Geçmişten Günümüze Türk Masalları

Suskun

V.I.P
V.I.P
Hamamcı ile Keloğlan

Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir kadıncağızın bir oğlu varmış. Herkes bu çocuğu keloğlan diye çağırırmış. Bu ana oğul çok fakir imişler. Yalnız birçok tavukları olduğundan bunların yumurtasını satarak geçinip giderlermiş.

Bir gün tavuklar yumurtlamamış, kadın da oğluna tavuklardan birini satarak ekmek almasını söylemiş. Keloğlan tavuklardan birini alarak, pazara gitmiş ve bir hamamcıya satmış. Fakat hamamcı parayı peşin vermeden gitmeye başlamış. Keloğlan da peşini takip etmiş. Hamamcının eve girdiğini görünce o da hemen arkasından girmiş ve onu gözetleyerek dinlemeye başlamış. Hamamcı tavuğu karısına uzatarak:

Bunu al, iyice temizle, haşlayarak suyuna güzel bir pilav yap, akşamüzeri bir uşak göndererek aldıracağım, demiş ve sokağa çıkarak uzaklaşmış.

Keloğlan bunları dinlediği için akşam üstü olunca hemen hamamcının evine gitmiş.

Bey yemeği istiyor, demiş.

Kadın da tatlısı ile, tuzlusu ile yemek hazırlayarak tepsiye koymuş ve çocuğa vermiş.

Keloğlan tepsiyi alınca doğru kendi evine götürerek annesine tepsiyi uzatmış:

Tavuğu bir hamamcıya sattım. Fakat bana parasını vermeden gitmeye başladı, ben de arkasını takip ettim. Eve girerken arkasından yavaşça girdim ve karısı ile konuşurken dinledim. Karısına, "tavuğu pişir, akşama aldıracağım" dedi. Ben de akşam üstü doğruca gittim aldım, demiş ve yemekleri güzelce yemişler.

Hamamcı, karısının hazırladığı tavuğu iştahla yemek için eve gelmiş, karısına yemek nerede diye sormuş. Kadıncağızın hiçbir şeyden haberi olmadığı için bir uşağın gelip aldığını söylemiş.

Hamamcı kızmış. Kim geldi? Nasıl adamdı? diye karısına sualler sormuş. Kadın da bir çocuğun geldiğini, "efendi yemek istiyor" diyerek alıp gittiğini söylemiş. Hamamcının buna canı sıkılmış, doğruca hamama gitmiş. Diğer taraftan Keloğlan, yemekleri güzelce yedikten sonra annesine:

Şu hamamcıya güzel bir oyun yapalım, teklifinde bulunmuş.

Annesi razı olunca, giyinmiş, kuşanmış, bir kız gibi süslenerek hamama gitmiş, kapıyı çalmış. Hamamcı kapıyı açınca Keloğlan sesini incelterek:

Seninle biraz gizli konuşmak istiyorum, sizin eve gidelim de konuşalım demiş.

Hamamcı güzel kızı görünce razı olmuş, eve doğru gitmeye başlamışlar. Karısı evde yokmuş.

Hamamcı bunun evvela fena bir kadın zannetmiş; bir av buldum ümidiyle sevinmeye başlamış. Eve gelince, Keloğlan:

Gizli bir yer varsa orada konuşalım daha iyi olur, diye adamcağızı kuşkulandırmış.

Hamamcı önde, Keloğlan arkada, evin altındaki mahzene inmeye başlamışlar. Tam merdivenlerin ortasına gelince, Keloğlan hamamcının belinin ortasına kuvvetli bir tekme vurmuş, adamı paldır, küldür merdivenden aşağı yuvarlamış.

Zavallı hamamcı aşağıda inleye dursun, Keloğlan yukarı çıkarak evin her tarafını karıştırmaya başlamış. Pahada ağır, yükte hafif, altına ve gümüşe dair ne varsa, hepsini almış, doğruca evine gitmiş.

Hamamcının karısı eve gelince, bir inleme işitmiş. Çocuklardan biri babasının sesini tanımakta gecikmemiş. Evin içini aramışlar, onu mahzende bulunca oraya nasıl düştüğünü sormuşlar. O da merdivenden aşağı inerken düştüğünü söylemiş.

Kadın, kocasının elinin ayağının tutmadığını, her tarafının hurdahaş olduğunu görünce, hoca aramaya koyulmuş, etrafa haber salmış.

Keloğlan bunu duyar duymaz, hamamcıya bir oyun daha yapmaya karar vermiş. Eline bir çanta almış, şeklini değiştirerek kahveden kahveye "ben cerrahım", "ben hocayım", "hastaları iyi ederim" diye dolaşmaya başlamış. Hamamcının arkadaşı da o sırada kahvede olduğu için hemen çağırarak hastanın yanına götürmüş.

Keloğlan, hiç tavrını bozmadan:

Yüksek bir yerden düşmüşsün, demiş, ben seni iyi ederim. Yalnız seni hamama götüreceğim. Fakat, yanımızda kimse olmayacak!

Beraber hamama gitmişler. Keloğlan hamamın kapısını kapamış, adamı güzelce soyarak başını sabunlamış ve kurnada hiç su bırakmamış. Eline geçirdiği bir kırbaçla hamamcıyı evire çevire dövmüş, perişan bir halde yerde bırakarak çıkmış, doğruca hamamcının evine gitmiş:

Hastanız iyileşmiştir. Gidip hamamdan alınız! diyerek hepsini sevindirmiş.

Hamamcının karısı ile çocukları derhal hamama koşmuşlar. Bir de bakmışlar ki, adamcağız daha perişan bir halde taşların ortasında yatıyor. Hepsi birden kederlenerek babalarını alıp eve götürmüşler.

Nihayet, hamamcı bu işi tavukları satan Keloğlan'ın yaptığını anlamakta gecikmemiş. Bir Çare düşünmüş:

Hamamın önüne altın serperek yakalamaya karar vermiş. Keloğlan bunu nasılsa öğrenmiş. Üzerine bir dilenci elbisesi, ayağına da uzun bir çizme giymiş. Çizmelerin altına güzelce katran sürmüş.

Eline bir çanta alarak hamama girmiş, müşterilerden ekmek dilenmiş. Altınlar da iyice çizmelerin altına yapışmış. Oradan uzaklaşmış. Hemen bir kenara çekilerek çizmeleri çıkarmış, altınları çantasına koyarak doğruca eve gitmiş.

Biraz sonra Keloğlan'ı yakalamak isteyenler altınların eksildiğini anlamışlar. Düşünmüşler, taşınmışlar bu sefer şu çareyi bulmuşlar:

Bir deveyi güzelce süslemişler. Tellala vererek çarşıda satılığa çıkarmışlar. Eğer Keloğlan gelirse, hemen yakalamasını tembih etmişler.

Keloğlan bunu da haber almış. Güzelce süslenmiş, bir köylü kızı kıyafetine girerek eline de bir eşeğin ipini almış, çarşıya inmiş.

Süslü püslü devenin yanına giderek tellala hafifçe yüzünü açmış ve gülümsemiş.

Tellal güzel bir kızın kendisine güldüğünü görünce, şaşkına dönmüş, aklı başından gitmiş.

Yanyana gitmeye, konuşmaya başlamışlar. Keloğlan biçimine getirerek eşeğin ipini tellalın eline vermiş, devenin ipini de kendi almış; kalabalıktan faydalanarak kaçmış. Eve gelince deveyi kesmiş, etini kavurmuş, annesine de hiç bir şey söylememiş.

Tellal elinde eşeğin ipi ile dönünce, hamamcı deveyi de Keloğlan'ın çaldığını hemen anlamış.

Kendisine bu sefer hasta süsü vererek deve eti aratmış. Uşaklar mahalle mahalle dolaşarak deve eti sormuşlar. Sıra Keloğlan'ın evine gelmiş. İçeri girerek her tarafı aramışlar. Keloğlan evde olmadığı için annesi devenin başını uşaklara vermiş.

Adamlar başı görünce, deveyi Keloğlan'ın kestiğine iyice kaani olarak kapıya katran sürmüş ve Keloğlan'ı yakaladık diye herkese ilan etmişler.

Onlar gittikten sonra, Keloğlan eve gelmiş, annesine, "bugün eve kim geldi" diye sormuş. Zavallı kadının olan işlerden haberi olmadığından, bütün olanları anlatmış.

Keloğlan, hamamcının kendisini yakalayacağını sezerek bir teneke katran almış, bütün evlerin kapısına sürmüş.

Hamamcının adamları, ertesi gün Keloğlan'ı yakalamak için sokağa çıkmışlar. Bir de bakmışlar ki, her kapıya katran sürülmüş. Tabii Keloğlan'ın evini bulamamışlar... Yakalayamayacaklarını anlayarak bu sefer padişaha haber vermişler.

Padişah, tellallar bağırtarak:

Kimin çok tavuğu varsa alsın yanıma gelsin! diye etrafa emir salmış.

Keloğlan da tavuklarını bir sepete koyarak padişaha götürmeye hazırlanmış. Annesi:

Oğlum, hiç padişahın yanına tavuk gider mi? diye sormuş. Keloğlan:

Sen benim işime karışma! Ona da bir düzen yapayım da görsünler, diye cevap vermiş, tavukları alarak padişahın karşısına çıkmış:

Efendim, Keloğlan benim, işte geldim, demiş.

Padişah, "bu nasıl şeydir" Hem benim karşıma çıkıyor, hem de serbestçe konuşuyor" diye kızmış, Keloğlan'ı zindana attırmış. Tavuklarını da kestirerek pişirtmiş.

Keloğlan, zindandan kurtulmak için düşünmeye başlamış... Aklına bir çare gelmiş. Zindanın kapıcısına bir torba altın vererek:

Bana yarım saat müsaade et, biraz işim var, göreyim de geleyim, demiş. Zindancı izin verince, çıkmış gitmiş. Bir kürk yaptırmış. Her bir tüyüne de bir çıngırak taktırmış, akşamüzeri zindana dönmüş.

Ertesi sabah zindancıya bir torba altın daha vererek bir saat izin almış. Padişahın uyuduğu sırada odasına girerek gizlice karyolasına altın saklamış.

Padişah, derin bir uykuya daldığı zaman, karyolanın altında kürkü giyerek iyice silkinmiş.

Çıngıraklar müthiş bir ses çıkarmışlar, padişah deli gibi uyanmış, "nedir bu/" diye bağırmaya başlamış.

Sultan da, bir şeyden haberi olmadığı için, şaşırmış bir vaziyette padişahın yüzüne bakmaya başlamış. İyice etrafı dinlemişler, ses seda kesilince, tekrar yatmışlar. Biraz sonra Keloğlan yeniden silkinmiş.

Bu sefer padişahla sultan çok korkmuşlar. Keloğlan da korktuklarını anlayarak hemen meydana çıkmış, padişahın yanına yaklaşmış. Zavallı padişah, korka korka, "sen kimsin?" diye sormuş. Keloğlan da:

Ben Ezrailim, senin canını almaya geldim, diye cevap vermiş.

Padişah:

Ben ne ettim ki, canımı alacaksın? demiş.

Keloğlan:

Sen benim günahsız kardeşimi aldın, zindana attın; onun için ben de senin canını alacağım, haydi gel buraya! diye korkutmuş.

Padişah:

Hayır!... O senin kardeşin olamaz, ben tavukları çok olan adamı zindana attım, demiş Keloğlan da:

İşte o benim kardeşimdir, demiş. Şimdi hemen onu azat etmezsen senin canını alacağım! Diye üzerine yürümüş. Padişah korkudan titremeye ve:

Tek benim canımı alma da ne istersen onu yapayım. Şimdi kardeşini serbest bırakacağım, diye yalvarmaya başlamış.

Olmaz, şimdi gece, belki korkar. Yarın sabah çıkartır, hamamda yıkatırsın, bir kat güzel elbise giydirirsin. Ortanca kızını da verirsin, ben de senin canını almam! Diye tembih etmiş, odadan hemen çıkıp gitmiş.

Üstünü soyunarak zindana girmiş, yatmış.

Ertesi sabah padişah erkenden kalkmış. Adamlarını göndererek Keloğlan'ı zindandan çıkartmış. Hamama göndermiş, elbiseler yollamış, köşkleri hazırlatmış. Ortanca kızını ona vermiş, kırk gün kırk gece düğün yapmış. Annesini de yanlarına getirmiş, güzelce yaşamışlar.

Düzenle düzencinin elinden kurtuluş olmaz. Onlara masal... Bizlere ömür...
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Keloğlan'ın Ali Cengiz Oyunu

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir Keloğlan varmış. Keloğlan'ın dünyada bir anasından başka kimsesi yokmuş.

Keloğlan komşuların sürülerine çobanlık yaparak hayatını kazanır, günlerini dağlarda, bayırlarda sürü peşinde dolaşarak geçirirmiş.

Artık koca bir delikanlı olan Keloğlan, anasına evlenmek istediğini söylemiş. Anası:

Oğlum, demiş, sen çobanlık ederek ancak ekmeğimizi getirebiliyorsun. Bir de evlenince karını nasıl geçindireceksin?

Keloğlan gülerek:

Anacığım demiş, herşeyin bir çaresi bulunur. Hele sen beni evlendir!

Kadıncağız düşünmüş. Eve bir gelin gelecek. Kendisine yardımcı olacak. Oğluna sormuş:

Peki oğlum, sana hangi kızı isteyeyim?

Keloğlan demiş ki:

Hangi kızı isteyeceksin, padişahın kızını...

Oğlundan böyle bir cevap beklemeyen kadın, şaşırmış. Oğluna:

Sen şaşırdın mı, demiş, hiç padişah sana kızını verir mi? Beni kapıdan kovarlar...

Keloğlan:

Yok diye cevap vermiş, sen merak etme! Benim ne kusurum var ki? Arslan gibi delikanlıyım. Padişah, kızını bana vermeyecek de kime verecek? Haydi sen yarın sabah saraya git, padişaha çık, kızını istediğimi söyle!

Keloğlan'ın ısrarı karşısında kadın kovulmayı da göze almış.

Ertesi sabah en yeni elbisesini giyerek saraya gitmiş. Kapıcılar, buna kimi istediğini sormuşlar. Padişahı göreceğini söyleyince:

Dur, demişler, haber verelim de kabul ederse görürsün!

Kapıcılardan biri yukarıya çıkarak bir kadının padişahı görmek istediğini söylemişler. Padişah, kendisini görmek isteyen kadını merak etmiş. Yanına getirmelerini söylemiş. Saray adamları Keloğlan'ın anasını yanlarına almışlar, bahçelerden, sofalardan geçip merdivenlerden çıkarak padişahın odasının önüne getirip bırakmışlar.

Zavallı kadıncağız korkudan titremeye başlamış. İçeri girse bir türlü, girmese bir türlü... Ya padişah bunu kovarsa? O zaman ne yapacak? Belki de oğlunu cellatlara verir... Ama böyle düşünüp durmanın da yeri yok. Ne olursa olsun içeriye girmek lazım...

Eli titreye titreye kapıyı açmış, içeriye girmiş. Padişah tahtında oturuyormuş. Bunu görünce kaşlarını çatarak:

Gel bakalım demiş, ne istiyorsun?

Kadın korkup önüne bakmış, bir şey söyleyememiş. Padişah bu sefer:

Biraz yaklaş, demiş, ne istiyorsan çabuk söyle!

Padişahın sert sözlerinden ürken kadın, ona doğru birkaç adım daha atarak söze başlamış:

Padişahım... Benim... Bir oğlum var... Adı Keloğlan... Şey...

Padişah:

Peki, ne olmuş, çabuk söyle!

Diye sözünü kesince:

Söyleyeceğim ama demiş, bana kızarsınız diye korkuyorum. Bana darılmamanızı, kusura bakmamanızı dilerim...

O zaman padişah, biraz yumuşak sesle:

Darılmam, darılmam demiş, söyle dinliyorum...

Kadın, padişahın yavaş sesle konuştuğunu görünce, geniş bir nefes alarak söze başlamış:

Oğlum çobanlık yapar... Komşuların sürülerini otlatır. Evi koyun sahiplerinden aldığı paralarla idare eder. Dün sabah yanıma gelerek evlenmek istediğini söyledi. Ona, bir çoban olduğunu, herkesin kızını alamayacağımızı söyledim. Bana darıldı. "Arslan gibi adamım, ne kusurum var ki" dedi. Sizden kızınızı istememi söyledi. Kusura bakmayın... Ben de kabahat yok...

Padişah biraz güldükten sonra:

Bunda kızacak ne var ki, demiş. Genç değil mi, elbette ister. Ben de ona kızımı veririm ama, bir şartla. Ali Cengiz oyununu öğrenir de gelirse kızımı alır...

Kadın, hiç beklemediği bu cevap karşısında şaşırmış. Sevinerek padişahın yanından ayrılmış. Koşa koşa eve gelerek oğlunu bulmuş:

Padişah sana kızını verecek ama, demiş. Ali Cengiz oyununu öğrenip de gelmesi lazım dedi. Bu oyunu ne kadar çabuk öğrenirsen, padişahın kızını da o kadar çabuk alacaksın! Keloğlan:

Ondan kolay ne var demiş, hemen gidip Ali Cengiz'i bulalım. Oyunlarını öğrenelim...

O memlekette Ali Cengiz adında biri varmış. Birçok oyunlar bilirmiş. Kendi oyunlarını öğrenmek isteyen delikanlıları yanına alır, kırk günde bütün oyunlarını öğretirmiş.

Kırkıncı günü onlara:

Öğrendiniz mi? diye sorarmış.

Eğer delikanlılar:

Öğrendik derlerse, hemen onları mağaraya indirip kesermiş. Çünkü onlardan birinin kedin yerine geçeceğinden korkarmış.

Keloğlan'la Ali Cengiz'i bulmak için yola çıkmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere, tepe, düz gitmişler, bir dağ eteğine varmışlar. Yoruldukları için biraz dinlenmek üzere çimenlere oturdukları sırada, karşılarına bir adam çıkıp:

Buralarda ne işiniz var? diye sormuş. Kadın hemen cevap vermiş:

Oğlum Ali Cengiz oyununu öğrenmek istiyor da Ali Cengiz'i bulmaya gidiyoruz.

Meğerse karşılarındaki adam Ali Cengiz'in ta kendisi imiş. Kadına:

Ali Cengiz benim, demiş. Oğlunu bana bırakırsın. Ona kırk günde bütün oyunlarımı öğretirim. Kırk birinci günü gelip oğlunu alır, gidersin...

Kadın "peki" diyerek Keloğlan'ı Ali Cengiz'in yanında bırakıp evine dönmüş.

Ali Cengiz, Keloğlan'ı yanına alarak evine götürmüş. Evinde karısı ile bir de kızı varmış. Keloğlan'ı boş bir odaya kapayarak sokağa çıkmış. Ali Cengiz gittikten sonra, ana kız bu kel kafalı çobana acımışlar. Kız, Keloğlan'ın bulunduğu odanın penceresini açarak:

Keloğlan, demiş, babam sana kırk gün içinde bütün oyunlarını öğretir. Kırkıncı günü akşamı, "öğrendin mi?" diye sorar. Eğer sen, "öğrendim" diye cevap verirsen kafanın kesildiği gündür... Çünkü babam, kendisinin yerine geçeceğinden korkar. Onun için, "öğrenemedim" diye cevap verirsin. O zaman seni bırakır...

Keloğlan bunu öğrendikten sonra odada Ali Cengiz'i beklemeye başlamış. Çok geçmeden Ali Cengiz gelmiş. Oyunları Keloğlan'a öğretmeye başlamış. Kırk gün içinde Keloğlan'a bütün oyunları öğretmiş. Kırk birinci gün onu karşısına alıp sormuş:

Oğlum, Ali Cengiz oyununu öğrendin mi?

Keloğlan:

Öğrenemedim amca, diye cevap verince, Ali Cengiz: Haydi oradan, demiş, sen de kafasız adamsın be?!

Keloğlan hiç cevap vermemiş. Ertesi sabah anası oğlunu almaya gelmiş. Ali Cengiz kadına da:

Senin oğlun çok aptal, demiş. Kırk gündür oyunlarımı öğrettiğim halde öğrenemedi. Al da hayrını gör!

Kadın hiç sesini çıkaramamış. Keloğlan'ı yanına almış. Sokağa çıkmışlar. Memleketlerinin yolunu tutmuşlar. Ormandan geçerken avcılara rastlamışlar. Avcılar, tavşan peşinde dolaşıyorlarmış.

Keloğlan anasına demiş ki:

Ben şimdi tazı olup tavşan yakalayacağım. Avcılar beni senden satın almak isteyecekler. Beş altına satarsın. Ama sakın boynumdaki tasmayı verme! Verirsen beni ölmüş bil!

Keloğlan, sözünü bitirince bir tazı olmuş. Çalılar arasında sıçraya sıçraya kaçan bir tavşanın arkasından koşup onu yakalayarak götürmüş, avcıların önüne bırakmış. Avcılar uçar gibi koşan bu tazıya bayılmışlar. Kadına gidip onu satın almak istediklerini söylemişler. Pazarlığa girişip beş altına uyuşmuşlar.

Tekrar tavşan peşinde dolaşmaya başlamışlar. Çalılar arasından yine bir tavşan çıkmış. Tazı tavşanın arkasından koşup dağa kaçmış. Orada hemen bir adam olup elinde balta ile ağaç kesmeye başlamış. Avcılar tazıyı aramak için arkasından dağa çıkmışlar. Bakmışlar orada bir adam balta ile ağaç kesiyor. Ona sormuşlar:

Oduncu başı!... Buradan bir tazı geçti mi?

Keloğlan:

Şimdi geçti, şu tepeyi aştı, diye cevap vermiş.

Avcılar o tarafa doğru gidince, Keloğlan anasını bulmuş, tekrar yola koyulmuşlar.

Onlar gide dursunlar... Ali Cengiz, Keloğlan'ın kendi oyunlarını tamamen öğrendiğini, kafasını kestirmemek için "öğrenemedim" diye yalan söylediğini haber alıp onu ele geçirmek üzere peşine düşmüş.

Ali Cengiz gele dursun... Keloğlan anasına demiş ki:

Ben şimdi bir koç olacağım. Boğazıma ip takar, beni Pazara götürürsün. On altından aşağıya satma. Boynumdaki ipi çıkar, beni sattığın adama öyle ver. Eğer ipimle beraber verirsen beni bir daha göremezsin!

Keloğlan o anda boynuzları kıvrım kıvrım iri bir koç olmuş. Anası onun boğazına bir ip takmış. Çekip pazara götürmüş. Bu güzel koçu almak için birçok adamlar kadının başına toplanmışlar.

Ali Cengiz de o sırada pazara gelmiş bulunuyormuş. Kadını tanımış. Hemen yanına gelerek:

Koçu kaça satıyorsun? diye sormuş. Kadın, Ali Cengiz'i tanımamış:

On altına veririm, diye cevap vermiş.

Ali Cengiz:

Ben yirmi altın veriyorum, demiş, ama boğazındaki iple beraber isterim...

Kadın yirmi altını duyunca, oğluna verdiği sözü unutmuş. Ali Cengiz'den yirmi altını almış. Koç'un ipini ona uzattığı sırada, Keloğlan bir serçe olup uçmaya başlamaz mı? Ali Cengiz de o anda bir kartal olup serçenin arkasında uçmaya başlamış. Serçe gitmiş, kartal gitmiş, tam kartal serçeyi kapacağı sırada, Keloğlan bir demet gül olup sarayın penceresinden padişahın kızının kucağına düşmüş.

Sultan hanım, gökten inen bu gül demetine o kadar bayılmış ki, durmadan kokluyormuş. Koşup babasına göstermeye gittiği sırada, Ali Cengiz bir dilenci olup padişaha çıkarak:

Elimdeki gül demetini bir kuş kaptı, demiş, uçarken pencerenizden içeriye düşürdü. Vermenizi rica ederim.

O sırada sultan hanım da elindeki gülü babasına uzatıyormuş. Dilencinin böyle söylediğini görünce:

Babacığım, demiş, bu gül benim kısmetimdir. Onu veremem!

Padişah:

Olmaz kızım, demiş, sahibi gelmiş, istiyor. Vermem lazım!

Kız, vermek istememişse de, babasının kaşlarını çatarak bakması üzerine gül demetini dilenciye uzatmış. Dilenci kıyafetindeki Ali Cengiz, daha elini demete sürmeden, Keloğlan darı olup yerlere serpilmiş. Bunu gören Ali Cengiz hemen bir tavuk olup civcivler çıkarmış. Civcivler yerlerdeki darıları yemeye başlamışlar. Keloğlan bakmış ki işler fena... Hemen bir tilki olup tavuğu da, civcivleri de yemiş...

Padişahla kızı bu olaylar karşısında bir şey anlayamamışlar. "Acaba etrafımızda cinler mi dolaşıyor? Yoksa rüya mı görüyoruz?" diyerek birbirlerinin yüzlerine bakarlarken, tilki şeklindeki Keloğlan birdenbire güzel bir delikanlı olup ortaya çıkmış.

Karşılarında kendileri gibi bir insan görünce padişahın da, kızın da yüreğine su serpilmiş.

Keloğlan demiş ki:

Padişahım, ben Keloğlan'ım. Anamı evvelce size göndererek kızınızla evlenmek istediğimi söyletmiştim. O zaman siz, anama "oğlun Ali Cengiz oyununu öğrenirse kızımı veririm" demiştiniz. Onun üzerine ben gidip Ali Cengiz oyununu öğrendim. Biraz evvel burada size ustamla birlikte Ali Cengiz oyununu gösterdik. Onu yendim. Şimdi bu dünyada benden başka Ali Cengiz oyununu bilen yoktur. Ben sözümde durdum. Siz de sözünüzde durarak kızınızı bana veriyor musunuz?

Padişah, karşısındakinin Keloğlan olduğunu anlayınca, biraz düşünmüş. Anasına hakikatten söz verdiğini hatırlamış. Sözden dönmek olmaz. Dönmek istese bile ya Keloğlan kendisine bir Ali Cengiz oyunu oynarsa? Olur ya... O zaman ayıkla pirincin taşını... Hem verdiği sözü tutmamak büyüklüğe de yakışmaz.

Keloğlan'a:

Seni kendime damat yaptım, demiş, bugünden itibaren düğününüz başlayacak...

Keloğlan hemen koşup padişahın elini öpmüş. O günden itibaren kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. Keloğlan ile sultan evlenmişler. Onlara masal... Bizlere sağlık...
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Kırk Haramiler

Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde Bağdat ülkesinin son derecede zengin bir padişahı varmış.

Padişahın hazinesinde o kadar çok altın, elmas, pırlanta, zümrüt doluymuş ki, saymakla bitirilemez, hesabını kendisi bile bilmezmiş.

Bağdat hazinesinin zenginliği her tarafa yayılmış, dillere destan olmuş. O kadar ki, Mısır’ı, Bağdat’ı, bütün Arap ülkelerini haraca kesen Kırk Haramiler, nihayet bu eşsiz hazineyi soymaya karar vermişler. Başları Hırsız Tahir’in başkanlığında hemen harekete geçerek gizlice Bağdat’a gelmişler. Vakit geçirmeden araştırma yaparak bir kolayını bulmuşlar ve padişahın hazinesini yavaş yavaş soymaya başlamışlar.

Bir gün, hazineye hırsızların dadandığı fark edilmiş. Sarayın etrafına, hazinenin içine yüzlerce asker yerleştirilmiş. Fakat gene de hazinenin soyulmasının önüne geçilemiyormuş. Padişah, bu işe bir çare bulanamadığı için hiddetinden ateş püskürüyor, önüne gelene çatıyormuş. Sarayını ve hazinesini askerleri iyi koruyamadığı için komutanı görevinden atmış; yerine başka komutan getirmiş.

Padişahın çok güzel bir de kızı varmış. Bu kız o kadar güzel, o kadar güzelmiş ki, onun güzelliğini dünyada bilmeyen yokmuş, işitmeyen kalmamış. Güzellikten söz açıldı mı, yedi iklim, dört bucakta hep Bağdat Padişahı’nın kızı örnek gösterilmiş. Üstelik bu güzel sultan, çok korkusuz, atılgan bir genç kızmış. Erkeklerden, hatta birçok askerlerden de daha iyi kılıç kullanırmış.

Hazinenin durmadan soyulmasına babası gibi küçük sultanın da fena halde canı sıkılıyormuş.

Nihayet, dayanamamış, bir gün babasına giderek:

Ne olur babacığım, diye yalvarmış, izin verin, hazinenizi bu akşam da ben bekleyeyim...

Padişah, korku nedir bilmeyen kızının bu sözlerinden hoşlanmış ama, ona:

Aman evladım, demiş, nasıl olur? Sen benim tutar elim, görür gözüm, dünyada biricik kızımsın. Senin adam öldürmekten korkmayan hırsızlarla boğuşmana gönlüm nasıl razı olsun?

Fakat, ne kadar söylediyse de, padişah, kızını fikrinden bir türlü caydıramamış. Onun yalvarıp yakarmasına fazla dayanamayarak istediği izni vermiş. Bir taraftan da, ne olur, ne olmaz diye yanına birçok asker katılmasını emretmiş.

Güzel sultan, hemen demir elbisesini giymiş. Başına demir miğferini geçirmiş. Sol eline demir kalkanını, sağ eline de kılıcını alarak askerlerle beraber hazineye girmiş. Hazine tam 40 geceden beri Kırk Haramiler tarafından soyuluyormuş. Her gece, hazinenin küçük penceresinden bir harami giriyor, en değerli taşlardan alabildiği kadar alıyor, karşısına çıkan askerlerin çoğunu yere serdikten sonra ancak ufak bir yara ile kaçıp kurtuluyormuş. O gece, 41’inci gece imiş. Hazineyi soymak sırası, Kırk Haramilerin başkanı Hırsız Tahir’de imiş. Güzel sultan, askerlerin her birini hazinenin bir tarafına saklayarak gelip pencerenin altına durmuş. Kılıcını çekerek beklemeye başlamış.

Gece yarısına doğru bir çıtırtı olmuş. Arkasından pencere kırılmış. Biraz sonra da pencereden içeriye doğru bir baş uzanmış. Sultan kendini göstermeden kılıcını kaldırdığı gibi var kuvvetiyle öyle bir vuruş vurmuş ki, eğer hırsız çabuk davranmasaymış, başı bir anda kopacakmış. Hırsızın başı kesilmemiş ama, sağ kaşının üstü boydan boya kopmuş.

O zaman, Hırsız Tahir, dışarıdan:

Bunu unutma sultanım, diye seslenmiş. Elbet bir gün sana cezanı vereceğim!

Sonra kaçıp gitmiş.

Güzel sultan, sabaha kadar hazineden ayrılmamışsa da, ne gelen olmuş, ne de giden... uykusuzluktan halsiz kaldığı için onu alıp odasına çıkarmışlar, elbiselerini soyup yatırmışlar.

O günden sonra da padişahın hazinesi bir daha soyulmamış.

Günler günleri, günler haftaları kovalamış. Aradan epey zaman geçmiş. Bir gün, elbisesi gayet şık kumaşlardan yapılmış, beyaz kalpaklı, silahları altın ve gümüş işlemeli, iri yarı, yakışıklı bir delikanlı saraya gelerek, kapı nöbetçilerine :

Padişahı görmek istiyorum, demiş. Kendisinden bir dileğim var, gidip haber veriniz!

Nöbetçiler, bakmışlar ki, şehzade gibi bir delikanlı. Hemen koşup padişaha haber vermişler. Padişah da :

Buyursun, demiş, bekliyorum.

Delikanlıyı biraz sonra padişahın yanına getirmişler. Padişah, karşısında hakikaten şehzade gibi, yakışıklı bir genç görünce :

Buyur oğlum, diye iltifat etmiş. Otur bakalım. dileğin nedir?

Delikanlı, padişahın gösterdiği yere oturduktan sonra.

Ben Hint padişahının oğluyum, diye söze başlamış. Eğer izin verirseniz, uygun bulursanız kızınız sultanla evlenmek istiyorum.

Padişah, bu yaman görünüşlü delikanlının şehzade olduğunu öğrendikten sonra :

Evladım, demiş, kızımı senden iyisine verecek değilim. Benim için hiçbir sakınca yok. Ama, bir kere kızımın düşüncesini öğrenmem lazım. Çünkü, o benim bu dünyada tutar elim, görür gözüm, bir tanecik yavrumdur. Onu kırmak, düşüncesini almadan kendi kendime karar vermek istemem. Delikanlı :

Hay hay padişahım, diye karşılık vermiş. Söyledikleriniz doğru. Küçük sultanım bir kere düşüncesi sorulmalı.

Bunun üzerine, delikanlıyı padişahın odasından çıkararak yandaki salona almışlar. Padişah, kızını yanına çağırmalarını emretmiş. Birkaç dakika sonra odaya gelen sultana, padişah, Hint Padişahı’nın oğlunun kendisiyle evlenmek istediğini söylemiş, düşüncesini öğrenmeden şehzadeye söz vermediğini de anlatarak odadaki gizli kafesin arkasından salonda oturan şehzadeyi görebileceğini bildirmiş. Küçük sultan, babasının bu beklenmedik sözleri karşısında önce şaşırır gibi olmuş, sonra odadaki gizli perdeyi yavaşça kaldırarak, gizli kafesten salonda oturan şehzadeyi dikkatle bakmış. Pırıl pırıl elbiseleri içinde, altın, gümüş işlemeli silahlarıyla bir heykel gibi görünen levent delikanlıyı beğenmiş. Hemen babasına dönerek :

Eğer siz uygun buluyorsanız babacığım, demiş, bu delikanlı ile evlenebilirim.

Padişah, kızının bu sözlerine memnun olmuş. O yanından ayrıldıktan sonra, salona geçerek kızının kararını Hint Şehzadesi’ne bildirmiş. Padişahın emriyle hemen hazırlık başlamış. Hint Şehzadesi ile padişahın biricik kızının evlenebilecekleri halka ilan edilmiş. Her tarafta şenlikler başlamış. Birçok padişahların ve şehzadelerin katıldıkları düğün kırk gün, kırk gece, görülmemiş eğlencelerle devam etmiş, kırk birinci günü, Hint Şehzadesi ile Bağdat’ın Küçük Sultan’ı evlenmişler. O günden sonra yeni evliler mutlu yaşamaya koyulmuşlar. Fakat her nedense, şehzade, başındaki beyaz kalpağı hiç çıkarmıyormuş. Her zaman kalpakla geziyor, onu ancak gece yatağa girdiği zaman çıkarıyor, sabahları da sultandan önce uyanarak hemen başına giyiyormuş. Bu hal yavaş yavaş sultanın dikkatini çekmeye başlamış. Nihayet dayanamamış, bir gün demiş ki :

Kuzum şehzadem, kalpağınızı neden hiç çıkarmıyorsunuz? Doğrusunu istersen merak ediyorum...

Şehzade, sultanın bu sorusuna cevap vermemiş. Hemen sözü değiştirerek sultana güzel hikâyeler anlatmaya başlamış. Böylelikle sultana sorusunu unutturmuş.

Günler, haftalar geçiyor, şehzade gene kalpakla dolaşıyormuş. Böylece aylar ayları, yıllar yılları kovalıyormuş. Nihayet bunların biri kız, öteki oğlan çok güzel iki çocuğu olmuş. Bir gün şehzade ile sultan, saraydaki odalarında bahçeye bakan pencerenin önünde oturmuş konuşuyorlarmış. Bir aralık şehzade derinden bir “ah” çekmiş. Bu “ah” o kadar manalı ve derinmiş ki, sultanın dikkatini çekmiş. Hemen :

Şehzadem, demiş, ne derdin var ki böyle derinden “ah” çektin? Bir şeye canın sıkılıyorsa, bana da söylemelisin!

Şehzade, gene içini çekerek :

Ah sultanım, demiş nasıl “ah” çekmeyeyim? Senin anan, baban, yanında. İstediğin zaman onları görebiliyorsun. Ben ise, annemden, babamdan çok uzaklardayım. Hasretten içim yanıyor. Onların hasreti hiçbir şeye benzemiyor.

Sözlerini bitirince, şehzade gene bir “ah” çekmiş.

Onun bu hali, sultana o kadar dokunmuş ki, gönlünü almak için :

Şehzadem, demiş eğer üzüntün bu ise, hemen çaresine bakalım. Ne zaman dilersen babanın memleketine gidebiliriz.

Sultanın güzel sözleri şehzadenin pek hoşuna gitmiş, içi biraz ferahlamış.

O gün padişaha çıkıp Hindistan’a gitmek üzere izin almışlar. Hemen yolculuk hazırlıklarına başlanmış. Sultanla şehzade için çok süslü bir tahtıravan yaptırılmış. Askerler silahlarını temizleyip parlatmışlar, yeni elbiselerini giymişler. Yolculuk pek uzun sürecek diye, şehzade, çocukları götürmek taraftarı olmamış. Her iki çocuk da küçük oldukları için sultan da şehzadenin fikrine uymuş.

Bir iki gün sonra, sultanla şehzade herkesle vedalaşarak altın ve gümüş kakmalarla süslenmiş, ipekli perdelerle donatılmış olan tahtıravanlarına binmişler. Önlerinde ve arkalarında, yeni elbiseler giyinmiş, silahları pırıl pırıl parlayan yüzlerce atlı asker olduğu halde, Hindistan’a doğru yola koyulmuşlar.

Az gitmişler, uz gitmişler... Dere tepe düz gitmişler... Günlerce yol almışlar. Dinlenmek üzere konakladıkları bir çeşme başında konuşurlarken, şehzade, sultana demiş ki:

Sultanım, gideceğimiz yol çok uzun. Bu kadar askeri oralara kadar götürmek hem faydasız, hem de insafsızlık. Bunun için askerlerin bir kısmını geri gönderelim.

Sultan, şehzadenin sözlerini yerinde bulmuş. Hemen askerlerin yarısını geri göndermişler.

Tekrar yola koyulmuşlar. Tepelerden, bağlardan aşarak, derelerden, ırmaklardan geçerek, çayırlarda, ormanlarda geceleyerek yine bir hayli yol almışlar.

Aradan bir hafta geçtikten sonra, şehzade, bir aralık sultana :

Sultanım, demiş, artık babamın ülkesine yaklaşıyoruz. Ben daha önce bir atlı göndererek geleceğimizi babama bildirmiştim. Nerede ise askerleri bize karşı çıkacaklar. Artık yanımızdaki askerlere lüzum kalmadı. Onları daha fazla yormayalım, geri gönderelim.

Sultan, kocasının bu fikrini uygun bulmuş; öteki askerleri de geri göndermişler, yanlarında hiç asker kalmamış.

Gene yola koyulmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Konarak, göçerek, bir dağ başına gelmişler... Biraz dinlenmek üzere tahtıravandan inmişler. Gecelemek için çadır kurduktan sonra, şehzade, sultana demiş ki : Artık burada duracağız sultanım. şah babamın askerleri gelinceye kadar beklememiz gerek. Onun için tahtıravanımızı getiren uşaklara da lüzum kalmadı. Bu adamları da geri gönderelim.

Sultanın aklına herhangi bir fenalık gelmemiş ama, kocasına :

Aman şehzadem, demiş bu dağ başında ikimiz yapayalnız ne yaparız? Kurttan, kuştan, eşkıyadan kendimizi nasıl koruyabiliriz?

Şehzade :

Sen hiç korkma sultanım, diye cevap vermiş, yanında ben olduktan sonra bize kimse bir şey yapamaz. Babamın askerleri nerede ise görünürler.

Bunun üzerine, tahtıravanı getiren adamlar da geri gönderilmiş.

Şehzade ile sultan, dağ başında yalnız kalmışlar.

Bir zaman hiç konuşmamışlar. Etrafı seyretmişler. Neden sonra, şehzade, sultanın karşısına geçerek başındaki kalpağı çıkarıp :

Eee sultanım, demiş, artık hesaplaşma zamanı geldi! Ben Kırk Haramilerin başı Hırsız Tahir’im. Kırk Harami arkadaşlarıma yapmadığın kalmamıştı. Benim de az kalsın kafamı uçuracaktın! Fakat, çabuk davrandığım için ölümden kurtuldum. Ama, bak sağ kaşımın üstünde unutulmaz bir yara izi bıraktın. Ben zamanını bekledim. İşte şimdi yalnızız. Seni elimden kimse kurtaramaz. Ne kadar bağırırsan bağır, etrafta sesini duyacak kimse yok. şimdi ölümlerden ölüm beğen bakalım!

Hırsız Tahir’in kalpağı başından çıkarması üzerine zaten her şeyi anlayıp heyecanlanan sultan, onun bu sözleri karşısında ne söyleyeceğini şaşırmış, fakat korkmadığını anlatmak için de onu gülerek dinliyormuş.

Hırsız Tahir, sultana daha da yaklaşarak :

Şimdi anladın mı kalpağımı niye çıkarmadığımı, demiş. Sana Hırsız Tahir’in ne yaman bir adam olduğunu ispat etmenin zamanı geldi artık.

Sözlerini bitirince, önceden beline sardığı uzun bir ipi çıkartmış, sultanın kolundan tutarak sürüklemeye başlamış. Maksadı onu ağaca bağlamakmış. O çektikçe, sultan gitmek istemiyor, gücü yettiği kadar Hırsız Tahir’le boğuşuyormuş.

Hırsız Tahir, sultanın üstünün başının yırtılmasına aldırmıyor :

Kendini boşuna üzüyorsun sultanım, diyormuş, elinde kılıcın yok. Bu hal ile benimle başa çıkabilir misin? Seni evvela şu ağaca bağlayacağım, sonra da yakacağım!

Hırsız Tahir zorladıkça sultan gitmek istemiyor, ona karşı koyuyormuş. Al alta, üst üste bir hayli boğuşmuşlar. Nihayet sultanın kuvveti kesilmiş. Hırsız Tahir’e karşı kendini daha fazla koruyamayacağını anlamış. Kendisine uzun zamanlar ailelik yaptığı bir adamın ne kadar kötü ruhlu olursa olsun, fenalıkta bulunamayacağını zannederek, bitkin bir halde, ağacın yanına gelmiş.

Fakat, Hırsız Tahir’de ona acıyacak göz yokmuş. Elindeki iple sultanı ağaca sım sıkı bağlamış. Sonra etraftan çalı çırpı, kurumuş dal toplayarak getirip sultanın ayaklarının dibine atmış.

Sultan, Hırsız Tahir’in kendisini yakacağına bir türlü inanmak istemiyor, onun şaka yaptığını zannediyormuş. Bunun için, ağlamak şöyle dursun, onu sessiz sessiz seyrediyormuş.

Hırsız Tahir, sultanın ölümden korkmadan kendisiyle âdeta alay eder gibi konuşmasına fena halde kızmış. Çalı çırpıyı ateşlemek için kav kesesini almak üzere elini hemen cebine atmış. Fakat aradığını bulamamış. O zaman :

Doğrusu talihin varmış güzel sultan, diye alay etmiş, kav kesesini unutmuşum ama, bu işe bir çare bulacağım. Ölümden kurtulduğunu sanma!

Sultan, gene hiç oralı olmuyor, Hırsız Tahir’in hareketlerini gülerek takip ediyormuş. Hırsız Tahir, sağa sola bakınırken, çok uzaklarda bir ışık görmüş. Sultana :

Hah işte, demiş, tâ karşıda bir ışık gördüm. şimdi oraya giderek ateş alıp geleceğim. Ben gelinceye kadar seni kurtlar, kuşlar paralarsa, kusura bakma!...

Hırsız Tahir, ışığın göründüğü tarafa doğru koşa koşa uzaklaşmış. Hava gittikçe kararıyormuş. Elleri, ayakları ağaca bağlı olan sultanın içine yavaş yavaş korku girmeye başlamış. O böyle üzüntülü dakikalar geçirirken, kulağına uzaklardan bir çıngırak sesi gelmiş. Çıngırak sesi bir iken iki, sonra üç, dört olmuş ve sesler gittikçe yaklaşmış. Sesler yaklaştıkça, hem seviyor, hem de ürküyormuş. Çünkü, bu seslerin ne olduğunu bir türlü anlayamamış.

Neden sonra, sesler iyice yaklaşmış. Arada bir at kişnemeleri, deve böğürtüleri, insan öksürmeleri de işitince, seslerin bir kervana ait olduğunu anlamakta zorluk çekmemiş. Biraz sonra kervan bunun olduğu yere gelmiş. Kervan başı ağaçta bağlı bir insan görünce, hemen koşup sultanın yanına gelmiş. Bakmış ki, üstü yırtılmış, saçı başı dağılmış, güzel bir kız... Elbisesinin kumaşları hep ipekliden... Kulağında, boynunda, ellerinde hep kıymetli taşlardan küpeler, bilezikler, yüzükler, gerdanlıklar var... Hemen arkadaşlarını yanına çağırarak sultanı kurtarmış.

Sultan, iplerin arkasından kurtulur kurtulmaz kervan başının ellerine sarılıp teşekkür etmiş. İçindeki fenalığı gidermek için bir yudum su isteyip içmiş. Kendisini tanıtmış. Başına bu felaketleri Hırsız Tahir’in getirdiğini anlatmış.

Kervan, yeşil zeytin taşıyormuş. Büyük çuvallardan birinin zeytinlerini azaltarak sultanı içine koymuşlar, her tarafını da zeytinlerle kapatmışlar. Çuvalı hayvanlardan birinin sırtına yükleyerek, tekrar yola koyulmuşlar.

Sultanın yanından ayrıldıktan sonra Hırsız Tahir gitmiş, gitmiş, bir türlü ışığın olduğu yere varamamış. Ha şimdi ulaşırım, ha şimdi yanına varırım diye durmadan yürümüş. Fakat bakmış ki, ne kadar gitse ışığa ulaşamayacak, çaresiz bu işten vazgeçerek geriye dönmüş. Hem yürüyor, hem de kendi kendine :

Şunu ağaçta bağlı bırakayım da yırtıcı hayvanlar parçalasın, diyormuş.

Nihayet, sultanı bağladığı yere gelmiş; bir de ne görsün? Sultan ağaçta bağlı değil. Onu ağaca bağladığı ip yerde duruyor. Kendisi görünürlerde yok... hiddetinden ne yapacağını şaşırmış.

Şaşkın şaşkın sağa sola bakınırken kulağına uzaklardan doğru çıngırak sesleri gelmiş. Bu seslerin bir kervandan geldiğini anlamış. Biraz evvel buradan geçen bu kervanın sultanı kurtardığını da anlamakta zorluk çekmemiş. Kulağını çıngırak seslerine uydurarak kervanın gittiği tarafa koşmaya başlamış.

Çok geçmeden kervana yetişmiş. Hemen :

Kervan başı, kervan başı, dur! diye bağırmış. Kervan başı durmuş. Karanlıkta sesin geldiği tarafa doğru bakmış. Birden yanı başında Hırsız Tahir’i görünce, ne yapacağını şaşırmış, korkudan tir tir titremeye başlamış.

Hırsız Tahir, kervan başının yanına iyice yaklaşarak elini omuzuna vurduktan sonra :

Bana bak kervan başı, demiş, o ağaçta bağlı olan kadını siz kurtardınız değil mi? Yalan söylemeye kalkma, şimdi kervandaki hayvanların yüklerini birer birer arayacağım. Eğer bulursam, ölümlerden ölüm beğen!

Kervan başı, Hırsız Tahir’in ellerine sarılarak:

Aman ağam, demiş, sana yalan söyleyebilir miyim? Kervanı istediğin gibi arayabilirsin, bizde saklanmış kadın falan yok!

Hırsız Tahir koynundan sivri bir kama çıkararak hayvanlardaki yük çuvallarına batırmaya başlamış. Kamayı önüne getirilen hayvanın sırtındaki çuvala birkaç defa saplayıp, çıkarıyor, insan sesi falan duymayınca öteki hayvana geçiyormuş.

Kervan başının adamları, karanlıktan faydalanarak, sultanın saklı olduğu hayvanı, Hırsız Tahir’in kamalayıp bir tarafa çektirdiği hayvanların arasına karıştırıvermişler. Hırsız Tahir kervandaki bütün yükleri kamalamış. Hiç birinde aradığını bulamamış. Sonra yorgun bir halde kervan başıyı çağırarak:

Aferin size, o kadını saklamamışsınız, demiş. Ama ben onu nerede olsa bulurum. Haydi şimdi varın yolunuza gidin!

Hırsız Tahir karanlıklara dalarak gözden kaybolmuş.

Kervan da tekrar yola koyulmuş... Epeyce yol aldıktan sonra, kervan başı, Hırsız Tahir’in arkalarından gelip gelmediğini araştırmış. Gelmediğini anlayınca, havasızlıktan boğulmaması için çuvalın ağzını açtırarak sultanı dışarıya çıkartmış. Arkasına bir şeyler giydirerek bir atın üzerine oturtmuş.

Gecenin sessizliği içinde yol alırken, kervan başı kendi kendine şöyle söyleniyormuş:

Bu güzel kadını elime geçirmişken doğrusu bırakamam. Nasıl olsa Mısır’a gidiyorum. Oraya varınca bunu götürüp Mısır Padişahı’na cariye olarak satar, bir avuç dolusu altın alırım.

Böylece, kervan, günlerce yol almış. Zavallı sultan, nereye götürüldüğünü bilmiyor, eşkıyaya benzeyen bir sürü adamın arasında ağzını bile açamıyormuş. Bütün ümidi kendisini Hırsız Tahir’in elinden kurtaran kervan başı imiş. Onun iyi yürekli bir adam olduğunu sanıyor, kendisini Bağdat’a götürüp babasına teslim edeceğini umuyormuş.

Gitmişler, gitmişler, günlerce, haftalarca yol aldıktan sonra nihayet Mısır’a ulaşmışlar.

Güzel sultan Mısır’a götürüldüğünü duyunca, son derece üzülmüş. Fakat yine de ümidini kaybetmemiş. Kervan başı nereye giderse, o da arkasından gidiyormuş.

Kervan bir hana yerleştikten sonra kervan başı güzel sultanı önce bir kadınla hamama göndermiş; sonra çarşıdan pek pahalı elbiseler alarak ona giydirtmiş.

Akşama doğru yanına katarak doğru Mısır Padişahı’nın sarayına götürmüş.

Saray adamları kervan başıyı çok iyi tanırlarmış. İkisini de hemen içeriye almışlar. Padişahın yanına çıkarmışlar. Padişah Bağdat’ın güzel sultanını pek beğenmiş. Kervan başıya da yirmi kese altın vererek uzaklaştırmış. Sonra derhal vezirlerini çağırarak Bağdat’ın genç sultanı ile evleneceğini, düğün hazırlıklarının başlamasını emretmiş. Birkaç gün içinde hazırlıklar bitirilmiş. Mısır Padişahı ile güzel sultanın nikâhları kıyılmış, kırk gün, kır gece süren eğlencelerden sonra padişahla Bağdat sultanı evlenmişler.

Herkes onların çok mutlu olduklarını sanıyormuş. Öyle ya, biri padişah, biri sultan... Dünyanın en güzel sarayları, uçsuz bucaksız ülkeler, hazineler dolusu altın, gümüş, birçok kıymetli taşlar emirlerinde... Onlar mutlu olmayıp da kim olacak? Halbuki iş hiç de öyle değilmiş. Güzel sultan evlendiği geceden beri bir türlü rahat uyku uyuyamıyor, hep korkulu rüyalar görerek sayıklıyor, sık sık sıçrıyormuş.

Padişah, sultanın bu hallerini geçici sanarak, ilk geceler bir şey söylememiş. Fakat bakmış ki bunlar her gece oluyor, onun üzerine, bir sabah:

Sultanım, demiş, dikkat ediyorum, geceleri hep sayıklıyor, uykunuzda sıçrıyorsunuz. Sizin rahatınızı kaçıran bir derdiniz olacak. Üzüntünüz ne ise bana söyleyin ki çaresini arayalım?

Sultan, şöyle bir içini çekmiş. Biraz düşünmüş. Sonra, başından geçenleri padişaha bir bir anlatmış.

Hikâyesini bitirdikten sonra:

Padişahım, demiş, işte geceleri sayıklamamın, uykumun içinde sıçramamın sebebini anladınız. Bana memleketimde “Korkusuz Sultan” derler. Doğrusunu isterseniz öyle kolay kolay bir şeyden korkmam. Ama, bu Hırsız Tahir yedi canlı bir adam. Sonra, her tarafta adamları var. En yakınlarına bile fenalık yapmaktan hiç çekinmez. Ne de olsa o erkek, ben kadınım. Her zaman karşıma çıkacakmış gibi geliyor. Çünkü, eğer isterse, elinden uçan kuş bile kurtulamaz.

Padişah, onun sözünü keserek:

Sen hiç üzülme sultanım, demiş, o Hırsız Tahir’se, ben de bir padişahım. Eğer ben de emir verirsem, bu sarayın etrafında kuş uçurtmam!

Sözünü bitirir bitirmez, el çırpmış.

İçeriye giren arap lalaya:

Lala, demiş, çabuk söyle, sarayımın dört bir tarafına yüksek duvarlar yaptırsınlar! Bütün kapılara arslanlar, kaplanlar konsun! Sarayımın duvarları önünde, kapılarında, bahçenin her tarafında, oda kapılarında silahlı askerler nöbet beklesin!

Padişahın emirleri birkaç gün içinde yerine getirilmiş. Mısır Sarayı’nın etrafını yüksek duvarlar çeviriyor, sarayın bahçesinde ve içinde baştan aşağı silahlı askerler dolaşıyormuş. Bütün kapılarda koca koca arslanlar, kaplanlar, zincirlerle bağlı olarak bekletiliyormuş. Yabancı bir insanın izin almadan, haber vermeden saraya girmesi imkânsızmış. Yapılanları gördükten sonra, sultanın yüreğine biraz su serpilmiş, içi rahat etmiş.

Böylece, aradan günler geçmiş. Sultan artık geceleri uyuyabiliyor, Hırsız Tahir’i hatırına bile getirmiyormuş. Fakat bu rahatı fazla sürmemiş. Bir gece uykusunun arasında birisi tarafından dürtüldüğünü hissetmiş. Hem hızlı hızlı dürtülüyor, hem de bir ses ona:

Kalk, çabuk kalk! diyormuş.

Zavallı sultan, uyku arasında neye uğradığını anlayamamış. Gözlerini ovuşturarak yatağında doğrulmuş. Bir de ne görsün? Kendisini uyandıran Hırsız Tahir değil mi?

Ne söyleyeceğini, ne yapacağını şaşırmış. Hırsız Tahir:

Haydi kalk bakalım, demiş, ne yapsan elimden kurtulamazsın, çabuk ol!

Sultan yataktan kalkmaya hazırlanıyormuş gibi yaparak padişahı çimdiklemiş. Fakat horul horul uyuyan padişah da uyanacak hal yokmuş. Nihayet, ne yapsa padişahı uyandıramayacağını anlayarak yataktan kalkmış.

Hırsız Tahir:

Haydi, düş önüme! demiş. Boş yere bağırmağa kalkma! Sana kimse yardıma gelemez.

Sultan önde, Hırsız Tahir arkada, odadan çıkmışlar, koridorlardan geçmişler, merdivenlerden aşağı inmişler. Yürüdükçe sultanın ağzı bir karış açık kalıyormuş. Çünkü, sarayın içindeki silahlı askerler, halayıklar, uşaklar, bir ölü gibi yerlerde yatıyorlarmış.

Saray kapısından bahçeye çıktıkları zaman, sultanın şaşkınlığı bir kat daha artmış. Zira, saraya kimseyi yaklaştırmayan koca koca arslanlar, kaplanlar da âdeta cansız gibi orada uzanmışlarmış.

Hırsız Tahir, gülerek:

Görüyorsun ya, demiş, sarayın etrafına duvar çektirmekle, her yana silahlı askerler, kapılara yırtıcı hayvanlar koydurmakla ölümden kurtulamadın! Bunların hepsinin üzerine sihirli toprak serperek ben uyuttum. Dünya yerinden oynasa bunları uykularından kimse uyandıramaz!

Vakit sabaha yakınmış. Etrafın alacakaranlığında, sarayın büyük bahçesi insana korku veriyormuş.

Hırsız Tahir:

Seni sarayın külhanında yakacağım, demiş. Haydi şimdi bahçeden çalı çırpı topla, külhana kendi elinle yerleştir bakalım!

Zavallı sultan ne yapsın? Başlamış bahçede çalı çırpı toplamaya. Toplayıp külhana getirerek atıyormuş. Sarayın bahçesi oldukça bakımlı ve temiz olduğu için öyle pek çok çalı çırpı yokmuş. Sultan bahçenin en uzak köşelerine gidiyor, ancak birkaç dal parçası, kuru ot bulabiliyormuş. Böylece hem birşeyler bulmaya çalışıyor, hem de ağlıyormuş. Bir aralık iyice yorulmuş. Ağlaya ağlaya bir ağacın dibine oturmuş. O sırada tam karşısındaki ağaca iki güvercin konmuş. Sultan, onları hayran hayran seyrederken güvercinler dile gelip birbirleriyle konuşmaya başlamışlar. Biri, ötekine demiş ki:

Güvercin kardeş! Güvercin kardeş! Acaba güzel sultan niçin ağlıyor?

Öteki güvercin cevap vermiş:

O ağlamasın da kim ağlasın güvercin kardeş?... Hırsız Tahir’in elinden nasıl kurtulacağım diye düşünüyor da onun için ağlıyor. Ama hiç ağlamasın! Sarayın bahçe kapısı önünde bir mermer taş var ya, işte onu kaldırsın, altında bir şişe bulacak, o şişeyi alsın! Şişeyi hemen mermer taşa vursun ve mermer merdivenden atlayarak içeriye girsin!

Bunları söyledikten sonra, güvercinlerin ikisi de uçup gitmişler. Güzel sultanın içi biraz rahatlamış. Kendi kendine, herhalde güvercinlerin bir bildikleri var, diye koşmuş, hemen mermeri kaldırmış. Bir de bakmış ki, orada bir şişe duruyor... Şişeyi çabucak almış, mermer taşa vurmuş ve merdivenden atlayarak içeri kaçmış.

Şişe mermer taşın üzerinde kırıldığı zaman sarayda bir gürültüdür kopmuş. Padişah, saray adamları, uşaklar, halayıklar, askerler, uyanmışlar. Arslanlar, kaplanlar ayaklanmışlar.

Güzel sultan koşa koşa yatak odasına girip kendisini padişahın yanına dar atmış. Yatağın üzerine uzanıp kalmış.

Biraz sonra kendisine gelen sultan, padişaha gece Hırsız Tahir’in geldiğini, kendisini uykudan uyandırıp bahçeye indirdiğini, herkesin üzerine sihirli topraklar serptiği için kimseyi uyandırmadığını, kendisini külhanda yakmak üzere iken iki güvercinin haber verdiği bir sır sayesinde kurtulduğunu anlatmış. Padişah derhal emir vererek külhanda sultanı bekleyen Hırsız Tahir’i yakalatmış. Biraz sonra da onu padişahın yanına getirmişler.

Padişah:

Bir sıçrasın çekirge, iki sıçrarsın çekirge, üçüncüsünde yakayı ele verirsin çekirge, demiş. Sultanı yakmak istediğin külhanda doğrusu seni yakmak isterdim Hırsız Tahir. Ama ben bunu yapmayacağım. Seni cellatlara da vermeyeceğim. Uslanıp faydalı ve iyi bir insan oluncaya kadar sarayımın zindanında hapis yatacaksın! Haydi çekil karşımdan!

Askerler Hırsız Tahir’i zindana götürmüşler.

Ertesi günden itibaren padişahın emri ile yol hazırlığı başlamış. Birkaç gün sonra Mısır Padişah’ı ile güzel eşi büyük bir alayla Bağdat’a doğru yola koyulmuşlar.

Bağdat Padişah’ı da saraydan ayrıldığı günden beri hiçbir haber alamadığı kızını her tarafta arattırmış. Nihayet ondan ümidi kesmişlermiş.

Mısır Padişahı’nın şanlı alayı bir hafta sonra Bağdat’a varmış. Bağdat Padişahı, sevgili kızını Mısır Padişahı ile görünce, sevincinden ne yapacağını bilememiş. Bağdat’a yeniden 40 gün, 40 gece düğün yapılmış.

Onlar ermiş muratlarına, darısı hepimizin başına....
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Konuşan Kaval

Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın iki kızı varmış. Büyük kızın adı Yaprak, küçük kızın adı da Fidanmış.

Yaprak'la Fidan henüz pek küçük yaşta iken anneleri hastalanarak ölüvermiş.

Padişah, "çocuklarım anne yokluğu duymasınlar" diye, çok geçmeden bir kadınla evlenmiş. Üvey anneleri, Yaprak'la Fidan'a, kendi öz çocukları gibi bakar, onları sever, okşarmış.

Her iki çocuk da, gittikçe büyümüşler. Fidan yedi, Yaprak da sekiz yaşına gelmiş. Ama, gelgelelim, her iki çocuk da çirkinmiş. Sadece yüzleri çirkin olsa neyse... Doğrusu, ahlakları da pek iyi değilmiş.

Üvey anneleri de, babaları da kendilerini pek çok sevdikleri, çocuklarının her isteğini hemencecik yerine getirdikleri halde, onlar, hiç söz dinlemezlermiş. Yemek yemezler, vakti gelince yatmazlar, çağırıldığı zaman gelmezler, hatta birbirleriyle sık sık kavga ederlermiş...

Bir gün padişahın bir kızı daha olmuş. Sarayın içini bir sevinçtir kaplamış. Ama, Yaprak ile Fidan, bu işe de sevinmemişler. Suratlarını asmışlar; ortalarda görünmez olmuşlar.

Yıllar elele verdikçe, Dal da büyümüş. Güzel yüzünden başka ahlakı da güzel olan Dal'ı herkes seviyor, hele onun terbiyesine, iyi kalpliliğine bütün saraydakiler hayran kalıyormuş.

Padişah da, sultan anneleri de, çocuklarının üçüne eşit muamele yapıyorlar; birine bir şey alsalar, ötekilere de aynı şeyi getiriyorlarmış. Fakat, Yaprak'la Fidan, bu işe hiç de memnun olmuyorlarmış.

Günlerden bir gün, padişah, Hint Padişahının kızının düğününe çağırılmış. Hemen hazırlık yapılmış. Padişah, yola çıkacağı gün, çocuklarını yanına çağırarak:

Söyleyin bakalım yavrularım, demiş, size Hindistan'dan neler getireyim?

Yaprak:

Bana bir top Hint kumaşı getirin babacığım, demiş.

Fidan:

Ben de babacığım, demiş, sizden altın bilezik istiyorum.

Sıra küçük Dal'a gelmiş. O demiş ki:

Babacığım, siz neyi uygun görürseniz, onu getiriniz!

Padişah:

Olur mu hiç kızım, demiş, ablaların gibi sen de bir şey iste. Söyle bakayım, ne alayım sana?

Bunun üzerine, Dal, şöyle demiş:

Babacığım, mademki bana da bir şey almayı arzu ediyorsunuz, o halde sizden bir gümüş tas rica ediyorum. Armağanınıza da şimdiden teşekkür ederim.

Yaprak’la Fidan, Dal’ın yaptığı gibi babalarına teşekkür etmeyi düşünemedikleri için utanmışlar. Bu işi bizden önce akıl etti diye de, Dal’ı fena halde kıskanmışlar.

Neyse... Padişah atına binmiş, askerleriyle birlikte yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz, gece gündüz, altı ay bir güz gitmiş. Bir deniz kenarına varmışlar. Hint Padişahının orada bekleyen yelkenli gemisine binerek yollarına devam etmişler.

Dalgalardan sarsıla sarsıla, deniz üzerinde haftalarca yol aldıktan sonra, Hindistan’a varmışlar.

Kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. Hint Padişahının kızı evlenmiş. Öteki Padişah da, büyük kızı Yaprak’a bir top kumaş, ortanca kızı Fidan’a bir altın bilezik almış, küçük kızına gümüş tas almayı unutarak gemiye binmiş, memleketine doğru yola koyulmuş...

O gece, padişah, rüyasında, geminin büyük bir fırtınaya yakalandığını görmüş. Gemi bir sallanmış, bir sallanmış... Sonra büyük bir balık denizden başını çıkararak, padişaha seslenmiş :

Padişah!...Padişah!. Büyük kızınla ortanca kızına istediklerini aldın da, küçük kızınla ortanca kızına istediklerini aldın da, küçük kızına neden bir şey götürmüyorsun?

Padişah, balığa karşılık vermek istiyor, fakat korkudan dili tutulduğu için, ağzından bir tek kelime bile çıkmıyormuş. Balık, şöyle diyormuş :

Küçük kızına eli boş mu gideceksin? Hem o senin terbiyeli çocuğun... Götüreceğin armağan için sana önceden teşekkür eden de o değil miydi? Gemiyi çabuk geri döndür, yoksa batırırım!

Balık, sözünü bitirir bitirmez, gürültü ile suya dalmış. Koca dalgalar gemiyi sallamışlar. Balık sonra tekrar ortaya çıkarak gemiye birkaç defa kuyruk vurmuş; sulara gömülüp kaybolmuş. Padişah da, büyük bir korku içinde yatağından fırlamış.

Hemen kaptana haber yollayarak gemiyi geriye döndürmüş. Hindistan’dan güzel bir gümüş tas aldıktan sonra, tekrar yola koyulmuşlar.

Az gitmişler, uz gitmişler, dalgalarla, fırtınalarla boğuşa boğuşa, günlerce yol aldıktan sonra, karaya ulaşmışlar. Padişah, atına binmiş, askerleriyle birlikte, gece gündüz demeden dağ, tepe yorulmadan yol almış, memleketine ulaşmış.

Çocuklar, babalarını dört gözle bekliyorlarmış. Padişah, atıyla sarayın bahçesine girdiği zaman, önce küçük Dal, koşarak gelmiş, babasının elini öpmüş, ona “hoşgeldiniz” demiş. Arkadan da Yaprak’la Fidan görünmüşler. Hem koşuyorlar, hem de :

Hani benim kumaşım, hani benim bileziğim?! diye bağırıyorlarmış...

Padişah, her üç kızının armağanını da kendilerine vermiş. Büyük kız, hemen sarayın terzisine koşarak, Hint kumaşından kendisine güzel bir elbise yaptırmış, arkasına giymiş. Ortanca kız da altın bileziğini koluna takarak Dal’a göstere göstere gezmeye başlamış.

Küçük Dal, önce büyük ablası Yaprak’a :

Ablacığım, elbiseniz çok güzel olmuş, demiş, güle güle giyiniz!

Sonra da, küçük ablası Fidan’a söyle demiş :

Abla senin de bileziğin koluna pek yakıştı.

Güle, güle sağlıcakla kullan!

Ama, onlar, Dal’a :

Sen de gümüş tasını güle güle kullan! dememişler. Çünkü, kendi armağanlarından daha değersiz olduğu halde, onun gümüş tasına pek kıskanıyorlarmış.

Küçük dal, her gün tasını eline alır, sarayın koruluğundaki göl kenarına giderek orada oynarmış. Ablaları da, onun arkasından giderler, güneş altında parıldayan gümüş tasın göle düşerek kaybolmasını beklerlermiş.

Bir gün, gümüş tas, nasılsa Dal’ın elinden kurtularak suya düşmüş, derinlere inerek kaybolmuş. Dal da, tası yakalayayım derken suya yuvarlanmaz mı? Tası tutamamış, kendisini de kurtaramamış, suların içine gömülmüş.

Yaprak’la Fidan, hiçbir şey olmamış gibi saraya dönerlerken, Dal’ın suya gömüldüğü yerden küçük dalgalar meydana gelmiş. Bu dalgacıklar, kıyıya vurmaya başlamış. Birkaç küçük dalga kıyıya vurduğu sırada, oracıkta, birdenbire bir kavak ağacı meydana gelivermiş.

Dal ortadan kaybolunca Padişah da, Dal’ın annesi de son derece üzülmüşler... Yaprak’la Fidan, Dal’ın gölde boğulduğunu korkudan söyleyemiyorlarmış. O yüzden, padişah da kızının ne olduğunu bir türlü anlayamamış. İhtiyar halinde, durmadan gözyaşları döküyor, yemeden, içmeden günlerini hep üzüntü içinde geçiriyormuş.

Onlar böyle üzüledursunlar... Sarayın çobanı, bir gün korulukta otlatırken gelip göl kenarındaki o kavak ağacının altına oturmuş. Ağaçtan kestiği bir dalı kendisine güzel bir kaval yapmış, ağzına getirip öttürmeye başlamış.

Fakat, o da ne?! Bu, öteki kavallara hiç de benzemiyor... Çok güzel ötüyor, sesi pek uzaklara kadar gidiyor, hem de âdeta insan gibi konuşuyormuş...

Çoban, kavalı bir daha, bir daha üflemiş. Kaval, şöyle ses çıkarıyormuş :

Düttürü düüüüt... Ben küçük Dal’ım!.. Düttürü düüüüt. Ben küçük Dal’ım!.

Çoban :

Allah Allah, diyormuş, bu nasıl şey böyle? Elbet de dal bu... Biraz önce kavaktan kopardım ya... Dal tabii... Yaprak değil ya... Halbuki, o kavak, padişahın küçük kızı Dal’mış. Gümüş tas sihirli olduğu için, onu göle düşünce boğulmaktan kurtarmış, kıyıda kavak ağacı şekline sokuvermiş.

Çoban, bu tuhaf sesler çıkaran kavalını öttüre öttüre dolaşırken, korulukta gezinen padişaha rastlamış. Kavalın çıkardığı sesler, padişahın da dikkatini çekmiş. Çobanı yanına çağırarak kavalı elinden almış, öttürmüş.

Kaval :

Düttürü düüüt... Ben küçük Dal’ım!. Düttürü düüüt... Ben küçük Dal’ım! diye seslenince, birdenbire, kaybolan sevgili küçük kızı Dal’ın ince sesini tanımış. O anda, heyecandan ve sevincinden kaval elinden düşmüş. Düşer düşmez de iki parça olmuş, küçük kızı Dal karşısına çıkıvermiş...

Bu bir anda olanlar karşısında, padişah önce ne yapacağını şaşırmış. Sonra küçük kızına sarılmış, sevinç gözyaşları içinde onu doya doya öpmüş. Kaval parçalarını eline alan padişah, kızı ile birlikte sarayın yolunu tutmuş. Yaprak’la Fidan oralarda imişler. Babalarının yanında Dal’ın görünce, şaşkına dönmüşler. Sonra Dal’a soğuk bir şekilde sarılmışlar, onu yalancıktan öpmüşler.

Birlikte içeriye girmişler, sultan anne de kızına yeniden kavuşunca dünyalar kadar sevinmiş, onu kucaklamış.

Hep birlikte oturmuşlar. Babası ile annesinin isteği üzerine, Dal, başından geçenleri olduğu gibi anlatmış. O zaman padişah da, sultan anne de, Yaprak’la Fidan’ın kıskançlık yüzünden kardeşlerini kurtarmadıklarını anlamışlar. Padişah :

Yaptığınızı beğendiniz mi?! diyerek kavalın bir parçasını Yaprak’ın, öteki parçasını da Fidan’ın yüzüne fırlatmış.
Kaval parçaları, yüzlerine değer değmez, her iki kıskanç kız da o kadar çirkinleşmişler, o kadar çirkinleşmişler ki, yüzlerine bakılacak halleri kalmamış. Böylece kötü kalpliliklerinin cezasını almışlar, başlarını önlerine eğerek, saraydan çıkıp gitmekten başka çare bulamamışlar.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Limon Kız

Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde... Develer tellallık eder eski hamam içinde...Hamamcının tası yok. külhancının baltası yok...Arap bacı hamama gider, koltuğunda bohçası yok...Handadır handa, yetmiş iki deli ile bir manda. Yedik, içtik, dişimizin dibi et yüzü görmedi... Bereket versin hacı cambaza... Bize bir at verdi, dorudur diye... At bize bir tekme vurdu. Geri dur diye... Deniz ortasına vardık kıyıdır diye...Tophane güllesini cebimize doldurduk, darıdır diye... Kız kulesini belimize soktuk borudur diye... Tuttu bizi bir zaptiye, delidir diye... Attı tımarhaneye, bir gün, iki gün, üç gün...Tuttuk pirenin birisini, yüzdük derisini, çadır kurduk Üsküdar’dan berisini... Masaldır bunun adı... Söylemekle çıkar tadı... Her kim ki dinlemezse, hakkından gelsin topal dadı...

Vakti zamanında çok iyilik sever bir padişah varmış... Fakirlere ramazanlarda yiyecek, bayramlarda giyecek dağıtırmış... Yılda bir gün de sarayının karşısındaki çeşmenin bir musluğundan yağ, bir musluğundan da bal akıtır, herkesin duasını alırmış...

Gene böyle çeşmenin musluklarından yağ ile bal aktığı bir gün, ihtiyar bir kadın çeşmeye gelmiş. Elindeki ağzı kırık testiye yağ doldurmuş.

O sırada, padişahın yaramaz oğlu da, sarayın penceresinden çeşmeye gelip gidenleri seyrediyormuş. İhtiyar kadın çeşmenin yanından uzaklaşırken, okunu çektiği gibi onun testisini parçalamış. Yağ yerlere dökülmüş.

Şehzade, ihtiyar kadının haline kahkahalarla gülmeye başlamış. Neye uğradığını anlayamayan kadıncağız, başını kaldırıp, şehzadeye:

Hey oğlum! diye seslenmiş, ben sana ne yaptım da testimi kırdın? Dilerim Allah’tan, Limon Kız’a âşık olasın da, onu göremeyesin!

O günden sonra şehzadeyi bir düşüncedir almış... Acaba bu Limon Kız nasıl bir şeydir, diye akşamlara kadar düşünüyor, meraktan çatlayacak hale geliyormuş.

Oğlunun bu düşünceli haline canı sıkılan padişah, bir gün onu yanına çağırarak sebebini sormuş. Şehzade de Limon Kızı merak ettiğini, izin verirse gidip onu arayacağını söylemiş.

Padişah, çaresiz razı olmuş. Şehzade, hazırlandıktan sonra bir gün padişah babası ile sultan annesine veda ederek yola düşmüş...

Az gitmiş, uz gitmiş... Dere tepe düz gitmiş... Günlerce yol almış... Nihayet bir dağ başında ihtiyar bir adama rastlamış. Selam verip ihtiyarın elini öpmüş.

Bu delikanlının kendisine saygı gösterip elini öpmesine pek memnun olan ihtiyar:

Hayır ola evlat, diye sormuş, böyle tek başına nereye gidiyorsun?

Şehzade:

Bir Limon Kız varmış, diye cevap vermiş. Onu pek merak ediyorum da, aramaya çıktım. Ama, günlerden beri yol yürüdüğüm halde hâlâ bir iz bulamadım...

İhtiyar gülerek:

Ben Limon Kız’ın bulunduğu yeri biliyorum, demiş. Sana tarif edeyim: Şuradan doğru yürü. Karşıki dağın arkasına git. orada önüne bir gül bahçesi çıkacak. Gül ağaçlarının kocaman, kocaman dikenleri vardır. “Ne güzel güller” diyerek bir gül koparıp kokla. Ellerinin kanamasına bakma! Oradan çıkıp yürü... Suyu kan gibi kırmızı akan bir dere ile karşılaşacaksın. Yanına gidip “aman ne temiz su” diyerek biraz iç... Yoluna devam et... Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlanmış bir at ile bir köpeğe rastlayacaksın. Atın önündeki eti köpeğin önüne, köpekin önündeki otu da atın önüne koy... Oradan uzaklaş... İlerde karşına iki kapı çıkacak. Bir kapalı, öteki açıktır. Kapalı kapıyı aç, açık kapıyı kapa! Açılan kapıdan geçerek yürü... Büyük bir bahçeye gireceksin. Burası devin sarayının bahçesidir. Bahçede binlerce meyve ağacı arasında bir tane de limon ağacı vardır. O ağacı arayıp bul! Üzerinde üç tane limon göreceksin. Bu üç limonu da kopar, arkana bakmadan geri dön! Geldiğin yerlerden geç... Bu limonları keserken her birinden bir kız çıkar. Senden bir şey isteyecekler: İstediklerini yaparsan ne âlâ...

Yapmazsan ölürler. Dikkatli davran... Haydi yolun açık olsun evladım!

Şehzade, ihtiyara teşekkür etmiş, elini öpmek için eğildiği zaman karşısında kimseyi bulamamış. İhtiyar birdenbire ortadan yok olmuş.

Hemen yola çıkarak yürümeye başlamış. Çok geçmeden dağın arkasına varmış. Biraz sonra gül bahçesine ulaşmış. Güllerin arasına dalmış. Elleri dikenlerden kan içinde kaldığı halde, bir gül koparıp “ne güzel güller” diye koklamış. Oradan çıkmış. Suyu kan gibi akan dere ile karşılaşmış. Kenarına gidip eğilmiş, “aman ne temiz su” diyerek biraz içmiş, kalkıp yoluna devam etmiş. Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlı at ile köpeği görmüş. Köpeğin önündeki otu, atın önüne, atın önündeki eti de köpeğin önüne koyarak oradan uzaklaşmış. Biraz sonra karşısına iki kapı çıkmış. Açık kapıyı kapamış, kapalı kapıyı da açarak içinden geçmiş ve devin meyve bahçesine girmiş.

Koca bahçede araya araya limon ağacını bulmuş. Hakikaten ağaçta üç tane limon varmış. Üç limonu da koparıp geriye dönmüş. Tam bahçenin kapısına yaklaştığı zaman, dev, bahçesinden limonların koparıldığının farkına vararak, yeri göğü inleten sesi ile bağırmış:

Tutun kapılar! Şu oğlanı tutun!

Açık kapı dile gelip deve cevap vermiş:

Ben kaç yıldır kapalı duruyordum. Kimse bana halin nedir diye sormadı. Bu delikanlı beni açtı, biraz ferahladım. Ben onu tutamam! Güle güle gitsin!

Şehzade, kapıdan geçmiş.

Dev, bu sefer at ile köpeğe seslenmiş:

At! Köpek! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!

At ile köpek birlikte cevap vermişler:

Biz onu tutmayız. Yıllardan beri birimize zorla et, birimize de ot yediriyorsun. O bizi bundan kurtardı. Etle otun yerini değiştirdi. Allah ondan razı olsun. Biz ona fenalık yapamayız!

Şehzade, atla köpeğin önünden de geçmiş.

Bu sefer dev, dereye seslenmiş:

Kanlı dere! Kanlı dere! Şu oğlanı bırakma!

Dere, dile gelip cevap vermiş:

Ben ona fenalık yapamam. Sen her zaman “kanlı dere” diye benim suyumu içmezdim. Halbuki o, “aman ne temiz su” diyerek içti, gönlümü hoş etti. Varsın geçsin, yolu açık olsun!

Şehzade, dereden de geçerek gül bahçesine girmiş.

Dev, arkadan gene seslenmiş:

Dikenli güller! Dikenli güller! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!

Güller de dile gelip hep bir ağızdan deve cevap vermişler: Sen tenezzül edip de bir gün olsun bizi koklamadın. Her zaman “dikenli güller” diye hakaret ettin. Halbuki bu delikanlı dikenlerimize bakmadı. Ellerinin kanamasına aldırmadı. Bizden bir tane kopararak “ne güzel güller” diye kokladı. Bizi sevindirdi. Allah da onu sevindirsin. İşi rastgitsin!

Şehzade, gül bahçesinden de çıkıp yola koyulmuş.

Dev, çaresiz kalınca, bahçesinden çıkarak oğlanın arkasından koşmaya başlamış. Kapılardan, sonra da atla köpeğin önünden geçmiş, dereye gelmiş. Fakat, dere ona yol vermemiş. Sularını kabartmış, kabartmış... Her tarafı kaplamış, devi boğmuş.

Şehzade, herşeyden habersiz olarak yol alırken, limonlardan birini kesmeyi düşünmüş. Yol kenarına oturarak bıçağı ile limonun birini kesmiş. Limon iki parça olur olmaz, içinden son derece güzel bir kız çıkmış. Şehzadeye:

Su! Su! diye seslenmiş.

Şehzade, kızın su istediğini anlamış. Etrafına bakınmaya başlamış. Aksi gibi oralarda ne bir dere, ne de bir çeşme görememiş. Zavallı kız da:

Su! Su! diye diye ölmüş.

Şehzade bu hale fena halde üzülmüş. Ama ne çare? Yerinden kalkmış. Kederli kederli yol almaya başlamış. Biraz yorulmuş. Bir ağaç altına oturarak dinlenmeye koyulmuş. Bu sırada ikinci limonu da kesmiş.

Bu limondan da göz kamaştıracak kadar güzel bir kız çıkmaz mı? O da, evvelki gibi:

Su! Su! demeye başlamış.

Fena halde telaşlanan şehzade, sağına soluna bakınarak su aramış. Fakat Allah’ın dağında ne bir pınar, ne de bir dere yokmuş. Çaresizlik içinde bu kızın da:

Su! Su! diye diye inleyerek öldüğünü görmüş.

O kadar üzülmüş ki, neden bu ikinci limonu bir su kenarında kesmedim diye kendi kendine kızmış.

Kederli kederli yerinden kalkmış. Düşünceli düşünceli yola koyulmuş. Ne olursa olsun üçüncü limonu bir su kenarında kesmeye karar vermiş.

Böylece epey zaman yol almış, nihayet bir şehre yaklaşmış. Şehre girmeden yol kenarında ağaçlıklı bir bahçe görmüş. Bahçenin ortasında kocaman bir havuz varmış. Etrafta da kimsecikler yokmuş.

Gidip havuzun kenarına oturmuş. Elleri titreye titreye üçüncü limonu çıkarıp kesmiş.

Bu sefer, içinden, evvelkilerden daha güzel, ayın ondördü gibi bir kız çıkmış. Başlamış:

Su! Su! demeye...

Şehzade hemen onu tutup havuzun içine atmış.

Bol suya kavuşan Limon Kız, kana kana içmiş, doya doya yıkanmış. Şen kahkahalar atmaya başlamış.

Limon Kız’ı ölmekten kurtardığı için şehzadenin sevincine son yokmuş... Neşe içinde Limon Kız’ı seyrediyormuş.

Limon Kız havuzda yıkanırken, şehzade:

Sultanım, demiş, sizi bu halde sarayımıza götüremem. Burada bekleyin. Ben gidip size güzel bir elbise getireyim. Askerlerimi de alayım. Saraya öyle döneriz.

Limon Kız:

Peki şehzadem, demiş, ben sizi şurada ağacın üzerine çıkarak beklerim. Yalnız, saraya gittiğiniz zaman annenizle babanıza, alnınızdan öptürmeyin. Sonra beni unutursunuz.

Şehzade “peki” demiş. Sonra parmağındaki yeşil taşlı yüzüğü çıkararak:

Limon Kız, diye seslenmiş, al bu yüzüğü de, parmağına tak! Birbirimizi kaybedersek, bununla kolay buluruz...

Yüzüğü havuza doğru fırlatmış. Limon Kız yakalayarak parmağına takmış. Şehzade de oradan uzaklaşıp gitmiş.

Saraya varır varmaz, oğullarına yeniden kavuşan padişah ile sultan, onu kucaklamışlar, önce alnından, sonra da yanaklarından öpmüşler.

O andan itibaren de, şehzade Limon Kız’ı unutmuş.

Şehzade unutadursun, biz gelelim Limon Kız’a:

Şehzade uzaklaştıktan sonra, Limon Kız sudan çıkmış. Havuzun kenarında yüksek bir çınar ağacı varmış. Ona yaklaşarak:

Eğil çınar ağacı! Diye seslenmiş.

Çınar ağacı yavaş yavaş eğilmiş. Limon Kız dallarından birine oturduktan sonra, ağaç düzelmiş.

Limon Kız, ağaçta yapraklar arasına gizlenmiş. Bir taraftan da başını uzatarak havuzun durgun suyunu seyrediyormuş.

O sırada, şehirdeki evlerden birinin arap hizmetçisi havuza su almaya gelmiş. Elindeki testiyi havuza daldıracağı sırada, birdenbire durmuş. Havuzun suyunda Limon Kız’ın güzel hayali varmış. Arap kız bunu kendi hayali zannederek hayran hayran seyre dalmış. Sonra, kendi kendine:

Ben bu kadar güzelim de, demiş, bana ne diye hizmetçilik yaptırıyorlar?

Testiyi doldurup havuz başından uzaklaşmış. Eve geldiği zaman, hanımına:

Havuzdan testiyi doldururken suda kendimi gördüm, demiş. Ben çok güzel bir kızmışım. Ne diye bana hizmetçilik yaptırıyorsunuz? Bundan sonra ben su getirmeye falan gitmem!

Hanım gülmüş:

Hay aptal kız hay, demiş, bir kere başını kaldırıp da ağaca baksaydın, o zaman kimin güzel olduğunu anlardın!

Arap kız, bu söz üzerine, evden çıkarak doğruca havuzun kenarına gitmiş. Hayali gördüğü yerde başını kaldırarak ağaca bakmış. Dallar arasında ayın ondördü kadar güzel bir kız görünce, hanımına hak vermiş. Hemen Limon Kız’a seslenmiş:

Güzel kız! Cici kız! Ne olur, beni de yukarı alsana!

Şehzadenin dönmesi geciktiği için Limon Kız’ın canı sıkılıyormuş. Biraz konuşup vakit geçirmek için arap kızı yukarıya almaya razı olmuş. Derhal:

Eğil çınar ağacı, eğil! diye seslenmiş. Arap kız, ne oluyor diye şaşkın şaşkın bakarken, çınar ağacı yere doğru eğilmeye başlamış. Limon Kız’ın oturduğu dal toprağa iyice yaklaşınca, arap kız, yanına oturmuş. Çınar ağacı düzelmiş.

Öteden beriden konuşmaya başlamışlar. Sonra da, vakit geçsin diye, Limon Kız ona başından geçenleri anlatmış.

Arap kız, onun hayatını öğrendikten sonra:

Mademki sen bir peri kızısın, demiş, elbet bir tılsımın vardır. Bana söylemez misin?

Aklına hiçbir fenalık getirmeyen Limon Kız:

Benim tılsımım başımdaki küçücük altın taraktır, diye cevap vermiş. Eğer bu küçük altın tarak, yerine konmazsa, ben kuş olup uçarım...

Sonra gene konuşmaya dalmışlar. Bir aralık arap kız:

Sultanım, demiş, saçlarınız pek dağınık. Başınızı eğinde biraz tarayayım...

Limon Kız başını eğmiş. Arap kızı da küçük altın tarakla onun saçlarını taramaya başlamış. Tarama işi bittikten sonra, tarağı çıkardığı yere değil, saçlarının başka bir tarafına takmış. Limon Kız da beyaz bir güvercin olup uçmuş...

Limon Kız kuş olup uçtuktan sonra, arap kız sevincinden geniş bir nefes almış. Sonra üzerindeki elbiseleri çıkarıp Limon Kız gibi ağacın yaprakları arasına gizlenmiş. Şehzadeyi beklemeye başlamış.

İşte bu sıralarda, şehzade, Limon Kız'ı hatırlamış. Hemen askerlerini toplamış. Bir kat ipekli sultan elbisesini de yanına alarak yola çıkmış. Atını önden sürerek havuzun olduğu yere varmış. Başını kaldırıp ağaçta arap kızı görünce, şaşırmış:

Kız sana ne oldu böyle? diye sormuş.

Arap kız, üzüntülü görünerek:

Ne olacak şehzadem, demiş, beni unuttunuz. Burada otura otura güneş vurdu kararttı, rüzgâr esti sararttı. Ağlamaktan gözlerim bozuldu.

Şehzade bu sözlere inanmış. Arap kız güzelce giyindikten sonra şehzadenin yardımı ile aşağıya inmiş.

Hep beraber saraya dönmüşler.

Padişahla sultan anne arap kızı görünce şaşırmışlar. Şehzade'nin dediği gibi bu kızın hiç de güzel tarafı yokmuş. Çaresiz kalarak oğullarının hatırı için ses çıkarmamışlar.

Kırk gün, kırk gece düğün yaparak bunları evlendirmişler.

Düğünden sonra sarayın bahçesine beyaz bir güvercin dadanmış. Hergün bir ağaca konar, bahçıvana:

Bahçıvan başı! Bahçıvan başı! diye seslenirmiş. Şehzade uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları yağ bal olsun! Arap kızı uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları zehir olsun. Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun!

Sonra uçup gidermiş. Böylece her gün konduğu ağaçların dalları kuruyormuş.

Bir gün sarayın bahçesine inen şehzade, bazı ağaçların dallarını kurumuş görünce, bahçıvana:

Neden bu ağaçlara iyi bakmıyorsun? diye çıkışmış.

Bahçıvan da, dalların neden kuruduğunu anlatmak zorunda kalmış.

Bunun üzerine şehzade:

O halde bütün dallara zift sür, güvercini yakala! demiş.

Bahçıvan, şehzadenin dediklerini hemen yapmış.

Ertesi gün güvercin gelip dallardan birine konarak:

Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun! demiş. Fakat, uçarken ayakları zifte yapıştığı için dalda kalakalmış.

Şehzadeye hemen haber vermişler. Güvercini alıp bir kafese koymuşlar.

Şehzade, güvercini çok sevmiş. Kafesi alıp kendi odasına götürerek bir köşeye asmış.

Güvercin, şehzade odada iken, bir şeyler cıvıldar, âdeta bir insan gibi konuşur, o odadan çıkınca, susarmış.

Arap kız, güvercini görünce tanıdığı için, onu yok etmeyi düşünüyormuş. Bir gün yalandan hastalanarak:

Benim canım beyaz güvercin eti istiyor, demiş, yoksa ölürüm...

Şehzade, çarşıdan bir beyaz güvercin aldırmaya kalkmış. Arap kız:

İlle bu güvercin olacak! Başkasını istemem! diye tutturmuş. Şehzade, ne yaptı, ne ettiyse, arap kızı razı edememiş. Kafesteki beyaz güvercini kestirmiş.

Sarayın bahçesinde güvercini kestikleri yer kıpkırmızı kan olmuş. Kanların olduğu yerde o anda kocaman bir selvi ağacı meydana gelmiş.

Arap kız, selvi ağacını görünce, dayanamamış, bu sefer de:

Bu selvi ağacından bana bir taht yaptırın! diye tutturmuş. Başka bir selvi ağacı bulup keselim demişlerse de, anlatamamışlar. Çaresiz selviyi kesmişler. Arap kıza güzel bir taht yapmışlar.

Artan tahta parçalarını fakir bir kadına vermişler. O da ocakta yakmak için dua ederek alıp evine götürmüş, bir kenara koymuş. Öteberi almak için çarşıya çıktığı bir sırada, tahta parçaları kımıldamaya başlamış. Çok geçmeden tahtaların arasından Limon Kız ortaya çıkmaz mı? Hemen kollarını sıvayarak evi baştan aşağıya temizlemiş, gül gibi yapmış. Sonra mutfağa giderek yemekler pişirmiş, bulaşıkları yıkayıp kurulamış, kapları yerine kaldırmış. Yemek sofrasını kurmuş. Her iş bittikten sonra da, bir dolaba girip saklanmış.

O sırada fakir kadın eve gelmiş. İçeri girer girmez şaşırmış.

Acaba bunları kim yaptı diye evi aramaya başlamış. Kimseyi göremeyince:

İn misin, cin misin? diye seslenmiş. Limon Kız, saklandığı yerden çıkarak:

Ne inim, ne de cin, demiş. Bir peri kızıyım. Ama artık senin gibi bir insan oldum...

Sonra gidip kadının elini öpmüş. Başından geçenleri ona anlatarak, evlatlığa kabul etmesini rica etmiş. Yalnızlıktan zaten canı çok sıkılan fakir kadın, onu hemen evlatlığa kabul etmiş.

O günden sonra, güzel güzel geçinmeye başlamışlar. Günlerden bir gün, şehzade hastalanmış. Hekimler bol bol çorba içmesini söylemişler. Her gün bir evden çorba gönderiliyor, şehzade beğenirse hepsini içiyor, beğenmezse bir kaşık alıp bırakıyormuş.

Limon Kız bunu haber alır almaz güzel bir çorba pişirmiş. Şehzadenin havuz başında kendisine verdiği yeşil taşlı yüzüğü çorbanın içine atmış. Fakir kadına:

Anneciğim, demiş, şehzademiz için ben de bir çorba yaptım. Ne olur saraya götürür müsün?

Kadıncağız:

Hay hay yavrum! diyerek çorba tasını almış, saraya gitmiş. Askerler, üstü başı eski olan bu kadını saraya sokmak istememişler. Şehzade, kadını pencereden gördüğü için askerlere bırakmalarını emretmiş.

Kadın yukarıya çıkarak çorbayı şehzadeye vermiş. Odadan çıkarken, şehzade çorbadan bir kaşık içmiş, beğenmiş. Arkasından ikinci kaşığı almış. Ağzına katı bir şey gelmiş. Bir de çıkarıp bakmış ki, Limon Kız'a verdiği yeşil taşlı yüzük değil mi?

O zaman anlamış ki, Limon Kız diyerek evlendiği arap kız, başka biri. Arkasından adam koşturup fakir kadını çağırtmış. Odaya gelince:

Teyze, demiş, senin kızın var mı?

Kadıncağız:

Var oğlum, diye cevap vermiş, hem de bir peri kızı. Ama şimdi o da bizim gibi bir insan sayılır...

Kadının bu sözleri şehzadeyi o kadar sevindirmiş ki, birdenbire hastalığı falan geçmiş. Kadını yanına oturtarak, ne biliyorsa anlatmasını rica etmiş.

Fakir kadın da Limon Kız'ın anlattıklarını şehzadeye bir bir söylemiş.

Şehzade işin doğrusunu öğrenince, ellerini çırpmış. Odaya giren arap uşağa:

Çabuk bizim kadını çağırın! diye emir vermiş.

Biraz sonra arap kız odaya girmiş. Korkudan tirtir titriyormuş.

Şehzade:

Seni yalancı, hain kadın seni! diye bağırmış. Söyle bakalım, kırk katır mı istersin, yoksa kırk satır mı?

Arap kız:

Kırk satırı ne yapayım, diye cevap vermiş, kırk katır isterim ki, memleketime döneyim!

Arap kızı hemen kırk katırın kuyruğuna bağlayıp dağlara salmışlar.

Sarayda yeniden düğün hazırlıkları yapılmış. Şehzade ile Limon Kız'ı kırk gün, kırk gece süren görülmemiş şenliklerle evlendirmişler.

Onlar ermiş muradına, darısı sizlerin başına
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Rüzgaroğlu

Bir varmış, bir yokmuş. Çok söylemesi ayıpmış. Az söyleyip çok dinleyenlerin bilgisi artar, çok çok söyleyip az dinleyenlerin çenesi yorulurmuş...

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Rüzgâroğlu adında az konuştu, çok dinler bir adam varmış. Rüzgâroğlu, evli imiş. Beş yaşında Nuryüz adında bir oğlu, 4 yaşında Gülyüz adında bir kızı varmış.

Rüzgâroğlu ailesi o kadar zengin ve mutluymuş ki, iğne ucu kadar bile eksiği yokmuş. Rüzgâroğlu ava meraklı olduğundan hemen bütün günleri ormanda av peşinde geçermiş. Ceylan gibi güzel atına biner, yay gibi hızla giden iki köpeğini yanına alır, her attığını vuran tüfeğini de omuzuna asarak sabahları ava çıkarmış.

Günlerden bir gün, Rüzgâroğlu, yine her sabah ki gibi ormana avlanmaya çıkmış. Aramış aramış, avlayacak bir şey bulamamış. Hem biraz dinlenmek hem de atını sulamak için bir su başına oturmuş. Köpekleri yanına çömelmiş, hızlı hızlı nefes alırlarken, atı iştahlı iştahlı su içiyor, kendisi de ormanın güzelliklerini seyrediyormuş. Nasıl olmuşsa olmuş, o sırada Rüzgâroğlu’nun gözüne birdenbire bir geyik görünmüş. Geyiğin derisi güneş altında pırıl pırıl yanıyor, kara gözlerinin canlılığı uzaktan bile belli oluyormuş. Rüzgâroğlu, gözünü kırpmadan geyiğe bakıyor, geyik de hiç kımıldamadan onları süzüyormuş.

Rüzgâroğlu, bu fırsatı kaçırmamak için yerinden kalkıp hemen atına atlamış, geyiğin bulunduğu tarafa doğru hayvanını dolu dizgin sürmeye başlamış. Yay gibi koşan av köpekleri geyiği kovalıyor, Rüzgâroğlu da durmadan ateş ediyormuş.

Fakat o ne? Rüzgâroğlu silahındaki bütün kurşunları tükettiği halde; geyiği vuramamış. Her avı ilk atışta yere düşüren tüfenk, bugün kurşununu bir türlü hedefe ulştıramıyormuş. Geyik kaçmış, bunlar kovalamışlar. Nihayet bir dağ başında geyik gözden kaybolmuş. Rüzgäroğlu, geyik acaba nereye kaçtı diye araştırıp dururken, uzaklardan bir ses işitmiş. Kimin olduğu belli olmayan bu ses, şöyle diyormuş :

Hey, Rüzgâroğlu, Rüzgâroğlu! Gençlikte zenginlik, ihtiyarlıkta fakirlik mi istersin? Yoksa gençlikte fakirlik, ihtiyarlıkta zenginlik mi ?

Rüzgâroğlu, geyiği aramaktan vazgeçmiş. Durmadan kulağında çınlayan bu sözleri düşünmeye başlamış. Hem gidiyor, hem de kendi kendine “acaba bu sözleri kim söyledi; ne karşılık versem” diyormuş. Böylece eve dönmüş. Otururken, yemekte hep bu sözleri düşünüyormuş. Hatta gece gözüne uyku bile girmemiş.

Ertesi sabah, Rüzgâroğlu yine ava çıkmış. Sağa koşmuş, sola koşmuş yine hiçbir kuş, hiçbir hayvan avlayamamış. Bir gün evvelki su kenarına gelmiş. Dinlenirken yine geyiği görmez mi? Kendi kendine “bu sefer şu geyiği kaçırmayayım” diye söylenerek hemen atına atlamış. Onun arkasına düşmüş. Bu defa daha çok kurşun attığı halde geyiği vuramamış. Bir gün evvelki dağ başında hayvanı yine gözden kaybetmiş. Çok geçmeden o yabancı ses duyulmuş:

Rüzgâroğlu! Rüzgâroğlu! Dinle beni: gençlikte zenginlik, ihtiyarlıkta fakirlik mi istersin? Yoksa gençlikte fakirlik, ihtiyarlıkta zenginlik mi?

Rüzgâroğlu’nun merakı büsbütün artmış. Etrafına bakınmış, görünürlerde kimseler yokmuş. Olduğu yerde kımıldamadan biraz beklemiş; sesi bir daha işitmemiş. Yine düşünceli düşünceli evine dönmüş.

İki gündür kendisini çok düşünceli gören karısı sormuş:

Rüzgâroğlu, derdin nedir? İki gündür seni pek düşünceli görüyorum. Halbuki bugüne kadar hiç üzüntü çekmedik. Hiçbir şeyimiz eksik değil. Rahat, mutlu yaşıyoruz. Düşünceni bana da söyler misin?

Rüzgâroğlu, hayat arkadaşına gördüklerini, duyduklarını bir bir anlatmış. O zaman karısı:

Bunda düşünecek ne var, demiş, insan sonu, ihtiyarlığını, çalışamayacak zamanını düşünmeli. Yarın ava gittiğin zaman o ses sana yine aynı şeyi sorarsa “gençlikte fakirlik, ihtiyarlıkta zenginlik isterim” diye karşılık ver!

Rüzgâroğlu, karısının sözlerini doğru bulmuş. Ertesi gün avda yine aynı geyiğe rastlamış. Arkasından birçok defa ateş ettiği halde avlayamamış. Yine her zamanki ses duyulmuş:

Rüzgâroğlu! Rüzgâroğlu! Gençlikte zenginlik, ihtiyarlıkta fakirlik mi istersin, yoksa gençlikte fakirlik, ihtiyarlıkta zenginlik mi?

Rüzgâroğlu, hemen karşılık vermiş:

Gençlikte fakirlik, ihtiyarlıkta zenginlik daha iyi!...

Sonra, ormandan dönmüş, evinin yolunu tutmuş. Yolda gelirken, köpeklerden biri dereyi geçememiş, boğulmuş. Rüzgâroğlu köpeğinin ölümüne üzülüp dururken, bu sefer de atı zehirli bir ot yiyerek ölmez mi? adamcağızın kederi büsbütün artmış, ama, ne yapsın? Tek köpeği ile yoluna devam ediyormuş. Eve yaklaştıkları zaman, komşu evlerden birinin damından düşen bir kiremit bu sefer de öteki köpeği cansız olarak yere sermiş.

O zaman kadar üzüntü, dert nedir bilmeyen Rüzgâroğlu, saçı başı dağınık, gözleri yaş içinde kendini eve dar atmış. Durumu öğrenen karısı da ağlamaya başlamış. Gece, yemek yemeden, su içmeden yatmışlar ama, gözlerine uykunun damlası bile girmemiş. Sabahı dar etmişler.

O gün hava çok fena imiş. Hem şiddetli bir fırtına esiyor, hem de yakınlara şimşekler düşüyormuş. Şimşeklerden biri köşkür civarındaki kuru otları tutuşturmuş. Derken yangın büyümüş, köşkün etrafını sarmış. gaz açıp kapayıncaya kadar köşkün saçağını alev almış. Fırtınanın şiddetinden koca köşk bir anda ateşler içinde kalmış, kül olmuş gitmiş. Rüzgâroğlu, karısı ile çocuklarını güç halde dışarıya çıkarabilmiş. Ne eşya, ne para, ne de giyecek bir şey kurtaramadıkları için sokak ortasında öylece kalıvermişler.

Nuryüz’le Gülyüz durmadan ağlıyor, anneleri de onlarla birlikte gözyaşı döküyormuş. Babaları Rüzgâroğlu’nun da içi kan ağlıyormuş ama , belli etmemeye çalışarak :

Üzülmeyin, diyormuş, ne yapalım, oldu bir kere. Elbet yine çalışır, çabalar, ev bark sahibi oluyoruz. Yine eskisi gibi güzel günler geçiririz.

Koca köşk yanıp kül olduktan sonra fırtına durmuş, hava düzelmiş, güneş tatlı sıcaklığı ile etrafı ısıtmış.

Rüzgâroğlu, çocuklar, anneleri biraz kendilerine gelir gibi olmuşlar. Artık bu memlekette kalmanın faydası olmadığını söyleyerek oradan uzaklaşmaya karar vermişler. Yayan yapıldak, çırılçıplak yola düşmüşler.

Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler... Dereler tepeler aşmışlar, bir köye varmışlar. Orada bir çiftçinin yanına girerek tarlada iş görmeye başlamışlar. Dördü de kendilerine göre iş görüyor, akşama kadar tarlada tırpan sallayıp harmanda düven sürerek karınlarını doyurabiliyorlarmış.

Birkaç gün sonra orada iş kalmamış. Başka köye gitmek için yine yola koyulmuşlar. Kayalıklı yamaçlardan geçerek, dikenli otlardan atlayarak gün boyunca gitmişler, gitmişler... Çok geçmeden önlerine geniş bir çay çıkmış. Çay hiçbir yerden geçit vermediği için karşıya yüzerek geçmek gerekiyormuş. Baba ile anne yüzerek karşı tarafa geçebilirlermiş ama, çocukları nasıl geçireceğiz diye düşünmeye başlamışlar. Rüzgâroğlu, ağaçlardan kalın dallar kırmış. Bunları ikişer, üçer yan yana getirip sazlarla bağlayarak küçücük iki sal yapmış. Nuryüz’ü birine, Gülyüz’ü de ötekine bindirmiş. Kendisi bir eliyle yüzerken öteki eliyle Nuryüz’ün salını çekiyor, karısı da aynı şekilde Gülyüz’ün salını sürüklemeye çalışıyormuş. Böylece çayın orta yerine kadar gelebilmişler. Fakat orta yerde suyun akışı fazla olduğundan Nuryüz’ün salı babasının elinden, Gülyüz’ün salı da annesinin elinden kurtulmaz mı? Çocuklar hem bağıra bağıra ağlıyor, hem de suya düşmemek için küçücük sallarına sıkı sıkı sarılıyorlarmış.

Bu durum karşısında anneleri de, babaları da ne yapacaklarını bilememişler. Çocukların salları suyun akıntısına kapılıp hızla uzaklaşıyormuş. Arkalarından gitseler yetişmelerine imkân yokmuş. Karşı tarafa geçtikten sonra karadan koşarak salın gittiği yeri bulmak için kuvvetli kuvvetli yüzmeye başlamışlar. Nefes nefese karaya çıktıkları zaman sallar çoktan gözden uzaklaşmış bulunuyormuş. Çay boyunca durmadan koşmaya başlamışlar.

Akşam olup hava iyice kararıncaya kadar koşmuşlar, koşmuşlar. Ne yazık ki, çocuklarına ait en ufak bir iz bulamamışlar, onların seslerini işitememişler.

Başlarına gelen bu son felâket karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlar. Geceyi ormanda, bir ağaç üzerinde geçirmişler.

Ertesi gün yine yola çıkmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler... Dağlar taşlar aşıp kuşlar kurtlarla düşe kalka yol almışlar. Her uğradıkları köyde zengin bir adamın yanına uşak girerek karın tokluğuna akşamlara kadar çalışıyorlarmış. Birkaç gün sonra orada da iş kalmayınca tekrar yola çıkıyor, yorgunluktan ayakları yürüyemez hale gelinceye kadar gidiyor, gidiyorlarmış...

Yine bir gün köyün birine gelmişler. Orada birkaç gün çalıştıktan sonra tam köyden ayrılacakları sırada, padişahın baş yaveri adamlarıyla birlikte gelmez mi?

Baş yaver, sarayda hizmet gördürmek için köylerden güzel kızlar topluyormuş. Rüzgâroğlu’nun karısını da sarayda aşçılık yapmak üzere alıp götürmek istemiş. Rüzgâroğlu, kadını kendisiyle birlikte dağ taş dolaştırmaktansa onun rahat bir yerde çalışmasını daha uygun bulmuş, razı olmuş. Kalmış tek başına...

Rüzgâroğlu, ondan sonra, şu köy senin, bu köy benim demiş, yıllarca dolaşmış. İş buldukça çalışmış, karnını doyurmuş. İş bulamadığı gün aç kalmış, ses çıkarmamış. Böylece aradan tam yirmi sene geçmiş.

Rüzgâroğlu, bazen eski mutlu günlerini hatırlar, karısı, çocukları, köşkü, atı, köpekleri gözü önüne gelince derin derin içini çekermiş. Bir gün yine eski halini bulacağına inanıyor, hiç yorulmadan, bıkmadan çalışıyormuş.

Böylece uzun yollarda günlerce yol almış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda büyük bir şehire varmış.

Rüzgâroğlu o kadar acıkmış, o kadar acıkmış ki, neredeyse yere yıkılıp kalacakmış. Bir fırın bulup bir parça ekmek istemek için saatlerce dolaşmış. Fakat ne koca şehirde bir kimseye rastlamış ne de bir fırın bulabilmiş. Bu kadar büyük bir şehrin boş olmasını bir türlü aklına sığdıramıyormuş. Sağa sola bakınıp dururken gözüne bir fırın ilişmiş. Hemen koşmuş. Kapısı açık, ekmekleri meydanda olduğu halde fırında kimsecikler yokmuş. Açlıktan neredeyse ölecek bir duruma gelmiş olan Rüzgâroğlu, başında sahibi bulunmayan malı almanın hırsızlık olduğunu düşünerek ekmeklere elini sürmemiş. Nerede ise gelirler, kendilerinden isterim diye düşünerek fırının önüne oturmuş, baygın bir halde beklemeye başlamış. Meğer o gün memlekette padişah seçimi varmış. Memleketin töresine göre, padişah öldüğü zaman bütün halk şehrin meydanında toplanırmış. Talip kuşu uçurulur, kimin başına konarsa, o adam padişah seçilirmiş.

Rüzgâroğlu, fırının önünde baygın yatarken, şehrin meydanında da bir talih kuşu uçurulmuş. Yüzlerce, binlerce insan, acaba kuş kimin başına konacak diye heyecanla kuşa bakmaya başlamış. Kuş, meydan üzerinde dönmüş, dönmüş, kimsenin başına konmamış. Meydandan uzaklaşıp şehre doğru uçmuş. Arkasından atlı bir gözcü göndermişler. Gözcü şehre girdiği zaman, talih kuşunu, fırın önünde baygın bir halde yatan ihtiyar Rüzgâroğlu’nun başında görmek mi? Gözlerine inanamamış. Fırına iyice yaklaşıp bakmış ki, talih kuşunun başına konduğu adam, üstü başı perişan, saçı başı dağınık, pis, zayıf bir adammış. Bir yanlışlık oldu diye düşünerek kuşu adamın üzerinden almış. Rüzgâroğlu’nu da :

Padişah seçilirken sen burada uyumaya sıkılmıyor musun?! diye paylayarak sürükleye sürükleye meydana getirmiş.

Talih kuşunu tekrar uçurmuşlar. Kuş, meydan üzerinde yine üç defa dönmüş, sonra gelip doğruca Rüzgâroğlu'’un başına konmuş. Bazıları :

Oldu! Oldu! Diye bağırırken, bir kısmı da : Olmadı, olmadı, hak oyunu üçtür! Diye dayatmışlar. Talih kuşunu üçüncü defa uçurmuşlar. Bu sefer de gelip doğruca Rüzgaroğlu’nun başına konmuş. Bu durum karşısında artık hiç kimsenin sesi çıkmamış...

Bütün halk, yeni padişahın etrafında toplanmış, saray adamları hemen onu alıp götürmüşler. Güzelce yıkayıp temizledikten sonra karnını da doyurarak padişah elbiselerini giydirip tahtına oturtmuşlar.

Rüzgâroğlu, başına gelenleri düşündükçe kendi kendine gülüyor, gençliğinde avcılık yaparken ormanda duyduğu sesi hatırlayarak ihtiyarlıkta zenginliğin, rahatlığın, saadetin değerini daha iyi anlıyormuş.

O böyle düşünürken, başyaveri yanına girmiş :

Padişahım, demiş, sizden bir dileğim var :
Ferman buyurunuz da sizin en kıymetli askerlerinizden ikisini alayım. Kıymetli bir sandığımın yanında nöbet bekleteceğim...



Padişah izin vermiş, başyaver seçtiği iki askeri yanına alıp bir odaya götürmüş. Yerde duran uzun sandığı göstererek :

Bu sandıkta benim değerli bir eşyam var, demiş. Kimsenin çalmaması için başında bekleyeceksiniz !

Baş yaver gittikten sonra, iki asker sandığın başında bir aşağı, bir yukarı dolaşmaya başlamışlar. Sonra canları sıkılmış, birbirlerine hayatlarını anlatmaya karar vermişler. Askerlerden birisi, ötekine bütün başından geçenleri anlatmış. Sıra öteki askere gelmiş. O da : Benim adım Nuryüz, demiş. Vakti zamanında benim de bir annem, bir de babam vardı. Hem de çok mutluyduk. Kardeşimle güzel güzel oynar, vakit geçirirdik. Fakat talih ters döndü. Köşkümüz yandı. Hayvanlarımız öldü. Paralarımızı, eşyalarımızı tamamen kaybettik. Annemle babam bizi yanlarına alarak yola üştüler. Bir dereden geçerken bizi küçücük sallara bindirdiler. Sallar ellerinden kaçtı. Onları kaybettik. Bizi bir değirmenci görüp kurtardı. Kendi öz evlatları gibi baktı. Ben asker olup buraya düştüm. Kardeşim Gülyüz şimdi değirmende oturuyor, iş görüyor. Fakat annemizle babamızı çok özledik. Öldüler mi, kaldılar mı, kim bilir?

Nuryüz’ün gözleri yaşarmış. Arkadaşı onu teselli ederken, boğuk bir ses işitmişler. Birisi :

Ağlama! Ağlama oğlum! Ben buradayım, beni kurtar! diye inliyormuş.

Askerlerin ikisi de şaşırmışlar. Sesin nereden geldiğini anlamak için durup dinlemişler. Sonra arayıp taramışlar. Sesin sandıktan geldiğini anlayınca, herşeyi gözlerine alarak sandığı tüfenklerinin dipçiği ile, kamalarıyla kırıp açmışlar.

Çıka çıka içinden Nuryüz’ün annesi çıkmamış mı? Kadıncağız çok ihtiyarlamış, zayıflamış, yüzü solmuş ama, yine de ana – oğul birbirlerini tanımışlar. Öteki asker şaşkın gözlerle bunlara bakarken, ana – oğul çok uzun yılların hasretiyle birbirlerine sarılmışlar, öpüşmüşler.

Kadıncağızın anlattığına göre, başyaver kendini saraya aşçı olarak getirmiş ama, sonra onu böyle tutup sandığa kilitlemiş. Oğlunu tanıyıp da sesini çıkarmasaymış, kendisine cariyelik yapmayı kabul etmediği için başyaver onu denize attıracakmış.

Başyaverin yeni bir oyununa uğramak için, Nuryüz’le arkadaşı, kadını aralarına alarak nöbetçilerin sözlerine bakmaksızın doğruca padişahın karşısına çıkmışlar. Amaçları, başyaverin yaptığı fenalığı anlatmakmış.

Ne Nuryüz, ne de annesi, Padişah tahtında oturan Rüzgâroğlu’nu birdenbire tanıyamamışlar ama, o, karısı ile oğlunu tanımış. Yerinden fırlayarak koşup onları kucaklamış. Bunların gözlerinden sevinç gözyaşları aktığını gören öteki asker, dayanamamış, o da ağlamaya başlamış. Birbirlerine tekrar kavuşan bu ailenin sevincine o da katılmış.

Padişah Rüzgâroğlu, sevgili kızı Gülyüz’ü de çok özlemişmiş. Uşakları çağırarak hemen altı atlı arabayı hazırlamalarını emretmiş. Araba hazırlandıktan sonra üçü de binmişler. Padişah, karısını kurtarmada büyük yardımı olan askeri de kendisine arabacı başı yapmış. Doğruca kızın bulunduğu değirmene gitmişler. Büyümüş, çok güzel bir genç kız olmuş bulunan Gülyüz’le, babasının, annesinin, kardeşinin karşılaşması, kucaklaşması görülecek şeymiş. Yanlarına kızları ile birlikte değirmenciyi ve karısın da alarak saraya dönmüşler. Padişah, çocuklarının hayatını kurtaran, onlara kendi öz evladı gibi bakan değirmenciyi vezir tayin etmiş.

Padişah Rüzgaroğlu, karısına fenalık yapmak isteyen başyaveri görevinden uzaklaştırıp kendisini memleketin dışına attırmış.

O günden sonra, Rüzgâroğlu ailesi eski günlerinden çok daha mutlu yaşamaya başlamış... Rüzgâroğlu, ormandaki sesi hatırladıkça, ihtiyarlıkta rahatın, mutluluğun gençliktekinden değerli olduğunu daha iyi anlıyormuş.

Onlar ermiş muradına, darısı sizin başınıza
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Sihirli Tavşan

Masal masal matitas... Kalaylandı bakır tas... çukura düştü çıkamaz... Pır pır eder uçamaz.

Var varanın, sür sürenin... Habersiz bağa girenin, hali yaman demişler... Masaldır bunun adı... Söylemekle çıkar tadı... Her kim dinlemezse bunu, hakkından gelsin kambur dadı...

Bir varmış, bir yokmuş. Vakti zamanında bir padişahın üç oğlu ile bir küçük kızı varmış.

Küçük kız bir gün bahçede oynarken ortadan yok olmuş. Aramışlar, taramışlar, etrafa atlılar salmışlar, yok... yok... Yer yarılıp yere mi girdi, gök alçalıp göğe mi uçtu? Bilen, anlayan olmamış... Öldüğüne dair bir işaret de bulunmadığı için, padişah babası ile sultan annesi :

Sihirli bir el değmiş, kızımızı alıp götürmüşler, bir gün çıkagelir elbet! diyerek üzüntülerini azaltmaya çalışmışlar.

Sarayın bahçesinde çok değerli bir elma ağacı varmış. Fakat bu ağaç, senede bir tek elmadan başka elma vermezmiş, vermezmiş ama, bu elmanın renginin güzelliğine de başka elmalarda rastlanmaz, hele tadına hiç doyum olmazmış. Onun için, padişah, elmayı her sene törenle kopartır, küçük küçük doğratarak hoşaf kaynattırır, bütün saray halkına birer yudum içirtirmiş. Kimsenin gönlü kalsın istemezmiş.

O yıl elma yine olmuş. Elmayı kopartmak için tören günü bahçede toplanıldığı zaman ağaçta yapraklardan başka bir şey görememişler. Saray halkından hiç kimse elmayı koparmayacağı için, bu işi dışardan biri yapmıştır, diye düşünmüşler.

Ertesi yıl elma yine olmuş. Birisi koparmasın diye, elmanın iyice olacağı güne kadar ağacın dibinde nöbet bekletmeye karar verilmiş. Padişahın büyük oğlu :

Baba, demiş, nöbeti ben beklemek istiyorum...

Babası, büyük şehzadenin bu düşüncesine hayır dememiş. Büyük şehzade, ağacın dibine oturmuş, beklemeye başlamış. İlk gece uyku bastırdığı halde uyumamış, sabahı dar etmiş. Elma yerinde duruyormuş. İkince gece uyku daha çok bastırdığı halde, büyük şehzade, o gece de uyumamış. Üçüncü gece yorgunluğu artmış olan büyük şehzade, göz kapaklarının kapanmasını engel olamamış, kendini tatlı uykunun derinliklerine farkında olmadan bırakmış.

Sabahleyin güneşin ilk ışıklarıyla gözlerini açan büyük şehzade, bir de başını kaldırmış bakmış ki, elma yerinde yok... Yüreği hoplamış, aklı başından gitmiş ama, elden ne gelir? Koşa koşa gidip babasını bulmuş, durumu anlatmış, üzüntüsünü belirtmiş.

Ertesi yıl ortanca şehzade nöbet tutmuş. O da ağabeysi gibi iki yıl gece uykusuzluğa dayanabilmiş. Üçüncü gece uyuyakalınca elma yok oluvermiş...

Daha ertesi yıl nöbet sırası küçük şehzadeye gelmiş. Birinci, ikinci geceler o da uyumamış. Üçüncü gece uyuya kalmamak için elinin küçük parmağını bir yerinden kesmiş, üzerine de tuz bastırmış. Acısından gözüne uyku girmek şöyle dursun, aklına bile gelmemiş. Hiç kıpırdamadan bekleye dururken, tam gece yarısında bir kanat sesi işitmiş. Ay ışığı etrafı epeyce aydınlattığından, kocaman bir kuşun gelip elma ağacına konduğunu görmüş. Kuş hemen elmayı kapmış. Kaçarken şehzade bir ok atmış. Ok kuşa değmiş ama, onu öldürmemiş, kanadından bir tüyü yere düşürmüş, o kadar... kuş uçup gitmiş, gözden yok olmuş.

Küçük şehzade, sabahı beklemeden tüyü almış; hemen yukarı çıkarak babasını uyandırmış, ona göstermiş, olanları bir bir anlatmış.

Kuşun tüyü o kadar güzel, renkleri o kadar çok, hem de o kadar göz alıcı imiş ki, padişah da, sultan da şehzadeler de hayran kalmışlar.

Büyük şehzade :

Babacığım, demiş, tüyü bu kadar güzel olan kuşun kim bilir kendisi ne kadar güzeldir? Ben bu kuşu arayıp bulacağım.

Padişah bu tüyden kendisine bir kalem yaptırmış, kullanmaya başlamış. Büyük oğluna da bu altın kuşu bulması için izin vermiş.

Büyük şehzade, sarayın ceylan gibi koşan bir atına binmiş. Heybelerine altın doldurmuş. Üstüne de demir bir elbise geçirerek yola düşmüş. “Bir aya kadar dönmezsem beni ararsınız” diye de tenbih etmiş.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş... Altı ay bir güz gitmiş. Yorulmuş, bir pınar başında atından inmiş. Eliyle pınardan su içerken, karşısına kar gibi beyaz, sevimli bir tavşan çıkmış. Bir insan gibi dile gelerek şehzadeye sormuş :

Ünlü şehzadem, böyle nereden gelip nereye gidiyorsun?

Şehzade, tavşanın insan gibi konuşmasına hem şaşırmış, hem de sevinmiş. Derdini dökmeye başlamış :

Altın kuşu bulmaya gidiyorum Pamuk Tavşan. O, dört yıldan beri bizim sarayın bahçesindeki elmayı çalıp kaçıyor. Onu her ne pahasına olursa olsun bulmam gerek... Ne olur, sen onun bulunduğu yeri biliyorsan bana gösterir misin?

Pamuk Tavşan, uzun bıyıklarını oynata oynata güldükten sonra :

Mademki onu ele geçirmek için bu kadar yoldan geliyorsun, demiş, ben de sana onun bulunduğu yeri söyleyeyim : Şu karşıki dağı aştıktan sonra önüne uzun bir yol çıkacak. Bu yolun ortasında karşılıklı iki han vardır. Hanlardan birinde yatmak için çok para verilir... Ötekinde ise az para alırlar. Birinci handa her türlü içki eğlence, oyun vardır. İkinci handa hiçbir şey yoktur. İkinci hana girersen altın kuşun bulunduğu yeri öğrenebilirsin! Haydi güle güle!

Pamuk Tavşan şehzadeyi kulakları ile selamlamış. Oda başıyla karşılık vererek dağın yolunu tutmuş.

Git gitmez misin... Git gitmez misin... Geceler gündüz olmuş, gündüzler de gece... Şehzade bir hafta sonra dağı aşmış, yola ulaşmış. Çok geçmeden hanların bulunduğu yere varmış. Bakmış ki, hanın biri saraya benziyor. Öteki ise bir kulübe gibi, hem de pis... Tavşanın sözlerini unutarak o saray gibi olan hana girmiş. Çok geçmeden içkiye, eğlenceye dalmış, altın kuşu da, elmayı da unutmuş...

Günler günleri, günler de haftaları doldurmuş, aradan bir ay geçtiği halde büyük şehzade saraya dönmemiş. Padişah da, sultan da oğullarını merak etmişler.

Ortanca şehzade :

Bari ben gideyim de, demiş, hem altın kuşu bulayım, hem de ağabeyimi arayıp bularak getireyim.

Padişah ortanca oğluna da izin vermiş. Şehzade, sarayın kuş gibi uçan bir atını seçmiş. Heybelerine altın doldurmuş, kendisi de bir demir elbise giyerek :

Eğer bir aya kadar dönmezsem beni de ararsınız! demiş, yola koyulmuş.

Az gitmiş, uz gitmiş... Konarak, göçerek, tam bir güz gitmiş. Bir de arkasına dönüp bakmış ki, daha arpa boyu kadar bir yol gitmiş. Tekrar yola koyulmuş. Gide gide yorulmuş. Bir su başında attan inmiş. Yüzünü yıkarken karşısına o sihirli tavşan çıkmış. Tavşan buna da altın kuşun nerede bulunacağını söylemiş, hanları tarif etmiş. Ortanca şehzade, atını kuş gibi uçurarak günlerce sonra hanların bulunduğu yere gelmiş. O da ağabeysi gibi ucuz hanı beğenmeyip öteki hana girmiş. Orada ağabeyisi ile birleşmiş. Beraber içkiye, eğlenceye dalmışlar. Altın kuş onun da aklından çıkmış, gitmiş...

Ortanca şehzade gittikten sonra da bir ay olmuş. Çocuklarının ikisi de gidip gelmeyince, padişahı bir merak sarmış. Kendi kendisine “Bunda bir iş var ya, elbet anlaşılır” demiş.

Bu sefer de küçük oğlan :

İzin verirseniz babacığım, demiş, gidip hem ağabeylerimi bulayım, hem de altın kuşu ele geçirip getireyim.

Padişah :

Hayır, diye karşılık vermiş, onlar gitti, gelmedi. Öldürdüler mi, kaldılar mı, bilmiyoruz. Sen de gidip dönmezsen sonra ne yaparız?

Küçük şehzade, babasına yalvarmış, yakarmış, ağabeyleri uyuyakaldıkları halde altın kuşu kendisinin vurduğunu söyleyerek :

Kuşu yine ben ele geçireceğim, demiş. Hem göreceksiniz, ağabeylerimi de bulup getireceğim...

Padişah, küçük oğlunun ağabeylerinden daha akıllı olduğunu hatırlamış. Onun bu işi de başarabileceğini düşünerek gitmesine izin vermiş.

Küçük şehzade, sarayın rüzgâr gibi giden atlarından birini seçmiş. Heybelere altın doldurmuş. Sırtına da bir demir elbise geçirerek yola düşmüş.

Rüzgâr gibi giden at, onu bir anda su başına ulaştırmış. Atı su içerken kendisi de yüzünü yıkamaya başlamış. O sırada yanında Sihirli Tavşan belirmiş. Tavşan dile gelip, ona da nereye gittiğini sormuş.

Şehzade, altın kuşu yakalamaya, ağabeylerini bulmaya gittiğini söyleyince, Sihirli Tavşan, buna da dağı gösterip hanların yolunu tarif etmiş.

Sakın yanlış yere gitmeyesin, diye de ilave etmiş.

Küçük şehzade, Sihirli Tavşana teşekkür ederek yanından ayrılmış. Rüzgâr gibi giden atını dört nala sürmüş. Dereler, tepeler, dağlar, atının ayakları altında uçuyormuş sanki... Çok geçmeden, Sihirli Tavşanın gösterdiği dağı aşmış, uzun yola ulaşmış. Gide gide hanların yanına varmış. Hanlardan biri pek göz alıcı imiş. Öteki ise, tersine, bir kulübeye benziyormuş.

Küçük şehzade, Sihirli Tavşanın sözlerini hatırlayarak o gözalıcı hana girmemiş, doğruca gidip ucuz hana yerleşmiş.

Akşam olduğundan, karnını doyurup bir tahta üzerine uzanmış. Kendi kendine, “acaba altın kuşu ne zaman görebileceğim” diye düşünüyor, gözüne uyku girmiyormuş.

Gece yarısından sonra, bir aralık kulağına bir ses gelmiş.

Birisi :

Geleyim mi?! Geleyim mi?! diye sesleniyormuş. Şehzade, bu sesi tanımadığı için karşılık vermemiş. Hem kendisine seslendikleri ne malûm? Olduğu yerde daha çok büzülmüş, sesini çıkarmamış.

Sabah olmuş. Biraz hava almak için hanın kapısına çıkmış. Bir aşağı, bir yukarı dolaşırken, Sihirli Tavşan görünmez mi? Zıplaya zıplaya küçük şehzadenin önüne gelerek :

Akşam seslendim, seslendim, karşılık vermedin, demiş. Karşılık verseydin işimiz daha kolay olacaktı. Ama şimdi biraz yorulacaksın. Haydi atla sırtıma!

Küçük şehzade hemen tavşanın sırtına binmiş. Tavşan hem koşuyor, hem de şehzadeye şunları söylüyormuş :

Seni şimdi altın kuşun bulunduğu saraya götürüyorum. Bu saray kuşlar padişahının sarayıdır. Sarayın bahçe kapısı önünde seni indireceğim. Bahçede iki kapı vardır. Birisi açık, öteki kapalıdır. Açık kapıyı kapayacak, kapalı kapıyı açacaksın. İçerde bir arslanla bir at karşılıklı otururlar. Arslanın önünde ot, atın önünde et vardır. Eti arslanın önüne koyacak, otu ata vereceksin. Altın kuş ortadaki gül ağacında oturur. İki tarafında iki kafes asılıdır. Kafesin biri tahtadan, diğeri altındır. Kuşu alır, tahta kafesin içine koyarak dışarı çıkarsın, sakın altın kafese koyayım demeyesin, kuşlar padişahı seni yakalatır, zindana attırır, sonra karışmam.

Sihirli Tavşan zıplaya zıplaya koşuyor, yokuşlar çıkıyor, tepeler aşıyormuş. Nihayet yüksekliği minare boyunda duvarlarla çevrili, büyük bahçe içinde bir sarayın önünde durmuş, şehzadeyi sırtından indirmiş, gözden kaybolmuş. Şehzade, duvarların ortasındaki açık büyük kapıdan içeriye girmiş, kapıyı güç halde kapatmış. Biraz ötede kapalı bir kapı varmış. Bütün vücuduyla yüklenip kapıyı açmış, içeriye girmiş. Hemen koşup arslanın önündeki otu alarak ata götürmüş. Atın önündeki eti de arslana vermiş. Her ikisi de önlerine konan şeyleri iştahlı iştahlı yerlerken doğruca gül ağacına koşmuş. Altın kuş güneşin altın ışıkları altında pırıl pırıl yanan rengiyle sağa, sola dönüyor, gagasını gül yaprakları arasına sokuyormuş. Şehzade onu incitmemek için yavaş yavaş elini uzatmış, daldan almış kuşun güzelliği karşısında âdeta kendinden geçmiş, herşeyi unutmuş. Kuşu elinden götürürken üzmemek için kafese koymaya karar vermiş. Bakmış ki, tahta kafes pek kötü, halbuki altın kafes hem çok güzel işlemeli, hem de pırıl pırıl yanıyormuş... Gönlü ona kaymış. Gidip yerinden alarak altın kuşu içine koymuş. Altın kuş, kafese o kadar yakışmış, o kadar yakışmış ki, küçük şehzade onlara hayran hayran bakmaktan kendini alamamış. Kafesi eline alıp kapıya doğru yürümüş. Yürümüş ama, kapının önünde, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte kocaman iki arap görünce, aklı başına gelmiş. Araplar bunu kolundan tuttukları gibi Kuşlar Padişahının karşısına çıkarmışlar. Padişah, altın kuşu çaldığından dolayı bunun zindana atılmasını emretmiş. Fakat Padişahın karısı :

Yazık bu delikanlıya, demiş. Eğer bize altın kızı getirirse altın kuşu ona veririz. Hem de zindandan kurtulmuş olur.

Padişah, karısının bu düşüncesini yerinde bulmuş, küçük şehzadeyi bırakmışlar.

Şehzade dışarı çıktığı zaman Sihirli Tavşanla karşılaşmış. İçerde gördüklerini, yaptıklarını, başına gelenleri tavşana anlatmış. Tavşan söz dinlemediği için buna kulakları ile bir güzel dayak atmış. Sonra :

Haydi bin sırtıma, gidelim! demiş.

Şehzadeyi sırtına alarak yola koyulmuş.

Az gitmişler... Uz gitmişler... Dere tepe düz, dağ, ova dümdüz gitmişler, dik kayaların ortasında çok yüksek bir sarayın önünde durmuşlar. Sihirli Tavşan : İşte burası Kızlar Padişahının sarayıdır, demiş. İçeri girerken bir zorluğa uğramayacaksın. Bahçenin ortasında büyük bir havuz var. Havuzun etrafı türlü türlü çiçeklerle süslüdür. Çiçeklerin arasında geniş yapraklı bir çınar ağacı göreceksiniz. Ağaca çıkıp saklanırsın. Çok geçmeden altın kız gelip havuza girerek banyo yapar. Havuzdan çıktığı zaman gitmesine meydan vermeden yakalarsın. Alıp dışarı çıkabilirsin. Eğer elbiselerini giyerse, Kızlar Padişahı seni yakalar, hapse attırır. Haydi yolun açık olsun!

Küçük şehzade, sözlerini tutacağına dair tavşana başını sallamış, sarayın bahçe kapısından içeriye girmiş. Bahçenin ortasında fıskiyelerinden sular akan mermer bir havuz varmış. Suyun şırıltısına türlü türlü kuş sesleri karışıyor, havuzun etrafındaki çiçeklerin kokuları, insana yeniden hayat veriyormuş.

Şehzade, doğruca çınar ağacının yanına gitmiş, üstüne çıkıp yapraklar arasına saklanmış. Dalın birine yaslanıp havuzda sularla güneşin oynaşmasını seyrederken, uzaklardan kulağına genç kız gülüşmeleri, kahkahalar gelmiş. Geriye dönmüş bakmış ki ince beyaz entariler içinde birçok genç kız, saçlarını rüzgârda uçura uçura havuza doğru koşuyorlar. Olduğu yerde biraz daha büzülmüş. Ağacın geniş yapraklarını kendisine siper edip saklanmış.

Kızlar koşa koşa gelip havuzun etrafına dizilmişler. Biraz sonra, tül elbiseler içinde, güneş kadar parlak sarı saçlı, ayın ondördü, günün onbeşi gibi güzel altın kız gelmiş, havuza girmiş. O, havuzda yıkanırken dışardaki kızlar da, şarkı söylüyor, ellerini çırpıyorlarmış.

Altın kızın yıkanması çabuk sona ermiş. Bir el işareti ile dışardaki kızları uzaklaştırmış. Kendisi havuzdan çıkmış. Elbiselerini giyerken, küçük şehzade ağaçtan atlayıp bileğine yapışmış, kızı dışarıya sürüklemeye başlamış. Bu beklenmedik durum karşısında şaşkına dönen altın kız, elbiselerini giymek için şehzadeden izin istiyor, şehzade olmaz dedikçe altın kız yalvarıyormuş. Böylece kapıya kadar geldiği halde, şahzade, altın kızın yalvarmalarına dayanamamış, elbiselerini giymesi için onu bırakmış. Kız havuz başına koşup elbiselerini giydikten sonra, ellerini çırpmış. Ellerini çırpmasıyla beraber, küçük şehzadenin yanında dev gibi iki adam görünmez mi? Şehzade, bunlar nereden geldiler diye araştırırken, adamlar onu kolundan yakaladıkları gibi bir hamlede saraya götürüp Kızlar Padişahının karşısına çıkarmışlar.

Kızlar Padişahı :

Söyle bakalım delikanlı, demiş, sen ne cesaretle benim sarayıma giriyorsun? Hele havuz başında saklanıp kızlarımı yıkanırken seyretmeye utanmadın mı? Altın kızın bu sarayın incisi olduğunu bilmiyor musun? Cezan ölümdür.

Sonra elini çırpmış, içeriye giren harem ağasına :

Şunu cellatlara götürün! diye emir vermiş.

Küçük şehzade, korkusundan tir tir titrerken, Kızlar Padişahını ihtiyar lalası söze karışmış :

Ünlü Padişahım, demiş izniniz olursa, bu delikanlı bize altın atı getirsin. Eğer getiremezse, o zaman başını kestirirsiniz. Ama getirecek olursa, altın kızı ona veririz, alır, gider...

Kızlar Padişahı, ihtiyar lalanın bu düşüncesini yerinde bulmuş, altın atı bulup getirmek şartıyla şehzadeyi salıvermiş.

Neye uğradığını bilemeyen şehzade, şaşkın bir halde kendisini sokağa dar atmış. Sihirli Tavşan, şehzadeyi bir kaya dibinde bekliyormuş. Şehzadenin anlattıklarını dinledikten sonra, sözünü tutmadığı için kulakları ile onu bir kere daha dövmüş. Sırtına dönerek :

Haydi atla! demiş. Nedir bu senden çektiğim? Sözümü tutmuş olsaydın altın kuşu çoktan ele geçirmiş, saraya dönmüştük...

Küçük şehzade, Sihirli Tavşanın sırtına binmiş. Derelerden tepelerden geçerek, dağlardan, taşlardan aşarak, bir ovaya varmışlar. Bu uçsuz bucaksız ovanın ortasında, etrafı alçak duvarlarla çevrili, gayet büyük bir bahçe varmış. Bahçenin tam ortasında küçük, fakat şirin bir köşk göze çarpıyormuş. Bahçenin her tarafı yemyeşil gür otlarla çevrili imiş.

Sihirli Tavşan, bahçenin önünde durarak :

İşte, demiş, Atlar Padişahının sarayına geldik. Altın at, Atlar Padişahının biricik oğludur. Çok uysal bir hayvandır. Bahçe kapısından içeriye girdiğin zaman etrafına bakmadan doğruca yürüyeceksin. Atlar Padişahının sarayının arka tarafında küçük bir köşk vardır. Altın at orada bulunur. Kapısı açıktır. İçeriye girip korkmadan yanına yaklaşacaksın. “Sırma yeleli, altın nallı, altın atım, seni görmeye geldim, yüzünü öpmeye geldim” diyeceksin. Eğer sözlerinden hoşlanırsa, keyifli keyifli kişner. O zaman gümüş dizginlerini tut; o senin arkandan kendiliğinden gelir. Ama, kişnemez de sessiz sedasız durursa, anla ki senden hoşlanmadı. Arkana bakmadan uçar gibi koşarak kaç, yoksa Atlar Padişahı seni yakalatır, atların ayakları altında çiğnetir...

Küçük şehzade, bahçe kapısından içeriye girmiş ama yüreği de hop hop ediyormuş. Bahçe o kadar güzel, otlar o kadar canlı, o kadar yeşilmiş ki, küçük şehzadenin, etrafına doya doya bakınmak için içi gidiyormuş... Fakat, Sihirli Tavşanın sözleri de kulağında çınladığından sağa sola bakmadan yürümüş, yürümüş... Atlar Padişahının sarayının arka tarafına geçmiş, küçük köşkle karşılaşmış. Köşkün kapısı açıkmış. Ayaklarının ucuna basarak içeriye girmiş ki, gözlerine inanamamış: Altın at o güne kadar gördüğü atların, hatta hayvanların en güzeli imiş. Gözleri ışıl ışıl parlıyor, altın tellere benzeyen yelesi, ata bir gelin güzelliği veriyormuş. İnce yüksek bacakları yerinde duramıyor, bırakılsa kuş gibi uçacakmış hissini veriyormuş. Derisinin parlaklığı, düzgünlüğü hiçbir hayvanda yokmuş...

Küçük şehzade, altın atı böyle hayran hayran seyrederken, birden Sihirli Tavşanın sözleri hatırına gelmiş. Altın atın yanına iyice yaklaşıp:

Sırma yeleli, altın nallı, altın atım, demiş, seni görmeye geldim. Yüzünü öpmeye geldim...

Küçük şehzade daha sözünü bitirmemiş ki, altın at keyifli keyifli kişnemeye başlamış. At kişneyince, şehzadenin de yüreğine su serpilmiş. Hemen atın gümüş dizginlerini tutmuş, öne düşmüş.

O gitmiş, at gelmiş, o gitmiş, at gelmiş, bahçe kapısından dışarıya çıkmışlar. Sihirli Tavşan orada bekliyormuş.

Tavşan, şehzadeye:

Bin atın sırtına! demiş.

Şehzade, altın ata sıçramış. Tavşan da bir zıplamada şehzadenin arkasına oturmuş, elleriyle şehzadenin omuzlarından tutmuş. Şehzade gümüş dizginlere yapışır yapışmaz, altın at bir ok gibi fırlamış. Hayvan görülmemiş bir hızla gidiyor, şehzadenin âdeta başı dönüyormuş. Dağlar, tepeler bir anda arkada kalıyor, rüzgâr bile altın ata yetişemiyormuş.

Gözü açıp kapayıncaya kadar, altın at, Kızlar Padişahının sarayına varmış. Küçük şehzade, atın üzerinden inip saraya girmiş, Kızlar Padişahının karşısına çıkarak altın atı getirdiğini bildirmiş. İzni olursa altın kızı alıp götüreceğini söylemiş.

Kızlar Padişahı, bu küçük delikanlının cesaretine, yılmazlığına hayran kalmış. Altın kızı verdiği gibi, altın atı da ona bırakmış.

Küçük şehzade, altın kızı alıp saraydan çıkmış. Kızı altın ata bindirmiş. Kendisi de Sihirli Tavşana binmiş, hemen yola koyulmuşlar. Kuşlar gibi uçup, rüzgârlar gibi eserek Kuşlar Padişahının sarayına varmışlar.

Küçük şehzade, altın atla Sihirli Tavşanı kapıda bırakmış. Altın kızı yanına alarak içeriye girmiş. Doğruca Kuşlar Padişahının karşısına çıkmış. Yerlere kadar eğilip selam verdikten sonra:

Ünlü padişahım, demiş, emrinizi yerine getirdim. İşte istediğiniz altın kız...

Kuşlar Padişahı yerinden kalkıp şehzadenin yanına gelmiş. Onun sırtını okşadıktan sonra demiş ki:

Aferin delikanlı, cesur ve yılmaz bir genç olduğunu ispat ettin. Bu kadar güç şeyleri başardıktan sonra bir gün gelip altın kuşu da ele geçirebileceğini anlamıştım. Onun için altın kuşu ben sana kendi elimle veriyorum. Altın kız da senin olsun. Haydi güle güle gidiniz!

Küçük şehzade, Kuşlar Padişahını selamlamış. Altın kuşu almış, altın kız da yanında olduğu halde dışarıya çıkmış. Altın kızı altın atın üzerine bindirmiş. Altın kuşu eline vermiş. Kendisi de Sihirli Tavşana binmiş, yola düşmüşler.

Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Sihirli Tavşanın şehzadeleri karşıladığı su başına varmışlar. Tavşan orada durmuş:

Ünlü şehzadem, demiş, ben burada kalıyorum. Yalnız senden bir dileğim var. Okunu eline al ve beni öldür!

Tavşanın bu sözleri karşısında, şehzade hayrete düşmüş:

Nasıl olur Pamuk Tavşan, demiş, ben senden gördüğüm iyiliğimi şimdiye kadar hiç kimseden görmedim, seni öldürmeye ellerim nasıl varır ki?

Sihirli Tavşan:

İyiliğimi istiyorsan beni öldürmen lazım, demiş. Ama mademki bunu yapamayacaksın, hiç olmazsa söylediklerimi dinle: Sakın bir kuyu başında oturma, sonra pişman olursun!

Küçük şehzade, bunca zamandır beraber gezip dolaştığı Sihirli Tavşandan ayrılacağı için gözleri yaşarmış. Tavşan, kulaklarını dikip sallayarak bunları selamlamış. Hoplaya sıçraya gidip gözden kaybolmuş.

Küçük şehzade altın atın arkasına atlamış. Yola düzülmüşler. Çok geçmeden hanların bulunduğu yere varmışlar. Küçük şehzade, ağabeylerini handa bulmuş. Bulmuş ama, onlar hana geldikleri günden beri kumar masasından kalkmadıkları için bütün altınlarını, hatta elbiselerini, atlarını, herşeylerini kaybetmişler. Birisi gelir de bizi kurtarır elbet diye perişan bir halde bekliyorlarmış. Küçük şehzade, altın atın semerini hancıya vererek ağabeylerinin borçlarını ödemiş, handan çıkmışlar. Hep beraber oradan uzaklaşmışlar.

Yolda giderlerken, küçük şehzade bütün başından geçenleri anlatmış. Ağabeyleri, bunun yaptıklarını kıskanmışlar. Kendi kendilerine: “Babamız onun başardığı işleri öğrenince bizi ayıplayacak. Biz saraya hangi yüzle gideceğiz. Bari şuna bir oyun edelim de kızı, kuşu, atı alıp saraya biz götürelim” demişler.

Karınlarının acıktığını bahane ederek bir su başında oturmak istediklerini söylemişler. Görünürlerde su başı yokmuş. Uzaklarda bir kuyu varmış. Oraya gidip yanına oturmuşlar. Biraz yiyecek yemişler. En büyükleri:

Susadım, demiş, şu kuyudan biraz su alsak. En küçüğümüzün kuyuya inip yukarıya su göndermesi lazım!

Küçük şehzadenin aklına bir fenalık gelmediği için, ağabeysinin sözüne itiraz etmemiş. Bellerinden kuşaklarını çıkartıp birbirine ekleyerek küçük şehzadeyi kuyuya sallandırmışlar. Eline de bir tas vermişler.

Şehzade kuyuya indikten sonra yukarıya tas tas su göndermiş. Yukarıdakilerin hepsi bol bol su içmişler. Fakat ağabeyleri onu tekrar yukarıya çekmemişler. Kuşağı olduğu gibi kuyunun içine bırakmışlar.

Kuşak elimizden kaçtı, demişler. Gidip ip getirelim de seni kuyudan çıkaralım!

Ağabeylerinin kendisine fenalık yapacağını hatırına getirmeyen küçük şehzade, onların bu sözlerine inanmış. O, kuyunun içinde bekleye dursun, biz gelelim ötekilere: Bunlar altın atı, altın kızı, altın kuşu alarak saraya gelmişler. Padişah, sultan, bütün saray halkı bunların dönüşüne sevinmişler. Fakat geldikleri günden beri, altın kız konuşmuyor, altın kuş ötmüyor, altın at da kişnemiyormuş. Padişah ne yaptı, ne ettiyse bunlara bir çare bulamamış. En küçük şehzadenin dönmemesine de üzülüp duruyorlarmış.

Biz bırakalım onları kendi hallerine. Gelelim küçük şehzadeye: Küçük şehzade, günlerce kuyunun içinde kalmış. Açlıktan nerede ise ölecekmiş. Arada bir su içerek kendine geliyor, sonra baygınlıklar geçiriyormuş. Sihirli Tavşan burada da onun imdadına yetişmiş. Gelip kuyunun başına, kuyruğunu aşağıya uzatmış. Küçük şehzade kuyruğa tutunarak yukarıya çıkmış. Tavşan, söz dinlemediği için küçük şehzadeye bu sefer de uzun kulaklarıyla bir temiz dayak atmış :

Haydi git artık yoluna, demiş bundan sonra söz dinlemeye çalış. Çünkü ben artık bir daha yardıma gelemeyeceğim...

Küçük şehzade, eline geçirdiği yabani meyvelerle karnını doyura doyura, perişan bir halde memlekete gelmiş. Sarayın içinde ne olup ne bittiğini anlamak için kendisini tanıtmamış. Aşçının yanına çırak olarak girmiş.

Küçük şehzadenin saraya ayak bastığını hisseder etmez, altın at kişnemeye, altın kuş ötmeye, altın kız da konuşmaya başlamaz mı? Uşaklar koşup durumu padişaha bildirmişler. Padişah :

Bugün sarayıma kim geldi? diye sormuş. Aşçının bir çırak aldığını söylemişler. O çırağı çabuk getirmelerini emretmiş.

Küçük şehzade babasının karşısına çıkar çıkmaz hemen ellerine sarılmış. Padişah da onu tanımış, sarmaş dolaş olmuşlar. Küçük şehzade başından geçenleri babasına anlatmış.

Padişah, küçük kardeşlerini kıskanıp ona fenalık yaptıkları için en büyük oğlu ile ortanca oğlunu saraydan çıkarmış, ağır görevlerle memleketin en uzak köşelerine yollamış. Bunlar ömürlerinin sonuna kadar orada kalacaklarmış.

Padişah, küçük oğlunu cesaretinden, yılmazlığından, başardığı işlerden ötürü kutlamış. Kır gün, kırk gece düğün yaparak altın kızla onu evlendirmiş.

Bir yıl sonra şehzadenin topuz gibi bir oğlu dünyaya gelmiş. Oğlan bir yaşını geçip sarayın bahçesinde oynamaya başlamış. Bir gün yine bahçede oynarken bir tavşan gelip bu küçük oğlanı kovalamış. Tavşan ertesi gün de gelip oğlanı kovalayınca, iki gündür tavşanı gören uşaklar şehzadeyi bundan haberdar etmişler. şehzade ertesi gün bahçenin bir köşesine saklanmış, eline oku alıp beklemeye başlamış.

Hayvan her zaman ki gibi gelip küçük oğlanın peşine düşünce, babası nişan alıp okunu atmış. Ok tavşana değer değmez, tavşan bir anda yok olmuş. Fakat onun yerinde bir genç kız ortaya çıkmamış mı? Küçük şehzade “bu da ne?” gibi şaşkın şaşkın bakarken, genç kız :

Beni tanımadın mı ağabey, demiş. Küçük kardeşini bu kadar çabuk mu unuttun? Genç kız, sözlerini tamamlamadan küçük şehzadeye doğru yürürken, şehzadenin de aklı başına gelmiş, küçük yaşta iken ortadan kaybolan kardeşini hatırlamış, o da ona doğru koşmuş. İki kardeş birbirlerine sarılmışlar. Sonra el ele verip saraya koşmuşlar.

Hiç ummadıkları bir zamanda, yıllarca önce kaybolan kızlarına tekrar kavuştukları için padişah da, sultan da son derece sevinmişler. Kız, başından geçenleri şöyle anlatmış:

Bahçede oynarken önüme bir tavşan çıktı. Gülerek beni çağırdı. O gitti, ben gittim, o gitti, ben gittim. Bir mağaraya girdi. Ben de arkasından girdim. Bana bir toprak tası işaret ederek içindeki şeyden içmemi istedi. Ben de içtim. İçer içmez sihirli bir tavşan oldum. Hem tavşanların dilinden anlayarak onlarla düşüp kalkıyor, hem de insanlarla konuşuyordum. Ağabeylerimin önüne çıkıp yol gösteren, küçük ağabeyimi felaketlerden kurtaran tavşan, bendim, anladınız mı şimdi?

O yıldan sonra, sarayın bahçesindeki elma ağacının değerli elmasını hiçbir kuş almamış.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Tuz

Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın üç oğlu varmış.

Padişah, aklı oldukça kıt bir adammış. Yaşına, padişahlığına yakışmayan hareketler yapar, herkesi kendine güldürürmüş. Devlet işleriyle hiç uğraşmazmış. Vaktini hep ava gitmekle, eğlenceler tertiplemekle geçirirmiş.

Günlerden bir gün, üç oğlunu da yanına çağırmış, onlara :

Söyleyin bakayım, diye sormuş, beni ne kadar seviyorsunuz?

Babalarının böyle tuhaf hallerine alışık olan şehzadeler, onun bu sorusunu hiç yadırgamamışlar. Fakat, onun, sorduğu bir şeye karşılık verilmediği zaman da ne kadar kızdığını bilirlermiş. Önce en büyük şehzade cevap vererek :

Babacığım, demiş, sizi altın kadar, elmas kadar, pırlanta kadar seviyorum.

Büyük oğlunun bu cevabı padişahın pek hoşuna gitmiş. Kahkahalarla güldükten sonra, ortanca oğluna bakmış :

Ya sen beni ne kadar seviyorsun bakayım? diye sormuş. O da :

Babacığım, demiş, ben sizi bal kadar, börek kadar, kadayıf kadar seviyorum.

Ortanca oğlunun cevabı da padişahın hoşuna gitmiş. Gene kahkahalarla gülmüş. Sonra en küçük şehzadeye dönerek:

Söyle benim küçük oğlum, demiş, ya sen beni ne kadar seviyorsun bakayım?

Küçük oğlan, birdenbire cevap verememiş. Biraz yutkunduktan sonra:

Babacığım, demiş, ben sizi tuz kadar seviyorum.

Küçük şehzadenin bu beklenmedik cevabı karşısında, ağabeyleri, kendilerini tutamayıp gülmüşler. Padişahın da suratı birden asılmış. Kaşlarını çatarak:

Ne dedin, ne dedin?! diye bağırmış. Beni tuz kadar seviyorsun ha? Seni utanmaz, hain evlat seni. Dünyada tuzdan daha kıymetli bir şey bulamadın mı?!

Sonra, hiddetle, yanındaki küçük bir sedef sandıktan iki kese altın çıkarmış. Birini büyük oğluna, ötekini de ortanca oğluna atmış. Onlara, eliyle dışarı çıkmalarını işaret etmiş. Her iki oğlu da âdeta yerleri öpüp geri geri giderlerken, padişah ellerini çırpmış. İçeri bir arap girince:

Çabuk bana cellatları çağırın! Diye bağırmış.

Arap uşak hemen dışarıya çıkmış. Kısa bir zaman sonra, iri boylu, yarı çıplak bir halde, korkunç iki arap cellatla içeri girmiş.

Padişah, küçük oğlunu göstererek:

Çabuk bunu alın! Kafasını uçurun! Diye bağırmış. Eğer emrimi yerine getirmezseniz, ikinizi de parça parça doğratırım...

Herkes gibi sarayda küçük şehzadeyi cellatlar da pek çok severlermiş. Padişahın bu emri üzerine, onu tutup sürükleyerek dışarıya çıkarmışlar. Hemen iki at hazırlatmışlar. Birisi küçük şehzadeyi yanına almış. Atları dağlara doğru sürüp gitmişler.

Saraydan oldukça uzak bir yerde, bir dağ başında durmuşlar.

Küçük şehzade pek üzüntülü imiş. Dokunsalar nerede ise ağlayacakmış. Cellatlar onun bu haline acımışlar. Bir tanesi:

Şehzadem, demiş, biz sana kıyamayacağız. Ama, padişahımızın emrini sen de kulaklarınla duydun. Bari gömleğini çıkarıp bize ver de, bir tavşan yakalayıp onun kanına bulayalım... “İşte şehzadeyi kestik” diye kanlı gömleği götürüp babanıza verelim. Sen de buralardan uzaklaş, bir daha memlekete dönme!

Şehzade, cellatların bu teklifine sevinmiş. Hemen soyunup gömleğini onlara vermiş. Hayatını bağışladıkları için her ikisine de teşekkür etmiş. Atın birini de onlardan alarak uzaklaşmış, gözden kaybolmuş.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş... Nihayet bir memlekete varmış. O kadar yorgunmuş ki, neredeyse, attan inerek yere uzanıp uyuyacakmış.

Şehre girerken, yol kenarındaki ilk evin kapısını çalmış. Kapıyı ihtiyar bir kadın açmış. Ona, şehzade olduğunu bildirmemiş, dünyada kimsesi bulanmadığını, bu memleketin de yabancısı olduğunu söyleyerek kendisini evlatlığa kabul etmesini rica etmiş. Zaten ihtiyar kadının da hiç kimsesi yokmuş. Zahmet çekmeden yetişmiş bir çocuk sahibi oldum diye sevinerek şehzadeyi evlatlığa kabul etmiş.

İhtiyar kadın, şehzadenin önüne yiyecek koymuş. Karnını doyuran şehzade, gidip çeşmede elini, yüzünü, ayaklarını güzelce yıkamış. Sonra atının da karnını doyurmuş. Bu işler bitince, kadının yaptığı yatağa kendini atarak derin bir uykuya dalmış.

Ertesi sabah uyandığı zaman, şehzade, pencereden halkın akın halinde bir tarafa doğru gittiğini görmüş, ihtiyar kadına:

Anacığım demiş, herkes böyle nereye gidiyor? Bayram filan mı var?

İhtiyar kadın:

Bayram değil ama oğlum, demiş, ondan daha önemli bir şey var. Bugün talih kuşunu uçuracaklar, padişahımızı seçecekler...

Bu sefer şehzade:

Ne olur anacığım, demiş, beni de götür. Hiç olmazsa seyrederiz.

İhtiyar kadın evlatlığını kıramamış. Kalkıp giyinerek sokağa çıkmışlar. Halkla beraber büyük meydana gitmişler.

Herkes toplandıktan sonra, talih kuşunu uçurmuşlar. Talih kuşu, kalabalığın üzerinde dolaşmaya başlamış. Kimisi, “acaba bana mı konacak?” diye heyecan geçiriyor, kimisi de, “benim başıma konsun” diye ayaklarının ucuna basarak boyunu yükseltiyormuş.

Ne ise, kuş, döne dolaşa gelip bizim küçük şehzadenin başına konmamış mı?

Buna hiç kimse razı olmamış. Her kafadan bir laf çıkıyor, kimisi de:

O yabancı, padişah olamaz! diye bağırıyormuş. Çaresiz seçimi bozmuşlar. Ertesi sabah tekrar toplanmaya karar vermişler.

Ertesi gün herkes gene meydanda toplanmış. Bu sefer de bir yanlışlık olur da, halkı kızdırırım diye, küçük şehzade, gidip yol kenarındaki mezarlıkta, bir taşın yanında oturmuş.

Talih kuşunu uçurmuşlar. Halk heyecandan kırılıyormuş. Ama kimsede de ses seda yokmuş. Gözler hep havada kuşun uçuşunu dikkatle takip ediyormuş.

Talih kuşu, döne dolaşa gidip bu sefer de mezarlık kenarında oturan şehzadenin başına konmamış mı?

Halk gene kıyameti koparmış. Bir taraftan da:

Olmadı, olmadı, Türk’ün şartı üçtür; diye bağıranlar olmuş. Çaresiz bu seçimi de bozmuşlar. Yeniden toplanmaya karar vermişler.

Ertesi sabah, halk meydanda çok erkenden toplanmış. Şehzade ile ihtiyar kadın evlerinden henüz çıkmış, meydana doğru gelirlerken, talih kuşu uçurulmuş.

Kuş gene kalabalığın üzerinde birkaç defa dönmüş. Sonra oradan hızla uzaklaşarak, gidip meydana doğru yeni gelmekte olan şehzadenin başına üçüncü defa konmuş. Bu sefer hiç kimse itiraz edememiş. Bizim küçük şehzade de padişah olarak o memleketin idaresini eline almış. Akıllı çocuk olduğu için, kısa zamanda halka kendini sevdirmiş. Birçok işler yapmış. Memleketi gül gibi idare etmeye başlamış.

Aradan yıllar geçmiş. Genç padişah, kendisini bildirmeden, babasına bir mektup göndererek, memleketine dâvet etmiş. Babası, komşu bir memleket padişahından gelen dâveti kabul etmiş. Gezip eğlenmeye bayıldığı için, bir tabur askerle birlikte hemen gelmiş.

Genç padişah, çok güzel yemekler hazırlatmış. Fakat hiç birine tuz koydurmamış.

Genç padişah bıyık ve sakal bıraktığı için, ilk karşılaştıkları zaman babasının tanımadığını hissedince, pek sevinmiş.

Ne ise, akşam yemeğini yemişler. Misafir padişah yemekleri çok beğenmiş ama, tuzsuz oluşuna hayret etmiş. İçine baygınlıklar geldiği halde, hiçbir şey söylememiş.

Ertesi gün, askerlerini dolaşmış. Hatırlarını sormuş. Onlar da yemeklerin tuzsuz oluşundan şikâyet etmişler.

O gün öğle yemeğini yerlerken, misafir padişah:

Kuzum, sizin memlekette tuz bulunmaz mı? diye sormuş. Genç padişah, gülerek:

Vardır padişahım, diye cevap vermiş. Hem o kadar çoktur ki, bütün dünyaya tuz buradan gider.

Bu cevaba büsbütün şaşıran padişah:

İyi ama, demiş, bütün yemekleriniz tuzsuz. Sebebi nedir?

Genç padişah bu sefer:

Sizin tuzu hiç sevmediğinizi, yemeklerinize koydurmadığınızı söylediler de, demiş, onun için koydurmadım.

Padişah, derhal atılmış:

Katiyen efendim, demiş, yanlış söylemişler. Tuzsuz hayat mı olurmuş? Ben tuzu çok severim.

O zaman, genç padişah, gülerek:

Ama, demiş, küçük oğlunuz size: “Ben seni tuz kadar severim” dediği zaman, onu cellatlara teslim etmiştiniz?

Bu söz üzerine, padişah, kendine gelmiş. Karşısındaki genç padişaha dikkatle bakınca, oğlunu tanımış. Arkasından da gözlerinden iki damla yaş yuvarlanmaya başlamış.

Baba, oğul hemen kucaklaşmışlar. Sevinçleri görülecek şeymiş. Onlar ermiş muradına.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Doğruluk

Bir varmış, bir yokmuş...Çok söylemesi günah, az söylemesi sevapmış... Allah’ın kulu dağdan, taştan çokmuş...

Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı...

Vakti zamanında bir kadının üç oğlu varmış. Kocası yeni öldüğü için fakirmişler. Hazıra dağlar dayanmaz, derler. Ellerindeki, avuçlarındaki tükendikten sonra geçim sıkıntısı çekmeye başlamışlar.

Bir gün kadın, üç çocuğunu da yanına çağırarak:

Artık büyüdünüz, yetiştiniz, demiş. Çalışıp hayatınızı kazanmalısınız. Evde ne para, ne de yiyecek kalmadı. Gidip kendinize iş bularak çalışın. Ben de komşularda çamaşır yıkayarak geçinirim... Üç kardeş, torbalarına kuru ekmek, peynir, biraz da soğan koyarak analarına veda edip yola çıkmışlar.

Az gitmişler, uz gitmişler... Öğleye doğru bir su başına varmışlar. Yemek yiyip dinlenmek için oturmuşlar.

Büyük kardeş demiş ki :

Üçümüzün torbasında da yiyecek var. Daha ne kadar yol gideceğimiz belli değil. Yiyecekleri bitirirsek, belki aç kalırız. Onun için şimdi birimizin torbasındaki yiyecekleri yiyelim. Öteki torbalarda bulunan yiyecekler kalsın. Sonra da sıra ile onları yeriz.

Öteki kardeşleri onun bu teklifini kabul etmişler. Bunun üzerine o, en küçük kardeşine dönerek:

Evvela senin torbandakileri yiyelim, demiş, sen küçüksün!

En küçük kardeş, peki demiş. Torbasındakileri çıkarıp ortaya koymuş. Hep beraber yemişler.

Biraz sonra kalkıp tekrar yola koyulmuşlar. Durmadan, dinlenmeden gitmişler, gitmişler... Saatlerce yol almışlar...

Bir aralık, en küçük oğlan, büyük ağabeyisine :

Ben çok acıktım, demiş. Hem açlıktan, hem de yorgunluktan dizlerinde derman kalmadı. Ne olur biraz ekmekle bir soğan verin de karnımı doyurayım?

En büyük ağabeysi :

Bizim yiyeceklerimiz çok az, demiş. Şimdi sana verirsek sonra bize hiçbir şey kalmaz.

Küçük oğlan, ağabeysinin bu sözleri karşısında bir şey diyememiş. Ama, onun bu cevabına çok üzülmüş. Sesini çıkarmadan yürümeye devam etmiş.

Bir saat kadar daha yol aldıktan sonra ağaçlık bir yere gelmişler.

Küçük oğlan, yol kenarında gözüne ilişen bir elma ağacını göstererek:

Ben şu ağaçtan biraz elma toplayıp yemeyince, yürüyemeyeceğim, demiş. Hem size de toplarım.

Hem ağaca tırmanmış. Arka arkaya birkaç elma yemiş. Sonra da torbasını doldurmuş. Arkasından :

Size de atayım mı? diye seslenerek aşağıya bakmış ki, kimsecikler yok...Sağa bakmış yok, sola bakmış yok...

Ağabeylerinin kendisini bırakıp kaçtıklarını anlamış. Son derece üzülmüş.

Ağaçtan inerek yürümeye koyulmuş. Hem yürüyor, hem de, neden bana bunu yaptılar, diye kendi kendine söyleniyormuş.

Karnı doyduğu için bacaklarına biraz kuvvet gelmiş. Issız yollarda korkmadan ilerliyor, gece olmadan bir köye varmak istiyormuş.

Nihayet, hava iyice kararmış. Sağa sola bakınarak ilerlerken, uzaklarda bir ışık görmüş. Orada herhalde bir ev var, diye düşünerek ışığa doğru gitmeye başlamış.

Yoldan ayrıldığı için zor ilerliyor, dikenler, üstünü başını yırtıyor, ayaklarını ellerini kanatıyormuş.

Işığın bulunduğu yer bir tepede imiş. Tepeye doğru yaklaştıkça, ışık da büyümeye başlamış. Yanına vardığı zaman, kocaman kocaman pencereli, büyük bir bina ile karşılamış. Açık duran kapısından içeri girince saşırmış. Bina bir tek büyük odadan ibaretmiş. Tavanı minare gibi yüksek olan bu odada kocaman bir ocak varmış. Ocak alev alev yanıyor, üzerindeki kazanlar fıkır fıkır kaynıyormuş. Ocağın yanındaki çok büyük bir dolapta da insan boyunda yüzlerce ekmek varmış.

Buranın bir dev konağı olduğunu anlayan oğlan, fena halde korkmuş. Etrafta kimsecikleri göremeyince, ocağa yaklaşmış. Duvarda asılı duran bahçe küreği büyüklüğündeki kepçeyi alarak güç halle kazanlardan birine daldırmış. Çıkarıp bakmış ki, iyice haşlanmış koca koca et parçaları... Gidip dolaptan bir ekmek almış. Kepçedeki etleri güzelce yiyip suyunu da içmiş.

Sonra, etrafa bir göz gezdirmiş. Bir kenarda büyük bir dolap görmüş. Kapağını açıp içine girerek saklanmış. Bir deliğe gözünü uydurarak dışarısını gözlemeye başlamış.

Bekleye bekleye usanmış. Bir taraftan da uyku bastırmış. Tam uyuyacağı sırada, dışarıdan birtakım homurtular, gürültüler, acayip sesler gelmeye başlamış.

Korku ile kendine gelmiş. Hiç kıpırdamadan büyük odayı gözlemeye koyulmuş. Biraz sonra, yerleri sarsa sarsa devler gelmeye başlamışlar. Bir, iki, üç beş, sekiz, tam yirmi dev gelip koca odaya dolmuşlar.

Hemen ocaktaki kazanları indirip orta yere koymuşlar. Dolaptan üçer, dörder, ekmek alarak kazanların etrafına sırlanmışlar. Homurdanarak, hırıldayarak, ağızlarını şıpırdatarak bir hamlede kazanları boşaltmışlar.

Sonra kenarlara çekilip arkalarını duvarlara dayayarak konuşmaya başlamışlar.

Biri demiş ki:

Bugün ne öğrendim biliyor musunuz?

Ötekiler:

Ne öğrendin bakalım? diye sormuşlar.

O, anlamaya başlamış: Şu arkadaki dağ var ya... onun tam tepesinde bir ağaç görünür. O ağacın altında her zaman bir fare yatarmış. Eğer bir insanoğlu ceketini üzerine atıp da fareyi havasızlıktan öldürebilirse, ağacın altı altınla dolarmış... Ne yazık ki, bu işi biz yapamazmışız...

Birkaç dev:

Keşke biz de insan olsaydık! Diye söylenmişler.

Başka bir dev atılarak :

Bugün ben de buna benzer bir şey öğrendim, demiş. Karşıki dağın arkasındaki köyde fakir bir değirmenci varmış. Değirmen taşının içi altın hazinesiymiş. Eğer değirmenci bu taşı kendi eliyle kırarsa, altınlar meydana çıkarmış. Başkası kırarsa, altınlar kaybolurmuş...

Devlerin birkaçı :

Ne yazık, bundan da bize fayda yok! diye söylenmişler.

Bu sefer, bir başka dev :

Bugün ben de bir şey öğrendim, demiş. Hint Padişahı’nın güzel kızının gözleri körmüş. Yıllardan beri baktırmadıkları hekim, yapmadıkları ilaç kalmamış. Ama, kızın gözleri açılmıyormuş. Halbuki, kızın gözlerini açmanın kolayı varmış: Sarayın bahçesindeki büyük hurma ağacının kuru yapraklarını toplayarak kızın gözlerine ovalayınca, gözleri hemen açılırmış.

Devlerin bazıları :

Ne çare, bunu da biz yapamayız, demişler. Hem Hindistan çok uzak bir memleket, oraya kadar gidemeyiz. Hem de, oraya gitsek bile, bizi saraya sokmazlar, öldürürler.

O sırada salonda gök gürültüsü gibi horultular işitilmeye başlamış. Devlerin bazıları uyuyorlarmış. Derken ötekiler de birer, ikişer uyumaya koyulmuşlar. Biraz sonra, devlerin hepsi derin uykulara dalmışlar.

Oğlan dolaptan yavaşçacık çıkmış. Kapıya kadar gidebilmek için devlere sürtünerek geçmek gerekiyormuş. İki tanesinin yanından kolayca sıyrılmış. Fakat, üçüncünün yanına geldiği vakit, geçecek yer bulamamış. Mutlaka ayağına basması icap ediyormuş.

Uyanırsa ne yaparım diye korkmaya başlamış. Fakat, devler o kadar derin bir uykuya dalmışlar ki, hemen o devin ayağına basıp atlamış. Dev, sanki gıdıklanmış gibi ayağını hafifçe kımıldatmış, ama uyanmamış. Oğlan derin bir nefes alarak kapıdan dışarı kendini dar atmış.

Başlamış konağın arkasındaki dağa tırmanmaya...Sabaha karşı tepeye varmış. Gün ışırken ağaca yaklaşmış. Dikkatle bakınca. Orada yatan fareyi görmüş. Sırtındaki ceketi çıkarmış. Hayvanı ürkütmeden yanına sokularak ceketini üzerine atmış. Beklemeye başlamış.

Biraz bekledikten sonra, nasıl olsa fare havasızlıktan ölmüştür, diye ceketini kaldırmış. Fare kımıldamadan yatıyormuş. Acaba canlı mı, değil mi diye eğilerek hayvana bakarken, yerde bir şeyler parlamaya başlamaz mı Dikkatle bakınca, biraz evvelki taşların pırıl pırıl altın haline geldiğini görmüş. Sevinçten nerede ise küçük dilini yutacak olmuş.

Hemen alabildiği kadar bütün ceplerini altınla doldurmuş. Geri kalanları da çalıların arasına saklayarak üzerini toprakla örtmüş.

Oradan kalkarak büyük bir ağacın gölgesine uzanmış. Gece sabaha kadar oturduğu ve yol yürüdüğü için yorgunmuş. Güzel bir uyku çekmiş.

İkindi vakti, uzaklardan gelen köpek havlamalarıyla uyanmış.

Hemen kalkıp yola düşmüş. Devler konağının öte tarafındaki dağın yolunu tutmuş. Durmadan, dinlenmeden, karnının açlığını pınarlardan su içip gidererek yol alıyormuş.

Güneş batmış, hava kararmış, nihayet dağa varmış. Gene hiç durmadan yoluna devam ederek, gece yarısına doğru köye yaklaşmış, ırmak kenarındaki değirmene ulaşmış.

İçeri girdiği zaman, fakir değirmenciyi bir köşede uyuklar bulmuş. Selam verip bir kenara oturmuş, karnının çok aç olduğunu söyleyerek değirmenciden yiyecek istemiş. Fakir değirmenci, iki bazlama getirip bunun koymuş; başka yiyeceği olmadığını, kusura bakmamasını söylemiş.

Sonra, dereden, tepeden konuşmaya başlamışlar. Değirmenci fakirlikten söz açınca, oğlan:

Senin için zengin olmak işten bile değil, demiş...

Oğlanın bu sözlerinden bir şey anlamayan değirmenci:

Nasıl, demiş, anlatamadım? Benim için zengin olmak o kadar kolay mı?

Oğlan, gene:

Kolay ya, demiş, ama söylemeyeceğimi yapabilirsen?

Değirmenci, heyecan içinde :

Söyle, demiş, kabul ediyorum. Ne istersen yapacağım...

Bu sefer, oğlan :

Bir balta bulup, demiş, şu kocaman değirmen taşını parçalayacaksın! Oğlanın delirdiğini zanneden değirmenci :

Sen şaşırdın mı kendini oğlum, demiş. Bu, kolay bir iş mi? Eğer taşı parçalayacak olursan, değirmen çalışmaz. O zaman da, zengin olmak şöyle dursun, aç kalırım ben!

Oğlan gülmüş. Cebinden on altın çıkarıp değirmencinin önüne attıktan sonra :

İşte sana para, demiş. Bununla en iyisinden on tane taş alabilirsin. Haydi şimdi taşı parçala, ötesine karışma!

Değirmencinin gözleri parlamış. Yerde duranların sahiden altın olduğunu görünce, koşup bir köşede duran baltasını almış. Gelip değirmen taşına var kuvvetiyle indirmiş.

Taş parça parça olmuş. O anda, binlerce altın para değirmenin içine yayılmamış mı?

Zavallı fakir değirmenci, ömründe bu kadar çok altın para görmediği için ne yapacağını bilememiş. Gidip değirmenin kapısını kapadıktan sonra :

Gelen olursa bana bir şey bırakmazlar, demiş. Çabuk bunları toplayalım. Allah senden razı olsun. Seni bana Allah gönderdi...

Sevinç içinde, eli, ayağı titreye titreye altınları toplayıp un çuvallarına doldurmuş. Sonra bir çuval altını da oğlanın önüne getirerek :

Bu da senin hakkın, demiş. Al bunları!

Oğlan :

Hayır, diye cevap vermiş, bunların hepsi de senin. Güle güle harca, çokca tarla ve hayvan al. ölünceye kadar rahat eder, kimseye muhtaç olmazsın. Benim yetecek kadar altınım var. Eğer lazım olursa gelip senden isterim.

Sonra, oğlan, yerdeki kendi on altınını alıp ayağa kalkmış. Sevinçten oraya buraya koşan, yerinde duramayan değirmenciye “Allahaısmarladık” diyerek çıkıp yola koyulmuş.

Sabaha karşı bir kasabaya varmış. Gidip bir hana yerleşerek karnını doyurduktan sonra, uykuya yatmış.

Akşama yakın uyanmış. Hemen dışarı çıkarak güzel bir at satın almış. Heybelerine yiyecek doldurarak Hindistan’ın yolunu tutmuş.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere, tepe düz, gece, gündüz, altı ay bir güz gitmiş, nihayet Hindistan’a ulaşmış.

Hint Padişahı’nın oturduğu şehri öğrendikten sonra, oraya gidip bir hana yerleşmiş.

Çarşıdan birtakım şık elbise satın almış. Gelip handa bunları giymiş. Eline bir de çanta alarak sokağa çıkmış.

Saraya yaklaştığı zaman, yavaşlamış. Yüksek sesle :

Göz hekimiyim!... Körleri iyi ederim!... Yok mu hekim isteyen? diye bağırarak dolaşmaya başlamış.

Sarayın etrafında birçok defa gezinmiş. Nihayet, pencerelerden biri açılmış. Bir arap uşak :

Hekim başı! Hekim başı! diye seslenmiş.

Oğlan sarayın kapısına gelerek beklemeye başlamış. Uşak aşağıya inerek bunu sarayın bahçesine aldıktan sonra :

Çabuk gel, demiş, seni padişahımız istiyor. Beraber saraya girmişler. Süslü salonlardan geçerek, merdivenlerden çıkarak Hint Padişahı’nın yanına varmışlar.

Arap uşak yerlere kapanıp padişahı selamladıktan sonra :

Göz hekimini getirdim padişahımız! Demiş.

Padişah, oğlana :

Hoş geldin hekim başı, demiş. Sen körlerin gözlerini açarmışsın, öyle mi?

Oğlan, hiç bozmadan :

Evet padişahım, diye cevap vermiş. Hem de çok çabuk açarım!

Bu sefer padişah :

Pekâlâ, demiş. Biricik kızımın gözleri yıllardan beri görmüyor. Getirmediğim hekim, yaptırmadığım ilaç kalmadı. Hiç birinden fayda görmedik. Tersine olarak, gözleri daha fazla kapandı. Bu yüzden bu hekimlerin hepsini zindana attım. Eğer sen de kızımın gözlerini açamazsan zindana gireceksin; haberin olsun?

Oğlan, gülerek :

Şartlarınızı kabul ediyorum padişahım, demiş. Kızınızın gözlerini bir günde açamazsam beni zindana atınız!

Padişah :

Hadi bakalım, göreyim seni, demiş. Eğer dediğini yapabilirsen, kızımı sana veririm.

Sonra, uşağa dönen padişah :

Hekim başıyı alın, kızımın yanına götürün! diye emir vermiş.

Oğlan, yerlere kadar eğilerek padişahı selamlamış, dışarıya çıkmış.

Uşak onu alarak küçük sultanın yanına götürmüş.

Oğlan, küçük sultanı muayene etmiş. Kızın iyiden iyiye kör olduğunu anlayınca :

Üzülmeyiniz sultanım, demiş, gözleriniz pek yakında görecek!

Küçük sultan :

Aaaah! diye içini çekmiş. Yıllardan beri her gelen hekim böyle söylüyor, arkası gelmiyor... Nerede o günler?

Oğlan :

Ben o hekimlerden değilim sultanım, diye onun sözünü kesmiş, gözleriniz açıldığı zaman bana ne vereceksiniz bakayım?

Güzel sultan :

Gözlerimi açacak insana canımı bile veririm, demiş. Ah o günü bir görsem?

O zaman oğlan :

Bana biraz izin veriniz sultanım, demiş. Gidip ilaçlarımı hazırlayarak geleyim.

Odadan çıkmış. Uşağa, kendisini bahçeye indirmesini söylemiş. Beraber bahçeye inmişler. Oğlan ağaçlara bakarken büyük hurma ağacını görmüş. Bahçıvanın merdivenini getirterek ağaca çıkmış. Kuru yapraklardan on, on beş tane toplayıp ceplerine koyduktan sonra aşağıya inmiş.

Uşağa, boş bir oda göstermesini söylemiş. Küçük sultanın odasına yakın bir yerdeki bir odayı açmışlar. İçeriye girerek kapıyı kilitlemiş.

Yere bir örtü yaymış. Cebindeki kuru yaprakları çıkararak avucunda ufalamış, hepsini toz haline getirmiş. Tozları bir kavanoza koyarak dışarı çıkmış.

Uşağı çağırarak, küçük sultanın yanına gideceğini söylemiş. Birlikte güzel sultanın odasına girmişler.

Oğlan :

Sultanım, demiş, şöyle yatağınıza uzanır mısınız?

Güzel sultan heyecan içindeymiş. Yatağına girip uzanmış. Bunun üzerine, oğlan, kavanozdan avucuna bir miktar toz boşaltarak kızın gözlerini serpmeye başlamış. Her iki gözüne de bolca toz serptikten sonra, eğilip tozları üflemiş. Arkasından da :

Açın gözlerinizi sultanım! demiş.

Küçük sultan gözlerini açar açmaz bir çığlık atmış ve o anda yerinden fırlayarak oğlanın boynuna sarılmış. Sonra da kendini koridora atarak : Görüyorum! Görüyorum! diye bağırmaya, babasının odasına doğru koşmaya başlamış.

Onun bağırarak odasına girmesinden gözlerinin açılmış olduğunu anlayan padişah, hemen yerinden kalkarak sevgili kızını kucaklamış :

Geçmiş olsun yavrum, demiş. Bugünlere kavuştuğumuza şükredelim.

Sonra, bir uşak çağırarak :

Hekim başıya söyleyin, demiş kendisini bekliyorum...

Gidip oğlanı padişahın huzuruna getirmişler.

Padişah :

Allah senden razı olsun hekim başı, demiş.

Kızımı yeniden dünyaya getirdin!

Bu söz üzerine, oğlan :

Ben sadece vazifemi yaptım padişahım, demiş.

Oğlanın cevabına memnun olan padişah da :

Bundan sonra sen benim damadımsın, demiş. Bu andan itibaren kızımla nişanlısınız. Düğün hazırlıklarına hemen başlansın!

Padişahın emri üzerine, küçük sultanla hekimin nişanlandıkları halka ilan edilmiş. Çok geçmeden, padişah, damadını sarayın hekim başısı tayin etmiş.

Düğün hazırlıkları bittikten sonra, kırk gün, kırk gece süren şenliklerle iki gencin evlenmeleri kutlanmış.

O günden sonra küçük sultanla oğlan mutlu bir hayat sürmeye başlamışlar.

Gel zaman, git zaman... Aradan geçmiş epey zaman...

Günlerden bir gün, bizim damat hekim başı, saraydaki odasında pencere önünde otururken, uzaklardan üstleri, başları perişan bir halde iki gencin saraya doğru yaklaştıklarını görmüş. Bunlar gelip sarayın kapısında durmuşlar. Kapıcı başıya bir şeyler söylemeye başlamışlar.

Oğlana bunlar yabancı gelmemiş. Saçları, sakalları uzamış olan bu iki genci tanır gibi olmuş. Bir uşak çağırarak, sarayın kapısında duran iki adamı yanına getirmelerini söylemiş.

İki genç adam korka korka odasına girmişler. Oğlan bunlara:

Siz kimsiniz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz, diye sormuş.

Bunlar, kim olduklarını, başlarından neler geçtiğini anlatmaya başladıkları zaman, oğlan, bu ikisinin de öz ağabeyleri olduğunu öğrenmiş.

Kendisi şık, ipekli elbiseler içinde, uzun bıyıklı, başında da kocaman, tüylü bir kavuk olduğu için ağabeyleri onu tanımamışlar.

Bu sefer o kendisini tanıtınca, ağabeyleri neye uğradıklarını anlayamamışlar. Kalkıp küçük kardeşlerinin boynuna sarılarak, yolda kendisini bırakıp kaçtıkları için darılmamasını söylemişler. O da hiç ses çıkarmamış.

Sonra oturup başından geçenleri ağabeylerine anlatmış.

Ağabeyleri de, iş bulmak için aylardan beri dolaştıklarını, nihayet aç ve perişan bir halde Hindistan’a geldiklerini ona anlatınca, oğlan hemen uşakları çağırarak ikisine de birer kat elbise getirtmiş. Kendilerini hamama gönderip yıkatmış. Altlarına güzel birer at verdirmiş. Heybelerine yiyecek, ceplerine de para koydurarak memlekete doğru uğurlamış.

Bunlar yolda giderlerken, küçük kardeşlerinin başından geçenleri aralarında konuşarak onun bugünkü halinden kıskançlıkla söz etmişler. Sonra, devler konağına gidip, onun yaptığı gibi dolaba saklanmaya, devlerin haber verecekleri yeni hazineleri öğrenip zengin olmaya karar vermişler.

Böylece durmadan yol almışlar. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış, nihayet devler konağının bulunduğu tepeye ulaşmışlar.

Yerde sürüne sürüne konağa yaklaşmışlar. Etrafa göz gezdirip içeriyi dinlemişler. Ses seda işitmeyince kalkıp konağa girerek içerdeki büyük dolaba saklanmışlar.

Akşam olmuş. Devler birer birer gelmişler. Kazanları indirip karınlarını doyurduktan sonra konuşmaya başlamışlar.

Bir tanesi:

Bugün neler öğrendiniz, anlatın bakalım? demiş.

Bir başka dev:

Ağaç altındaki fare bir insanoğlu tarafından öldürülmüş, altınlar da alınmış, demiş.

Devlerden biri:

Fakir değirmenci değirmen taşını parçalamış, çıkan altınları alarak zengin olmuş, demiş.

Bir başka dev de:

Hint Padişahı’nın kızının gözleri açılmış, diye söylenmiş. O zaman, öteden başka bir dev atılarak:

O halde bizim konuştuklarımızı birisi dinliyor, demiş. Arayalım her tarafı!

Devler, hep birden:

Doğru söyledin, arayalım! Diye homurdanarak yerlerinden kalkmışlar. İçerisini aramaya başlamışlar.

Dolabı açar açmaz iki kardeşi görmüşler. İkisi de korkudan bayılmış, hareketsiz yatıyorlarmış.

Bunları uyuyor zanneder kollarından, bacaklarından çekmişler. Dolaptan çıkarıp yere atmışlar. İkisinde de hareket yokmuş.

O zaman, devlerden biri:

Yakalayacağımızı anlayınca, ödleri kopmuş, ölmüşler, demiş.

Başka bir dev:

O halde cezalarını buldular, diye söylenmiş.

Bir başkası da:

Biz ölü insan eti yemeyiz, diye konuşmuş. Atalım bunları dışarıya, kurtlar, kuşlar yesin!

O böyle söyler söylemez, devin biri, ikisini de bacaklarından kaldırdığı gibi dışarıya götürmüş, otların üzerine atmış.

Dışarıda saatlerce baygın yatan oğlanlar, sabaha karşı havanın iyice serinlediği bir sırada, ayılmışlar. Ölmediklerini görünce, Allah’a şükretmişler. Sonra etrafı dinlemişler. İçerden horultular geldiğini duyunca, devlerin henüz uyanmadıklarını anlayarak, kalkıp tabana kuvvet oradan kaçmışlar.

Gün ışırken devler konağından çok uzaklara varmışlar.

O zaman, kardeşlerini yolda bırakıp kaçtıklarını, sonra da onu kıskandıkları için başlarına bu felaketin geldiğini, ancak Allah acıdığı için de devlere lokma olmaktan kurtulduklarını birbirlerine söylemişler.

Yaptıklarından utanarak, ne memlekete, ne de Hindistan’a gidemeyeceklerini anlamışlar. Başka bir şehirde iş bulup çalışmak için yollarını değiştirmişler.

Onlara masal, bizlere sağlık...
 

jeriko

Özel Üye
Özel üye
Harika bir konu olmuş.Ellerine sağlık.Yeni eklemelerle daha zenginleştirileceğini düşünerek bu güzel konuyu sabitliyorum.
 
Top