözleri bağlı, beyinleri gözlerinde ve kalbleri midelerinde olanlara da ilişmez. Onlar, onun kafesinde ve tuzağında eli-kolu bağlı avlardır; “ne yapalım da kurtulalım” demeyen avlar. Onlar şeytandan, o da onlardan memnun geçinip gitmektedirler; tabii ki gidecekleri yere kadar...
6. Şeytanın vesvese vermedeki gayesi nedir?
Şeytan inanmış, iman ve akide zaviyesinden ma'mur, ibâdetlerini yerine getiren mü'minin kalbine girip, onu küfre sevkedemez. Ve, hiçbir zaman onun kalbinde Allah (cc)'ın marifet ve muhabbetinin, Fahr-i Kâinat (sav)'in sünnetine ittiba ve iktida düşüncesinin yerini alamaz; ona ibâdetlerini terkettirme mevzuunda başarı kazanamaz. Çünkü mü'min, her şeye rağmen sürekli terakkî etmekte, Allah (cc)'a kurbiyet kazanmakta ve ruhuyla, duygularıyla, cismiyle nurdan bir helezon içinde yükselmektedir. Bu durumda şeytan, “Hiç olmazsa son mevziinden ona taş atayım; vesvese oklarıyla kalbini bulandırmaya ve ibâdetlerindeki huzurunu bozmaya çalışayım. Belki onu meşgûl ederim; ederim de, “Hiç böyle şey olmazdı, bu da ne?” der, vesveseye sahip çıkar ve derken “Bu kadarı da çekilmez ki” deme noktasına varır” umuduyla, mü’mine vesvese oklarını göndermeğe başlar. Bu oklara ma’ruz kalan vesveseli mü’minin başka zamanlarda aklına gelmeyen şeyler, namazda aklına üşüşür: Abdest aldıktan sonra, “Acaba kolumu yıkadım mı, başımı meshettim mi?” der ve tekrar abdest alır; bir daha, bir daha derken, artık abdest de, diğer ibâdetler de ona zor gelmeye başlar ve -Allah (cc) korusun- sonunda hepsini bırakıverir; neticede de, zaten hedefi kendisini ibadetlerden soğutmak olan şeytanın oyuncağı haline gelir.
Vesveseler ibâdetle alâkalı olabileceği gibi, akide ile ilgili mevzûlarda da olabilir. Bunun ötesinde şeytan, günahları süsleyerek hayâli bulandırır, hissiyatı tahrik eder ve insanı akıl, mantık, muhakeme dinlemez bir hezeyancı haline de getirebilir.
7. Şeytanın sağdan, soldan ve daha başka çok değişik yönlerden gelip, insana vurması ne demektir?
Şeytanın insana çeşitli yönlerden gelişi, onun içinde bulunduğu değişik durumlara göre değişik buudlarda fenalıklara karşı uyarılması ma'nâsını ifâde eder. Ma'nâ ve muhteva itibariyle çok buudlu olan insan, bu buudları geliştirmekle, cismaniyetine rağmen Cennet'e ehil hale gelir. Hattâ, daha dünyadayken bile Allah (cc)'ın kendisine bahşettiği âdeta melek kanatlarına benzer kanatları sayesinde ruhânîlerle temasa geçer, cinlerle görüşüp konuşur, meleklerle münasebet kurar ve ötelerden vicdanlara esip gelen hakikatları duyup, hissetmeye muvaffak olur. Buna karşılık, şeytanın da insanın içinde işleteceği bir takım madenler vardır; bütün himmet ve gayretini bu madenleri işletme üzerine teksif edip, insanı yoldan çıkarmak için uğraşır durur o. Evet, bir kısım fayda ve hikmetler için insanın mahiyetine konan şehvet, gazap, öfke , hiddet, akıl, hırs ve inat gibi şeylerden her biri, diyanetle ta’dil edilmediği takdirde vicdan mekanizması aleyhinde işlettirilebilir.. ve, bu işi yapan da şeytandır.
Meselâ, insan nefsanîlik mekanizmasının altında kaldığı sürece, vicdan, yani meleklik mekanizması, bütün erkâniyle ezilip gitmiş demektir. Meleklik inkişaf edince de nefsanîlik, bütün mekanizmasıyla vicdanın emrine girmiş sayılır. Şeytan, insanın özünü bulmasına karşı hep nefis mekanizmasını kullanır. Sözgelimi, vicdan mekanizması veya vicdanın erkanı diyeceğimiz noktalara hiç yanaşmaz veya yanaşamaz; çünkü orada irâde vardır; lâtife-i rabbaniye ve şuur vardır. İnsan, irâdesini kullanmasını biliyorsa, kendisine şeytan yanaşamaz; şuur ve lâtife-i rabbaniye ile kanatlı ise şeytanî engellere takılmaz ve irfan semalarında pervaz eder durur. Evet, insan kalbinin daima Allah (cc) ile doyduğu bu kuşakta kalbin kapıları, her zaman şeytana sürmelidir! Onun bütün velvele ve fırtınaları, dışarda ve kendine ait sahada cereyan eder.
Şeytanî ve melekî saha, insanın mahiyetinde birbirine o kadar yakındır ki, biri diğerinden her zaman müteessir olabilir. Meselâ, şeytanî tarafta patlayan bombanın radyoaktif te’sirleri melekî sahayı da te’siri altına alır. Yukarda temas ettiğimiz gibi, şeytan şehveti kurcalar ve insanı nefsanîliğe zorlar; aklı kurcalar, cerbezeye sürükler.. keza, insanın hırsını, öfkesini, kibrini, dünyâya tamâını tahrik eder; ağına düşürdüğü kimselerin his ve ruh dünyalarını bulandırmak ve onları kendilerinden uzaklaştırmak ister.
Fakat şeytan, hep fenalıklarını hissettirerek ve fena şeyler yaptırarak üzerimize gelmez. Soldan geldiği gibi sağdan, önden ve arkadan da gelir. Şeytanın, Allah (cc)'a karşı o korkunç düşmanlığını ve insanı nasıl baştan çıkaracağına dair terbiyesizce ve küstahça ifadelerini bizzat Kur’ân anlatmaktadır(A'raf, 7/17). Şeytan, önden gelir ve insanın ileriye matuf ümitlerini kırar; Haşr-ü neşri inkâr ettirir; “İslâm Dini, vazifesini bitirdi; artık bir daha dirilmeyecek” dedirtir; sinelere yeis atar, geleceği karanlık ve karadelikler, kaoslar gibi gösterir... Arkadan gelir, geçmişle alâkamızı, Nur-u Nübüvvet ve Nur-u Velâyet ile bağlarımızı keser, “Devir değişti, onlar geride kaldı” dedirtir. Yerinde mâziye sövdürür ve kökünü inkâr ettirir. Şeytan, bu şekilde geçmiş ve geleceğe ait menfezleri kapatıp, dün ve yarınla alâkalı bütün bağları kopardıktan sonra, bize içi zehir dolu bir düşünce tarzı ve süslü püslü bir hayat felsefesi takdim eder: “Geçmiş gelecek hep masal, bir daha dünyâya gelecek değilsin; geçen de geçti, sen şimdi yaşamana bak ve ömrünü berbad etme!..” der.
Soldan gelir, insanı açık ve bilinen günah akıntılarına çeker götürür. Beşinci kol faaliyetleri, şeytanın soldan gelip yardımcılarına gördürdüğü faaliyetlerdir. Günümüzde çok yaygın olan bütün haram yolları, şeytanın soldan çarpmasının neticesidir. Burada tek tek bunları sayıp dökerek bâtılı tasvir etmek istemiyoruz...
Evet, şeytanın bir diğer geliş şekli de, suret-i haktan görünmek ve fena şeyleri iyi göstermek suretiyledir ki, bir mü'min için en tehlikeli olanı da budur. Günahlara kapısını kapamış, ibâdetine düşkün bir mü'mine şeytan sağdan gelerek kendini beğendirme, muvaffakiyetleri nefsine, fenalık, şer ve hezimetleri de başkalarına nisbet ettirme yollarıyla başarı kuşağında ona kayıpların en acılarını tattırır. Evet mü'min, gece teheccüde kalkar; kalkar da, ertesi gün bunu başkalarına anlatırsa, şeytanın sağdan mühim bir darbesine maruz kalmış demektir. Yaptıklarımız ve anlattıklarımızdan ötürü başkaları tarafından medh ü senâ edilmeyi hedefliyor, iş ve hizmet değil de övülmeler hoşumuza gidiyor ve bu övgülerle coşuyorsak, şeytan bizi sağdan vuruyor demektir. Evet, böyle birinin, Kâbe'de tavaf ederken de, cephede en ön saflarda savaş verirken de işi bitiktir.
Ömer bin Abdülaziz (ra) , birine ifade âbidesi bir mektup yazar; sonra da, az çalımlı ve tumturaklı ifâdelerle yazdığını farkedince, nefsine bundan pay çıkar mülahazasıyla tutar, mektubu yırtar. Yaptığımız işler, vazifeler ve hizmetlerden dolayı nefsimizde bir çoşma, bir sevinç meydana geliyorsa, işin içine şeytandan bir şeyler karışmış olabileceği mülahazasıyla Cenâb-ı Hakk’a yönelmeli ve biatımızı yenilemeliyiz. Evet bize gereken, nefsimizin hoşuna giden şeylere iltifat etmemek; yaptığımızı Allah (cc) emrettiği için yapmak, amelin lâzımı olan hazları da ahirete bırakmaktır.
Her insan, Hakk’ın kendisine olan lûtuflarını düşünmek ve hangi mertebede olursa olsun, Hakk’ın ihsanlarına mazhariyetin şükrünü eda etmek mecburiyetindedir. O, Allah’a karşı sorumluluk ve şükrân vazifesini yerine getirecek, Allah da, engin rahmetinin muktezası olarak, onun niyet ve ihlâsına göre Cennet gibi, ebediyet gibi nimetlerle ihsanlarına ayrı bir derinlik kazandıracaktır.
Bunlardan başka, umumî ma'nâda, şeytanın sağdan yaklaşıp, büyük mes'eleleri küçük, küçük mes'eleleri ise büyük göstermesini de düşünebilirsiniz. Her zaman rastlarsınız; müslümandır, hacıdır ve caminin müdavimlerindendir. Allah(cc), ibâdetten ayırmasın. Fakat evinde namaz kılmayan evlâdları vardır; böyle bir durum karşısında kalbi çatlayıp devrilmez de, gelir, câmide teferruata ait bir mes’elenin kavgasını verir.. bazan böyle bir mes’ele, bid’at bile olabilir. Nesiller, sokaklarda derbeder ve perişandır; hatta bunların içinde onun da oğlu, kızı, torunu vardır; ama gel gör ki, bunları düşünüp üzüleceğine, üzülüp çare arayacağına kalkar, “Camide cenaze bekletilir mi; neden tesbih çekmiyorsunuz; ihlâsları neden okumuyorsunuz?” gibi teferruata ait mes’elelerin münakaşasını yapar. Bunlar, cenazenin arkasından yedinci, kırkıncı, elli ikinci gecelerdeki şenlikleri kaçırmazlar.. perşembe akşamları nikah tazelemez ve istiğfar merasimi yapmazsanız, sizi topa tutarlar. Evlerinin en mûtena yerinde bir Kur’ân-ı Kerim vardır ama, o hânede hiçbir fert ondan birşey anlamamaktadır. İşte bu ve benzeri haller de, şeytanın sağ tokadından da öte sağ kroşeleridir
Şeytan, isyan etmezden önce, ibâdet-ü taatta meleklerin içinde görünüyor ve onların yaptığı işi yapıyordu (Kehf, 18/50).
Nurdan yaratılmış meleklerden olmadığı için de, melekler gibi teminat altında değildi. Melekler, daha önce ifâde edildiği gibi, isyan etmez, başkaldırmaz ve emrolunanı yaparlar (Tahrim,66/6)
Şeytanın içinde bulunan kibir nüvesi ve isyan tohumu, Âdem (as)'e secde teklifi karşısında çatlayıp hortlayıverince, gerçek mahiyeti ortaya çıkmıştı. Kibirle, “Ben ondan üstünüm ve hayırlıyım; onu çamurdan, beni ise ateşten yarattın” dedi (Sa'd, 38/76).
Âyetin beyanıyla, esas isyan eden İblis olup, İmam-ı Şibli'nin de ifâde ettiği gibi, bu isyanından sonra “Şeytan” ismini ve Kıyamet'e kadar da yaşama iznini aldı ve “Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım (baştan çıkarıp, isyan ettireceğim) diye yemin etti.” (A’raf, 7/17)
Burada şu hususu öncelikle belirtmek isteriz: Savaşta düşman ordusunun tek tek fertlerinden ziyade mensubu bulundukları birliklerin kuvvet ve güç durumları, silah ve cephane keyfiyetleri, manevra kabiliyetleri, sayı ve silah üstünlükleri ve tuttukları mevziler gibi, muharebede en mühim yeri olan hususlar etüd edilir ve ona göre vaziyet alınır. Yoksa, düşman subay ve eratının saç ve göz rengi, elbise tipi ve diğer şahsî husûsiyetlerini bilip tesbit etmek hiç bir işe yaramaz. Yarasa da, diğer hususlar kadar ağırlığı olamaz. Durum, cin ve şeytanlar hususunda da böyledir; belki bu mes'ele üzerinde biraz fazla durduk, fakat yine de teferruata girmiş sayılmayız.
Bize bu mevzûda esas gerekli olan, şeytanların yaklaşma yollarını ve ebedî hayatımızın teminatı olan iman evimizden bizi vurabileceği hile ve desiselerini tesbit edip, gerekli çareleri bulup kullanmaktır.
2. Şeytanın yaratılmasının ve insanları yoldan çıkarmasına müsâade edilmesinin hikmeti nedir?
a. Şeytan yaratılmasaydı, insanın yaratılmasının bir hikmeti olmazdı. Bir defa, Allah (cc)'ın asla günah işlemeyen ve şeytanın vesvesesine maruz kalmayan melekler gibi sayılmayacak kadar çok yaratığı vardır. Allah (cc), insandan ayrı ve farklı olarak nebatâtı ve hayvanâtı yarattığı gibi, İlâhi san'atları meleklerden farklı şekilde aksettiren aynalar olarak da insanları yaratmayı murad buyurmuştur. Evet, yarattığı insanların mahiyetlerinde meknî bulunan kabiliyetlerin inkişafı, gelişmesi ve özlerinin ortaya çıkması için de, karşılarına bir tahrik ve teşvik unsuru ve bir terakkî vesilesi olarak şeytan ve habîs ruhları çıkarmıştır. İçindeki kibir ve isyan ukdesini dışa vuran şeytan, yaptığı işi şuurlu olarak yapmaktadır. Şeytan, insanı arkadan kovalayan rakip bir maratoncu gibidir. İnsanın hedefe varabilmesi, muzaffer olabilmesi için, peşini bir an olsun bırakmayan bu ezelî rakibini aşabilmesi, geride bırakması ve ondan daima önde ve daha ileride olması gerekmektedir. Eğer kendisine böyle tahrik ve teşvik unsuru olabilecek bir rakip ve hasmı bulunmasaydı, onun bu ciddî yarışı yapması ve kabiliyetlerini geliştirmesi kat’iyyen gerçekleşmeyecekti; daha doğrusu, kabiliyetlerini geliştireceği zemini bulamayacak ve neticede de körelip gidecekti. İnsanoğlu, en yüksek insanlık derecesini ve insan-ı kâmil mertebesini bu ezelî hasmına karşı verdiği mücadele ile elde etmiş ve bağrında Ebû Bekirler yetiştirmiştir.. ve yine aynı insanoğlu, bu müsabakadaki acz ve iradesizliğiyle de Ebu cehillerin meşcereliği olmuştur.
b. Şer olan, şeytanın yaratılması değil, ona tâbi olup şer işlemektir. Nasıl herhangi bir cinayete, o cinayette kullanılan bıçak veya tabanca değil de, cinayeti işleyen eller gerçek sebep olarak gösteriliyorsa, aynı şekilde, şeytan da insanın işlediği şerlerde kanlı bir alettir ve asıl suçlu, bu aleti isti’mal eden kanlı eldir. Evet, insandaki nefis ve nefsin emrine girmiş olan irâdenin, şeytana ait telkinatın tesiri altında bazı kötülükleri işlemekte ulaşdıkları kötü neticelerin esas sebebi şeytan değildir. Şeytan ve şerler, âdi birer sebepdirler; hakikî illet, insanın iradesidir. Evet insanlar, şeytanın varolmasıyla değil, kendi irâdeleriyle kötülük işlemektedirler.
c. İnsan, her şeyi kendi dar dairesinde ve elindeki küçük neticelere göre değerlendirme meylindedir; oysa Allah (cc)’ın yaratması, umum neticelere ve faydalara bakar. Meselâ, içine elimizi soktuğumuzda ateş, elimizi yakar; -ki, bu bir kesbdir- şimdi, ateşe “bütünüyle zararlıdır” diyebilir miyiz? Haddizatında, onu şerli ve zararlı yapan bizzat kendimiziz. Haydi bu türden cüz'î zararları olduğunu kabul etsek bile, biz onun umumî neticelerine bakıp, ateşin fayda ve lüzumlu olduğuna hükmederiz. Elektrik de böyledir, yağmur da.. Allah (cc), birşeyi yaratırken umum neticelere bakar. İşte Şeytan da, yaratılış noktasında böyle umumi neticelere bakar; Ebu Cehil'in irâdesinin dahliyle Cehennem'e sürüklenmesinde de, Ebu Bekir (ra) gibi elmas ruhlu binlerce evliya, asfiya ve kâmil mü'minlerin terakki edip, cennetlere yükselmesinde de şeytanın fonksiyonu vardır.
d. Büyük ve küllî neticelerini bırakıp da, cüz'î şerlere sebep oldular diye ateş, elektrik veya yağmuru muzır görüyor ve “olmasalardı!” diyor muyuz? Hayır. Aynı şekilde, “Neden şeytan yaratıldı” da diyemeyiz. Nasıl umum bedenin sıhhati ve bu sıhhatin devamı adına cüz'î bir şer sayılan, kangren olmuş eli veya kolu kesiyoruz; aynen öyle de, getirdiği büyük netice ve faydalara binaen, bir takım şerlerden dolayı şeytanın varlığına da ses çıkarmamamız gerekir. Askerlerimiz ölüyor diye askerlik mesleğini kaldıralım ve muharebeye gitmeyelim diyebilir miyiz? Bunun gibi, şeytanın süsleyip püslemeleriyle alıp götürdükleri, Nebî’nin iman adına kazandırdıklarının yanında binde bir nisbetinde ya vardır ya da yoktur. “Nasıl olur? Şeytanın iğvasıyla binlerce insan Cehennem'e gitmiyor mu?” denemez. Çünkü, mü'mindeki keyfiyet, kafirdeki kemmiyetten hem daha önemli, hem daha üstündür. Bir insanın hayatı mı daha önemlidir, yoksa bin böceğin hayatı mı? Bin hurma çekirdeğinden 11'i ağaç olup, gerisi çürüdüğünde, bin çekirdeğe sahip olmak mı, yoksa 989’unun çürümesine rağmen 11 hurma ağacına sahip olmak mı daha kârlıdır?
3. Vesvese nedir?
Vesvese, Şeytanın insan kalbini kurcalaması ve hayâl aynasına bir kısım resim ve manzaralar, hâtıra ve hayâller atması demektir. Şeytanın bir insana, bilhassa mü'mine karşı oynayacağı son oyun, kullanacağı son siper, son mevzî ve silah, vesvesedir. O, küfür ve dalâlet adına alt edemediği kimseye karşı çaresizliğinin ifadesi olarak ‘vesvese’ ok ve mermisini kullanır. Bir cihetle vesvese, şeytanın “Bana yâr olmadın, kendine de olma” düşüncesiyle, mü'mini kendinden etme çırpınış ve gayretidir.
4. Lümme-i şeytaniye nedir?
Lümme-i şeytaniye, Şeytanın kendine mahsus topunu, tüfeğini, okunu çevirip, nişan aldığı mü'minin kalp merkezinde önemli bir noktadır... İnsan kalbinde bir bant gibi kayıt yapan, meleğin ilhamının geldiği santralin yanıbaşında bir de şeytanın yağdırdığı şüphe, tereddüt ve vesvese oklarına hedef olabilecek santral vardır. Bu, aynen aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile siyah ve mat yüzünün bir arada bulunması, bir odada mü'minle kafirin yanyana durması gibidir. Biliyorsunuz, pilde bile (-) ve (+) kutuplar vardır. Bir ma’nâda bunlar da, böyle bir tamamlaycılık içindedir.
5. Vesvese daha çok kimlerde olur?
Mübtedî müslümanlarda, işe yeni başlamışlarda pek vesvese olmaz. Vesvese, daha çok kendini can ü gönülden Din'e vermiş, zimamı ve dizginleri şeytanın elinden koparıp almış, Allah (cc)'a karşı ubudiyetini az çok yapan ve iman mevzûunda da terakki edip saffete ulaşan bazı müslümanlarda olur. Kalbî istidadlarıyla iç âleminde ilerleme yolunda olan, arşiye ve kavsiyeler çizerek insan-ı kâmil mertebesine doğru tırmanan mü'minler, yolun puslu noktalarında şeytanın vesvesesi ile yüz yüze gelirler. Evet insan, ruhun semalarına doğru yükselirken, her menzilde şeytan ayrı bir tuzak kurar ve bekler.. kendine göre en müsait anda okunu çekip atar ve kendine ait yamaçların yeşermesi için kalbe vesvese salar. Demek ki vesvese, biraz da iman babındaki derinlik ve isti’dât’a karşı şeytanın bir kıskançlık ve reaksiyonu oluyor.
Vesvese, bazen asabî ve hassas ruhlarda, bazen de fazla gıda alan tenperverlerde olur. Mü'mindeki vesvese, buhranlar ve deprasyonlar şeklinde değil de, rahatsızlık verebilecek türdendir. Mümin çok müterakki de olsa, yine kendisine vesvese gelebilir. Hattâ, Sahabe'den sonra en büyük şahsiyetlerden İmam-ı Rabbanî bile vesveseye maruz kalabilir. Her vesveseye müptelâ insanın mutlaka müterakkî ve yükseliyor olması gerekmediği gibi, vesveseye ma’ruz kalmayanın da sükut ediyor olması lâzım gelmez.
Vesvese, kâfirde olmaz. Kâfirin küfrü vesvese değil, belki hesaplı, plânlı ve inadî bir küfürdür. Kâfirde bunalımlar, iç buhranlar, tatminsizlikler, sıkıntılar olabilir. Fakat bütün bunlar, onu iyice saldırgan ve mütecaviz kılar. Şeytan, kendisine orijinal ve yeni yeni felsefeler üfler; inkârcılık adına çeşitli fikirler verir ve sonunda kâfire kendini de inkâr ettirerek, “şeytan yok” dedirtir.
Evet şeytan, kendi defterine kaydolmuş, zimamını eline vermiş ve arkasından tıpış tıpış gelen kimselere vesvese vermez. Keza şeytan, onun atmosferi ve manyetik alanı içinde daire çizip duran, yerinde sayan, gözleri bağlı, beyinleri gözlerinde ve kalbleri midelerinde olanlara da ilişmez. Onlar, onun kafesinde ve tuzağında eli-kolu bağlı avlardır; “ne yapalım da kurtulalım” demeyen avlar. Onlar şeytandan, o da onlardan memnun geçinip gitmektedirler; tabii ki gidecekleri yere kadar...
6. Şeytanın vesvese vermedeki gayesi nedir?
Şeytan inanmış, iman ve akide zaviyesinden ma'mur, ibâdetlerini yerine getiren mü'minin kalbine girip, onu küfre sevkedemez. Ve, hiçbir zaman onun kalbinde Allah (cc)'ın marifet ve muhabbetinin, Fahr-i Kâinat (sav)'in sünnetine ittiba ve iktida düşüncesinin yerini alamaz; ona ibâdetlerini terkettirme mevzuunda başarı kazanamaz. Çünkü mü'min, her şeye rağmen sürekli terakkî etmekte, Allah (cc)'a kurbiyet kazanmakta ve ruhuyla, duygularıyla, cismiyle nurdan bir helezon içinde yükselmektedir. Bu durumda şeytan, “Hiç olmazsa son mevziinden ona taş atayım; vesvese oklarıyla kalbini bulandırmaya ve ibâdetlerindeki huzurunu bozmaya çalışayım. Belki onu meşgûl ederim; ederim de, “Hiç böyle şey olmazdı, bu da ne?” der, vesveseye sahip çıkar ve derken “Bu kadarı da çekilmez ki” deme noktasına varır” umuduyla, mü’mine vesvese oklarını göndermeğe başlar. Bu oklara ma’ruz kalan vesveseli mü’minin başka zamanlarda aklına gelmeyen şeyler, namazda aklına üşüşür: Abdest aldıktan sonra, “Acaba kolumu yıkadım mı, başımı meshettim mi?” der ve tekrar abdest alır; bir daha, bir daha derken, artık abdest de, diğer ibâdetler de ona zor gelmeye başlar ve -Allah (cc) korusun- sonunda hepsini bırakıverir; neticede de, zaten hedefi kendisini ibadetlerden soğutmak olan şeytanın oyuncağı haline gelir.
Vesveseler ibâdetle alâkalı olabileceği gibi, akide ile ilgili mevzûlarda da olabilir. Bunun ötesinde şeytan, günahları süsleyerek hayâli bulandırır, hissiyatı tahrik eder ve insanı akıl, mantık, muhakeme dinlemez bir hezeyancı haline de getirebilir.
7. Şeytanın sağdan, soldan ve daha başka çok değişik yönlerden gelip, insana vurması ne demektir?
Şeytanın insana çeşitli yönlerden gelişi, onun içinde bulunduğu değişik durumlara göre değişik buudlarda fenalıklara karşı uyarılması ma'nâsını ifâde eder. Ma'nâ ve muhteva itibariyle çok buudlu olan insan, bu buudları geliştirmekle, cismaniyetine rağmen Cennet'e ehil hale gelir. Hattâ, daha dünyadayken bile Allah (cc)'ın kendisine bahşettiği âdeta melek kanatlarına benzer kanatları sayesinde ruhânîlerle temasa geçer, cinlerle görüşüp konuşur, meleklerle münasebet kurar ve ötelerden vicdanlara esip gelen hakikatları duyup, hissetmeye muvaffak olur. Buna karşılık, şeytanın da insanın içinde işleteceği bir takım madenler vardır; bütün himmet ve gayretini bu madenleri işletme üzerine teksif edip, insanı yoldan çıkarmak için uğraşır durur o. Evet, bir kısım fayda ve hikmetler için insanın mahiyetine konan şehvet, gazap, öfke , hiddet, akıl, hırs ve inat gibi şeylerden her biri, diyanetle ta’dil edilmediği takdirde vicdan mekanizması aleyhinde işlettirilebilir.. ve, bu işi yapan da şeytandır.
Meselâ, insan nefsanîlik mekanizmasının altında kaldığı sürece, vicdan, yani meleklik mekanizması, bütün erkâniyle ezilip gitmiş demektir. Meleklik inkişaf edince de nefsanîlik, bütün mekanizmasıyla vicdanın emrine girmiş sayılır. Şeytan, insanın özünü bulmasına karşı hep nefis mekanizmasını kullanır. Sözgelimi, vicdan mekanizması veya vicdanın erkanı diyeceğimiz noktalara hiç yanaşmaz veya yanaşamaz; çünkü orada irâde vardır; lâtife-i rabbaniye ve şuur vardır. İnsan, irâdesini kullanmasını biliyorsa, kendisine şeytan yanaşamaz; şuur ve lâtife-i rabbaniye ile kanatlı ise şeytanî engellere takılmaz ve irfan semalarında pervaz eder durur. Evet, insan kalbinin daima Allah (cc) ile doyduğu bu kuşakta kalbin kapıları, her zaman şeytana sürmelidir! Onun bütün velvele ve fırtınaları, dışarda ve kendine ait sahada cereyan eder.
Şeytanî ve melekî saha, insanın mahiyetinde birbirine o kadar yakındır ki, biri diğerinden her zaman müteessir olabilir. Meselâ, şeytanî tarafta patlayan bombanın radyoaktif te’sirleri melekî sahayı da te’siri altına alır. Yukarda temas ettiğimiz gibi, şeytan şehveti kurcalar ve insanı nefsanîliğe zorlar; aklı kurcalar, cerbezeye sürükler.. keza, insanın hırsını, öfkesini, kibrini, dünyâya tamâını tahrik eder; ağına düşürdüğü kimselerin his ve ruh dünyalarını bulandırmak ve onları kendilerinden uzaklaştırmak ister.
Fakat şeytan, hep fenalıklarını hissettirerek ve fena şeyler yaptırarak üzerimize gelmez. Soldan geldiği gibi sağdan, önden ve arkadan da gelir. Şeytanın, Allah (cc)'a karşı o korkunç düşmanlığını ve insanı nasıl baştan çıkaracağına dair terbiyesizce ve küstahça ifadelerini bizzat Kur’ân anlatmaktadır(A'raf, 7/17). Şeytan, önden gelir ve insanın ileriye matuf ümitlerini kırar; Haşr-ü neşri inkâr ettirir; “İslâm Dini, vazifesini bitirdi; artık bir daha dirilmeyecek” dedirtir; sinelere yeis atar, geleceği karanlık ve karadelikler, kaoslar gibi gösterir... Arkadan gelir, geçmişle alâkamızı, Nur-u Nübüvvet ve Nur-u Velâyet ile bağlarımızı keser, “Devir değişti, onlar geride kaldı” dedirtir. Yerinde mâziye sövdürür ve kökünü inkâr ettirir. Şeytan, bu şekilde geçmiş ve geleceğe ait menfezleri kapatıp, dün ve yarınla alâkalı bütün bağları kopardıktan sonra, bize içi zehir dolu bir düşünce tarzı ve süslü püslü bir hayat felsefesi takdim eder: “Geçmiş gelecek hep masal, bir daha dünyâya gelecek değilsin; geçen de geçti, sen şimdi yaşamana bak ve ömrünü berbad etme!..” der.
Soldan gelir, insanı açık ve bilinen günah akıntılarına çeker götürür. Beşinci kol faaliyetleri, şeytanın soldan gelip yardımcılarına gördürdüğü faaliyetlerdir. Günümüzde çok yaygın olan bütün haram yolları, şeytanın soldan çarpmasının neticesidir. Burada tek tek bunları sayıp dökerek bâtılı tasvir etmek istemiyoruz...
Evet, şeytanın bir diğer geliş şekli de, suret-i haktan görünmek ve fena şeyleri iyi göstermek suretiyledir ki, bir mü'min için en tehlikeli olanı da budur. Günahlara kapısını kapamış, ibâdetine düşkün bir mü'mine şeytan sağdan gelerek kendini beğendirme, muvaffakiyetleri nefsine, fenalık, şer ve hezimetleri de başkalarına nisbet ettirme yollarıyla başarı kuşağında ona kayıpların en acılarını tattırır. Evet mü'min, gece teheccüde kalkar; kalkar da, ertesi gün bunu başkalarına anlatırsa, şeytanın sağdan mühim bir darbesine maruz kalmış demektir. Yaptıklarımız ve anlattıklarımızdan ötürü başkaları tarafından medh ü senâ edilmeyi hedefliyor, iş ve hizmet değil de övülmeler hoşumuza gidiyor ve bu övgülerle coşuyorsak, şeytan bizi sağdan vuruyor demektir. Evet, böyle birinin, Kâbe'de tavaf ederken de, cephede en ön saflarda savaş verirken de işi bitiktir.
Ömer bin Abdülaziz (ra) , birine ifade âbidesi bir mektup yazar; sonra da, az çalımlı ve tumturaklı ifâdelerle yazdığını farkedince, nefsine bundan pay çıkar mülahazasıyla tutar, mektubu yırtar. Yaptığımız işler, vazifeler ve hizmetlerden dolayı nefsimizde bir çoşma, bir sevinç meydana geliyorsa, işin içine şeytandan bir şeyler karışmış olabileceği mülahazasıyla Cenâb-ı Hakk’a yönelmeli ve biatımızı yenilemeliyiz. Evet bize gereken, nefsimizin hoşuna giden şeylere iltifat etmemek; yaptığımızı Allah (cc) emrettiği için yapmak, amelin lâzımı olan hazları da ahirete bırakmaktır.
Her insan, Hakk’ın kendisine olan lûtuflarını düşünmek ve hangi mertebede olursa olsun, Hakk’ın ihsanlarına mazhariyetin şükrünü eda etmek mecburiyetindedir. O, Allah’a karşı sorumluluk ve şükrân vazifesini yerine getirecek, Allah da, engin rahmetinin muktezası olarak, onun niyet ve ihlâsına göre Cennet gibi, ebediyet gibi nimetlerle ihsanlarına ayrı bir derinlik kazandıracaktır.
Bunlardan başka, umumî ma'nâda, şeytanın sağdan yaklaşıp, büyük mes'eleleri küçük, küçük mes'eleleri ise büyük göstermesini de düşünebilirsiniz. Her zaman rastlarsınız; müslümandır, hacıdır ve caminin müdavimlerindendir. Allah(cc), ibâdetten ayırmasın. Fakat evinde namaz kılmayan evlâdları vardır; böyle bir durum karşısında kalbi çatlayıp devrilmez de, gelir, câmide teferruata ait bir mes’elenin kavgasını verir.. bazan böyle bir mes’ele, bid’at bile olabilir. Nesiller, sokaklarda derbeder ve perişandır; hatta bunların içinde onun da oğlu, kızı, torunu vardır; ama gel gör ki, bunları düşünüp üzüleceğine, üzülüp çare arayacağına kalkar, “Camide cenaze bekletilir mi; neden tesbih çekmiyorsunuz; ihlâsları neden okumuyorsunuz?” gibi teferruata ait mes’elelerin münakaşasını yapar. Bunlar, cenazenin arkasından yedinci, kırkıncı, elli ikinci gecelerdeki şenlikleri kaçırmazlar.. perşembe akşamları nikah tazelemez ve istiğfar merasimi yapmazsanız, sizi topa tutarlar. Evlerinin en mûtena yerinde bir Kur’ân-ı Kerim vardır ama, o hânede hiçbir fert ondan birşey anlamamaktadır. İşte bu ve benzeri haller de, şeytanın sağ tokadından da öte sağ kroşeleridir