Peygamber Efendimizin Taht ve Baht Odasının sırları

Suskun

V.I.P
V.I.P
Asırlardır atlas bohçalar, altın, gümüş sandıklar içinde saklanan Kutsal Emanetler, ilk kez gün yüzüne çıktı. Peygamberin kokusunu, asr-ı saadetin izini taşıyan hatıralar fotoğraflanıp hikayeleriyle birlikte okuyucuya aktarıldı.

Veda Haccı’nda Peygamberimiz (s.a.v), kurbanını kesmiş, tıraşını olmaktadır. Kesilen saçlarını Ebû Talhatü’l Ensârî’ye vererek etrafına toplanan ashabına dağıtılmasını ister. Sahabeler saç tellerinden bir tekini dahi yere düşürmeden kapışırlar. Sıra nûr—ı ilâhîye ayna olan alnına dökülen perçemlerin kesilmesine gelmiştir. Allah’ın kılıcı Halid bin Velid ileriye atılır; “Yâ Resûlallah, alnının saçını bana ver. Hiç kimseyi bu hususta bana tercih etme. Anam, babam sana feda olsun” diye yalvarmaya başlar.

Hazreti Ebubekir (r.a), şahit olduğu bu manzarayı, “Halid bin Velid’in Uhud’da, Hendek’te, Hudeybiye’de ve karşılaştığımız her savaş yerinde bize yaptıklarını gözümün önüne getirdim, bir de kurban günü Resûlullah Aleyhisselâm’ın başını tıraş ettirirken Ona ‘Yâ Resûlallah, alnının saçını bana ver. Hiç kimseyi bu hususta bana tercih etme. Anam, babam sana feda olsun’ diyerek yalvarışına ve Resûlullah Aleyhisselâm’ın alın saçını alınca onları gözlerine sürüşüne baktım da hayrette kaldım” şeklinde anlatır.

Aradan yıllar geçmiş, Yemame Savaşı olanca şiddetiyle cereyan etmektedir. Çarpışmalar sırasında Halid bin Velid’in başından sarığı düşer. Yere düşen sarığını almak için canını düşünmeden düşmanlar arasına dalar. Etrafındakiler bu hali garipseyerek ikaz eder. Hazreti Halid, “Ben bunu başlığımın kıymetinden dolayı yapmıyorum. Fakat onun içinde Peygamber Aleyhisselâm’ın saçı bulunduğu için müşriklerin eline düşmesini istemiyorum” der ve ekler; “Ben onu hangi tarafa yönelttimse orası fetholundu.”

Sahabelerin muhafaza ettikleri ve canlarından çok sevdikleri Peygamber’in (s.a.v) izini taşıyan bu hatıralar, nesilden nesile aynı sevgi ve hürmet hissiyle korundu. Yavuz’un Mısır’ı fethetmesinin ardından da yavaş yavaş Devlet—i Aliyye’nin idare merkezinde toplanmaya başladı. 20. asra ulaşıldığında, her padişah döneminde gelen hatıralarla, Topkapı Sarayı’nda paha biçilemeyecek bir koleksiyon oluştu.

Mukaddes Emanetler, Lozan’da da tartışmalara konu oldu. Arabistan’ı işgal altında bulunduran İngiltere konuyu müzakere masasına taşımıştı. Henüz teşekkül etmekte olan yeni Türk devleti bu Emanetlerin teslimine hiçbir şekilde razı olmadı. Sarayın müze olmasından sonra her parça ayrı ayrı kayıt altına alındı. Eskiden olduğu gibi sandıkları, bohçaları içinde muhafazalarına devam edildi. Sınırlı sayıdaki bir kısmı ise 1960’lı yıllarda müze idaresi tarafından ziyarete açıldı. Fakat asırların hatıralarını taşıyan muhteşem dairenin gömme dolaplarındaki mukaddes hatıralar hep sırlı kaldı.

Esasen Osmanlı döneminde de Emanetler saklı idi. Her biri bazen kırk kata varan bohçalara sarılır, kıymetli sandıklara koyulur, kilitlenip, padişahın mührüyle mühürlenirdi. Sandıkların anahtarları, padişah namına en yakın adamlarından silahtar ağada dururdu. Hizmetlileri sadece dışından temizliklerini yapar, yanında yirmi dört saat boyunca Kur’an—ı Kerim okurdu. Hırka—i Saadet Dairesi, üzerindeki perdeyi ilk kez bir kitap ile araladı. Işık Yayınları’ndan çıkan ‘Hırka—i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler’ isimli kitap, Mukaddes Emanetleri okuyucu kadar bu konuyla ilgilenen araştırmacılarla da buluşturdu.

Eser Topkapı Sarayı Müzesi Müdür Yardımcısı Hilmi Aydın’ın yaklaşık 9 yıl süren çalışmaları sonucunda oluşturuldu. Dergimizin editörlerinden Ahmet Doğru’nun da metin editörlüğünü yaptığı kitap, alanında ilk olması bakımından büyük önem taşıyor.

Padişahların yanıbaşında

Hırka—i Saadet Dairesi, adını Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) şair Ka’b bin Züheyr’e huzur—ı saadetlerinde Müslüman olduğunda hediye ettiği hırkadan alıyor. Arapların meşhur şairlerinden olan Ka’b, İslamiyet aleyhindeki şiirlerinden ve sözlerinden dolayı Peygaberimiz’in (s.a.v) nerede görülürse öldürülmesi emrine muhatap oldu. Daha önce Müslüman olan kardeşinin ikazı üzerine, hakkındaki ölüm emrine aldırmadan Medine’ye geldi, Mescid—i Nebevi’ye girdi. Peygamber Efendimiz’e Müslüman olan bir kimsenin geçmiş hatalarının bağışlanıp bağışlanmayacağını sordu. Müspet cevap alınca “Bu Ka’b olsa da mı?” diye ilave etti. Allah Rasûlü bu soruya da olumlu cevap verdi. Ka’b (r.a) kimliğini açıklayıp Kaside—i Bürde ismiyle tarihe geçen eserini okumaya başladı. “Muhammed Aleyhisselâm kınından çıkmış bir kılıçtır / Cihan onun nurundan feyz alır” mısrasına gelince Efendimiz (s.a.v) sırtındaki hırkasını çıkardı, şairin sırtına bıraktı. Ka’b, Hazreti Peygamberin (s.a.v) gül kokusunu taşıyan bu hırkayı ömrü boyunca muhafaza etti, çok yüksek fiyat teklif edilmesine rağmen bir ipliğini feda etmedi. Muaviye tarafından vârislerinden alınıp halifelere geçen hırka, Yavuz’la birlikte İstanbul’a geldi.

Hırka—i Saadet Dairesi aslında padişahların taht odası. 19. asra kadar padişahlar bu odada yaşarlarmış. Hırka—i Saadet de başuçlarında dururmuş. Ayrıca yanında hayırların fethi, belaların def’i için ara vermeksizin Kur’an okunurmuş. Padişahlar gittikleri yerlere altın işlemeli bohçalara sarıp, altın sandıklara koydukları bu aziz hatırayı da beraber götürürlermiş.

Hırka—i Saadet, halka hiç gösterilmemiş. Senede bir kere, ramazanın on beşinde saray içi bir merasimle protokole ziyaret ettirilirmiş. Osmanlı teşrifatının en önemli merasimlerinden olan bu adet, saltanatın kaldırılmasına kadar ara vermeden devam etmiş. Hırka—i Saadet, Cumhuriyet devrinde saray müze olduktan sonra da hem hürmeten, hem de on dört asırlık kumaşın ortamdan zarar görmemesi için açılmamış. Hilmi Aydın, ancak İslam ülkelerinin devlet başkanları gibi özel ziyaretçiler için resmi izinle açıldığını söylüyor. Günümüzde bazı Emanetlerin vitrinlere yerleştirilmesine rağmen Hırka—i Saadet Abdülaziz’in yaptırdığı altın sandığının dışından ziyaret edilebiliyor. Bugüne kadar fotoğrafı da bulunmayan Hırka—i Saadet ilk kez bu kitapla gözleri şenlendiriyor.

Sadece Hırka—i Saadet değil, birçok Emanetin fotoğrafları ilk kez bu kitapta yayınlandı. Bunların en kıymetlilerinden biri de Sancak—ı Şerif. Cenab—ı Peygamber’in (s.a.v) zat—ı şeriflerine ait Ukab isimli siyah yünlü kumaştan Sancak—ı Şerifleri sıra ile dört halifenin emanetinde olarak harplerde ordunun önünde taşındı. Daha sonra da Emevi ve Abbasi halifelerine intikal etti. Bağdat’ın Moğollar tarafından işgali üzerine Mısır’a kaçan Abbasi halifesi, Sancak—ı Şerifi de diğer emanetler ile birlikte Mısır’a götürdü. Mısır’ın Yavuz Sultan Selim Han Cennetmekân tarafından alınması üzerine Osmanlılara geçti. Osmanlılar Hazreti Peygamber’in (s.a.v) yâdigârı olan Sancak—ı Şerif yıpranıp adeta toz haline geldiği için korumaya alıp yeşil atlastan yeni bir sancak yaptırdı ve üzerine asıl Sancak—ı Şeriften parçalar diktirdi. Bu sancak saraydan merasimle çıkar ve harplere giderdi. Saraydan çıkıp geri gelinceye kadar da yanı başında Seyyidlerden oluşan bir cemaat tarafından Fetih sûresi okunurdu.

Peygamber Efendimizin (s.a.v) başı üzerinde dalgalanan, İslam tarihinin şanlı harplerine, sahabelerin canlarını ortaya koyuşlarına şahit olan Sancak—ı Şerif, sadece harplerde değil ihtilallerde de çıkartılır, halkın altında toplanması istenirdi. Vak’a—i Hayriye’de imparatorluğun kaç asırlık ordusu Yeniçeri ocağı, birkaç saat içinde böyle kaldırılmıştı.

Hırka—i Saadet Dairesi’nde 605 Emanet

Günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi Mukaddes Emanetler Bölümü envanterinde kayıtlı olan Mukaddes Emanetlerin toplam sayısı 605. Bunların yanı sıra müzenin Hazine, Silah, Kumaş ve Kütüphane gibi bölümlerinde de esasen Emanet niteliğini haiz birçok obje bulunuyor. Envantere kayıtlı 605 Emanetten sadece 100’ü sergilenebilmiş. Geriye kalanların ne oldukları bilindiği için sergilenememeleri kayıp sayılmıyor. Ve bu eserler yüzyıllardır korundukları şekliyle geleceğe taşınacak hâlde muhafaza ediliyor. Yine eskiden olduğu gibi yanı başında Kur’an—ı Kerim okunuyor. İnsanlar yanı başlarında Peygamber Aleyhisselâm’ın aziz hatıralarının bulunmasının, O’nun (s.a.v) sancağının gölgesi altında olmanın huzurunu yaşıyor.

Bir kısmını Fahrettin Paşa getirdi

Topkapı Sarayı’na Yavuz Sultan Selim’le başlayan Emanet akışı, 20. yüzyıl başlarına kadar çeşitli yollarla devam etti. 19. ve 20. yüzyıl başlarında, bu tarz hatıralara hürmet göstermeyi bir nevi şirk olarak algılayan Vehhabiler’in tahribatından koruma düşüncesi de onların büyük titizlik ve hürmetle korundukları İstanbul’a gönderilmelerine neden olmuş. I. Dünya Savaşı sırasında Medine—i Münevvere’nin teslimi söz konusu olunca “Ben Peygamberimin kabrini teslim etmem” diyerek gerçekleştirdiği müdafaa ile tarihe geçen Medine Muhafızı Fahreddin Paşa, asırlar boyu sürre ile birlikte gönderilip Ravza—i Mutahhare’de biriken kıymetli eşya ile birtakım Emanetleri İstanbul’a gönderdi. Buna rağmen birçok kaynak Vehhabi akımı sırasında Hz. Hüseyin’in kabri ile birlikte Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) kabrindeki mücevherlerin talan edildiğini aktarır.

“Hırka—i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler” kitabının yazarı Hilmi Aydın, o dönemlerde ciddi bir yağmanın yapıldığının altını çiziyor; “O dönemde İstanbul’a gelmeyip Arabistan’da kalmış Emanetlerin büyük zarar gördüğünü kaynaklar bize aktarıyor. 1818 tarihindeki bir olay ve tutanak Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde karşımıza çıkıyor. Osmanlı’ya intikal eden Emanetler kadar Peygamber ve Sahabi’ye ait bütün nesneler önemlidir. Bunların bir kısmı o akımla birlikte talan edildi. Bunların ne olduğunu bilmiyoruz ama çok olduklarını kaynaklar belirtiyor.” Kayıp Emanetleri bütün İslam âlemi ile birlikte, konuyu takip eden bilimadamları ve tarihçiler de merak ediyor. Tabii bu zamana kadar herhangi bir kurum, kuruluş veya devlet tarafından resmî bir girişim yapılmış değil.

“Çok etkilendim”

Hırka—i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler kitabı geçmiş peygamberlere ait hatıraları da ihtiva ettiğinden sadece Müslümanlar için değil, diğer dinlere mensup kişiler için de önemli bir kaynak niteliğinde. Hz. İbrahim’in granitten oyularak yapılmış tenceresi, Hz. Yusuf’un sarığı, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye bölüp yol açan asası, Hz. Yahya’nın kol ve kafatası kemikleri de kitapta yer alan Emanetler arasında.

Hilmi Aydın, çalışmaları sırasında, depolardaki soğuk havadan dolayı zaman zaman ağır rahatsızlıklar geçirmiş. Ama, bütün bu çalışmaların ve zahmetin eserler karşısında değerinin olmadığını düşünüyor; “Birçok emanetin gerçek mahiyetlerinin ortaya çıkmasına yardımcı oldu. Soğuk depolarda çalıştık. Has Oda’da bazen saatlerce çekim yapmak zorunda kaldık. Hastalandık, yorulduk. Ama her parça bizi ayrı ayrı heyecanlandırdı. Her eser beni derinden etkiledi.”

Hilmi Aydın, Emanetlerin gelecek kuşaklara rahatlıkla taşınacağının da altını çizerek yaptığı çalışmayı şöyle değerlendiriyor; “Mukaddes Emanetler şu anda iyi muhafaza ediliyor. Profesyonel müzecilik anlayışı ile bir çalışma yürütüyoruz. Kitapla eserlerin varlığını bir nevi kayıt altına alıp kamuoyunu bilgilendirmiş olduk. İnsanlar Topkapı Sarayı Müzesi’nde hangi Emanetlerin olduğunu öğrenmiş olacak ve hatıralarında saklayacak. Herkesin gelip müzeyi ziyaret etme imkanı olmayabilir. Kaldı ki, Emanetlerin tamamı da sergilenmiyor.”

Kitap gerçekten de bu değerli hazineyi kayıt altına alıp, Peygamber âşıklarına ondan birer hatıra arz ederken, araştırmacılara da kaynak sunuyor. Bu kitapta yer alan her bir hatıranın üzerinde durmak, her biri için ayrı ayrı kitaplar yazmak mümkün. Bu itibarla konuya bitmiş bir araştırma olarak bakmamak gerekiyor. Kitabı hazırlayan ekip, son ana kadar bu gelişmelerin şahidi olmuş. Hatta Tebbet sûresinin vahiy kâtipleri tarafından yazılmış ilk nüshalarından olduğu tahmin edilen deri üzerine yazılı metin, kitap baskıya girmeden birkaç gün önce okunup tespit edilmiş. Bütün hazırlıklar bitmesine rağmen o sayfaların mizanpajında değişiklik yapılarak kitaba konmuş.

Kitabın metin editörlüğünü Ahmet Doğru yapmış. Doğru, mevcut bilgi ve envanter kayıtlarını birleştirip, hadisler ve İslam tarihi ile ilgili eserlerle kıyaslamış. Böylece ortaya en doğru ve geniş bilgiyi çıkarmış. Doğru; Kutsal Emanetler’in envanteri varmış ama bir çoğunun kime ait oldukları bilinmiyormuş. Biz hadis, şemail, İslam tarihiyle ilgili kaynaklardan faydalanıp, bu dairede muhafaza edilen hatıraların neler olduğunu ve hikayelerini tespite çalıştık. Maksadımız, Süleyman Çelebi’nin ‘Ümmetin olduğumuz devlet yeter / Hizmetin kıldığımız izzet yeter’ dediği İki Cihan Sultanı Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’in ümmetliğinde, hizmetinde bulunmak. Evvel geçenlerin bize kadar ulaştırdıkları O’na (s.a.v) ait izlerin, hatıraların ardımızdan gelenlere zayi olmadan intikalinde bir basamak olduysak, bu bahtiyarlık yeter” şeklinde görüş belirtiyor.

Mukaddes Emanetler kitabı Topkapı Sarayı’nın ilk müdürlerinden rahmetli Tahsin Öz’ün 1953’te yayınladığı Emanat—ı Mukaddese kitabı sayılmazsa alanındaki ilk kaynak eser. Öz, sarayın müzeye çevrilmesi sırasında envanterleme çalışmaları yapılırken bir araya getirdiği bilgileri siyah beyaz resimli, küçük ebattaki bir kitapta toplamış. İmkanlar dahilinde iyi niyetle hazırlanmış olsa da kitabın içerdiği bilgiler çok sınırlı ve dairenin barındırdığı muhtevayı aksettirmekten uzak. Daha sonra bu konuda yazılan eserlerin hepsinde aynı bilgiler tekrar edilmiş.

1920’li yıllardaki envanterleme sırasında da Emanetlerin dış görünüşleri, o zamanki muhafızlarının verdikleri bilgiler ile üzerlerindeki notlar dikkate alınarak kayıtlar tutulmuş. İleride zayi olmamaları için modern müzecilik anlayışına göre her birine numara verilmiş. Tabii asırlar önce saraya getirilip kıymetli mahfazalar içinde koruma altına alınan Emanetlerin hakiki mahiyetlerini, arkalarındaki asr—ı saadete kadar uzanan hikayeleri tespit mümkün olmamış. Hatta sandıkların içlerindeki notların tamamı da okunmamış. İleriki yıllarda da aynı ciddiyetle muhafaza edilmelerine rağmen böyle bir araştırma yapılamamış.

Kitabın hazırlık çalışmaları sırasında bu dairenin ve eski kaynaklarda Emanet Hazinesi olarak geçen Kutsal Emanetlerin bilinenden daha değerli bir hazine ve sahilsiz bir umman olduğunu anladıklarını söylüyor Hilmi Aydın. Aydın, “Saraya ilk geldiğimde Silah Bölümü Sorumlusu olarak göreve başladım. 11 bin silah üzerime zimmetlendi. Daha sonra buna Emanet bölümü de eklendi. Emanetlerin zimmetini devralırken o zamanki anlayışımla birçoğunun neden burada muhafaza edildiğine anlam verememiştim. Oysa şimdi buradaki en ufak bir tozun bile çok derin anlamlar taşıdığına, sebepsiz olarak buraya konmadığına inanıyorum” diyor. Aydın, asırlar boyu 24 saat Kur’an—ı Kerim okunarak nöbet tutulan Hırka—i Saadet Dairesi’ne görevlilerin her giriş çıkışta içeriden dışarıya toz çıkmaması, dışarıdan içeriye girmemesi için niye şadırvanda el yıkadıklarını, buradan süpürülen tozların niye sağa sola atılmayıp kapı önündeki bir kuyuda biriktirildiğini şimdi anlayabildiğini belirtiyor.

“En duygulu ânımdı”

Mevcut bilgilerden yola çıkıp araştırdıkça, kaynaklara indikçe yeni bilgilere ulaşılmış. Hırka—i Saadet Dairesi envanterine kayıtlı birçok hatıra böylelikle sırlarını açmaya başlamış. İlk önce Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) mübarek ayaklarına giydiği Nalın—ı Saadetlerini tespit etmişler. Medas ismi ile kayıtlı sandalet tarzı ayakkabıların saray fotoğrafçılarının çektiği resimlerini, şemail kitaplarındaki bilgilerle karşılaştırdıklarında bunların Hazreti Peygamber’e (s.a.v) ait olduklarını anlamışlar. Oysa ne Tahsin Öz’ün kitabında, ne de diğer eserlerde böyle bir bilgi yokmuş. Aksiyon dergisinde kapak konusu olarak duyurulması üzerine medyada da geniş yer bulan bu olay, kitabı hazırlayan ekibin heyecanını ve şevkini artırmış.

Daha sonra Kadeh—i Şerif olarak isimlendirilen, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) su içtiği kâseye ulaşmışlar. 16. yüzyılda muhafaza kastıyla dışı gümüşle kaplanan Kadeh—i Şerif, envarterinde gümüş kâse olarak kayıtlıymış. Asıl hazineyi oluşturan içindeki tahta kısım, kimsenin dikkatini çekmemiş. Oysa gümüş mahfazanın üzerinde, bu kâsenin Hazreti Peygamber’in (s.a.v) hatıralarından olduğu, Sehl ibni Sa’d tarafından muhafaza edildiği, bir müddet Ömer ibni Abdülaziz ve Kalkaşendi ailesinde bulunduğu, en son Şam emirlerinden Emir Sibay’ın eline ulaştığı bilgisi kazılıymış.

Kâse üzerindeki kitabeyi çözdükten sonra yine kaynaklara müracaat etmişler. Kitabedeki bilgilerin aynılarını bulmuşlar. Hadislerin verdiği bilgilere göre Hazreti Peygamber (s.a.v) bir gün Medine’de bir yerden dönerken Benî Sâide Sofası denilen mevkide ashabı ile istirahat etmek için oturmuş. Bu sırada Sehl ibni Sa’d’a dönerek “Ya Sehl, bizleri bir sulasan” buyurmuş. Resulullah’ın (s.a.v) vefatında 15 yaşlarında bir delikanlı olan, Hicri 91 yılında 96 yaşında vefat ettiğinde “Medine’de en son vefat eden sahabi” unvanını alan Sehl, o gün su ikram ettiği ağaçtan mamul kadehi hatıra olarak saklamış. Yıllar sonra, bir topluluğun içinde bu kadehi göstererek su ikram ettiğinde kadeh, orada bulunan Ömer bin Abdülaziz tarafından istenmiş. Sehl de kadehi ona hediye etmiş.

Kitabede ismi geçen Kalkaşendiler meşhur bir ulema ailesiymiş, Emir Sibay ise Şam’da yaptırdığı Sibaiye Medresesi ile tarihte adından söz ettirmekteymiş. Ama Kadeh—i Şerifin Emir Sibay’dan sonraki serüvenine, saraya nasıl geldiğine hiçbir yerde tesadüf edememişler. Oysa Nalın—ı Saadetlerin Cumhuriyet döneminde varlığı dile gelmese de, Osmanlı dönemine ait vesikalarda bilgileri mevcutmuş.

Aydın, vaktiyle bizzat padişahların katıldığı törenle temizlenen Has Oda’nın temizliğinde kullanılan bir kap zannettikleri gümüş kâsenin, Peygamber Aleyhisselâm’ın elinin ve dudaklarının dokunduğu paha biçilmez bir hatıra olduğunun fark edildiği anın hayatının en duygulu anlarından biri olduğunu, kendisini bizzat Paygamber Efendimiz’le (s.a.v) karşılaşmış gibi hissettiğini söylüyor.

En alâkasız zannettikleri maddelerin bile bir sebebe istinaden oraya getirildiğini anladıklarını belirten Aydın, Hücre—i Saadete takdim edilen buğdayları buna örnek olarak veriyor. Porselen bir kap içinde korunan bir miktar buğdayın üzerinde Hücre—i Saadete takdim edildiği kayıtlıymış. Fakat bu konuda başka bir bilgi yokmuş. Eyüp Sabri Paşa’nın Mir’atü’l Haremeyn isimli eserinde Medine’nin eski adetlerine dair verdiği bir bilgi konuyu aydınlatmış.

Medine’nin eski âdetlerinden biri de borcu olanların Hz. Muhammed’in (s.a.v) kabrinin bulunduğu Hücre—i Saadet’e buğday takdim ederek O’nun (s.a.v) ruhaniyetinden yardım istemeleriymiş. Bu inançları sebebiyle Medineliler borçlanmaktan korkmazlarmış. Her yıl zilkade ayının 17. gecesi borçlular, borçları miktarınca buğdayı beyaz bir kese içerisine koyarak Ravza—i Mutahhara’ya getirir, Hücre—i Saadet’e takdim edilmesi için görevlilere verirmiş. Cenabı Peygamber’in (s.a.v) şerefli kabrinde biriken buğdayları Harem—i Şerif ağaları alıp ekmek yapar ve bazı kimselere hediye ederlermiş. O gün şehirde bayram havası esermiş. Hırka—i Saadet Dairesi’ndeki buğdaylar da işte o buğdaylardan alınmaymış.

Bağdat’ın kapısını açan anahtar

Emanetler üzerindeki eski kayıtların okunmasının ve bunların kaynaklarla birleştirilmesinin bir sonucu olarak hazırlanan “Hırka—i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler” kitabı okuyucuyu o hatıralarla birlikte tarih içinde yolculuğa çıkarıyor. İşte bunlardan biri:

Hırka—i Saadet Dairesi’nde Kâbe ve Ravza—i Mutahhare’ye ait bir çok hatıra da var. Vaktiyle Kâbe kapısını açıp kapamada kullanılan kilit ve anahtarlar da bunlardan bir kısmını oluşturur. Bu anahtarlardan bir tanesi yaklaşık kırk santim kadar uzunluktadır ve gümüşten yapılmıştır. Ağır sırma işlemeli yeşil atlastan bir kese içinde korunmaktadır. Kese, ceviz bir sandık içindedir. Sandığın dışına yeşil çuhadan kılıf geçirilmiştir. Üzerinde eski harflerle bir kayıt vardır. Anahtarın Dördüncü Murat tarafından Bağdat seferine götürüldüğü, uzun müddet nerede olduğunun bilinmediği, Edirne’de bir paşa konağı yıkılırken çatı katında bulunduğu kayıtlıdır.

Anahtarla birlikte saklanan bazı kısımları altın yaldızla yazılmış, yine altın yaldızla tezhiplenmiş bir mektup ise daha da ilginç bilgiler içeriyor.

Mektup zamanın Mekke Emiri Zeyd bin Muhsin tarafından Dördüncü Murat’a hitaben yazılmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Emir’e Kâbe’nin mevcut anahtarını Harem—i Şerif’in imamıyla padişaha göndermesini, padişahın bu anahtarı Acem seferinde yanında taşımasını emredip fetih ve zaferi müjdelemektedir. Ayrıca padişahın diğer seferlerde hatta her oturup kalktığı yerde anahtarı yanından ayırmamasını istemekte, kendisinin ve kendisine tabi olanların bu suretle musibetlerden emin olacağını söylemektedir. Padişah kendisi harbe gitmediği zamanlarda da güvendiği bir adamıyla anahtarı ordunun önünde taşıtmalıdır. Allah’ın inayetiyle karşılarındaki düşmanları güç yetiremeyip mağlup olacaklardır.

Mektuptaki bilgiler böyle. Dördüncü Murad’ın Bağdat seferine anahtarı götürdüğünü bilsek de her oturup kalktığı yerde bu emre uyup uymadığına dair bir şey yazmıyor. Ancak hayatı incelendiğinde üzerindeki nusretin emarelerini görmek mümkün. Dördüncü Murad, 1635’te İran seferine çıkmış, Revan ve Hoy kalelerini aldıktan sonra Tebriz’e girmişti. Ertesi yıl tekrar sefere çıkıp Bağdat’ı aldı. 1640’ta 28 yaşında vefat eden padişah güçlü fiziği ve kuvvetli iradesi ile tanınırdı. Güçsüz bir şekilde ve karmaşa içinde teslim aldığı devlette istikrarı sağladı, vefatında idareyi düzenli, hazineyi dolu bıraktı. Dedesi Yavuz Sultan Selim gibi Hırka—i Saadet’te Kur’an okuduğu da nakledilir.

Bu anahtarla ilgili bir diğer ilginç özellik ise içinde muhafaza edildiği yeşil atlas kese. Kesenin üzerinde Hazreti Mevlânâ’nın emriyle yaptırıldığı kaydıyla Mevlevî külâhı şeklinde istiflenmiş “İnnehû min Süleymâne...” ayeti işli. Dördüncü Murad’ın Bağdat seferine giderken Konya’ya uğradığı yine kaynaklarda kayıtlı olan bilgilerden. Hatta Hazreti Mevlânâ’nın mezar odasına girmek istemesiyle ilgili sırlı bir hadise geçtiğimiz günlerde bir gazetede köşe yazısına konu olmuştu.

Buradan bir sonuç daha ortaya çıkıyor. Bu dairede muhafaza edilen Emanetlerin bohçaları, kılıfları bile manevi işaretlerle hazırlanmış. Zaten burada kullanılan her eşyanın abdestli olarak özel merasimlerle hazırlandığı biliniyor. Biz kitaptan okuduk, onlar belgelerinden okumuşlar.

Kapının ardında neler var?

Hırka—i Saadet Dairesi Osmanlının taht odası, baht odasıydı. Padişahlar, içindeki Peygamberî izlerin muhafızı ve hizmetkârı olmakla övünürlerdi. Cumhuriyetten sonra da bir tozu zayi edilmedi. Emanetler, hâlâ milletimizin emanetinde. Peki kitapta ve Topkapı Sarayı’nın bu muhteşem dairesinde neler mi var? İşte size bir kısmının listesi: Hırkai Saadet, Sancak—ı Şerif, Nalın—ı Saadet, Kadeh—i Şerif, Kadem—i Şerifler, Sakal—ı Şerifler, kılıçları, yayı, Uhud’da kırılan dişi, teyemmüm ettiği toprak, Mühr—i Şerif vs. gibi Hazreti Peygamber’e (s.a.v); Hz. İbrahim’in (a.s) tenceresi, Hz. Yusuf’un (a.s) amamesi, Hz. Musa’nın (a.s) asası, Hz. Davut’un (a.s) kılıcı, Hz. Ebubekir’e (r.a) ait sakal teli, Hz. Osman’ın (r.a) okuduğu esnada şehit edildiğine inanılan Kur’an—ı Kerim, ashab kılıçları, Hazreti Fatıma’nın gömleği, duvağı, hırkası, Hazreti Hüseyin’in cübbesi, hırka parçası, sarığı, İmam—ı Azam’ın cübbesi, Veysel Karani Hazretleri’nin külâhı, Abdülkadir—i Geylâni Hazretlerinin, İmam—ı Şarani’nin tâcları, Hazreti Mevlânâ’nın kâseleri, vs. gibi diğer peygamberlere, Hz. Muhammed’in (s.a.v) yakınlarına ve İslâm büyüklerine; Kâbe—i Muazzama’nın altın olukları, Hacerü’l Esved’in altın ve gümüş mahfazaları, Tevbe Kapısı kanadı, Kâbe kilidi ve anahtarları, Kâbe örtüleri, Kâbe’de ve Mescid—i Nebevi’de kullanılmış askı ve kandil, buhurdan, gülabdan gibi objeler, buraların tamirlerinden getirilmiş tahta, taş, cam, çini vb. parçaları, Hazreti Peygamber’in kabrine ait örtüler, kabir toprakları, Kabri Saadet’in temizliğinden getirilmiş Cevher—i Saadet denilen tozlar, vs. gibi Kâbe—i Muazzama ve Mescid—i Nebevî’ye ait hatıralarla yukarıda bahsedilen Emânetlerin Kâbe’den veya Mısır’dan naklinde ve zaman içinde muhafazasında kullanılmış olan sandık, çekmece, yazılı ve yazısız örtüler, bohçalar, kılıç kılıfları, Kur’an—ı Kerim mahfazaları ile Has Oda’nın hizmetinde kullanılan süpürgeler, faraşlar, mumlar, öd ağaçları, ünlü hattatlara ait ya da padişah ketebeli levhalar, hilye—i saadetler, seccadeler, tesbihler, bakır ve gümüş taslar, kandiller, tarikat başlıkları, zemzem sürahileri, destimaller ve destimal kalıpları...
 
Top