İstiklal Marşı - 10 Kıtanın Geniş Açıklaması

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal,
Hakkıdır, Hak’ka tapan, milletimin istiklâl!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım;
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar.
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hak’kın;
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Rûhumun senden İlâhî, şudur ancak emeli;
Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli
O zaman vecdile bin secde eder varsa taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerret gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl!
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Bir özge edîb, vakar ve haysiyet âbidesi Mehmet Âkif Ersoy, sadece İstiklâl Marşı adlı eseri ile değil, Safahat adlı kitabı, nesirleri, çevirileri ve bunlardan da müeessiri, şahsiyeti ile Türk tarihinin altın sayfalarında yerini almış bir münevverdir. Onun özellikleri ve vasıfları hakkında mütefekkir, dâvâ adamı, yazar, şair, devlet adamı... gibi daha pek çok sıfat kullanmak mümkündür. Mehmet Âkif, çok çeşitli yönleri ile milletimize ışık tutmuştur ve eserleriyle bizleri aydınlatmaya devam etmektedir.

İstiklâl Marşı, Türk milletinin en büyük ve en yaygın müşterek değerlerinden biridir. Çok farklı görüşleri paylaşan demokrasi yapısının içinde bir millî mutabakat metni aranırsa, bunlardan biri, belki de en çok kabul göreni, İstiklâl Marşı olacaktır.

Araştırıcılar, İstiklâl Marşı’nın değerini iki önemli başlık altında toplarlar: Tarihî oluşundan kaynaklanan değeri ve edebî metin olarak muhtevâ, şekil ve âhenk terkibindeki mükemmeliyet... Hiç şüphesiz bu değer yargıları incelendiği zaman, İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yıllarda Türk milletinin çok önemli bir tarihî boğumlanmadan geçtiğine işaret olacak birçok belge ve birikimle de karşılaşmaktayız. Türk milleti, bir var oluş, yok oluş dâvâsında, alnının akıyla Kurtuluş Harbi’ni kazanmış; sağ selâmet çıkmıştır. Bu boğumlanmayı, milleti ve devletiyle çözecek bir iradenin kararlılığı da unutulmamalıdır. Mehmet Âkif gibi mütefekkirlerin, meseleleri coşku ve iman ile yorumlaması, milleti ve devleti ile Türkiye Cumhuriyeti’ne büyük bir ufuk açmıştır.

İstiklâl Marşı’ndaki tarihî ve estetik değer ölçütü birleştiği zaman ortaya öyle etkili ve fonksiyonel bir edebî değer çıkıyor ki, değer yargıları, edebiyat sınırını aşarak hayata aksediyor. Bir tefekkür, iman ve devlet ideali zemininde, bir milletin yeniden doğuşuna şâhitlik ediyor. İstiklâl Marşı, Türkiye Cumhuriyeti için kutsal bir remiz olmakla birlikte, bu metindeki teklifler, Türk milletinin tarihî değerleri ve gelecek plânı ile birlikte bir terkip hüviyetine ulaşıyor.

İstiklâl Marşı’nın, klâsik bir kompozisyonun giriş, gelişme, sonuç diyebileceğimiz mürettep plânı, metnin tamamına hâkimdir: Birinci ve ikinci kıt’alar giriş; üçüncü kıt’a dokuzuncu kıt’a gelişme; onuncu kıt’a sonuç. Orta seviyedeki bir okuyucunun, hattâ bir ilkokul öğrencisinin bile anlayabileceği genel takdim plânı, diğer yapı birimlerine inildikçe karmaşık bir hâl alır; satıhtaki kolay anlaşılır mânâlar kaybolmaz ama usta okuyucunun hayâl dünyasını ve estetik seviyesini besleyecek bir mîr-i kelâm, bir kelâm-ı kibar özelliğine bürünür.

Önce, basit ve kolay görülen bu genel yapı, eserin diğer yapı birimlerine girildikçe, ilk bakıştaki sadeliği sehl-i mümtenî ile koruyan ama teferruat plânında, erbâbına, teknik bilgilerin ve yüksek bir edebiyat birikiminin inanılmaz bir sadelik içinde ortaya konduğunu gösterir.

Baştan sona kadar esere hâkim duygusal ton, bir heyecan çığlığı içinde okuyucuya ulaşır. Metnin başarısı, kahramanlık ve müminlik terkibi ile vatan anlayışının bayrak sembolüne aktarılmasında daha bir açık görülür. İfâdelerin anlatım tutumu, yaşayan Türkçenin söz kalıplarındaki kahramanlık ve heyecan unsurlarına bağlı olduğu gibi; klâsik ve dînî metinlerin telkin ve tebliğ metotlarına da paraleldir. İstiklâl Marşı’nın metni, modern retorik teknikleri ile geleneksel belâgat ilminin bir terkibi sayesinde estetik yoruma açılmaktadır.

Okuyucu, hiç hissetmeden modern demokratik yapının bağımsızlık ve hürriyet anlayışını bir bayrak sembolü ile algılarken geleneksel yapının Kur’ân-ı Kerîm, hadîs, tefsîr, meal üslûbuna ve divan edebiyatındaki o harikulâde mesnevî, gazel, kasîde, kıt’a, tercî ve terkîb ifâdelerinin telmihlerine bağlanır. Varlık plânı ile duâ metinleri, günlük ifâdelerdeki samimiyet ve vatan gündemindeki heyecan unsurları, değişik mizaçtaki okuyucuları bir noktada toparlar. Bu yüzden farklı dünya görüşündeki insanlar, metni okuyunca, bir vatan müştereği ile kelimelerin geri plânındaki çağrışımları kabul eder.

İstiklâl Marşı’nın metni, edebiyat eğitimi içinde, edebî bilgileri tâlim etmek üzere kullanılırsa, ortaya çıkacak bilgi aktarımı, pek çok metinden daha verimlidir. Bir edebî metindeki kavram düzeyi, edebî tür tekniklerinin uygulanması, orijinâl yorumu, tarihî yapıyı aksettirmesi, edebiyat sanatının teknik özelliklerini kolayca kullanması, bu didaktik yapının sehl-i mümtenî ile yaygın bir muhatap kitlesine ulaşması ve estetik değerinden bir şey kaybetmemesi, Türk edebiyatında Yunus şiirleri ile ancak mukayese yapabileceğimiz bir karakter taşır. Fuzulî’nin Su Kasîdesi’nde gördüğümüz lirik ve mânevî atmosfer ile Yunus şiirindeki sehl-i mümtenî, destanlarda karşılaşılan kahramanlık duygularına ve yüksek seviyedeki heyecan ortamına ulaşınca, İstiklâl Marşı’nın zemîninde yükseldiği kaynaklar hakkında da bir fikir edinmiş oluruz. Estetik yapıyı, hikemî ve felsefî yorum ile erbabının anlayacağı takdimler içinde düşünürsek, İstiklâl Marşı’nı, Ziya Paşa’nın Tercî ve Terkîb-i Bend’i ile Ahmet Hâşim’in hattâ Abdülhak Hâmid’in şiirleriyle, Necip Fazıl’ın veya Yahya Kemâl’in öz şiir sayabileceğimiz örnek eserleriyle mukayese yapmak fırsatını yakalamış oluruz.

Mehmet Âkif’in birçok şiirinde görüldüğü gibi, İstiklâl Marşı’nda da, bir romanın hacmiyle anlatılabilecek kurgusal bir yapı vardır. Bu kurgusal yapının dokusu, Türk milletinin istiklâl mücadelesine giden tarihî şartların gerçekliği içinde, realist bir romanın özelliklerini yoğunlaştıran bir ifâde ile örülmüştür. İstiklâl Marşı’nın yazılma ihtiyacı, işgâlci düşmanların Polatlı’ya kadar gelmeleri, halkın fakr ü zarureti, vatan ve din mukaddesliği, kardeş olan Türk halkı, marş olarak incelemeye alınan metinler, Mehmet Âkif’e ulaşan teklif ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde eserin alkışlarla ve büyük bir teveccühle kabul edilmesi... ve daha birçok tarihî hadise, bu tarihî romanın tahlilinde ortaya çıkan satırlara yansıyacaktır.

Metindeki muhtevâ kurgusu, bir sabah vakti, şafakla birlikte başlar. Müslüman Türk halkının şafak vaktine verdiği ehemmiyet ile Türk ordusunun savaşlarda şafak vakti cenklerine, güneş ile birlikte oluşan taarruzlara ne derece bir hassâsiyet atfettiğine dikkat edersek, bu şiirin gerçek hayat ile iç içe duran bir estetik kurguya ulaştığını anlayabiliriz. İstiklâl Marşı’nın hikâyesi, bir sabah vakti şafakla başlar; millî mücadelenin mukaddesatı ve Türk vatanının düşmanlardan temizlenmesi serüveni ile devam eder ve bir şehidin Türk bayrağında gördüğü istiklâl ve hürriyet duyguları ile sona erer. Bu hikâyedeki varlık plânında insan anlayışı; vatan ve din hususundaki hassasiyet; Allah inancındaki kavîlik, medeniyet yorumlarındaki isâbet, vatan topraklarına olan bağlılık; şehitlik arzuları ile İslâm inancının pekiştirilmesi; ülkemizin birliğini sağlayan ezan sesleri; sonunda millî birliğimiz, istiklâlimiz, hürriyetimiz, vatanımız ve şehitlerimiz ile kutsal bir terkibe ulaşır.

Mehmet Kaplan, İstiklâl Marşı’nın ele aldığı değerleri şöyle sıralar: İstiklâl, hak, îman, vatan, din... Kaplan’a göre “onları, Allah saklasın kaybedersek, şerefli bir millet ve insan olmaktan çıkar, köle ve hayvan seviyesine ineriz. Bundan dolayı bu kıymetlere sımsıkı sarılmamız ve her nesle onları aşılamamız lâzımdır”.

Acaba İstiklâl Marşı’nda Mehmet Âkif, yukarıda zikredilen değerleri hangi kavram sınırlarında yorumlamıştır? Bir başka ifâde ile İstiklâl Marşı’nın bir kavram haritası çıkarılsa, ne gibi alt başlıklar bulunabilir? Bu değerler çerçevesinde ele alınan konuları bir kavram taraması şeklinde sıralarsak şöyle bir liste elde edebiliriz:

İnsan, varlık, halk-millet-cemiyet, Allah, din, vatan, bayrak, dünya, cennet, şehit, irfan, ahlâk, dil, tarih, bilim, sanat, medeniyet, coğrafya ve ona bağlı kozmik unsurlar, tabiat, maddî unsurlar, hasret, dostluk, düşmanlık, aile, sosyal hayat, eğitim, idare, siyâset, ordu, savaş, diğer ülkeler, temsilî kavramlar...

Bu kavramların örgüsünde, İstiklâl Marşı hakkında söz söyleyebilmek, sanıldığından daha zordur. Her bir mısraı sehl-i mümtenî ile örülmüş bu metni, günlük hayatın hissiyâtı içinde anlamak mümkün değildir. Milletimizin yaşadığı zor günleri, şehitlerimizin çektiği sıkıntıları gönlümüzde duymadan onu anlamak ne kadar gerçekçi olabilir?

İstiklâl Marşı’nın açıklaması, koca bir kurtuluş tarihimizin yeniden anlatılmasıdır. Mısraların geri plânındaki gerçekler ve onların çağrışım zemîni, Türk milletinin çektiği çileler ve gösterdiği kahramanlıklar üstüne kuruludur. Kaynaklarımızda, metni ve metnin tarihî çağrışımlarını anlatan ve şiirin genel yapısına bakan yüzlerce yorum vardır. Biz, biraz da genç okuyucularımızı düşünerek, yer yer evvelki kaynaklara atıflar yaparak, edebiyat eğitiminde faydalı olacağını hissettiğimiz bir metot ile her bir kıt’anın tek tek ele alınmasını daha doğru buluyoruz.

Şimdi İstiklal Marşının her kıtasının geniş açıklaması ile ilgili bölüme geçelim…

Not: İstiklal Marşı'nın daha yalın anlatımını aşağıdaki konuda bulabilirsiniz.

İstiklal Marşımızın Açıklamalı 10 kıtası...
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
İstiklal Marşı - Birinci Kıtanın Açıklaması
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.​
Önce kıt’anın ifâdesini kelime kelime düz cümleye çevirelim. Birinci kıt’a, bir nazım birimi olarak altı cümleyi barındırıyor: 1.cümle: Korkma. 2. cümle: Yurdumun üstünde tüten son ocak sönmedikçe bu şafaklarda yüzen al sancak sönmez. 3. cümle: O benim milletimin yıldızıdır. 4. cümle: Parlayacak. 5. cümle: O benimdir. 6. cümle: O, ancak benim milletimindir. Bu altı cümle, Türkiye Türkçesi’nin günlük konuşma dili içinde düşünüldüğü ve yaşanan tarihî şartlar değerlendirildiği zaman daha kolay anlaşılacaktır: Büyük Türk milleti, korkma! Bir şafak vakti güneşi gibi göklerde süzülen ay yıldızlı bayrak, Türk milletinin son âilesinde yanan son ocak sönmeden, göklerden inmeyecektir. Anadolu’da tek bir Türk kalsa, devlet ve vatan kurtulacak; al sancak, Türk milletinin bir yıldızı olarak hep parlayacaktır. Bayrağa kimse göz dikemez; o benim ve benim milletimindir. İstiklâl Marşı’nın ilk mısralarında bayrağa hitap etmesi, çok mânidardır. Bayrak, istiklâli ve hürriyeti temsil eden en önemli remizlerden biridir. Her ülke ve her devlet, bayrağı ile anılır. Bu sembol, milleti ve devleti ile bölünmez bütünlüğün, bağımsızlık ve özgürlük zemininde sağlanmasına bir işârettir.

Türk bayrağı, atalarımızın kanlarını temsil eden kırmızı renk ile tabiata karşı gücümüze işâret eden hilâl ve yıldızdan oluşmuş bir bütünlüktür. Bu bayrağın meydana gelişi, binlerce yılın birikimidir. Asırların ilim ve irfanı, Türk an’anesi ve İslâm inancı, şehitlerimizin kanları ve ordumuzun kahramanlığı ile birleşmiş. Türk milletinin medeniyet anlayışını temsil makamında kırmızı zemin üstüne hilâl ve yıldız sembolleri, atalarımız tarafından bayrak olarak düşünülmüş.

“Korkma” hitâbı, tarihî kayıtlarda en çok tartışılan kelimelerden biri olmuştur. Hem vezninin müşterek oluşu hem de “korkma”, “çatma” kelimeleri ile Fuzûlî’nin Su Kasîdesi’ndeki “saçma” hitabıyla başlamasına telmih etmesi, bu kelimenin edebî mâzî ile uygunluk taşıdığını da gösterir. Metnin yazıldığı tarihî şartlar ise, halkın nasıl bir panik içinde olduğunu gerçekçi bir bakışla gözler önüne serer. Hiç şüphesiz “korkma” hitâbı, Türk milletine güven vermek, cesaretini pekiştirmek, tarihte yaşadığı kahramanlıklara ulaştırmak isteğinin samimi bir yansımasıdır.

Türk milletine korkma denir mi? Türk milleti korkar mı? Bu soruların cevabını, Kurtuluş Harbi’nin o tehlikeli dönemlerinde yaşadıklarımızı düşünerek bulabiliriz. Biz biliriz ki Türk milleti korkmaz; ancak, vatanı tehlikeye girince çok büyük bir üzüntü ve endişe duyar. Medeniyetimizi, bilim ve teknik ile yenileyemediğimiz için, atalarımız kadar çalışkan ve gayretli olmadığımız için, koca Türk medeniyetinin geldiği Osmanlı döneminin son yılları, büyük kargaşalar ve çok kötü yenilgiler devridir. İstanbul’daki yöneticilerimiz, devletin İstanbul’dan değil Anadolu’dan kurtulması gerektiğini düşünmüşler. Aydınlarımız, bir halk hareketi olmadan mahvolacağımızı anlamışlar. Devlet adamlarımız, Mustafa Kemâl Paşa ile birçok genç subayımızı Anadolu’ya göndermişler. Milletimizin kahramanlığına inanan, gönlü İslâm ateşi ile yanan ve cumhuriyeti kurmaya azimli Anadolu halkı, başta Mustafa Kemâl olmak üzere ordumuza destek vermiş, savaşa hazırlanmıştır. Samsun’dan Amasya, Sivas, Erzurum, Ankara... gibi merkezleri gezen Mustafa Kemâl Paşa, Anadolu’daki askerimiz, subaylarımız ve milletimiz ile büyük bir dayanışma içinde çalışmıştır. İşgâl kuvvetleri, ordumuzun silahlarına el koymuş, Anadolu halkının fakir ve perişan bir hâle gelmesine sebep olmuştur. Bu şartlar içinde, Ankara’da meclis kurulmuş, hâkimiyet, saray ve padişahtan alınarak meclis yoluyla millete devredilmiştir. Cenâb-ı Hakkın yardımıyla, milletimizin fedakâr gayretleriyle, şehitlerimizin kanıyla Türk vatanı, büyük bir mücadeleye girmiştir.

Mehmet Âkif, ünlü Balıkesir Paşa Camii’ndeki (Şubat 1920) konuşmasından sonra İstanbul’a dönmüş ve Alemdağı güzergâhı üzerinden İnebolu’ya, oradan Ankara’ya ulaşmıştır. Ankara’dan Konya’ya ve sonra Kastamonu’ya giderek, halkı, Anadolu’da kurulan hükümete bağlanmaya çağırmıştır. 25 Kânun-ı evvel.1336 / 25. Aralık. 1920’de yeniden Ankara’ya dönen Âkif, birinci mecliste Burdur milletvekili olarak çalışmıştır. İşte bu vazife devam ederken 17.Şubat.1921’de İstiklâl Marşı’nı yazmış ve metin 12.Mart.1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilmiştir. Bu tarihte savaş devam etmektedir. Top sesleri, Polatlı yakınlarından duyulmakta; Ankara ve Türk halkı sıkıntı içinde, merakla beklemektedir. Büyük taarruz henüz yapılmamış; düşman orduları denize dökülmemiştir. Ordu silahsız, mühimmatsız, yiyeceksiz bir hâldedir. Moraller bozuktur. Anadolu, cumhuriyet, din, ırz, namus... tehlikededir. Bu şartlar altında “Korkma” hitâbı, çok gereklidir.

İstiklâl Marşı, gerçek hayatla iç içe olduğu gibi, tabiatla ve kozmik unsurlarla da bir bütünlük içindedir. Daha ilk kıt’ada hayâllerin tabiatla nasıl bütünleştiğine şahit oluruz. Sabah vakti, gökyüzü, hilâl, yıldız, Türk ailesi (ocak) ve Türk milleti, bu kıt’anın muhtevasını örer.

Milletin son ferdi şehid olmadan, son ocağı, son evi sönmeden bayrak inmez! Gökte yıldızın, şafakta hilâlin dalgalanması gibi Türk bayrağı, sonsuza dek dalgalanacaktır. Sabah vakti, geleneksel medeniyetlerin anlayışına göre, kutlu bir zamandır. Hem erkenden kalkıp bu dünyada işlerimizi düzenli ve verimli bir şekilde yapmaya başlamamızı temsil eder ve hem de şafakla birlikte Yüce Yaratıcı’nın birliğine imanı kuvvetlendirir. Dünya ve ukbâ ideallerine bir remiz olan şafak vakti, vatan ve bayrak kavramları ile bir başka ilâhî hüviyete bürünür. Metnin ilk mısralarında zaman birimi olarak sabah vaktinin seçilmesi tesâdüf değildir. Gecenin karanlığı, vatanımızın sıkıntılarını temsil eder ve kurtuluş, bayrağımız ile birlikte düşünüldüğünde bir şafak vakti güneşin doğuşu gibi algılanacaktır. Tabiat ve kozmik unsurların alegorisi ile çizilen bu tablo, ressamlara vereceği ilham ile birlikte düşünüldüğünde, gayet estetik ve bir o kadar da gerçekçi bir kompozisyona sebep olur.

Sabah, güneş, ay, gök gibi tabiat unsurları, Türk milleti ve Türk Bayrağı ile birleştirildiğinde, vatanımızın ve milletimizin, varlık plânında bütün dünyanın en önemli muhataplarından biri olduğu gerçeği ortaya çıkar. Türk milleti hesaba katılmadan bu dünyada hiçbir millet, hiçbir devlet, bir tasarrufta bulunamaz. Tabiata muhatap olan Türk milleti, bu kara günlerden kurtulup, aydınlık günlere ulaşacaktır. Mehmet Âkif’in mısraları, savaştan sonrasını basîret gözü ile gören bir aydının erken müjdesi olarak kabul edilmiştir. Bu müjde, aynı zamanda bir tarihî hakîkatin de göstergesidir. Türk milleti, tarihin pek çok karanlık dönemini, alnının akı ile kapatmış ve zor durumlardan kurtulmuştur. Yine kurtulacaktır.

İstiklâl Marşı metninin ilk kıt’asındaki muhtevâ yoğunluğu, birkaç satıra sığacak birikimlerden değildir. Burada ancak temsilî meseleler anlatılabilir. Muhtevâ yorumu için diğer kıt’aları da hesaba katarak, genel yorumlara ulaşmak gerekir. Birinci kıt’ada, sancak / ocak / parlayacak / ancak: -cak hecesi, üç harf benzeşmesi ile zengin kâfiyedir. Sancak, isim; ocak, isim; parlayacak, çekimli bir fiil; ancak, edattır. Birinci ve sonuncu mısralardaki kâfiyeleniş, zengin kâfiyenin, tunç kâfiye sayılan cinsindendir. Birinci, üçüncü ve dördüncü mısralardaki kâfiyelenişten evvel zikredilen “-a-” sesleri, kâfiye âhengini pekiştirir. Kâfiyedeki âhenk, geçmişte mukayyed kâfiye olarak bilinen bir sağlamlığa ulaşır.

İstiklâl Marşı, klâsik edebî sanatlar ile donatılmış, söylendiği çağın gerçek hayatını anlatan bir şiir olarak pek çok edebî sanatın kullanıldığı eşsiz bir manzûm örgüdür. On kıt’asında birden sehl-i mümtenî bulunur ki bu sözlerin söylenmesi kolay zannedilir, basit bir ifadede kolaycık söylendiği hissedilir ama incelenince hele bir nazîre yazmaya kalkılınca her mısraın sanatlı, her cümlenin üzerinde çok düşünülmüş olduğu görülür. Yine şiirin tamamında îcaz denilen bir teknik vardır ki, az sözle çok şey anlatmak sanatıdır.

Birinci dörtlük, edebî sanatların iç içe girmiş biçimiyle en yoğun kullanıldığı kıt’alardan biridir. Bu dört mısrada ondan fazla edebî sanat vardır.

1. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”. Korkma hitâbı, nidâ sanatına sebep olur.

2. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”: “Al sancak” kelime grubu, sönmez fiiline bağlandığı için bayrak yerine kullanılan al sancak [= lamba, ocak, ateş] ilgisi ile düşünülmüştür. Yanan veya ışık kaynağı olarak parlayan bir kelime kullanılmamış, bayrak da denmemiş, onun yerine al sancak kullanılmıştır. Kapalı istiâre sanatı ortaya çıkmıştır; aynı zamanda “dalgalanan al sancak” yerine “yüzen al sancak” ifâdesi kullanılması da “al sancak” kelime grubuna bağlanan ikinci bir istiâreye sebeptir. Bir üçüncü kullanım ise, bayrak kelimesi yerine al sancak kelimesinin kullanımı, bayrağın söylenmeyip onun renginin söylenmesi mecâz-ı mürsel sanatını düşündürür.

3. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”. Sönmez kelimesi, yok olmaz anlamında kullanılmıştır. Al sancağın sönmesi, onun artık istiklâli temsil edememesi demektir. Kapalı istiâre sanatı kullanılmıştır. “Bir ateş gibi yanan al sancak”; “Bir ocak gibi / bir güneş gibi parlayan al sancak” ifâdeleri söylenmemiş, onun olumsuzu “sönmez” kelimesi ile ortaya konmuştur.

4. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”. Yüzen kelimesi, “dalgalanan” sıfat fiili yerine kullanılmıştır. Al sancağın bir gemi veya bir insan gibi denizde yüzmesi hayâl edilmiştir.

“Dalgalanan al sancak” yerine “yüzen al sancak” ifâdesi, kapalı istiareye sebeptir. Çünkü benzetmenin ilgisi (yüzen) söylenmiş ama anlamda kuvvetli olan (yüzen) gemi veya (yüzen) insan gibi kelimeler zikredilmemiş onun yerine onlara benzetilen “al sancak” ve “yüzen” ifâdeleri kullanılmıştır. Kapalı istiâre böylece ortaya çıkmış olur.

5. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”. Şafak, denize benzetilmiş; “şafak” kelimesi, deniz kelimesi yerine kullanılmıştır; zira şafakta yüzülmez. Denizde, gölde, ırmakta, derede, havuzda yüzülür. Anlam bakımından kuvvetli olan ve “yüzülen yer” anlamındaki (meselâ) deniz gibi bir kelime söylenmediği için “şafak” kelimesinde de bir kapalı istiâre ilgisi düşünülmelidir.

6. “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”. Şafak ve al sancak kelimeleri, sabah vakti şafakta doğan güneş gibi bayrağın dalgalanmasını düşündürür.

Burada güneş-bayrak alâkası kurulur. Anlam bakımından kuvvetli olan güneş söylenmediği ve al sancak zikredildiği için, bu sancağın şafakta ortaya çıkması kapalı istiâre sanatına sebep olur.

7. “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”. Birinci mısra ile anlam ilgisi bulunan
“sönmeden” kelimesi, ocağın sönmesi ve evin yıkılması anlamlarının her ikisini de düşündürür ama asıl anlatılmak istenen uzak anlam dairesindeki
“evin yok olması, yıkılması, evdeki ağız tadının, düzenin bozulması” anlamı kastedilmiştir. Tevriye ve kinâye anlam daireleri söz konusudur. Akla gelen anlamlardan biri mecaz biri gerçek anlam olduğuna göre burada kinâye sanatı kullanıldığı hükmü daha makuldür.

8. “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”. Ocak kelimesi, Türk âilesini, âilenin oturduğu evi kasteder. Evin bir parçası veya âilenin bir özelliği söylenmiştir; âile veya ev kelimesi söylenmemiştir. Parça bütün ilişkisiyle veya bir özelliğin söylenip o özelliğe sahip kelimenin söylenmemesiyle mecâz-ı mürsel yapılmıştır.

9. “Sön-”, “o benim”, “milletimin” kelimeleri birden fazla kullanılmıştır. Anlamda vurgu ve söyleyişte âhenk meydana getiren bu tekrarlarda tekrir sanatı söz konusudur.

10. “O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak”. Bayrak ve yıldız alâkası kurulmuş; bayrak, yıldıza benzetilmiştir. “Yıldız gibi parlayan bayrak” anlamı hatırlatılmış; “gibi” ve “bayrak” kelimeleri kullanılmamış; “yıldız” ve “parlamak” kelimeleri kullanılmıştır. Anlam bakımından kuvvetli olan kelime söylenmiş ve o kelimenin anlam ilgisi, benzetme yönü (parlamak) belirtilmiştir. Açık istiâre sanatı düşünülmelidir.

11. Bir insanın veya topluluğunun “yıldızının parlaması”, “ocağının sönmesi” asırlardır deyim olarak kullanılmakta, özlü sözler içinde bir kelâm-ı kibar mâhiyeti taşımaktadır. Bu yüzden, anlamı bir deyim, tâbir veya mesel ile anlatmak demek olan irsâl-i mesel sanatı ortaya çıkmaktadır.

12. “O benimdir, o benim milletimindir ancak” mısraında ifâdenin yarısında hem anlamın yönü hem de sahip olan öznenin kendisi değişmiştir. İlk ifadede al sancak, şairin iken, burada bir anlam kuvvetlendirmesine gidilmiş ve al sancağa sahip olan öznenin “millet” olduğu ifade edilmiştir. Bu yön değiştirmede iltifat sanatı düşünülebilir.

13. Kıt’anın tamamında farklı tenasüp gurupları kurulabilir: Sancak, ocak, yurt, millet; şafak, yıldız, parlamak kelimeleri bu gruplara örnektir.

14. Sönmek-tütmek kelimelerinde birbirinin zıttı anlamlar muhafaza edildiği için, bu iki kelimenin bir mısrada kullanılmasında tezat sanatı düşünülebilir.
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
İstiklal Marşı - İkinci Kıtanın Açıklaması
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal,
Hakkıdır, Hak'ka tapan, milletimin istiklâl!​
Genel kompozisyonun giriş, gelişme, sonuç basamaklarından giriş bölümüne âit olan bir ikinci parça da şiirin bu ikinci kıt'asıdır. İlk iki kıt'a, bir bakıma ifâdenin takdim bölümleridir. Bu iki kıt'ada muhteva olarak da bütün metin özet hâlinde sunu lur. “Korkma” ve “Çatma” kelimelerinin hem görev hem de âhenk olarak birbirini tamamlaması, genel kompozisyonun terkibinde önemli bir unsurdur.

İkinci kıt'a da birinci kıt'a gibi altı cümleyi ba rındırıyor: 1. Ey nazlı hilâl, çehreni çatma. 2. Kur ban olayım. 3. Kahraman ırkıma bir gül. 4. Bu şiddet ve bu celâl nedir? 5. Eğer bize gülmezsen, dökülen kanlarımız sana helâl olmaz. 6. İstiklâl, Hak'ka tapan milletimin hakkıdır. İkinci kıt'ada da bayrağa hitap edilir. Ey nazlı hilâl, kurban olayım çehreni çatma! Kahraman milletime gül, şiddet ve öfke gösterme. Eğer kızar, öfkelenir, bize yüz çe virirsen sana dökülen kanlar helâl olmaz. Çünkü Cenâb-ı Allah'a inanan milletimin hakkı istiklâldir ve sen bu istiklâli temsil ediyorsun. Bir gelin gibi, bir padişah gibi, güzel, etkili, azametli olan naz lı hilâl, bu kara günlerde çehresini karartmamalı; kaşlarını çatmamalıdır.

Bu kıt'ada, hilâl / celâl / helâl / istiklâl kelime lerinde -lâl hecesi, üç harf benzeşmesi ile zengin bir kâfiye örgüsü oluşturur. Kâfiyeyi kuran ilk ve son harfler, hepsinde ön damak l'sidir. “hilâl” ve “istiklâl” kelimelerindeki -i tekrarları ile “celâl” ve “helâl” kelimelerindeki -e tekrarları, kâfiye siste mini kuvvetlendiren seslerdir.

İkinci kıt'anın edebî sanatları, birinci kıt'adaki gibi güçlü ve etkilidir.

1. İkinci kıt'anın tamamında Türk bayrağına seslenmektedir. Nidâ sanatı kullanılmıştır.

2. “Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl”. Bayrak yerine hilâl kelimesini kullanmak, mecâz-ı mürsel sanatını ortaya çıkarır. Hilâl, Türk bayrağının üzerindeki bir sembol, bir şekil, bir resimdir. Bu yüzden araştırıcılar parça-bütün alâkası üzerinde durmuşlardır. Yaygın kanaa te göre, bayrak-hilâl kelimeleri arasındaki anlam bağı, parça-bütün ilişkisinde parçanın söylenme si, bütünün kastedilmesi amacıyla kurulmuştur. Birçok kaynakta hilâlin sembol olduğu kabul edil miş ama neyi temsil ettiği konusunda farklı fikirler yürütülmüştür. “İslâm'ın sembolü ve bayrağımızın bir cüz'ü” olan hilâl kelimesi, “cüz'iyet-külliyet” başlığında “zikr-i cüz, irâdeyi kül” grubunda de ğerlendirilen bu ifâde, mecâz-ı mürsel sanatına sebep olur.

Bazı kaynaklarda bu tür kullanımlar “aktarma” olarak isimlendirilmekte, Batı'nın retorik bilgileri içindeki bir metotla yorumlanmaktadır. “Hilâl” ke limesinin kullanımı, bizim mecâz-ı mürsel sanatı dediğimiz aktarma tekniğinin, -bu bakış açısına göre deyim veya ad aktarması grubuna gir mektedir. Doğan Aksan'a göre, hilâl kelimesinin aktarma olmasının asıl sebebi, hilâl kelimesiyle kast edilen bayrağın, insana özgü niteliklerle ele alınmasıdır. Bize göre, bu husus, üçüncü madde de ele aldığımız teşhis sanatı ile yorumlanmalıdır; zira, hilâlin bayrağı temsil etmesiyle, bayrağın in sana has özellikler taşıması, bir mısra içinde inşâ edilen farklı farklı sanatlardır.

3. “Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl / Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celâl”. Bayrağın nazlı olması, gülmesi, hiddetlenip celâllenmesi, bayrak ile insan arasında bir bağ düşündürür. Kişileştirme yapılmıştır. Bu teşhis sa natı, insanın birkaç özelliğini dile getirir.

4. “Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celâl”. Bayrağın şiddeti, celâllenmesi ile vatanı mızın hâli arasında bir münasebet vardır. Vatan zor durumdadır, millet perişandır, devlet yıkılmak üzeredir ve bayrağımız öfkelidir. “Ne bu şiddet bu celâl söyleyişinde hem öfkeyi görüp hem de öfke nin sebebini anlamayan bir insan durumundadır. Bayrağının hayâl edilen öfkesinin sebebini anla yıp bunu anlamazlıktan gelmek, tecâhül-i ârifâne sanatına delalet eder.

5. “Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celâl”. Türk milletinin kahramanlıkları hatırlatılır, tarihten gelen bilgiler çağrıştırılır. Telmih sanatı, millî ve dinî yönden Türk milletinin azametini dü şündürür.

6. “Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl”. Kanın helâl olması, yine bir kelâm-ı kibar makamıdır; irsâl-i mesel sanatı düşünülebilir.

7. “Hakkıdır, Hak'ka tapan, milletimin istiklâl”.
“Hak” kelimesinin iki defa kullanılması ve birbiri ile çeşitli anlam ilişkileri kurması, bazı farklı yorum lara sebep olur: Önce ses kullanımı bakımından düşünürsek, günümüzde “Hak” kelimesi farklı anlamları olan bir kelime durumundadır. Günü müzün (Saussure'den alınan eş zaman-art zaman yorumundaki) eş zamanlı bakış açısına göre Hak: Müktesep yahut Mevhîbe... ve Hak: Yaratıcı an lamlarıyla cinas sanatı akla gelebilir; ancak, bu kelime aynı kökten gelen iki ayrı kelime olarak düşünülürse iştikak sanatı yorumu ile vasıflandı rılabilir. İştikaka sebep olan kelime “Hak” telâffuzu ile aynen tekrar edildiği için tekrir sanatı da gün deme gelir. Mısra takdimindeki sıraya göre, ikinci
“Hak” kelimesi hem adalet ve doğruluk, hem de yaratıcı anlamlarını çağrıştırdığı için tevriye izle nimi vermektedir. Bu noktada iki gerçek anlamın kullanıldığı ama onlardan biri olan “Yaratıcı” an lamının öne çıktığı ve bu anlamda da “Her şey de hak sahibi, bu hak sebebiyle varlık ve yokluk mülkünün sahipliğine mutlak hak ile mütenasip, adaletli Yaratıcı” vasıflarına eriştiği görülebilir.

Bu mısraın telmih sanatına sebep olduğunu söyleyen araştırıcılara göre, “Hakkıdır, Hak'ka ta pan, milletimin istiklâl” ifâdesi, Kur'ân-ı Kerîm bazı âyetlerine atıfta bulunmaktadır. Bunlardan biri; “... zafer, ancak Azîz ve Hakîm olan Allah'tandır.” [Âl-i İmrân, 126. âyet]
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
İstiklal Marşı - Üçüncü Kıtanın Açıklaması
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım;
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.​
Bu kıt’adaki mısraları düz cümlelere çevirince on cümle tertibi ortaya çıkar. Bunların önemli bir kısmı birleşik cümledir: 1. Ben ezelden beridir hür yaşadım. 2. Hür yaşarım. 3. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? 4. Şaşarım. 5. Kükremiş sel gibiyim. 6. Bendimi çiğnerim. 7. Aşarım. 8. Yırtarım dağları. 9. Enginlere sığmam. 10. Taşarım.

Ben, zamanın başladığı andan beri hür yaşadım, hür yaşarım. Beni esir edecek, bana zincir vurmayı isteyecek insan bir çılgın, bir delidir. Ben ona şaşarım çünkü kimse bana zincir vuramaz. Aslan gibi kükreyen sellere benzerim. Bu seli hiçbir bend sınırlayamaz. Ben bütün engelleri çiğner, aşarım. Dağları yırtarım, engin derinliklere sığmaz, taşarım.

Heyecan unsurunun hâkim olduğu ilk üç kıt’ada, kısa cümleler ile şiddeti gitgide artan bir duygu yoğunluğu görüyoruz. İfâdenin anlatım tutumunda, haklı insanların hem heyecanı, hem de şaşkınlığı hissedilmektedir. Soru cümlelerinin çokluğu ve olumlu düz cümle ile anlatılamayacak heyecan ifâdeleri, haklı insanın ruh hâline bir işârettir ve haksızlığa tepkinin bir derecesini anlatır. Böylece bu kıt’anın karakteristiği ve diğer kıt’aların heyecan dozundaki yüksekliği, bir nebze olsun ifâde edilmiş olur.

Târih ve tabiatın, bir milletin kahramanlığına şahit tutulması, istiklâl mücadelemize dâhil olan tarih ve tabiat temlerinin heyecan unsurlarına vesile olması, ayrıca dikkate şâyan bir durumdur. Kâfiyeler yine mukayyeddir. yaşarım / şaşarım / aşarım / taşarım: Ses tekrarı ve ses benzeşmesi “aşarım” sesleri ile kurulmaktadır. İlk akla gelen kâfiye yapısı, “-aşa-” sesleri ile zengin olarak inşâ edilmiştir. Yaygın kâfiye çözümüne göre kelime köklerine gidilerek yaşa-, şaş-, aş-, taşfiilleri ile düşünülürse dört kelimede ortak olan kullanım, “rım” sesleridir. -r, geniş zaman eki; -ı, yardımcı ünlü; -m, birinci tekil şahıs ekidir. Bu yaygın kabule göre -rım sesleri, redif yoluyla kâfiyelenmiştir.

Ancak bu kıt’ayı, kâfiye ile değil, redif ile âhenge bağlamak hükmünde bir zayıflık olacaktır. “yaş “ kökünden, -a isimden fiil yapma eki ile türetilen “yaşamak” fiili “yaşarım” çekimli kullanımıyla diğer üç kelimenin ortak yapısına (fiil + ar + ı + m) uyum sağlamış, böylece “aşarım” hecelerindeki 6 sesin tekrarı ve benzeşmesi, kuvvetli bir âhenk yapısı oluşturmuştur. Bu yapı sadece redifli yapılar grubuna giremez; zira 6 ses tekrarının altısı da redif değildir. Eğer “-aşa-” sesleri kâfiye sayılırsa, birinci -aseslerinin son üç mısradaki kullanımlarında bir redif ihtimâli, “-aşa-” seslerinin zengin kâfiye özelliğini zayıflatacaktır. Kelimelerdeki ikinci “a”ları ek sayarak onları redif olarak kabul etsek; ve kâfiyeyi “aş” harflerinden yolu çıkarak tam kâfiye olarak tespit etsek ilk mısradaki “-a” isimden fiil yapım ekinin fonksiyonu, bu kabûlü çürütecektir. Belki mesele sadece bir isimlendirme problemidir ama yaygın isimlendirmenin bozulması, değişmesi, müşterek terimleşmeyi zaafa uğratacağı için, isimlendirmede çok dikkatli olunmalıdır. Bu gibi örneklerle de görüldüğü üzere, son asırlardaki kâfiye yapılanmasının çözümünde kullandığımız (yarım, tam, zengin, tunç, redifli, cinaslı) kâfiyeleniş isimlendirmesi, eksiktir; son asırlar içinde görülen şiirlerimizi bütünüyle ihtiva etmemektedir. Veya kâfiyelerin tanımında bir eksiklik söz konusudur. İstiklâl Marşımızın kâfiyelenişi bile, görüldüğü gibi, eldeki yaygın sisteme göre çözülemiyor. Eldeki sistemle çözmeyi denediğimizde, 6 seslik çok kuvvetli bir sistemi, iki yahut üç sese indirerek, kâfiye hükmünde bir zayıflık oluşuyor. Öyleyse, divan edebiyatındaki revî sistemi ile modern şiirimizin örneklerinden hâsıl olacak yeni sistemler terkip edilmeli ve ihtiyaca cevap veren bir kâfiye çözümü bulunmalıdır.

Bu kıt’ada, edebî sanatlardaki yoğunluk devam eder.

1. “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” mısraında, Orta-Asya’dan başlayıp Anadolu’ya varıncaya kadar hür yaşamış, istiklâline düşkün Türk milletinin kahramanlıklarına işâretle telmih sanatı kullanılmıştır.

2. Bu kıt’ada baştan sona kadar kullanılan “ben” zamiri, hem şairin şahsını hem de milleti ifâde etmektedir. İki anlam da, kıt’a için geçerlidir ama asıl vurgulanan anlam Türk milletidir. Tevriye düşünülebilir. Aslında tevil ve günümüzdeki anlamıyla az bir yorumla, bu sanatın istihdam karakterli bir tevriye olduğunu söyleyebiliriz. Âkif’in rûhu ve şahsı hesap edilirse, bu vasıflar İstiklâl Marşı şairi için de geçerlidir; Türk milletinin târihî ve mânevî şahsiyeti için de geçerlidir. Bu istihdamın metinde delâleti yoktur ama Âkif’in biyografisinde bu bilgi bulunabilir.

3. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım”. “Çılgın” kelimesi, “Çılgın gibi hareket eden düşman askeri/ordusu” olarak düşünüldüğünde açık istiâre sanatının varlığına sebeptir.

4. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım”. “Zincir vurmak”, “esir etmek” demektir. Dolaylı bir anlatımla, esâret hâlini, onun bir sembolü kabul edilen “zincir vurmak” deyimi temsil eder. Bu kullanış, mecâz-ı mürsel sanatının örneklerindendir.

5. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış?...”. Soru sorulmuş cevap istenmemiş, beklenmemiş, soru anlamlı bir cümlenin olumsuz anlamına karar verilmiş. Önce istifham sanatı akla gelir. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış?” cümlesi, “Hiç kimse bana zincir vuramaz”, cümlesine eşittir.

6. “Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım”. “Kükremiş sel” sıfat tamlamasında iç içe girmiş birkaç sanattan söz edilebilir. “Kükremiş sel gibi olan insan/millet” ibâresinde teşbih yapılmıştır. Sel’in kükremesi, sel-aslan ilişkisi yoluyla, aslan kelimesi kullanılmadığı için kapalı istiâre kullanımını ortaya çıkarır.

7. “Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım”. Dağların yırtılması, mısradaki mübâlağa sanatına işaret eder. “Taşarım”, bir evvelki beyitte bulunan istiârenin devamıdır. Dağların yırtılması, az bir zorlamayla Ergenekon Destanı içindeki, demir dağlarının aşılmasına telmih edilebilir.

8. Birinci, ikinci ve üçüncü kıt’adaki hitâbın yönü bakımından, üç kıt’ada birden kullanılan iltifat sanatıdır ki, hitabın yönü muhataptan muhataba, muhataptan gâibe çevrilir ve fiillerin sigaları (kipleri) her seferinde değişikliğe uğrar. Sözün hitâbı, marşın birinci kıt’ası Türk milletine, ikinci kıt’ası Türk Bayrağı’na ve üçüncü kıt’ası da şairin kendisine yönelmiştir. Bu hitaplar sırasında fiillerin çatıları, kipleri ve dolayısıyla muhatapları değişir.
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
İstiklal Marşı - Dördüncü Kıtanın Açıklaması
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar.
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?​
Bu kıt'ada, iki uzun iki kısa karakterli dört cümle kullanılmıştır. 1. Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar, benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. 2. Ulusun. 3. Korkma. 4. Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, böyle bir imanı nasıl boğar?

Yurdumuzu işgâl eden Batılı devletlerin kendi sınırlarında çelik zırhlı duvarlar meydana getirecek yüksek bir teknik varsa benim de o tekniği aşacak ve düşmanlara karşı koyacak iman dolu göğsüm gibi sınırlarım vardır. O sınırlarda göğsü imanla dolu Mehmetçikler vardır. Zulüm medeniyetinin temsilcisi olan Batılı devletler, tek dişi kalmış bir canavar gibi ulumaktadır. Bırak ulusun. Ey milletim, sakın korkma. Tek dişi kalmış bir canavara benzeyen şu Batılı medeniyet, insanlara zulüm eden bu düşman kuvvet, senin imanı nasıl boğabilir? Elbette boğamaz.

Kıt'anın, “duvar / var / boğar / canavar” kelimeleriyle kurulan kâfiye yapısında, ilk bakışta “-ar” seslerinin tam kâfiye oluşturduğu hükmü, yaygın olarak kabul görecektir. Okullarımızda, bu düzen kullanılmaktadır ve bu dörtlükte popülist bir yaklaşımla, “-ar” sesleri tam kâfiyedir, diyerek kâfiye meselesini hâlletmek mümkündür; ama “-v-” sessizlerini ve bu üç “-v-” sessizine göre “-ğ-” sessizini düşünen bir incelemeciye, “-ar” dan başka bir ilişki düşünme, denilebilir mi? Belli ki, “-v-” harfinin benzeşmesi, zengin kâfiye oluşturacak; (göğercin-güvercin; göğermek-gövermek; soğuk-sovuk; döğmek-dövmek...) kelimelerinin seslerinde gördüğümüz üzere, “ğ” ve “v” çağrışımları, birbirini destekleyecektir.

Bununla birlikte ikinci mısradaki “var” kelimesi, birinci ve dördüncü mısralarla tunç kâfiye denilen bir kâfiyeleniş özelliği de taşımaktadır. Günümüzde tunç kâfiye ile zengin kâfiye alâkası henüz çözülememiş bir problemdir. Bu kıt'adaki kâfiyeyi “-ar” sesleriyle tam kâfiye olarak bulmak mümkündür ama ikinci derecedeki âhenk özelliklerini de bir kâfiye problemi olarak düşünmek zorundayız.

Bu dörtlükteki edebî sanatlar için şunları söyleyebiliriz:

1. “Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar”. Garp kelimesi, bütün Batı devletlerini ve özellikle bizimle savaşan düşmanları temsil etmektedir. “Garbın âfâkı”, Batı devletlerinin ufukları olarak düşünülmekle birlikte, bu ufukların “sınır” hatları olarak kullanıldığı da akla gelmektedir. Dolayısıyla hem “garb = Batı'daki devletler”, hem de “garbın âfâkı = Batı'daki devletlerin sınırları” anlamları içinde, iç içe girmiş iki mecâz-ı mürsel sanatı ortaya çıkmaktadır.

2. “Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar”. “Çelik zırhlı duvar”, Batı devletlerinin sınırlarındaki teknik güç, koruma kalkanları ve silahlar olarak düşünüldüğünde açık istiâre yapıldığı anlaşılır. Bu sanatı şöyle anlatabiliriz: Çelik zırhlı duvar [anlam bakımından kuvvetli benzetilen kelime grubu] / gibi [benzetme edatı] / zor aşılan [benzetmenin, hayâlin anlam ilgisi] / sınır [anlam bakımından zayıf benzeyen kelime].

3. “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var”. “İman dolu göğüs gibi serhad” bütün unsurları tamam olan bir teşbih'tir. Bu teşbihin benzetme yönü, anlam bakımından kuvvetli olan “göğüs” kelimesinin sıfatıdır. Sınırlar, iman ile dolu göğüslere benzetilmiş ve burada tevil ve yorum ilmi bakımından şöyle bir tefsir yapılabilir: Vatan toprakları imanlı bir insan vücûdudur ve onun sınırları da o şahsı mânevînin imanlı göğsüdür. Bu mısrada açık olmamakla birlikte gizli bir teşhis ve buna bağlı olarak “serhad = imanlı insan” anlam ilgisiyle gizli bir kapalı istiâre düşünülebilir.

4. “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar” mısraındaki ilk kelimenin anlamı, birçok kaynakta tartışılmıştır. “Ulusun” kelimesi, “yücesin, büyüksün” ve bir canavar, bir köpek gibi ulumaktan, “bırak, canavar ulusun” anlamlarına geldiği zikredilmiştir. Kıt'anın anlam akışına ve anlatım tutumuna göre bu kelime, bir sonraki mısrada ortaya konan “canavar” ile birleştirildiğinde “canavar gibi ulumak” anlamı kuvvet kazanmaktadır. Bu konuda Mehmet Kaplan hocamızın kanaatine uyarak, ulusun kelimesini Mehmet Âkif'in canavar ile birlikte düşündüğünü söyleyebiliriz. Mehmet Kaplan'a göre, Âkif, “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, bırak, varsın ulusun, onda artık korkulacak bir taraf kalmamıştır”, demek istiyor.

İlmî teâmül açısından doğru olan, iki mısraın konteksti bakımından “ulumak” anlamının öne çıkmasıdır. Eş zamanlı dilbilim açısından ise “ulusun” kelimesinin, okuyucu zihninde bugün uyandırdığı çağrışım dikkate alınmaktadır. Bu kelimeyi, hem “yücesin”, hem de “ulumaktan ulusun, haykırsın, nâra atsın” gibi anlamlarıyla düşünenlere göre bu mısrada tevriye vardır. Bu hükmü ihtiyatla karşılamak gerekir.

5. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraında bütün unsurları tamam bir teşbih vardır. Medeniyet, tek dişi kalmış bir canavara benzetilmiştir. Mehmet Âkif'in, medenî diye bilinen Batı devletlerinin zulmüne karşı ortaya koyduğu bu serzeniş, daha önce söylediğimiz gibi, O'nun medeniyete karşı oluşundan değil, medenî teknik ve cihazlarla haksızlık yapılmasına karşı olmasından ileri gelmektedir. Mehmet Kaplan, medeniyetin tek dişi kalmış canavara benzetilmesinde gizli bir alay olduğu, bir küçümseme bulunduğu kanaatindedir.
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
İstiklal Marşı - Beşinci Kıtanın Açıklaması
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hak'kın;
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.​
Bu kıt'a, yine bir hitap cümlesi ile başlar. Bu ve diğer cümleler şöyle tespit edilebilir: 1. Arkadaş. 2. Yurduma alçakları uğratma sakın. 3. Siper et gövdeni. 4. Bu hayâsızca akın dursun. 5. Hakk'ın sana vaat ettiği günler doğacaktır. 6. Kim bilir? 7. Belki yarın, belki yarından da yakın (bir zamanda doğacaktır).

Bu sözler başlı başına bir vecize ve irsâl-i mesel olarak yıllardır aydınlarımız tarafından kullanılmaktadır. Arkadaş diye hitap edilen, Türk milletinin her bir ferdi, özellikle Türk Askeri Mehmetçik'tir. Mehmetçiğe şehit olma teklifi yapılmaktadır. Bir evvelki kıt'ada bahsi geçen çelik zırhlı duvarlarla gelen Batılı düşman silahlarına gövdeyi siper etmek, ölmek, şehit olmak demektir. Bu sesleniş, Mustafa Kemâl Atatürk'ün “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum!” hitâbına çok yakın bir söyleyiştir. Hak'kın va'dettiği gün, vatanın kurtulması, milletin selâmet bulması ve askerimizin şehit olarak cennete kavuşmasıdır. “Belki yarın, belki yarından da yakın” ifâdesi, haklı dâvâsı olan güvenilir bir ferdin sözü kıvamında çok güven verici, askeri cesâretlendirici bir sözdür.

Mısra sonlarındaki “sakın / akın / Hak'kın / yakın” kelimelerinin son hecelerinde bulunan “-kın” harfleri, zengin kâfiye oluşturur. Bu zenginlik, dört kelimenin bulunan ilk hecelerinde bulunan “-a-” sesleriyle daha da kuvvetlendirilir. Kâfiye çözümünde “akın” seslerinin zengin kâfiyeden de kuvvetli bir mukayyed kâfiye oluşturduğu görülür; ancak “Hak'kın” kelimesinde, Arapça bir kuralın ortaya çıktığı ve “k” harfinin, kelime, ünlü ile başlayan bir ek aldığı zaman, ikileştiği görülür. Bu kural, müzikalitede bulunan “akın” tekrarını, üç darbe ile sürdürmekte, dört darbeye çıkışı önlemektedir. Kâfiye “-kın” sesleridir diyenler, bu konuda var olan kuralı yürütmektedirler ve ma'zurdurlar. Ancak bu engel, estetik açıdan kötü mü olmuştur, iyi mi olmuştur? Bunu ölçemeden, monotonluğu kırmak konusunda bir değişimin farklı bir tad verdiğini düşünmeden, dört seslik bir benzeşmeyi, üç sese indirgeyen bir sistemin yeterli olduğundan bahsedilemez.

Kıt'anın edebî sanatları için şu tespitleri yapabiliriz:

1. “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın”. Arkadaş hitâbında ve “sakın” ünleminde pekiştirici bir biçimde nidâ sanatı görülmektedir. “Arkadaş” kelimesi, hem bir insan hem de Türk Ordusu'nun bir askeri, bir savaşçısıdır. Arkadaş kelimesi ile Türk Ordusu'na seslenen şair, nidâ sanatı içinde mecâz-ı mürsel diyebileceğimiz bir anlam sanatı oluşturmuştur.

2. “Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın”. “Bir hayâsız akın gibi ortaya çıkan düşman saldırısı” hayâlinde, anlam bakımından kuvvetli olan “hayâsızca akın” söylenmiş, “düşmanın hücûmu, saldırısı” söylenmemiştir. Açık istiâre yapılmıştır.

3. “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın”. Yaratıcı'nın söz verdiği günler, Kur'ân-ı Kerîm'de inananlara va'd edilen müjdelerdir. Kur'ân-ı Kerîm'in inananlara zafer sözü verdiği âyetler ile bu müjdelerini hatırlatmak telmih sanatı ile izah edilebilir.

4. “Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın”. “Belki” ve “yarın” kelimelerinin tekrarı, tekrir sanatına işâret eder.

5. “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın! / Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın / Doğacaktır sana va'dettiği günler Hak'kın / Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. Dört mısraın arka arkaya bir kahramanlık hitâbı üslûbunda ve özellikle kalın ünlüler ve sert ünsüzler ile orduya savaş teşviki içinde söylenmesiyle cezâlet sanatı ortaya çıkmıştır. Bu söyleyiş, ilk mısraın üslûbunda daha belirgindir.
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
İstiklal Marşı - Altıncı Kıtanın Açıklaması
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.​
Kıt'anın düz cümlelere çevrilmesi, yedi ayrı cümleyi gösteriyor: 1. Bastığın yerleri toprak diye- rek geçme. 2. Tanı. 3. (Toprağın) altında yatan bin- lerce kefensiz şehidi düşün. 4. Sen şehit oğlusun. 5. Atanı incitme. 6. Yazıktır. 7. Dünyaları alsan da bu cennet vatanı verme.

Hitap üslûbuyla, milletin her ferdine, arka- daş seslenişinin kıvamında Mehmetçiğe yönelen ifâdeler devam ediyor. Bu dörtlüğün öne çıkan kavramı “vatan”dır. Vatanımızı, yaşadığımız top- rakları tanımak gerekir. Bu yerler, bir toprak de- ğil, kanlarımızla sulanan, atalarımızın kanlarıyla vatan olan topraklardır. Vatan; din gibi, Hak gibi, âile gibi, bayrak ve istiklâl gibi mübarek, kutsal bir değerdir. Bu değere ulaşmamızda emeği geçen şehitlerimiz, bu toprakların altında yatmaktadır. Onları düşün. Sen o şehitlerin oğlusun. Yanlış ya- pıp atanın rûhunu, hâtırasını incitme. Dünyanın en kıymetli hazinelerini de alsan, cennete benzeyen bu vatanı kimselere verme.

Birbirini takip eden mısra sonlarındaki “tanı / yatanı / atanı / vatanı” kelimeleri, tunç kâfiye oluşturur. “tanı” sesleri, her dört mısrada da tekrar edilmiştir. Son üç mısrada fazladan -a sesi ben- zeşmesi ile âhenk kuvvetlendirilmiştir.

Edebî sanatları ise;

1. “Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı”.
“Kefensiz yatan” kelime grubundan kast edilen mânâ, şehitlerdir. Şehit denmeyip, onun bir özelli- ği söylendiği için ve dolaylı bir anlatım görüldüğü için mecâz-ı mürsel ilgisi düşünülebilir; ayrıca, şehitlerin kefensiz gömüldüğünü hatırlatmakla telmih sanatı yapılmıştır.

2. “Verme, dünyaları alsan da bu cennet vata- nı” mısraında “cennet vatan” kelime grubu, “cen- net gibi güzel vatan” kuruluşuyla sadece benze- yen ve benzetilen kelimelerle yapılanmıştır. Bu teknik, teşbih-i beliğ sanatını oluşturur.

3. Bu kıt'ada, diğer kıt'alarda olduğu gibi, tenâsüp grupları bulmak mümkündür. Toprak, vatan, cennet, şehit kelimelerinde tenâsüp ilgileri görülür.
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
İstiklal Marşı - Yedinci Kıtanın Açıklaması
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.​
Kıt’adaki ifâdeleri, üç cümlede toplayabiliriz: 1. Bu cennet vatan uğruna kim feda olmaz? (Herkes olur). 2. Toprağı sıksan içinden şehitler fışkırır. 3. Hüdâ, canımı ve bütün sevdiklerimi alsa da beni bu dünyada vatanımdan ayrı yapmasın. Bu kıt’ada, vatan kavramının yorumu devam ediyor. Şehitlik, her Türk’ün dileği olmuş, toprağın her köşesinden şehitler gömülmüş. Bu hayâlde, bir mübalağanın herkes tarafından kabul edilen doğal bir anlama transfer edildiği görülür. Şehitler, vatanlarını, kendi nefislerine tercih etmektedirler.

“feda / şüheda / Hüda / cüda” kelimelerindeki “da” seslerinde, iki harf benzeştiği için bu örgüye tam kâfiye diyebiliriz. Şüheda, Hüda, cüda kelimeleri, kendi arasında “-ü-” sesi ile âhengi kuvvetlendirmektedir. Aynı pekiştirme, feda, şüheda arasında “-e-” sesi ile yapılır.

Kıt’ada, istifham, teşbih, mübalağa, tekrir sanatları kullanılmıştır.

1. “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?” mısraında soru sorulmuş, cevap beklenmemiş, soru içinde olumsuz cevabın verilmesini engelleyen bir hüküm ifâde edilmiştir. İstifham sanatı. Cennet vatan ifâdesinde teşbih-i beliğ tekrar edilmiştir.

2. “Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda” mısraı, mübalağa sanatının en tabiî örneklerinden biridir. Müslüman Türk milleti için, vatan topraklarının her karışında şehit kanı olması, toprağın içinden şehitlerin fışkıracak gibi durması, doğaldır, normaldir, doğrudur. Bu mısra ve bu sanatla, Mehmet Âkif’in, halkı çok iyi tanıdığı ve onlar gibi inandığı ortaya çıkmaktadır. İfâdenin doğallığına bir sebep de Âkif’in inançlarındaki samimiyetidir. Şüheda tekrarı, tekrir sanatını ortaya çıkarır.
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
İstiklal Marşı - Sekizinci Kıtanın Açıklaması
Ruhumun senden İlâhî, şudur ancak emeli;
Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.​
Madde ve mânâ bütünlüğü içinde olan insan, maddeden sıyrılmış, mânâya yükselmiştir. Bu kıt'ada Cenâb-ı Hak'ka duâ eden, şairin rûhudur. Vatanımızın, özellikle mâbedlerimizin yabancı eller tarafından kirletilmemesi duâsı, ezanın şehadetleri ile tamamlanır. Ezanlar, her gün beş defa bu milletin İslâm inancına şehadet eder. Bunun yanında Ezân-ı Muhammedî okunduğu zaman, metin içindeki “Eşhedü enlâ ilâhe illallah” ve “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah” ifâdeleri de dinî literatürde şehadet olarak vasıflandırılır. Bu iki cümlenin Türkçe anlamı şudur: Ben şahitlik ederim ki Allah birdir ve şahitlik ederim ki Hz. Muhammed (SAV), Allah'ın resûlüdür. Bu iki cümlenin, dinin temeli olması, İslâmiyet'i kabul eden bir insanın bu sözleri söylemesine atıftır. “Kelime-i şehâdet” diye de anılan bu sözlerin, dil ile ikrarı ve kalp ile tasdiki, müslüman olmak için ilk şarttır.

Bu dörtlükte kullanılan “emeli / nâ-mahrem eli / temeli / inlemeli” kelimelerinde -emelsesleri, zengin (mukayyed) bir kâfiyedir. Son mısra hariç, ilk üç mısrada, mısra sonu -i'ler rediftir; üçüncü şahıs iyelik eki olarak bir isim tamlamasının tamlanan kelimesinde kullanılmışlardır. Birinci ve üçüncü mısralarda -i iyelik ekinin bulunduğu tamlama belirtili; ikinci mısrada belirtisizdir. “İnlemeli” kelimesinin sonundaki -i, -meli -malı gereklilik ekinin bir parçasıdır; bu parça, ilk üç -i iyelik eki ile birlikte redif olmaz ama kâfiye sisteminin kural dışı âhenklerinden birini daha oluşturur.

Sekizinci dörtlükte, teşhis, mecâz-ı mürsel, istiâre, tevriye gibi sanatlar görülür.

1. “Ruhumun senden İlâhî, şudur ancak emeli”. Ruh kelimesinin insan gibi kişileştirilerek ve ona şahsiyet verilerek konuşturulması teşhis sanatının farklı bir kullanımını ortaya çıkarır.

2. “Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli”. “Mâbed” kelimesi, vatanın ve dinin bir parçasıdır. Bu kelime ile vatanın hem de dinin bütünlüğü anlatılmak istenir. Mecâz-ı mürsel sanatı yapılmıştır. “Mâbedin göğsü” ifâdesinde teşhis ve kapalı istiâre sanatları iç içedir.

3. “Bu ezanlar ki şahâdetleri dînin temeli”. Şehâdet kelimesi hem şâhitlik demektir ve ezanların dine şâhitlik ettiği anlatılmaktadır ve hem de Ezân-ı Muhammedî'deki “Eşhedü enlâ ilâhe illallah” ve “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah” cümlelerinde geçen “şehâdet” kelimelerini ifâde etmektedir. Bu ifâdelerde, tevriye sanatı vardır. Bize bu tevriye sanatının yorumunu düşündüren, ezanın hatırlatılmasıdır, bu hatırlatmada telmih sanatı vardır.

Mehmet Kaplan, adı geçen makalede, “Bir kimsenin müslüman olabilmesi için kelime-i şahadet denilen bu cümleleri tekrarlaması ve onlara inanması lâzımdır. Müslüman ülkelerde günde beş vakit okunan ezan ile İslâmiyet'in temelini teşkil eden bu cümleler tekrarlanır. Elin başparmaktan sonra gelen parmağına şahadet parmağı denilir. Konuşamayacak olan hastalar içlerinden dua ederken şahadet parmaklarını kaldırırlar. Minareler, göklere uzanmış şahadet parmağına benzer.

Âkif, şiirinde buna da telmih ediyor”, diyerek telmih sanatının bir başka ilgisini ve sebebini açıklar.

4. Bir nazım birimi olan kıt'anın bütününde
“ruh, İlâhî, mâbed, nâ-mahrem, ezan, şehâdet, din...” kelimeleri arasında tenâsüp ilgisi vardır.
 

YoRuMSuZ

Biz işimize bakalım...
İstiklal Marşı - Dokuzuncu Kıtanın Açıklaması
O zaman vecdile bin secde eder varsa taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerret gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!​
Bir evvelki kıt’ada konuşan insan ile dokuzuncu kıt’adaki insanın şehit olduğunu anlıyoruz. Yurdumun üstünde ezanlar Müslümanlığa şehadet ederken, düşman eli yurdumuzu çiğneyemezken şehitlerin mezar taşları bir vecd, bir coşku ile bin secde eder. Her yaramdan kanlı yaşlarım boşanır ve soyut bir ruh gibi topraktan na’şımız çıkar. Yurdumuz emin ellerde olursa o zaman başımız yükselir, arşa değer. Melekler gibi kusursuz, ihtiyaçsız, cennette huzur içinde yaşarız. Tek vatanımız kurtulsun.

“taşım / yaşım / na’şım / başım” kelimelerinde “-aş” sesi tam kâfiye, birinci teklik şahıs iyelik eki ve onu kelimeye bağlayan “-ı-” yardımcı ünlüsünden mürekkep “-ım” hecesi ise, rediftir. Dört mısrada da aynı kâfiye yapı sistemi geçerlidir.

Dokuzuncu kıt’ada, aşağıdaki sanatlar kullanılmıştır:

1. “O zaman vecdile bin secde eder varsa taşım”. Bir evvelki kıt’ada başlayan rûhun konuşması devam etmektedir. Bu sefer asker şehid olmuş ve onun rûhu konuşmaya başlamıştır. Taş, mezar taşı demektir ki yine bir mecâz-ı mürsel kullanımı görülür. Taşın secde etmesi, mübalağa sanatına işâret eder. Yine aynı ifâdede, secde etmek insana mahsus bir davranış olduğu için teşhis sanatı söz konusudur. “İnsan gibi secde eden mezar taşı” hayalinde, insan söylenmediği için istiâre ilgisi de düşünülebilir.

2. “Fışkırır rûh-i mücerret gibi yerden na’şım”. Tecrîd olunmuş, soyutlanmış bir ruh gibi topraktan na’şın fışkırması, dört unsuru da tamam bir teşbihtir. Bu teşbihte ifâdenin gerçek anlamını düşündüğümüzde, topraktan ölülerin fışkırması resminde büyük bir abartı ile karşılaşırız, mübalağa sanatını görürüz.

3. “O zaman yükselerek arşa değer belki başım”. Şehidin topraktan çıkıp maddî vücûduyla yükselerek başının arşa değmesi, bir evvelki tablonun devamı olan bir mübalağadır. Üçüncü ve dördünce mısraların ikisinde birden, kıyamet günü mezarlardan kalkma inancına telmih vardır.
 
Top