Sanat Platformu (Sanat Hakkında Makaleler)

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Rüya, Sanat ve Gelecek
Ayse Yüce


Yaşadığımız dünyayı zenginleştiren ürünlerin yakın geçmişte birilerinin rüyalarından, sanatsal ya da bilimsel kurgularından ibaret olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Pek çok sanat alanı için eleştiri mekanizmasının gelişmesine de katkıda bulunan psikanaliz, feminizm, Marksizm, fütürizm gibi her türlü yenilik, başlangıçta yadırganmış ve gereksiz bulunmuştur. Bu yargılamanın sebebi önerilen ya da uygulanan düşüncelerin zamanın ötesinde bir algıyı sunması, yaşanan çağın kurulu düzenini ve entelektüel birikimini aşan veriler içermesidir.

Guilaume Apollinaire’in Kübist Ressamlar adlı kitabında, 1908'de Henri Matisse’nin gördüğü bir resim karşısında şaşırarak, alay etmek amacıyla resme 'kübik’ dediğini söylemesi ilginçtir. Kübist estetik, önce Andre Derain’ın zihninde oluşmuş ve Pablo Picasso'nun yapıtlarıyla kabul görmeye başlamıştır. Büyük bir ressam olan Henri Matisse'in bile algılarını alt üst eden bir estetik anlayışı, sanattan uzak olan insanlar için kim bilir ne denli yabancıdır. "Tasarlanmış gerçekçiliği ya da yaratılmış gerçekçiliği resmederken, ressam üç boyutun görünüşünü elde edebilir, bir bakıma kübikleştire bilir." diyen Apollinaire'in bu sözünde dikkat etmemiz gereken, tasarlanmış ya da yaratılmış gerçekliktir. Çünkü sanatçı, ister Edebiyatta ister plastik sanatlarda olsun, yar olan gerçeklikten çok tasarladığı, yarattığı bir gerçekliği kullanır ki bu da sanatın gelecekle olan bağını güçlendirir. ApoIlinaire, kübizmin dört kola ayrıldığından söz ediyor. Bunlar görülen gerçeklikten değil de bilginin sağladığı gerçeklikten alınmış öğelerle yeni bütünler resmetme sanatı olan bilimsel kübizm, görülen gerçeklikten alınma öğelerle yeni bütünler resmetme sanalı olan fiziksel kübizm, tümüyle sanatçı tarafından yaratılmış ve sanatçı tarafından kendilerine güçlü bir gerçeklik verilmiş öğeleri kullanan Orpheusçu kübizm, iç güdü ve sezgilerin sanatçıda uyandırdığı gerçekliği dönüştüren iç güdüsel kübizmdir. Görüldüğü gibi bu dört tanınım ortak yanı fiziksel kübizmde dahil sanatçının zihinsel dönüştürme etkinliğine dayanmasıdır. Ressam algıladığı gerçekliği değil kullandığı, sezdiği, arzuladığı gerçekliği kullanır. Sanatın gerçekçiliği bu şekilde İşliyor olması, sanatı zamanın önüne geçirir. Kurgulanan, arzulanan, çarpıtılan gerçeklik bir süre sonra kabul görür, canlanır ve yaşamaya başlar.

Sanatın bu özelliği nasıl kazandığı, gelmekte olanı hangi yollarla sezdiğini ve nasıl olup da önceden davrandığını kavramak için Freud ve Lacan'ın çalışmaları yol göstericidir. Freud rüyalar üzerine geniş çaplı çalışmalar yapmış, her rüyanın bir arzunun gerçekleşmesi olduğunu söylemiştir. Zamanla bu fikrini değiştirmiş, üretilen Edebiyat metinleriyle rüyalar arasında bir bağ kurarak, yaratıcı yazılan rüyalarla, yazarları ise gündüz rüya görenlerle eşleştirmiştir. Freud'a göre yazarları, yaratıcı yazılar yazmaya yöneten bilinç altıdır, tıpkı rüyada olduğu gibi. Freud'un rüya işlemleri olarak öne sürdüğü yoğunlaştırma ve yer değiştirme işlemleri de Edebi metinlerin özelliğidir. Yoğunlaştırma rüyada görünen pek çok simgenin gerçekler dünyasında bir tek nesneyi göstermesi anlamına gelir. Yer değiştirme ise bir nesnenin enerjisinin kendisinden ayrılıp başka bir nesneye eklenmesidir. Daha sonra Lacan bu verileri geliştirir ve bilinç dışının dil gibi yapılandığını söyleyerek Edebi metinlerin psikanalizle okunabileceğini gösterir. Burada sanatın bütünüyle bir rüya gibi algılanması değildir. Söz konuşu olan sanatın, bilinç dışıyla ayrılmazlığı ve bu ayrılmazlığın sanatçıya kazandırdığı özgürlüktür. Sanatçı üretirken rüyalarındaki kadar özgürdür. Rüyalarda nasıl fiziksel yasalardan, din, ahlak, toplum kurallarından bağımsız ve sansürden göreceli olarak uzaksa sanatta da öyledir. Bu durum sanatçıya içinde yaşadığı düzenin üstüne çıkma, bir üst dil yaratma, resim ya da heykel yoluyla gerçekli deforme etme yetkisini kazandırır.

Bugün sinemanın durumu sanatın geleceği yaşadığına yönelik iyi bir örnektir. Sinema, teknolojinin, tüm kaynaklarını kullanarak, hayal üretir. Ancak bu hayaller kısa bir süre sonra gerçekçiliği oluşturur. Filimde İcat edilen ve o an için çok ütopik görünen bir makine 20-30 yıl sonra günlük yaşama karışır, her gün kullanılan birkaç araç olur. Hollywood filmlerinin bazıları komplo teorileri üretecek kadar geleceği yakalamıştır. 11 Eylül'de ikiz kulelere yapılan saldırı, ‘Kod Adı Kılıç Balığı’ adlı filmi gündeme getirmiş, Amerika'nın bu saldırıyı kendisinin yaptırdığına dair söylentilerin doğmasına yol açmıştır. Bugün yedinci sanat olarak alınan sinemacıların gelecekte olacakları sezmesi ya da olacaklar için ihmal veren projeler üretmeleri dikkat çekicidir. Sanatla uğraşan insanların bilgiye olan açlığı, her türlü veriyi değerlendirmeleri, toplumsal rahatsızlıkların izini sürmeleri geleceği yakalamalarında etkili olan başka bir faktördür. Yine sanat ürünleri bir toplumun tabularını yıkarak daha özgür ve yaşanılanı bir dünya üretir. Böylece romanlarda, resimlerde ya da fîlmlerde tabular, günlük yaşamda olduğundan çok, daha önce yıkılır. Cinselliğin yaşanması, insanın kendi bedenini kullanma hakkına sahip olması, yüzyıllardır sanatla ifade edilirken, pratikte hala yasak olarak sürmektedir. Bu anlamda sanatın, insanlığı daha insancıl bir yaşama hazırladığı düşünülebilir.

Sanatın önceden davranma özelliğinin bir başka nedeni, sanatçıları psikolojik yapılarıyla ilgilidir. Roll May, ‘Yaratma Cesareti’ adlı yapıtında sanatçının cesaretinden ve toplumdan soyutlanmışlığından bahseder. Toplumcu gerçekçi sanatçılarda bile toplumun yaygın davranışlarından, kavrayışlarından ayrılan yanlar vardır ki bu şekilde sanatçı mutlak yalnızlığın içinde farkındalığını arttırır. Bir insan olarak neye ihtiyaç duyduğunu, ne tür eksikleri olduğunu ve nasıl doyuma ulaşacağını düşünür, bu süreç sanatçının kendisini keşfederken diğer insanları da keşfetmesiyle sonuçlanır ve tek bir sanat yapıtıyla onlarca yılda alınacak yol bir anda katledilebilir. Sanatçı melankoliktir, var olarda yetinmez. O, kendi kaderini belirlemek ister ve yasaları belirlenmiş bir dünyada yalamaktan hoşnut değildir. İşte kendi belirlediği yasalarla yasayacağı dünya onun kendi yapıtıdır ve bu yapıtı yaratmak için sonsuz bir cesarete sahiptir. Roll May yaratma cesaretini şöyle anlatır: "Bu cesaretin başlıca öz niteliği, bizim kendi varlığımız içinde onsuz kendimizi bir boşluk olarak hissedeceğimiz merkezileşmişliği gerektirmesidir. İçteki boşluk, dışla bir duygusuzluk ilişkisidir ve uzun vadede, bu duygusuzluk korkaklık olarak birikir. Bu yüzden bağlanışımızı her zaman kendi varlığımızın merkezinde temellendirmek zorundayız, yoksa hiçbir bağlanma otantik düzeye varamaz." May'in ifadesi daha önce dile getirdiğim bir düşünceyi destekler. Sanatçının mutlak yalnızlığı ve kendini keşfetmesi. Kendini keşfetmeden sanatçı, otantik olmayı başaracak ve böylece dünyaya yeni bir anlayış, yeni bir algı sunacaktır.

Gerçeküstücü Rene Magritte'in adlandırılması gerekmeyen resimleri adlandırması ve piponun altına ‘bu bir pipo değildir’, yazarak bir yandan bir pipoyla pipo resmini ayırıp, ressama nedenlerin görünen gerçekliğini çarpıtma hakkını temsil ederken, diğer yandan toplumun düzenlerine karşı çıkması da konumuz bağlamında değerlendirilebilir. Çünkü sanat bir karşı çıkma biçimidir aynı zamanda. Sanatçı İktidara, ideolojiye ya da toplumun aksayan değerlerine, koşullanmışlığına olan muhalefetini yapıtları yoluyla ortaya koyarak gelecekte yaşanacak dünyanın sınırlarını belirler. Bütün bunlar sanatın zamanın önünde yürüdüğünün basit örnekleridir. Bilgi , sezgi ve cesaretini yeteneğiyle birleştiren, yer ve gök arasında olup bitenleri kendince kavrayıp yepyeni bir gerçeklik boyutunda işleyen, hayal kuran ve rüya gören sanatçı içinde yaşadığı zaman elbette yetersiz kalacaktır.

KAYNAKÇA
GOMBRİCH, E.H.: Sanatın Öyküsü, RemziKitabevi, İstanbul,1980
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Sanatı ‘Aydınca’ görmek..

Kaya Özsezgin’in, 09.09.2005 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Jean Dubuffet tarafından yazılan, dilimize İsmet Birkan tarafından çevrilen ve Dost Yayınlarınca basılan kitaptan hareketle yaptığı alıntı ve yorumlar, okuduğum zaman ilgimi çekmiş ve üzerinde düşünülmesi gereken yazılardan biri olduğunu düşünerek, bu yazıyı, ilgili klasörüme kaldırmıştım. Özsezgin söz konusu yazısında, “Boğucu Kültür” adlı eserinde, Dubuffet’nin sanatta yerleşik kuralları sorgulayan yorumları ile Nurullah Ataç’ın ‘bölmeli kafalar’ sözüyle eleştirdiği aydın tutumu arasında saptadığı benzerliklerden yola çıkarak, bugün yerleşik bir konuma gelen aydın tavrını, kültür ve sanat planında sorgulayan görüşlere dikkat çekmiş. Özsezgin’in, bizleri (okurları), bugüne kadar yerleşik kültür değerlerinin kabul ettirdiği normlar üzerinde yeniden düşünmeye yönelteceğini düşünerek kaleme aldığı bir yazı bu. Olanca ağırlığıyla karşımızda duran bu soruna ilişkin kendi çalışmalarım henüz tamamlanmış olmaktan uzak olduğu, ne var ki sorun tüm yakıcılığı ve güncelliği ile karşımızda durmayı sürdürdüğü için bu yazıyı, çalışmalarımın sona ermesini beklemeden, bir an önce buraya asmak istedim. Bu nedenle de, konuya ilişkin kendi görüş ve yorumlarımı (şimdilik) bir kenarda tutarak, bu yazıyı sadece Sayın Kaya Özsezgin’in yorum ve açıklamalarına ayırdım.

“…Ona göre kafaları koşullandırma, günümüzde o dereceye varmıştır ki, Racine’in bir trajedisine ya da Rafaello’nun bir tablosuna pek değer vermediğini ‘itiraf’ eden bir kişiye rastlamak son derece ‘nadir’ bir olaydır. Hem aydınlar arasında hem de Dubuffet’nin ‘ötekiler’ dediği sıradan insanlar arasında, bu ‘mitsel değerler’ den kuşku duymak kimsenin aklına gelmez. Bunun başta gelen nedenlerinden biri, başka alanlarda da benzer durumlara tanık olduğumuz gibi, yerleşik kavramlara eleştirel gözle yaklaşma güdüsünden yoksunluğumuzdur. Sanatın elit bir kesimle sınırlı olması, yaşama bir türlü karışamaması, kişisel yargıları ister istemez arka plana itiyor, bırakın ‘fikir’ sahibi olmayı, ‘bilgi’ zahmetine bile katlanmadan, genelleşmiş yargıları paylaşma yanlışlığını doğuruyor. ‘sözde devrimci aydın’ları eleştiriyor Dubuffet, haklı olarak. Onun şu sözlerine siz de katılmaz mısınız?
‘Bu aydınlar için özel ‘kültürden arınma’ okulları kurulmalı ve oralarda uzun süre kalmalılar, Zira içlerine işlemiş kültür kalıplarından kurtulmak, ancak yavaş yavaş, küçük küçük adımlarla gerçekleşebilir.’ “
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
SANATSAL YANSIMALAR

Venedik’te İstanbul, İstanbul’da Venedik ...
Ecz. Emel ALTAN EGE

Venedik ve İstanbul ... Tarihleri boyunca sıklıkla çatışan ama asla birbirinden ayrı kalamayan “düşman kardeşler” misali, her dönem çekici, yaratıcı, sürprizlerle dolu benzerlikleriyle şaşkınlık yaratan iki güzel kent. Biri “Adriyatik’in İncisi”, diğeri “Akdeniz’in Kraliçesi”. Büyük Kanal (Canale Grande) ve İstanbul Boğazı; iki kıyısında yer alan yüzlerce yıllık ihtişamlı yapılarla hayranlık uyandıran, dünyanın en güzel iki “su” yolu. Şimdi, günün farklı saatlerinde bu iki kentin sarıdan kızıla, maviden yeşile, turkuvazdan laciverde dönüşen sularında her zamankinden faklı yansımalar var. Venedik’te İstanbul’un, İstanbul’da Venedik’in sanatsal yansımaları ...

12 haziran 2005 günü açılan 51. Venedik Bienali’ne Türkiye’yi temsilen “Olmayan Varolan” adını verdiği çalışmasıyla katılan Hüseyin Çağlayan’ın etkinlik afişi, Levi Vakfı’na ait, Parma Düşesi’nin eski sarayı, 17. y.y.dan kalma Palazzo Giustinian-Lolin’in cephesinde yer alırken, Kanal’ın diğer ucunda, 1621’den itibaren Türk tüccarların yerleşimine tahsis edilmiş olan bir başka sarayda, Fondaco dei Turchi’de ( Türk Hanı), Büyük Kanal’ın bu en geniş cepheli yapısında, zarif sütunlu pencerelere yerleşmiş “hanım sultanlar”, “Harem”in gizemli atmosferini İstanbul’dan Venedik’e taşımış gibi.

“Venedik’te Sultanlar” adlı serginin yaratıcısı İsmail Acar, Bienal’le eşzamanlı sergi açmak üzere Venedik Belediye Başkanı tarafından davet edilmişti. 13.y.y.da yapılan ve 1381 yılında Ferrara Dükü tarafından satın alınan bu görkemli bina, Türkler’e verildikten sonra bir dizi onarım geçirmiş 52 odası, 24 dükkanı, mescidi ve hamamı ile tam anlamıyla bir Türk yapısına dönüşerek, şimdi de Osmanlı’nın efsaneleşen sultanlarına ev sahipliği yapıyordu. Bir zamanlar başkent İstanbul’un en ihtişamlı sarayından Boğaz’ın eşsiz manzarasını seyre dalan hanım sultanlar, asırlar öncesinden bugünlere ulaşan dillere destan güzellikleriyle Büyük Kanal’da “arz-ı endam” etmekteydiler. Sergi, İstanbul’un yüzyıllara damgasını vuran ve Venedik’te hep merak uyandıran “Harem” büyüsünü buraya taşıyordu. Kanala bakan diğer saray-evlerde ise Acar’ın çizimleriyle canlanan padişah portreleri Kanal’a yansıyan ihtişamlarıyla “gözdelerini” selamlar gibiydi. Bu İstanbul’un Venedik’e yansımasıydı.

İsmail Acar, Venedik’e gitmezden hemen önce İstanbul’da bir başka buluşmanın konuğu olmuştu. Cam Ocağı’ndaki “1200*C’de Kontrbas” isimli etkinlikte Muranolu cam ustası Davide Salvadore ile birlikte ilginç bir çalışmaya imza atmış, onun çizimleriyle hayat bulan padişah ve hanım sultan portreleri, felzeli (bir çeşit tente) gondol benzeri teknenin tarihi yarımada siluetinde Venedik’i çağrıştıran görüntüsü, ortaçağdan bir kontrbasçı figürü ve İznik çinilerinin vazgeçilmezi ateş kırmızısı karanfiller, Salvadore’nin usta ellerinde 1200*C sıcakta harika cam vazolara dönüşmüştü. Camın şeffaflığına yansıyanlar bu kez, bir Venedikli ve bir İstanbullu sanatçının ortak emeğini simgeliyordu.

Derken, 14 haziran günü, Boğaz’ın en görkemli yapılarından birinde, 1850’lerden itibaren Osmanlı’nın son padişahlarına ev sahipliği yapan Dolmabahçe Sarayı’nda Venedik-Muranolu ustalarla Türk sanatçıların eserlerinden oluşan “Camda Sanatsal Yansımalar” adlı serginin açılışı yapıldı. 1915-2000 Rinaldi Koleksiyonu’na ait 30 kadar Murano cam eseri ile son dönem Türk cam sanatçılarının eserleri sarayın Camlı Köşk’ünde bir araya getirildi. TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı ile İtalyan Kültür Merkezi işbirliğinde düzenlenen sergi, Türk sanatçıların Venedik’e damgasını vurduğu günlerde, İstanbul’da bir Venedik esintisi yaratması nedeniyle daha bir anlam kazanıyordu.

İstanbul ve Venedik ... Yüzünü Akdeniz’e dönmüş iki ülkenin, tarihe damgasını vuran iki muhteşem kenti. Dünyanın en güzel su yollarından biri olan Boğaz’ın serin sularında asırlardan beri yansıyan emsalsiz sarayların, biblo gibi yalıların görüntüsüne şimdi Murano camlarının harika ışıltıları renk katarken, aynı unvanı paylaşan Büyük Kanal’da ışığın sularla dansını izleyen “Sultanlar”, Venedik’in o hiç bozulmayan Ortaçağ görüntüsüne faklı bir gizem katıyor.

Venedik İstanbul’da, İstanbul Venedik’te, sulara “sanatla” dalga dalga yansıyor ...

Emel ALTAN EGE - 17 Haziran 2005
 
Top