• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Eski Medeniyet Dinleri

Suskun

V.I.P
V.I.P
Eski Medeniyet Dinleri

* » Eski Mısır Dini
* » Hitit’lerin (Eti) Dini
* » Urartular’ın Dini
* » Eski Yunan Dini
* » Etrüks Medeniyeti ve Dini
* » Phryg (Frig) Dini
* » Girit (Minos) Dini
* » Sümerlerin Dini
* » Fenikeliler Dini
* » Eski Roma Dini
* » Mu (Nacaallar) Dini



Eski Mısır'da Din

Eski çaglarda oluşan bütün dinlerin çogunda şu dört madde, prensip olarak bulunmuştur:


1-Tanrı Kavramı
2-Mitoloji ve Efsaneler
3-Dini Inanislar “dogmes”
4-Dini Ayinler

Bu temel prensiplere göre, eski çagda Mısır’ın dini hayatini incelemek için iki çesit belgeye sahibiz.

1-Hiyerogliflerle olan her türlü dini metinler, mabet ve mezar duvarlarındaki dini inanislar ve ayinlerin tasviri. Klasik bazı tarihçilerin; Herodot, Sicilyali Diodor ve Strabon gibi, Mısır’ın eski dini hakkindaki gözlem ve rahiplerden duyduklarıni yazmalarıdir.



2-Mabetlerde, mezarlarda her çesit ilahların heykelleri, heykelcikleri veya çizilmis, boyanmis resimleri. Eski Mısır medeniyetine ait mabet harabelerinde, mezarlarda bu çesit ilah heykel ve resimlerine rastlanmaktadir. Bunlar bazalt ve granitten olan heykellerden başka, bronz ve altindan heykelcikler, çesitli hayvan baslarıyla temsil edilen ilah ve ilaheleri göstermektedir.

Mısır’ın din hayatinin eksik yönü, iman ve inanma kismidir. Bir de çogu dinlerde esas olan mukaddes kitabin, burada bulunmayisidir.

Mısır’ın tarih önceki devirlerindeki din düsünceleri, totem esasina dayanir. Birer siyasi ve idari bölme olan eski Mısır’ın “Nom”ları, totem olan hayvan isimlerini tasirdi. Mesela çakal, köpek, yilan, sahin normları gibi.

Klan halinde yaşayan insan grupları bir yere yerlesip siteler, (Nom) olusturduktan sonra sembolleri olan totemler, o yerin ilahi ve mabudu olmustur. Eski din inanisları bunlara dayanmaktadir.

Eski devirlerdeki bir halkin dini, oturdugu memlekete ve sürdügü hayat tarzina göre degisir. Iste buna göre Mısır dini de ilhamini muhitinden almiştir.

Mısırlılar bir çok ilahlara sahiptiler. Eski Mısırlılarda bu Tanrılar önemli bir yer isgal etmislerdir. Eski Mısır dini, bir çok ve çesitli ilahları mukaddes saymiştir. Onların heykellerini, resimlerini yaparak sekillendirmislerdir. Mısırlılar genellikle çok ilahli Tanrı kavramina inanirlar. Ancak 4. Amenofis devrinde tek ilahli bir düsünce reformu, devamsiz bir hareket olarak kaydedilmiştir.

Mısır ilahları konularıni gökten, topraktan, sudan, bitkilerden, hayvanlardan ve insanlardan alirlar. Mısırlılara göre her seyin basi gök Tanrısındadir ve bütün eski tarih boyunca, Gök ve Nil ilahları daima en önemli Tanrılar olarak kalmislardir.

Gök Ilahinin ismi ve şekli degismekle berber, gökyüzündeki yildizlar, Güneş ve ay en eski ve devamli ilahlar arasindadir. Sonra yeryüzü ilahları gelir ki, toprak, su ve agaçlar bunların sembolüdür.

Hayvanlar alemi ise Mısır ilahları arasinda en kalabalik yeri isgal ederler. Bu mukaddes sayilan hayvanlar, bazen bizzat kendileri veya bir özel isaret ile, bazen de sadece basları ile insan vücudu üzerinde temsil edilmislerdir. Mesela Osiris ölüler ilahidir.



Mısırlıların ilah kavrami hakkindaki bilgileri sadece metinlerden ögrenebiliyoruz. Mesela, piramit metinlerinde, bir firavun öldügü zaman nasil ve ne suretle ilah mertebesine yükseliyor? Bu metin de az da olsa bilgi verilmektedir.

Rahipler – Ayinler – Mabetler:


Mısır dininin tatbikatini rahipler yapar ve onlar bu teolojiyi düzenlerlerdi. Rahipler krallar tarafindan çok zengin bir hale getirilmislerdir. Rahipler, halk tarafindan ilahlara kesilen kurbanlar ve verilen hediyelerle bol bol geçiniyorlar ve mabetlerde genis yerlerde oturabiliyorlardi. Ayni zamanda da devlete vergi vermekten muaftilar. Angarya islerde çalistirilmadikları gibi, askeri görevde görmüyorlardi. Böylece halk içinde bir otoriteye sahiptiler.

Mabetler, Mısır sehrinde en önemli yeri isgal ettigi gibi, abide bakimindan da en büyük binalardir. Mabet Tanrıların evi, heykel ve sembollerin saklandigi mukaddes ter, ayni zamanda da totem sayilan hayvanların serbestçe girebildikleri bir bina idi.

Ayinler, büyük dini törenlerden başka, her gün mabetlerde gerçek formüllü dualarla ilah heykellerin önünde yapilir ve bunları ya bizzat kral veya rahipler idare ederlerdi. Mabedin içine güzel kokular yakilir ve rahibeler tarafindan müzik çalinarak dans edilirdi. Ayinler her gün ve her mabette ayni sekilde icra edilirdi.

Buna göre ilahların da krallar gibi, iki esasi vardır:

1- Vücut “Zet”ki yeryüzünde ilahi temsil eder.
2- Ruh “Ka” ise ilahi ve semavi olan elmandir.


Ilk temsil edilen ilahlar MÖ 4000 ortalarında baslamiştir. Mısır’ın dini fikirleri belirten ilk belgelerden biri MÖ 2625 yilinda Saqqara piramitlerindeki, Kral Unas’in mezarinda olan yazidir. Heliyopolis’te yer tutan ve Güneş temeline dayanarak “Ra” adini tasiyan mabut bulunur.

Mısır’da bir de ayni kavrami ifade eden ilahlar, başka başka isimlerde de anilmislardir. Mesela Hor, Ra, Aton isimleri hep Güneş’i temsil eden ilahlardir. Bunun sebebi siyasi merkezlerin degismesidir.

Mısır ilahlarıni iki büyük grupta toplayabiliriz: Yerel Totemler “gök” ve Yer Ilahları.

Yerel totemler, göçebe kabilelerin yerlestikleri sitelerde, mukaddes saydikları hayvan ve putları insan vücudu ile de birlestirerek temsil ettikleri ilahlardir. Bu suretle kabile ilahları, yerel Tanrılar olmuslar ve “sitenin hakimi” sayilmislardir.

Ilahlar ilk zamanlarda erkek olsun kadın olsun yalniz yasar ve hakimiyetini korumada çok kiskanç davranirdi. Fakat Mısırli buna bir aile olusturmakta gecikmemis, evli düsünülen ilah çocugu ile beraber bir üçlü sisteme geçmiştir.

Bunda bas hakim olan baba degildir. Bazen de kadın ilahe tamamiyla hakim durumdadir. Mesela Dendara’daki Hathor gibi.

Ilah ailesiyle beraber kendi sarayi sayilan mabette oturur, bazen de yanina başka ilahların girmesine izin verebilirdi. Yeryüzünde yaşayan ve Tanrınin sembolü temsil edilen Firavun da her vakit ilahin karsisina çikabilirdi.

Fakat kral her mabette ayni zamanda bulunamayacagi gibi, kendisine vekil olarak rahipleri birakir ve onlar ilaha, mabede ve onun arazisine bakarlardi.

Bazı yerel ilahların hakimiyet sahaları, zamanla da genislemiştir. Bunun en tipik örneği Deltada Busiris eyaletinde bir agaçla temsil edilen bitki ve ölüler ilahi Osiris’in ta Güney Mısır’a kadar gidisidir. Buradan önce Memfis’e giderek, yerel ölü ilahi olan Anubis’in yerine geçmis, sonra da Yukari Mısır’da Abidos’ta köpek şekline girerek ölüleri korumustur. Sonraki devirlerde ise bütün Mısır’da Osiris ölüler ilahi olarak yer almiştir.

Bu yerel ilahların esas ilk merkezleri kesin olarak pek tespit edilmemekle birlikte, bir çokları daima malum olmustur. Mesela Asagi Mısır’da Horus, Busiris’te Osiris, Memfis’te Ptah, Dendara’da Hathor gibi.

Eski fikirden kalmis olarak tarihi devirlerde de tapilan canli hayvanlar olmustur. Bunların en baslicasi ve söhret sahibi olan , Memfis’te takdis edilen Apis Öküzü’dür. Beyaz lekeleri olan siyah renkli bu öküzün, basinda üçgen şeklinde beyaz bir alametin olmasi lazimdi. Memfis’te beslenerek korunmustur. Bu hayvan Ptah’in bir canli numunesi sayilir ve onun bu hayvanda yasadiğini rahipler anlayabilir sanilirdi. Alnindaki siyah üçgenden başka sirtinda akbabaya benzeyen bir sekil, sag yaninda bir hilal, dili üzerinde ise hamam böcegine benzeyen bir isareti bulunmasi gerekti. Ayni zamanda da kuyruk tüylerinin çift olmasi gerekiyordu. Bu sartlara uyan Apis Öküzü Ptah mabedinin karsisina yapilmis bir mabette, itina ile rahipler tarafindan bakilir ve beslenirdi. Gündüzleri belirli zamanlarda avluya çikarilan mukaddes öküzün her hareketinde rahipler bir anlam çikarirdi. Bu hayvan ölünce Mısırlılar tarafindan büyük bir matem oldu. Ama yenisinin meydana çikişi büyük sevinç olurdu. Ölen öküzler mumyalanarak büyük cenaze törenleri yapilir ve Saqqara’da bulunan yer alti galerilerindeki lahitlere konulurdu. Isis-Apis olan bu hayvan için, Serapeum denilen mabette ayinler yapilirdi. Ölünce yerine yeni bulunan Apis geçer ve totem hayvan yasamis olurdu.

Ilahlara bir takim kuvvetler de atfedilmiştir:
1- Osiris : Ölüler Tanrısı.
2- Ptah: Artistlerin ve Madencilerin Tanrısı.
3- Hathor : Ask ve Nese Tanrıçası.
4- Maat: Adalet ve Hukuk Tanrısı.
5- Sobek: Sular Tanrısı
6- Seshet: Yazi Tanrıçası.
7- Sekhmet: Savas Tanrıçası.
8- Min: Çöllerdeki Seyyahların koruyucusu ve Hasat Tanrısı.
9- Tot: Ay ve Ilim Tanrısı.
10- Geb: Toprak Tanrısı.
11- Set: Kuraklik ve Kötülük Tanrısı
12- Isis: Analik ve Bereket Tanrıçası.


Gök ilahini çok büyük bir inek şeklinde düsünen Mısırlılar, ona “Hathor” adini vermislerdir. Arz Onun ayakları altinda durdugu farz edilir ve karninda ise yildizlar parlardi. Diger taraftan bu Gök Ilahi’na bazı eyaletlerde “Sibu” adi verilmiştir.

Ay ilahina “Tot” adi verilmiştir. Fakat bunların içinde en büyük olarak Güneş Ilahi “Amon-Ra, Horus” basta sayilir. Mısırlıların “Yaradilis Destani” bu Güneş fikrinden dogar. Onlar Güneşin dünyada ilk dogdugu günü “Yaratan” kabul ediyorlardi. Bu ilah, bitkileri, hayvanları ve insanları yaratmiştir. Ilk yaratilan insanlar “Ra”nin dogrudan dogruya çocuklarıdir.

Bundan başka toprak ilahi da yer almaktadir. Toprak Ilahi “Geb”dir. Bazen de bu Tanrı “Isis” kabul edilirdi.

Mısır dini Natürizm dinidir. Mısır itikadında en önemli olay Güneş kavramidir. Mısır’in Güneş ilahlarından en meshuru Horus’dur. Digerleri, Atun, Set, Ra’dir. Bazı Mısır ilahları sunlardir:

Horus- Nur ilahidir ve Güneşi temsil eder. Gökyüzünün burçları üzerinde görünür ve bir atmaca şeklinde göklerde uçar. Atmaca da Hor adini tasimaktadir. Güneşle ay ilahin iki gözü sayilir. Hor iki kuvvetli kanatla gösterilir. Bu kanatlar semada uçtugunu gösterir. Bu kanatlarda iki müthis yilan vardır ki agizlarından ates püskürür. Bu da Güneşin yakici, çarpici ve öldürücü kudretinin alametidir.

Kainati aydinlatan ve canlandiran Horus kardesi zulüm ve tahrip ilahi olan Set ile devamli mücadelededir. Hep Horus kazanir ama Set yok olmaz. Bazen de Set geçici yenilgiler kazanir ve Horus’un bir gözünü çikarir ki Güneşle ay tutulmasi bundandir. Bu durum yer ilahi Geb’in araciligi ile halledilir. Güney Mısır Set’e ve Kuzey Mısır Horus’a verilir.

Set- Garip bir tarihe sahiptir. Mısır; milli birligini oturtmadan evvel Horus kuzey Kralıyetinin ilahiydi. Bu krallar kendilerine Hor unvanini almislardi. Zaten her yerde krallar, gökten ve Güneşten unvan aldilar. Set kuzeylilerce sahranin kavurucu, kişir ve buna benzer felaketlerin ilahi saymislardir. Kuzeyliler basarili olunca Horus Mısır’in kendi ilahi ve Hor unvanini tasiyan krallar Mısır’in kendi hükümdari olunca yavas yavas Set sahra ilahi fikrinden, yabanci ilah (sahra yabanci sayilirdi) fikrine geçerek Suriye’nin Sotek ve Bal ilahina benzetilmiştir. Daha sonra Horus nuru hayatin ve Set zulmet ve tahribin ilahi olmustur.

Ra- Güneşi ifade den Tanrılardan biridir. Ra insanlar arasinda oturmaz, râkip olduğu kayigi ile ebedi bir tarzda semada yüzer durur. Zulmetle devamli mücadele ederdi.

Maat- Mısırlılar indinde ay ile önemli ilahlardan biriydi. Maat Uygurca ay anlamina gelmektedir.

Tot- Aya ait bir ilahtir. Aydan hariç bölünmüs zamana da hakimdi. Diger taraftan ilahların müsavir ve katibi idi. Hor’la Set arasindaki anlasmazlikta, Geb ile hakemlik yapmiştir.


Ptah- Mısır’daki büyük ilahlardan biridir. Ptah’i tavsiye ederken dokuz ilah manzumesinin kalbi ve dili gibi tarif edilmiştir. Ptah yaratma kelimesini Atun diliyle telaffuz etmis ve bundan sonra bütün olusum, ilahlar,sehirler ve kainatta iyi, kötü ne varsa her sey olusmustur. Ptah Türkçe “put” demektir. Mavi yani gök demektir. Mısır dilinde Pt =Gök demektir.

Osiris- Mısırda önemli bir kült halinde olan bu ilahin gerçekleri Mısır rahiplerince son derece özenle saklanan bir sir halindedir.

Horus’tan daha kidemli olan Osiris Mısır’in bir kahramani, Mısır’ın birligini kuran, medeniyeti ögreten, yaziyi icat eden akil ve hayirli bir hükümdardi. Resimlerinde bir elinde çoban degnegi diger elinde öküz kamçisi vardır. Bu daHor gibi Asagi Mısır hükümdaridir. Zulmet ve tahrip ilahi olan Setle devamli rekabettedir. Set unvanini güney hükümdari ile mücadeleye girismiştir. Set bir ara itaat eder gibi görünerek, Osiris’in güvenini kazandiktan sonra beraberindeki 72 kişiyle Osiris’i pusuya düsürmüs ve bir tabut içine kapatarak denize atmiştir.

Dalgalar Osiris içinde bulundugu tabutu sürükleyerek Finike’de Biblos sahillerine atar. Bu sirada Osirisin karısı ve kiz kardesi olan Isis aramaya çikar. Biblos sahillerinde tabutu bulur ve Set’ten gizler. Fakat Set bir zaman sonra isi kesfeder ve Osiris’in naasini tanir. Ve bu naasi parça parça ederek her parçasini bir tarafa dagitir. Isis bu parçaları toplamak için hazirlanir. Anubi ve Hor’un iyilikleriyle parçaları bulur ve birlestirir. Osiris böylece yeniden hayata gelir. Oglu Hor pederinin intikamini alir. Fakat Set hiçbir sekilde maglup olmaz. Nihayet yer ilahi Geb hakem olur. Bu da Mısıri Hor ile Set arasinda bölüstürmek suretiyle ihtilafi halleder.

Osiris’in bir diger safhasi daha sonuca varmiştir, o da bitkilere ilah olmasidir. Ölen, dirile, tekrar hayata gelen ilah hasatçiların oraklar ile biçilen ve baharda tekrar canlanan ruhu bitkidir. Anadolu ve Suriye’de bitki ilahi olan Atis ile Adonis de ölen ve dirilen bir ilahtir. Bunu temsil için yapılan putlarda bir agaç gövdesi üzerine ellerinde çoban degnegi ile öküz kamçisi tasiyan bir insan basi görülür. Bu agaç gövdesi bitki aleminin alametidir.




Eski Mısır Tanrıları

Aker: “IGICI”. Güneşi ayarlamak ve yükseltmekten sorumludur.

Amon: “Gizli biri”. Tanrıların Theban Kralıdir.

Ammut: “Ölü Yutucu”. Ölümsüz yasama layik olmayanin kalbini yiyen canavar.

Anqet: “Kucaklama”. Elephantine’nin su Tanrıçası.

Anubis: “Kral çocuk”. Mumyalamanin çakal basli Tanrıçası.

Apep: Güneşi yok etmek için günlük deneme yapan yilan.

Aten: Güneş Diski.

Atum: Re’nin bir formu. Güneşi ayarlayan bir Tanrı.

Bastet : Ev ve Güneş isiginin kedi Tanrıçası.

Bes: Müzik, dans ve savasin cüce Tanrıçası.

Buto: Asagi Mısır’ın kobra Tanrıçası.

Duamutef: Horus’un ogullarından biri. Ölünün midesinde korunmustur.

Geb: Gökyüzünün esi ve dünyanin Tanrısıdir.

Hapi: Nil’in Tanrısıdir.

Hapy: Horus’un ogullarından biri. Ölünün akcigerlerinde korunmaktadir.

Hathor: Ask, müzik ve kadınin inek Tanrıçası.

Horus: Firavunların ve Güneşin sahin Tanrısı.

Imhotep: Djoser’in veziri, sonra Ptah’in oglu gibi ibadet edilmiştir.

Imsety: Horus’un ogullarından biri. Ölünün karacigerinde korunmustur.

Isis: Osiris’in dullugunun ve siirin Tanrıçası.

Khonsu: Ay’in Theban Tanrısı.

Khepare: Yükselen Güneşin böcek Tanrısı.

Khnemu: Su baskini ve Nil’in iri Tanrısı.

Ma’at: Gerçek ve hukukun tantiçasi.

Mefetseğer: Krallar Vadisi’nin Tanrıçası.

Min: Erkek bereket Tanrısı.

Montu: Mısırli savas Tanrısı.

Mut: Amon’un esi ve Theban’in ana Tanrıçası.

Nefertem: Nilüfer çiçeginin Memphis Tanrıçası.

Neith: Savas ve dokuma Tanrıçası.

Nekhebet: Yukari Mısır’daki Akbaba Tanrıçası.

Nephthys: Seth’in esi ve Isis’in kiz kardesi.

Nut: Osiris ve Isis’in annesi ve gökyüzü Tanrıçası.

Nun: Ilk suların Tanrısı.

Onuris: Savasçi ve Abidos’un gökyüzü Tanrısı.

Osiris: Seth tarafindan öldürüldü, yasamdan sonrasi ve tarim Tanrısı.

Ptah: Memphis’in mumya yaratma Tanrısı.

Qebehsenuef: Horus’un ogullarından biri. Ölünün bagirsaklarında korunur.

Qetesh: Semetik doga Tanrıçası.

Ra: Güneş Tanrısı.

Satet: Nil suyu ve bereket Tanrıçası.

Sekhmet: Yikim ve savasin disi aslan Tanrıçası.

Selket: Büyünün akrep Tanrıçası.

Serapis: Ahiret ve Güneşin Helenistik Tanrısı.

Seshat: Ölçüm ve yazma Tanrıçası.

Seth: Osiris’in erkek kardesi tarafindan öldürüldü. Firtina, gök ve gürültü Tanrısı.

Shu: Mut ve Geb’in babasi. Hava Tanrısı.

Sobek: Timsahlar Tanrısı.

Tauret: Kadın dogumunun hipopotam Tanrıçası.

Tefnut: Nut ve Geb’in annesi. Yagmur ve nem Tanrıçası.

Thoth: Yazma akil ve ay Tanrısı.




Eski Mısır Mabetleri

Eski Kralligin hükümdarları Mısır’ın hemen her yerine mabetler insa ettirmislerdir.


En orijinal örneklerden biri Güneş Tanrısı “Ra”ya özel olarak yapılan mabettir. Büyüklügü ve şekli hakkinda bir fikir edinmek için, bunlardan Abusir’de meydana çikarilan 5.sülale zamaninda insa edilmis olani hakkindaki bilgiler daha nettir. 100 metreden fazla uzunlukta, 80 metre genislikte, sur ile çevrilmis bir saha içinde, 38 metre yanları ve 20 metre yükşekliginde bir kare mezar üzerinde kalin dikli bir tas bulunmaktadir.bu anit bütün mabede hakimdir. Asil Güneş Tanrısıni temsil eden sembol budur. Kaidenin önünde kurban kesmeye mahsus mezbaha bulunuyor. Sur disinda, çölün ortasinda 28 metre uzunlugunda pismis topraktan kayik, Güneşin gece yolculugu için hazirlanmis durumdadir.

5. sülalenin hemen hemen bütün hükümdarları, bu türlü Güneş mabetlerini ehramların yani basina yaptirmislardir. Bunlardan bes tanesinin adi bilinmektedir. Harabe kalintilarından en iyi belli olani, Abusir mabedidir.

Heliopolis’te 3. sülale zamanina ait bir mabet yapisi örneği, başka yerde görülmeyen bir tarzdadir. Bu 300 metre genisliginde yuvarlak ve 40 metre kalin duvarlarla çevrilmis, iç tarafinda direklerle tutturulmus, uzunluguna, bes hücreden ibaret binadir.

Orta Krallik dönemindeki mabetler tam olarak korunamamiştir. Bazıları Hiksoslar devrinde (MÖ.1788-1580) harap edilmis, diger bir çogu da 18. sülale kralları tarafindan ele alinarak büyütülmüs ve sekilleri degistirilmiştir.

Orta Krallik devrinde 11.sülaleden Mentuhotep’lerden birinin yaptirdigi mabet sonradan tadilata ugramayan mabetlerden biridir. Deir-el-Bahri mevkiinde bir dag yamacinda insa edilmis olan bu bina, ölen insanlar için yapılan ayinlerde kullanilan mabettir. Prensesler için yapilmis yeri de mevcuttur. Mabedin dip tarafinda uzun bir dehlizden kayaliklar içine girilerek küçük bir odada son bulmaktadir. Burada ihtimal ki Kralın heykeli konulmustu.

12. sülale kralları da bir takim abideler meydana getirmisler. Mabet olarak yapılanlar ve sonradan tadilata ugrayanlardan bazıları sunlardir:

Memfiste Ptah mabedi genisletilmiş, Karnak’ta Amon, Dendera’da Hathor, Heliyepolis’te Atum, Abidos’ta Osiris.

Yeni Krallık devri mabetleri üç kişimdan ibarettir. Dörtgen şeklinde olan mabetlerin uzunlugu genisliginin iki katidir. Ön kişim, iki yüksek pilon arasindan açilan büyük merkezi bir kapidir. Iç avlu sütunlarla çevrilidir. Bunun gerisinde ayin yapılan salonlar ve daha ileri de ise bir koridorla ayrilmis ilah heykellerinin kondugu mukaddes yer ve hazinelerin saklandigi odalar, magazalar bulunmaktadir. Ilah heykeli ya bir hücreye kapatilmis veyahut da bir kayik üzerine oturtulmustur.

Mabedin çogu yerine büyüklü küçüklü heykeller konmustur. Duvarlarına kabartma yazilar ve süsler yapilmiştir. Kralın icraatina ait olanları halkin girebilecegi yerlerde, rahiplerin girmesine mahsus yerlerde ise tapinma ve dini ayinleri gösteren sahneler yapilmiştir.

Mabetler genelde iki temel fikre göre yapılmıştır. Biri büyük ve baş ilahlar için, digerleri ise ölüler kültünün yapilacagi mezar mabetleridir. Bu mezar mabetlerini her kral kendine özel yaptirmiştir. Mezarlardan ayri yapılan bu çesit mabetlerin gerek planları, gerekse yer ve büyüklükleri itibariyle önemli degışıklıkler olmustur. Bunlardan Kralıçe Haçepsut’un Der-el-Bahri ‘deki mabedi anlatilir. Çünkü bu bina Mısır abidelerinin en orijinallerinden biri sayilmaktadir. Bu kadın hükümdarin yaptirdigi mabet, bir dag eteginde kayaligin yamaçlarına uygun bir sekilde yerlestirilmis sütunlarla tutturulmus teraslar halinde yukariya dogru yükselmektedir. En üst terasta asil mabet ve onun arkasinda kaylar içine oyulmus bir çok ibadet yerleri yapilmiştir. Bu mabedin duvarlarında, Kralıçenin soyuna ve yaptigi hükümet islerine dair sahneler kabartma olarak resmedilmiştir. Bu açiklik ve inceliginden dolayi bu mabet Mısır’ın en güzel abidelerinden biri sayilmaktadir.

2. Ramses’in “Ramseseum”u da bu çesit mabetlerdendir. Amon Tanrısı için yapılan büyük Karnak ve Luxor mabetleri Mısır’ın en büyük ve en muhtesem abideleri sayilirlar.

Mabet tipi planlarda birbirinden farklı üç kısım görülür.

Yeni Krallik devri mabetlerine uzunlukları hepsinde ayni olmayan bir yoldan girilir. Bu yol boyunca Tanrınin mukaddes hayvaninin sembolü olan, sfenksler konmustur. Mesela Karnak’ta, Tanrınin koç sembolü birer sfenks heykeli olarak siralanmiştir. Buna “Ilah Yolu” denmektedir. Yolun sonunda mabet kapisinin iki tarafinda yükselen, kaideleri genis yukariya gittikçe daralan ve tamamiyla Mısır üslubuna has “pilon” denilen duvarlar vardır. Genelde bunların önüne hangi kral yaptirdiysa, onun büyük mikyasta bir kaç heykeli konur. Mesela Luxor ‘da bu heykeller 6 adettir. Mabet kapisinin iki yaninda yükselen pilonlar üzerinde ise, hangi kral yaptirmis ise onun zaferlerine ait kabartmalar konmaktadir. Luxor mabedinin bu duvarlarına 2.Ramses ‘in Kades savaslarıni anlatan sahneleri yapilmiştir.

Pilon duvarların ortasindaki kapidan girince üç tarafi bir veya iki sirali sütunların bulundugu bir avlu vardır. Burasi halkin girmesine mahsus olan yerdir. Sütunları çevreleyen duvarlarda da yine kabartmalar bulunmaktadir.bunlar ya dini sahneler ya da yine ender olarak savas tasvirleridir. Luxor mabedinde bu sütunlar arasina Kralın büyük mikyasta heykelleri yerlestirilmiştir.

Bu açik avluda, birkaç basamak merdivenle asil mabedin en önemli kismi olan bir “hipostil” salona girilmektedir. Burasi da sütunlarla tutturulmus ve tavanindan yari aydinlik alan, duvarlarında çesitli ilah ve ilahelere ait kabartma ve oymalar yapıldıgi gibi tavanlarında da yine, burada icra edilecek törenlerin önemine göre resimler yapilmiştir. Bu salon yari ışıklı ve dekorlu hali ile çesitli törenlerde yüksek sahsiyetlerin rahiplerin ve nihayet Kralın bulunacagi bir yerdir.



Ayni zamanda eğer Kralın bir varisi olmazsa, bu hipostil salonda, Amon’un mucizesi ile yeni kral ilah tarafindan isaret edilerek seçilmek için törenler yapilmiştir. Bu hipostil salonlardan birisi hakkinda bir fikir vermek için, I. Setos tarafindan baslatilip da, II. Ramses’in bitirebildigi Karnak mabedinin ölçüleri söyledir: Genisligi:103 sütunla, derinligi 50 sütunla, tavani ise 130 sütunla tutturulmustur.

Böylece sfenksle siralanmis ilah yolundan sonra ortasi tamamen açik bir avlu, yari aydinlik olan sütunlu hipostil bir salon ve daha sonra da ilahin mukaddes sayilan mevcudiyetine ve hazinesine yaklastikça mistik bir karanlik içine gömülen bir mabet plani ortaya çikmiştir.

Ayrıca Eski Mısır mimarisinde mabetleri su esaslara göre de ayırmak mümkündür:

1- Klasik Mabetler
2- Kayaliklar Içine Oyulan Mabetler
3- Güneş Ilahina Özel Mabetler
4- Kralların Küçük Mabetleri
5- Ölülerin Ayinleri için Yapılan Mabetler

Eski Mısır Tapınakları

Bir Mısır tapinagi genel ibadetin bir yeri degildir. Onlar Tanrılar için türbedir ve bir Tanrınin bazı özel hallerini temsil eder. Sadece papazlar mabetlerin içerisin girebilirler, kutsal ayin ve törenler gerçeklestirirler. Bazı durumlarda sadece Kral kendi kendine veya yetkilendirdigi vekilinin içeriye girmesine izin verilirdi.

Eski Mısır Tapinagi dogaüstü, metafiziksel ve insan gücü gibi özel bir güç arasinda insa edildi. Bu da evren, toprak ve insanin yarari içindi. Akademisyenler ve turistler için bir sanat galerisi olarak planlanmadi. Yillik festivalde Eski Mısır halkina sadece bir kismi açildi.

Bu yüzden her Eski Mısır tapinagi özel bir yerdir. Digerlerinden daha ilginç ve daha önemli tapınak yoktur. hepsi esit önemdedir.

Tapınakların duvarlarındaki yazitlarda amaç ve anlamları bilmiyoruz. Bu gibi tapınaklar yillar sonra halka açildi.

Mısır hakkindaki bilgimizin çogunu, Mısır’ın Ptolemic’in hükümdarligi esnasinda insa edilen tapınaklardan aliriz.

Ptolemic tapınaklar, genellikle orijinal Mısır stilinden farkli bir stile sahiptirler. Ptolemic tapınakların bazı özellikleri sunlardir:

· Bu tip tapınaklarda güzel yontulmus heykeller vardır fakat fazla ilham vermez.

· Kadın çok güzel görünür ama kaba bir yolda zarif Mısır kadın stilinden farklidir.

Tapınakların Plani:

Bir tapinagin alisilmamis dizayni ve yerinin seçimi, ekonomik düsüncelerin üzerine dayanmamiştir.

Büyük tapınaklar hizli insa edilemez veya bir kral tek basina insa edemez. Böyle tapınaklar ardarda gelen krallar tarafindan uzun yillarca insa edilirler.

Genelde, Mısır Tapinagi çamur tasli agir bir duvarla çevrilmiştir. Tapınaktaki bu duvarin etrafi, sembolik olarak kaosun sahinlerinin kurdugu sekilde izole edildi. Mecaz olarak çamur, cennet ve yeryüzünün birlesiminden olustu. Tugla duvar kendisini akan dalgalara set yapti, sembolik olarak ilkel sular yaratmanin ilk asamasi temsil edilir.

Tapinagin dis duvarları bir kalkana benzer. Böylece bütün cisimlere, formlara karsi tapinagi savunur. Tapinaga 2 kapidan girilir. Ileride bir açik mahkeme yatiri varir. Bu mahkeme bazı zamanlar kenarda sira sütunlar vardır. Ortasinda da kurban kesme yeri vardır. Sonra tapınak ekseni boyunca, hipostil sütunlasmis bir salon gelir ve sik aralikli küçük odalarla çevrilidir. Bunlar tapinagin ekipmanlarıni ve diger 2.fonksiyonlarıni depolamak için kullanilirdi. Sonuç olarak, türbenin kapsadigi bir karanlik odada mabet vardır ve nefer figürü yerlestirilmiştir. Mabedin kapiları kapalidir ve uzun yillar boyunca kilitli ve mühürlüdür. Sadece büyük festivallerde açilir. Mabet “Büyük Koltuk” olarak da bilinir.

Tapinagin duvarları disinda papazların konutları, atölyeler, sandik odaları ve diger yardimci yapilar vardır.



Duvarlardaki Sembollerdeki Ifadeler:

Biz hayatimizda her seyi sembollerle ifade ederiz. Duvarlardaki yazilar ve illüstrasyonlar 3000 yil önce yaşayan insanların anlayacagi halde sembolize edilmiştir. Bazı duvarlardaki sembolizmler sunlardir:

· Tapinagin dis duvarlarındaki ve dis avlusundaki duvarlarındaki sahne; isigin sahinlerle savasini gösterir. Kral tarafindan temsil edilir. karanlik sahin yabanci düsmanları temsil eder.

· Bir başka figürde, bazı seyleri önermek için 2 sag el bir aktif rol anlamina gelir. 2 sol el de pasif rol anlamina gelir.

Günümüze Yetişen Önemli Bazı Tapınaklar


KARNAK Tapınağı
KOMOMBO Tapınağı
LUXOR Tapınağı
PHILAE Tapınağı
DENDERA Tapınağı
RAMSES III Tapınağı
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Sfenks

O, yeryüzünün en ünlü heykeli... Kimilerine göre Marslıların Dünyamiza armagan ettigi bir dev, kimilerine göre ise Firavun Cheops’un aslan biçimini almis görüntüsü... En çok ziyaret edilen arkeolojik mekanların basinda gelen sfenks, kirik burnunun ve altindaki geçitlerin sirrini günümüzde de koruyor...



Ünlü bilmeceyi bir başka sfenks sordu: Kanatli ve Yunanli bir sfenks... Bu bilmeceni cevabi ayni zamanda insanlığın en ünlü gizemi. Soruyu soran Oidipus mitinde geçen Yunanli bir sfenks. Efsaneye esin kaynagi olan ve gizemini kismen koruyan devasa heykel, büyük Giza Sfenks’i ise sudan zarar görmüs ve kirliligin etkilerini yavaslatan kum tarafindan korunmus. Heykelin bacakları arasina konulmus bir tasa kazili efsane metnine göre, bu Sfenks, M.Ö 1419 yilinda IV. Tutmosis’in rüyasina girmis. “Beni kumdan kurtar ki firavun olasin!” demis. O da itaat etmis ve Mısır’a hükmetmis. Gerçekte ise o agiz hiç açilmadi. Heykel 14.yy’da Memlûklar tarafindan (Mısır’i 1250’den 1517’ye kadar yöneten Türkler) top bataryalarınin talim hedefi olarak kullanildiginda ve üstünde kalici yaralar açildiginda bile... Giza Ovasi’ndaki piramitlerin bu çok sevilen bekçisi, her zaman çok güçlü duygular uyandirmis; efsanelere ve gizemlere kaynaklik etmis. Romalılardan Napolyon’a, tarihi boyunca anlami ve korunmasi polemik konusu olmus. Günümüzde de nasil restore edilecegi ya da yeni kesfedilen gizemli geçidin açilma nedeni tartisiliyor. Peki bu denli büyük, aslan bedenli insan basli bu heykeli yontma fikri kimden çikti? Bu nasil ve neden yapıldı? Uzmanlara göre insan-aslan karısımi figürler Giza Sfenksi’nden on yil önce ortaya çikmis. M.Ö. 2528 tarihinde, Cheops’un ogullarından Ragedef’in basini betimleyen iki heykel var. Büyük Giza Sfenksi ise, MÖ. 2520’de yine Cheops’un oglu Kefren’in mimarları tarafindan, onun adina yapılan bir mezar kompleksi vesilesiyle yontulmus. Fikir ise, sıradan bir estetik sorunu çözmek için rastlantiyla ortaya atilmis. Cheops ve Kefren piramitlerinin yapiminda kullanilan kireç tasinin çikarildigi ocagin ortasinda düzeltilemeyecek kadar büyük, piramitlerde kullanilamayacak kadar da düsük kaliteli bir tepecik kalmis. Bu tepecik kabaca aslan şeklindeymis. Milano Devlet Üniversitesi’nde Mısır bilim doçenti olan Patrizia Piacentini’ye göre firavun, tepecigi oydurtarak kendi basini ve basligini tasiyan, bir aslan heykeli yaptirtmis. Dünyanin Tanrısı olan firavunun, yeryüzünün en güçlü hayvani olan aslanin gövdesiyle birlestirilmesi firavunun gücünü simgeliyormus. Heykelin, kuskusuz yaygin Güneş kültüyle de ilgisi var. Nitekim Giza Sfenksi dogan Güneşin simgesi Tanrı Horus’la da özdeslesmiştir.



54 metre uzunlugunda, 20 metre yükşekligindeki, bati-dogu yönünde uzanan büyük sfenks, Nil Nehri’ne bakiyor ve nehir yoluyla gelenlerin Giza kompleksinde gördükleri ilk yapi da o: dev bir tas bekçi... Bu heykel antik zamanlarda da gözen kaçmamis. Mısır, Yunanistan ve Suriye’de başka sfenksler ortaya çikmis. Bugün uzmanlar sfenksleri üç tip halinde siniflandiriyorlar:1.Giza’daki gibi yere çökmüs olanlar,2.Oturanlar, 3. Hareket halinde gösterilenler. Örneğin Luxor Tapinagi’nda, Büyük Iskender oturmus halde betimlenmis. Farkli insan-aslan karısımları da yapilmis. Nitekim sadece yüzü insan olan, aslan kulakları ve yelesine sahip bulunan kafalarda var. Ayrıca ön bacakların yerine bir vazoyu kavrayan insan kolları ve elleri yontulmus olanlar bulunuyor. En alisilmadiklar ise Mısır Tanrısı Tutu’yu betimleyen heykeller. Insan basi ve yilan biçiminde, ucundan 3 ayri hayvan kafasi çikan bir kuyruk. Yunan sfenksleri ise çok güzel. Bunlar genellikle disi kafali ve kanatli heykeller.özellikle zalim ve tehditkarlar. Örneğin Thebai’nin ünlü sfenksi yolcuları durdurup onlara ünlü bilmecesini soruyordu.

MÖ 450 yilina kadar uzanan bir mite göre Oidipus, Thebai Kralı olan babasini bilmeden öldürdükten sonra kente gelir ve Pazar meydaninda Tanrılar tarafindan kendisini cezalandirmak için yolanmis bir canavarla karsilasir. Bu “Sfenks”tir. Bütün yolculara yaptigi gibi ona da bir bilmece sorar. Bilirse kral olacak, bilemezse ölecektir. Bilmece sudur: “Hangi yaratik sabah dört ayak, öglen iki ayak, aksam üç ayak üzerinde yürür ve bacakları ne kadar çok olursa o kadar zayiftir?” Oidipus yaniti bulur “INSAN”. Thebai Kralı olur, öldürdügü Kralın karısıyla evlenir; yani annesiyle.

Eski Yunanlılar, Suriyeliler ve kismen Araplar yüzünden, Mısırlılar kendi sfenkslerini hem düsmanlik hem de sevgi kaynagi olarak gördüler. MÖ 1400 civarinda Sfenks, tarihin en büyük kitle haclarından birinin konusu oldu. Mısır’i MS 400 yilinda fetheden Araplar için Sfenks “korkunun babasi”ydi. Burnunu kimin yok ettigi hal bilinmiyor. Belki 700 yilinda ortaya çikan ve her türlü tasviri yok eden ikonoklast tarikati. Belki bir Arap emiri ya da 15. yy’ da Memlûklar. Geçmiste suçlanan Napolyon’un olmadigi neredeyse kesin.

Heykel tarih boyunca pek çok kez kuma gömülmüs ve tekrar ortaya çikmis. Tutmosis’ten sonra II. Ramses, Romali Septimus Severius ve 1926’da, Fransiz Emile Barazie, onu kumdan çikarmis. Batilılar tarafindan 1700’lerde tekrar bulunmus ve onları çok etkilemis. 200 yil önce Bonapart, Mısır’a büyük bir bilimsel sefer düzenlemis. Yaninda 168 uzman götürmüs. Bunlar Rosetta (Resit) Tasi’ni bulmaktan başka (hiyerogliflerin çözülmesini sagladi...) Sfenks’i incelemis ve onu kismen açiga çikarmislar. Daha o zamanlar piramitlerin sira disi boyutları ve Sfenks,batida onların yapimina iliskin öne sürülen pek çok fantastik varsayimi körüklemis. Örneğin uzaydan gelen bir kültüre mal edilmisler. Piacentini “Marslıların bunla ilgisi yok! “ diyor. “MÖ 2500 yili Mısırlıları hakkinda çok sey biliyoruz ve onları yapanların Mısırlılar olduğundan kuskumuz yok. Ben de Yildiz Geçidi’ni gördüm ( piramidin bir uzay gemisi olduğu film); ama tarih başka bir seydir.” Sfenksin yildizlara yönelimi de eski Mısırlıların gökbilim bilgilerinin bir parçasi. Dünya disi varlıklar tezi, Viking sondasi Mars’da Sfenksin yüzüne benzer bir tepenin fotografini çektiginde, 1976 yilinda ortaya atildi. Oysa 1999 yili Nisan ayinda bir başka sonda bu gizemi çözdü. Bunun, birkaç tepenin gölgelerinden olusan bir göz aldanmasi olduğu ortaya çikti. Peki Sfenks sirlarıni tüketti mi? Belki degil.

1994 yilinda gizemli bir geçit kesfedildi. Kuyruk tarafindan giren, heykelin 4 metre içine uzanan; dik bir açi yaparak 5 metre derine inen ve kör kuyuda sona eren bir geçit. Baraize tarafindan 1926 restorasyonunda bulunmus ve unutulmustu; ama o zamanki çalismalara katilan bir isçi, Muhammed Abd ül-Mahgut Fayet, 80’lerin basinda eskileri hatirladi. Giza kompleksinin yöneticileri onun gösterdigi yeri kazdilar ve deligi yeniden buldular. Neye yariyor? Resmi açiklama, eski Mısır isçilerinin insaat sirasinda kullandikları bir “servis tüneli” olduğu. Bu açiklamani yeterli olmadiğini söyleyenler de var. Öyleyse ne? Yanit vermek zor. Sonuç: Sfenks hala bazı sirlara sahip. Yoksa Sfenks olur muydu?

Heykel 14.yy da Memluklar tarafindan top bataryalarınin talim hedefi olarak kullanildigi için üstünde kalici zararlar olusmustur. Günümüzde hala nasil restore edilecegi oldukça büyük bir tartisma konusu. Sfenks yagmurlar,kum ve daha bir çok dogasal nedenlerden dolayi oldukça yipranmis durumda. Büyük Gize sfenksinin M.Ö 2520`de Cheops`un oglu Chephren`in mimarları tarafindan onun adina yapılan bir mezar kompleksi amaciyla yontulmus. Dünyanin Tanrısı olan firavun`un en güçlü hayvanlardan biri olan aslan ile birlestirilmesi firavun`un gücünü simgeliyordu.Heykelin Güneş Kültü ile olan ilgisi de kusku götürmez bir gerçek. Çünkü sfenks Güneşin simgesi olan HORUS ile özdeslestirilmis. 54m uzunlugunda 20m yükşekliginde, bati-dogu yönünde uzanan büyük sfenks, Nil Nehri`ne bakiyor ve nehir yoluyla gelenleri karsiliyordu.

Zamanla Mısır,Yunanistan ve Suriye`de de başka sfenksler ortaya çikmiştir.Bugün uzmanlar sfenksleri üç tip halinde siniflandiriyor; Gize`deki gibi yere çökmüs olanlar, oturanlar ve hareket halinde gösterilenler.. Oturanlara Büyük Iskender'in Luxor Tapinagi'nda bulunan sfenksi örnek gösterilebilir. Sfenks terimi Yunanca'daki 'SPHINGHEIN'den geliyor ve bogmak anlamini tasiyor.Bu da Thebai Mitindeki sfenksin bilmecelerine dogru yanit veremeyenleri öldürmesinden kaynaklaniyor.

Bilmece ise : Hangi yaratik sabah 4, öglen 2, aksam 3 ayak üstünde yürür ve bacakları ne kadar çoksa o kadar zayiftir? Cevap ise insan dir.Cevabi bilen olursa Sfenks de kendini öldürecektir ve Oidipus bilmeceyi biliyor.Başka bir efsaneye göre ise Oidipus tarafindan öldürülüyor.

Mısır a gelince Sfenks Mısırca 'SEZP-ANHE' (Yaşayan görüntü) demek. Ama Mısır ve Yunan sfenksleri arasinda bir baglanti kurulmuyor nedeni ise Mısır sfenks inin erkek( firavun erkek olduğu için sfenks de onun bir görüntüsü temsili)Yunan sfenks inin ise mitolojik bir hayvan ve disi olusu. Ancak her ikişi de ölü kültüne baglidir.

Restorasyonlar

MS 2000 :Sag arka bacak onarildi ve kumlardan temizlendi.

Yunan-Roma döneminde kumun gelisini önlemek amaciyla barikatlar kuruldu.

1798 `de Napolyon tarafindan temizlik çalismaları yapıldı.

1978`de Bir isçi tarafindan dev heykelin altinda bir galeri kesfedildi.Bu su erozyonun ilk kaniti oldu.

1979`da kuzey kanadi restore edildi.

1981 `de bacaklardan taslar düstü ve onarim 1987`ye kadar dek surdu.

1989`da yeniden saglamlastirildi.

1990`da Getty Vakfi'nin çalismaları baslatildi.Bu da Unesco ve Eski Mısır örgütü tarafindan yönetildi.



Eski Mısır'da Büyücülük


Eski Mısır'da son derece doğal olarak bilinen bir olguydu büyüler. Ancak yine de herkes buyu yapamazdi. Bu konuda özel yetenekleri olan Tanrılarla iletisim kurabilen kişiler büyü yapabiliyordu. Büyülerin kimi kötü yani kara büyü niteligindeydi kimisi koruma büyüsü kimisi ise buyu bozmaya yarayan büyülerdi.

Kara büyülerde genellikle büyü yapilmak istenen kişinin kendisine ait bir sey ele geçirilir ve bunun yardimiyla balmumundan yapilmis insan figürüne bakir sisler saplanirdi. Insan figürü büyü yapılan kişiyi simgelerdi. Balmumu eriyince kişi ölürdü.

Bu oldukça sevimsiz olaya karşın bundan korunmaya yarayan büyüler de vardı. Büyü yapılan kişi hastalandigi zaman tip konusunda oldukça ilerlemis olan Mısırlılar bunun büyü olduğuna karar verirlerdi ve bu çogunlukla dogru çikardi. En iyi rahipler ve büyücüler araciligiyla bir nevi ayinle kişi kurtarilmaya çalisilirdi. Bu her zaman istenildigi gibi sonuçlanmazdi. Hatta tarihte birçok firavunun çocuklarınin ve eslerinin büyü nedeniyle öldügünden bahsedilir.

Büyünün ilk örneği Tanrılar arasinda yaşanan savasta görülmüstür. Kizil saçli Seth kardesi Osiris'i 14 parçaya bölünce Osiris'in esi Isis onu tekrar hayata getirmek için Amon'un gizli adini kullanarak bir büyü yapmiştir. Osiris'in 13 parçasi Mısır’ın birçok yerinde bulunmus ancak sadece cinsel organi bulunamamisti. (bunu ise Timsah Tanrı Sobek'in yedigi düsünülmektedir.) 13 Parça olmasina ragmen Isis, Osiris'i hayata döndürmüstür.

Büyücü kimi zaman Tanrıyla bir olurdu. Tanrı'ya kendi kabul ettirir ve eğer Tanrı kabul ederse ona istediğini yaptırırdı. Bunun olmasi çok zor olmasina ragmen kimi büyücüler başarabilmiştir.

Mısır tarihinin her yönünde olduğu gibi bu da su anda bize oldukça ilginç ve garip ancak Mısırlılar için nefes almak kadar doğal bir seydi...

Eski Mısırlılarda Mumyalama


Krallar vadisi ile Deir El-Bahri arasında gizli bir dehlizde bulunan ve mezar soyguncularının elinden kurtarılarak 14 Temmuz 1881'de Luksor'dan gemiye bindirilen 40 firavun mumyasını taşıyan gemi,Kahire'ye doğru ilerlemekteydi.Nil kıyısındaki köylüler,3500 yıl önceleri ülkelerini Tanrısal güçlerle yöneten bu insanların hala varolan bedenlerine saygı duymuşlar,ilahiler okuyan kadınlar göğüslerini kumlarla ovalayıp,başlarına toprak atmışlar,erkeklerde havaya silah sıkmışlardı.






Mumyalama işlemi ölüyü öbür dünyadaki yaşamına hazırlamak için yapılan bir dizi törenden sadece başlangıç olanıdır.Bu işlem insanların yanı sıra boğa,timsah,kedi gibi hayvanlar içinde yapılmaktaydı.Arapça ve Farsça'da "Mumiya" doğada bulunan katran ve bunun karışımlarına denilir,ilaç oalrak da kullanılırdı.Gerçekte ölünün bedenini konserve edercesine korumak için yapılan "Tahnit" işleminde katranın kullanılması,onu mumya ile eş anlamlı yapmıştır.





Mumyalama işlevi şöyle gerçekleştirilirdi:



*

Önce ölü yıkanir. Burnundan sokulan aletlerle beyin boşaltılır.
*

Göz ve ağız boşukları,yağlı keten tamponlarla doldurulup göz kapakları kapatılırdı.
*

Rahip habeş denilen keskin bir opsidyenle vücüdun sol tarafını açarak,içindekileri tamamen boşaltır ve bunları "Kanopik" denilen çömlek ve vazoların içine koyardı.Boşalan karın kısmı ve kadınların göğüs içleri,hurma şarabı ve kokulu bitkilerle temizlendikten sonra, reçine, tarçın,soğan ve kokulu mir ile karıştırılmış ağaç talaşı,yerleştirilirdi.
*

Acılan yerler dikildikten sonra Mısırlılar'ın "Net-jeryt" denilen ve kahire yakınlarındaki bir vadide bulunan "Natron" tozu sodyum karbonat ve ya Sodyum Klorit (tuz) ile karıştırılan madde içinde 40 ve ya 70 gün(soylular için 272gün) bekletilirdi.Böylece vücuttaki nem absorbe edilir,organik yapı antiseptik korumaya alınırdı.Bir çeşit insan salamurası olan bu işlemin sonunda eller göğüste veya karın üzerinde birleştirilerek vücüt yatar durumuna getirilir ve kurutulurdu.

Tören soylular için sabahın erken saatlerinde başlar.Gri mavi yas elbiseleri giyinmiş,yüzlerini boya ve tozlarla kirletmiş "kites" denilen kiralık yas tutucu kadınlar ilahiler söylerlerdi.Kurban edilecek hayvanları taşıyan "Saptis" denilen hizmetkarlar bulunurdu.Ardından geleneksel keten robu üzerine panter ve leopar postu sarmış "Sem" denilen rahip,diğer "Ka" rahipleri ve ölü ailesinin yakınları olmak üzere hep birlikte Nil'in karşı kıyısındaki kaya mezarlarına gitmek üzere gemiye binerlerdi.Tüm ölü eşyaları ve adaklar mezara bırakılır,bölmeler ve giriş örülür,mühürlenir ve mezar girişi belli olmıycak bir şekilde kapatılırdı.Kral ve soylu mezarlarına bırakılan sunaklar için 114 bölümden oluşan törenler yapılmaktaydı.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Hitit İnanç Sistemi


Kültürlerin bir parçası olan din, tarihin her döneminde, insanoğlu için önemli bir yere sahip olmuştur. Hitit dini incelendiğinde, farklı etnik kökenlere ait birçok öğenin bir araya gelmesi ile oluşmuş bir kültür mozaiğiyle karşılaşılır. Hitit kültürünün bir parçası olan inanç sistemi de pek çok değişik öğenin birleşmesinden oluşmuştur. Hint-Avrupalı bir toplum olan Hititler kendilerine ait kültür öğelerinin yanı sıra tanıştıkları yeni kültürlerden, bünyelerine uygun gördükleri pek çok unsuru kabul etmişlerdir. Böylece dinsel görüşleri de ilkelden başlayarak gittikçe karmaşıklaşmış, Eski Hitit Dönemi’ne ait metinlerde geçen birkaç tanrıdan oluşan tanrılar topluluğu, İmparatorluk Dönemi’nde sayı olarak artmış ve bunun sonucu olarak tanrılar topluluğu oldukça kalabalık olan bir dine sahip olmuşlardır.



Çok tanrılı dinlerde sular, gökyüzü, toprak, ay, güneş gibi daha birçok unsur ilahlaştırılmıştır. Hitit inanç sisteminde de bunun gibi doğa unsurları ayrı ayrı tanrılar ile temsil edilmiştir; Güneş Tanrıçası, Gökyüzü/Fırtına Tanrısı, Kırların Koruyucu Tanrısı gibi. Bu noktada “Hitit dininin, başlangıçta bir doğa dini mi” olduğu sorusu akla gelmektedir.

Hitit tanrılarının isimleri Hattice, Hurrice, Sümerce olmasına karşın söz konusu tanrının işlevi ve niteliği değişmemektedir. Örnek vermek gerekirse, Hitit pantheonunun baş tanrısı olan Fırtına Tanrısı'nın Hattice adı Taru, Hurrice adı ise Tešup'tur. Hititler tanrıları ile nasıl bağlantı kuruyorlardı? Onların neler istediklerini nasıl bilebiliyorlardı ve kendilerini tanrılara nasıl ifade ediyorlardı? Semavi dinlere ve hatta Hinduizm'e baktığımızda, insanlara gönderilen bir kutsal kitap ve tanrı ile insan arasında bir köprü oluşturan peygamberlik kavramlarını görürüz. Hitit dininde ve hatta pek çok Anadolu ve Mezopotamya dinlerinde, böyle bir aracının olmadığı, ancak rahip ve rahibeler gibi din görevlileri dışında tanrılara yakınlığı ile bilinen kişiler olduğu, okunan çivi yazılı metinlerden anlaşılmaktadır. Bu noktadan hareketle, tanrıları ile yakınlaşacakları, onlara hizmet edecekleri, onlardan kendileri ve ülkeleri için isteklerde bulunacakları bir uygulamaya ihtiyaçları olduğunu düşünebiliriz. Herhalde, büyük bir itina ile düzenledikleri bayram törenleri, tanrılar ile iletişim konusunda önemli rol oynamaktaydı.



Hitit inancına göre, tanrılar tıpkı insanlar gibi yaşamakta, yiyip içmekte, aralarında kavga etmekte, birbirleri ile evlenmekte ve çocuk sahibi olmaktadırlar.Hititlerin tanrılarını kendileri gibi düşündüklerini en iyi biçimde Boğazköy (Hattuşa)’de yer alan Yazılıkaya açık hava tapınağında görmek mümkündür. Boğazkale’nin yaklaşık 2 km. kuzeydoğusunda kalker kaya sivrileri arasında yer alan iki doğal kaya odasını Hititler, kült törenlerini yerine getirmek için kullanmışlardı. Bu kutsal alanın kaya yüzeylerine usta bir işçilikle yapılmış sahnelerde yer alan tanrılardan; erkek tanrıların çoğu ucu sivri, konik biçimde ve boynuzlarla donatılmış bir külah giydikleri görülür. Külahlarında yer alan boynuz sayısının çokluğu tanrının rütbesinin yüksekliğini gösterir. Üzerlerinde beli kemerli kısa etek ve ayaklarında uçları yukarı doğru kıvrık ayakkabılar vardır. Tanrıçalar ise, başlarında şehir surunu andıran silindirik başlık ve üzerlerinde yerlere kadar uzanan beli kemerli ve pilili etek, bluz ve pelerin ile betimlenmişlerdir.

Tanrıları, beraberlerinde yer alan kutsal hayvanları, atribüleri ve hiyeroglif yazıtlar aracılığıyla tanıyabilmekteyiz. Anadolu’da Boğazköy dışında, imparatorluğun egemenlik alanını işaret eden bazı yerlere dönemin Hitit kralı tarafından yaptırılan kaya kabartmaları bulunmaktadır. Örneğin; Adana’da Sirkeli anıtı, Kayseri’de Fraktin kabartması ve Konya’da Hatip anıtı gibi. Bunların üzerinde yer alan kral, kraliçe ya da tanrı betimleri ile beraber görülen hiyeroglif yazıtlar, kaya anıtının kesin tarihini ve dolayısıyla kabartmada betimlenen kral ya da kraliçenin kimliklerinin belirlenebilmesi açısından son derece önemlidir.




Hitit inancına göre insan gibi düşünülen tanrıların bir de yaşadıkları evleri olmalıydı. Hitit metinlerinde Ékarimmi-/ Ékarimna- ve Sümerce’den alınan É. DINGIR, “tapınak” kelimesi için kullanılmaktaydı.Halka açık bir tapınma yeri olmayan tapınak yapılarının özel bir odasında, tanrıyı simgeleyen bir de heykel bulunmaktaydı. Bu heykel her gün belirli bir törenle temizlenmekte ve tanrıya sunulmak üzere, onu temsil eden heykelinin önüne, kurbanlar konulmaktaydı.

Hitit Tanrıları

Hattili Tanrılar

Fırtına Tanrısı & Güneş Tanrıçası/Arinna’nın Güneş Tanrıçası: Taru & Wuruşema (Hitit pantheonun baş tanrı çifti) Oğulları: Telipinu (tarımla uğraşan, tahılların büyümesini sağlayan ve bereketliliği temsil eden tanrı) ve karısı Hatepinu, Nerik kentinin Fırtına Tanrısı ve Zippalanda kentinin Fırtına Tanrısı Kızları: Mezulla Torunları: Zintuhi
Yeraltı Tanrıları: Lelwani, İşduştaya, Papaya
Savaş ve Salgın Hastalıklar ile Veba Tanrısı: Şulinkatte
Savaş Tanrısı: Wurunkatte
Büyü ile ilgili tanrıça: Katahzipuri

Hurrili Tanrılar
Fırtına Tanrısı & Güneş Tanrıçası: Tešup & Hepat Oğlu: Šarruma
Çift cinsiyetli tanrıça: Šaušga (Koruyucu tanrıça işlevinde gördüğümüz Šaušga, bazı kaynaklarda sağ elinde bir kap tutan kanatlı kadın bazı kaynaklarda ise sağ elinde balta tutan bir erkek olarak görülür)





Hitit Tanrıları
İlk Hitit belgelerinden biri olan Anitta metninde “bizim tanrımız” olarak bahsedilen tanrı Šiu, daha sonra Hititçe metinlerde genel olarak “tanrı” anlamına gelen bir kelime olarak kullanılmıştır.
Işık Tanrısı: Šiu
Tahıl ve Hububat Tanrısı: Halki
At üzerindeki Tanrı: Pirwa
Tanrılaştırılmış Gün: Šiwat
Tanrılaştırılmış Gece: İšpant

Hint Tanrıları
İndra, Mitra, Varuna, Nasatya.

Luwi Tanrıları
Çoğunlukla başkent Hattuşa dışındaki Hitit merkezlerinde tapınım görürlerdi. Adları çoğunlukla sihirle ilgili törensel eylemlerde geçerdi.


Personel ve Yönetmelik


Hititlerin yaşamlarında oldukça önemli bir yere sahip olduğu anlaşılan bu “bin tanrılı” dinin icrasında, ne denli büyük bir organizasyonun gerektiğini düşünebiliriz. Çünkü dinsel faaliyetler içinde daha önce belirttiğimiz bayram törenleri dışında; kehanet, fal, dua, ölü gömme merasimleri gibi daha birçok işlevin eksiksiz ve doğru bir şekilde yerine getirilmesi gerekmektedir.



Tapınakların ekonomik gücünü sağlayan tarım işçilerinin, sanatkârların; rahip ve rahibelerin; tanrılara törenler sırasında sunulan tüm yiyecek ve içeceklerden sorumlu olan mutfak çalışanlarının görevlerini aksatmaları, ülkeyi tehlikeli bir duruma sokabilirdi. Çünkü, Hitit inancına göre tanrılara hizmet ederken yapılabilecek bir hata tanrıların öfkelenmesine neden olabilir ve bunun sonucunda da ülke zarar görebilirdi. Bu nedenle, tüm tapınak görevlilerinin hizmet, temizlik, güvenlik gibi konularda çalışma talimatlarını içeren enstrüksiyon metinleri hazırlanmıştır.

Bayramlar

Hitit dininin uygulama alanlarından bir olan “Bayramlar” da değişik etnik kökenlere ait unsurları birleştirmiş ve Hititler tarafından tabletlere ayrıntılı bir şekildekaydedilmiştir. Bu yönü ile bayram metinlerini, törenlerin nasıl yapılması gerektiğini gösteren birer enstrüksiyon metni olarak da tanımlayabiliriz.



Belli bir takvime bağlı olarak, yılın değişik dönemlerinde düzenli bir şekilde icra edilen ve büyük hazırlıklar sonucu gerçekleştirilen bayramlar, bolluk ve bereket, verimli yağmurlar, bol mahsul, hayvanların çoğalması, kralın gücünün artması, dinsel temizliğin sağlanması için, tanrıları memnun edecek dinsel törenlerdir. Tanrılara yiyecek ve içecek vermek, onlara kurbanlar sunmak, dinin gerektirdiği gündelik işlerdendi. Bayramlar ise, bunun daha yüksek düzeyde, daha kalabalık bir toplulukla ve daha zengin malzemeyle yapılması demektir.



Ancak Hititler’deki bayram anlayışı ile günümüz bayram kavramı birbirine karıştırılmamalıdır. Hepsi belli bir amaç doğrultusunda ve törensel bir hava içerisinde yapılan bayramlarda uygulanan danslar, müzik icrası, bazı oyunlar ile ziyafetler oldukça neşeli görünmektedir. Bununla beraber, bazı bayramlar daha sade kurban ritüellerini içeren seremoniler halindedir.

Bayram kelimesi tek bir kutlamayı çağrıştırıyor olsa da, Hitit bayramlarının bazılarının kutlanması bir günde tamamlanmaz; içerisinde bir kaç gün süren, çeşitli kentlerde icra edilen ve hatta bir ayı aşan kutlamaların yapıldığı bayramlar vardır.




------------------------------------------------------



Urartular’da Din


Başkent Tuşpa (Van) olan Urartu Devleti; en güçlü döneminde günümüzdeki Doğu Anadolu, Kuzeybatı İran, Irak'ın küçük bir bölümü ile Ermenistan'ın güneyine egemendi. Sınırları kuzeyde Erzurum-Kars-Ardahan yaylası, güneyde Toroslar, doğuda Urmiye Gölü havzası, batıda Fırat Nehri (şimdiki Karakaya baraj alanı) olarak çizilebilir. Urartu döneminde kuzeyde Diauehi, Qulha, Tariu ülkeleri ile bozkırlı Isqugulu toplumları, batıda Hatti (Melitea, Qumaha ve Tabal), güneyde Assur güneydoğuda Mana ve Parşua ülkeleri bulunmaktaydı.



Urartu adına Assur yazıtlarında ilk kez Uruatri biçiminde M.Ö.XIII.yy rastlanmaktadır. M.Ö. XIII yy ile IX. yy arasında Uruatri ve Nairi toplulukları Doğu Anadolu'da beylik ve aşiretler halinde yaşamışlardır.

Bölgede Urartularda Krallık M.Ö. IX. yy ortasında I. Sarduri ile ilan edilir. İlk Urartu yazıtı ve Van Kalesi'ndeki ilk anıtsal mimari bu krala aittir. Uratu Krallığı ;M.Ö. 7. yy'daki en güçlü krallarındandan biri olan II. Rusa'dan sonra ise gittikçe zayıflamış ve M.Ö. VI. yy başlarında tarih sahnesinden çekilmiştir



Urartular’da Din ve Tanrılar

Van/ Meher Kapı anıtındaki yazıta göre, Urartu'da adlarına belirli dönemlerde kurban kesilen ve ilk üç sırayı Haldi, Teişeba ve Şivini’nin paylaştığı 79 tanrı, tanrıça, tanrısal özellik bulunmaktadır.Haldi ;(Eşi Bagbartu/ Bagmaştu/ Arubani) Urartuların baş tanrısı idi. Haldi, Assur yazıtlarında XIII.yy'dan itibaren rastlanan bir isim idi. En büyük tapınağı Muşaşir'de idi. Teişeba (Fırtına T) Hurri kökenlidir ve Hititlerde Teşup ile aynı tanrı olmalıdır. Şivini de (Güneş T) Hurri kökenlidir. Hititlerdeki Şimegi'nin karşılığıdır.

Urartular Anzaf, Çavuştepe, Ayanıs ve Toprakkale gibi büyük merkezlerde tanrıları için kule tipi tapınaklar ve Meherkapı gibi açık alanlardaki kayalara kapı görünümlü kutsal nişler yapmışlardı



Ölü Gömme

Urartu'da yakarak veya yakmadan gömü yapılmaktaydı. Yönetici kesim ve olasılıkla aileleri büyük kale ve merkezlerin yakınındaki çok odalı kaya mezarlarına birlikte, diğerleri ise olasılıkla sosyal statülerine göre toprak altına inşa edilen oda mezarlara, basit toprak mezarlara veya yakılarak urne adı verilen küplere gömülmekteydiler. Merkezde Van Kalesi, batıda Palu, Mazgirt, Altıntepe'de, kuzeyde Aras Nehri'nin güney bölgesinde, doğuda Sangar (İran'da Bastam'ın kuzeyi) gibi önemli merkezlerin yakınında çok odalı kaya mezarları bulunmaktadır. Dilkaya, Karagündüz ve Yoncatepe'de ise soyulmadan günümüze ulaşmış, içinde birden çok gömü bulunan yeraltı oda mezarları incelenmiştir.




-------------------------------------------------------


Helen ( Eski Yunan ) Dini






Eski Yunan 'da kaynağınıAnadolu , Girit ve Mezopotomya'dan alan, tanrıların çoğu doğu kökenli olan çok tanrılı bir din anlayışı vardı. Yunan dininin oluşmasında destanların önemli rolü olmuştur. Hatta destanları yazan şairler bu dini şekillendirmişlerdir. Çünkü Yunan şairleri destanlarla birlikte eski Aka , Dor ve Anadolu tanrılarının kendi tanrılar dünyasına katmışlar, Bu tanrıların ad görev ve nüfuz alanlarını belirlemişler bu tanrıları insan biçiminde düşünüp göstermişlerdir. Buna göre bir kısmı erkek bir kısmı dişi olan bu tanrılar insanlar gibi evlenen yiyip-içen ,çoluk - çocuk sahibi ve iyi - kötü olan ; ama insanlardan daha güçlü, güzel ve ölümsüz varlıklardı. Ölümsüzlükleri ise nektar adlı hayat suyunu içiyor olmalarından geliyordu.

Eski Yunanistan daki devlet örgütlenmesi anlayışı dine de yansımıştır. Yunan asillerin kralın etrafında toplanması gibi tanrıların da baş tanrı Zevs ( Zeus) in etrafında toplanarak Yunanistan'ın en yüksek dağı Olimpos ' da oturduklarına inanılıyordu. Başta gelen üç büyük tanrı olan tanrılar kıralı Zevs, denizler tanrısı Poseidon ve yer altı ve ölüm tanrısı Hades kardeştiler. Baş tanrı Zevs ; tanrıların ve insanların babası olan gök tanrısı idi. Karısı Hera ; kadınların koruyucu olan, kadınlara evlenme ve doğum gibi konularda yardım eden bir tanrıça idi. Güneş tanrısı Apollon , kasırga, ateş ve savaş tanrısı Ares , rüzgar tanrısı Artemis , aynı zamanda bu iki baş tanrının çocukları idi. Bu tanrıların dışında zeka ve savaş tanrıçası Demetir , şarap ve eğlence tanrısı Diyonisos da önemli tanrılardı. Deniz köpüğünden olduğuna inanılan güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit doğu dünyasından gelme bir tanrıça idi. Büyük tanrıların dışında bir de yarı - tanrılar vardı. Şehrin kurucusu ve eski kahramanlara yarı-tanrı gözüyle bakılırdı. Eski Yunan inanışlarına göre bunlar; genellikle bir tanrı ile bir insanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş kimselerdi ( Herkül / Herakles , Aşil vb.) ve Yunan kralları soylarını bu yarı tanrılardan birine bağlamaya önem verirlerdi.




Eski Yunanlılar tanrılarına kendi anlayışlarına göre ve istedikleri gibi ibadet ederlerdi. Yunanlılar tanrılarını memnun etmek ve kötülüklerden korunmak için onlara ibadet ederler , kurban keserler, istediği yerde ve biçimde bunu yapabilirlerdi. Sadece büyük tanrılar şerefine belli zamanlarda toplu oyunlar ve şenlikler düzenlenirdi. Bunun dışındaki en belirgin ibadet şekli saçı saçmak ve kurbandı. Tapınaklar ibadet yeri değildi ; buralarda sadece tanrı heykelleri ve tanrılarla ilgili kutsal eşyalar saklanır önünde de dini törenler yapılırdı.

Yunanlılar ayrıca bayramlarda ve dini törenlerinde tanrıları şerefine araba yarışı ve spor karşılaşmalarıda düzenlerlerdi. Bu yarışmaların en büyüğü baş tanrı Zevs - Zeus şerefine Olimpos dağı eteklerinde dört yılda bir düzenlenen ve ilki M.Ö. 776 da yapılan Olimpiyat Oyunları idi. Altı gün boyunca süren bu dini nitelikli spor yarışlarına çıplak olarak katılan gençler çeşitli dallarda yarışırlar birinci gelenin başına bir çelenk konur ve heykelinin yapılmasına izin verilir ve ülkesinde törenlerle karşılanır ve saygınlık kazanırdı.




Bu fon üzerinde gelişen Eski Yunan Dini'nin Özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür

1 ) Bu dinde , din adamları sınıfı yoktur. Tanrıların eşyalarına ve heykellerine bakan rahipler birer devlet memuru olup doğu toplumlarındaki gibi ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmuyorlardı.

2) Bu dinde bireyin giderek kişiler karşısında da alçalma duygusunu geliştiren (etek öpme , el bağlama gibi) tanrılar karşısında alçalma anlayışı yoktur.

3) Bu dinde soru sormaksızın, tartışmaksızın, akıl yoluyla değil iman yoluyla inanılan dogmalar yoktur. Doğmaya karşı çıkılamadığı için düşünce bu noktada sınırlanmaktadır. Dolayısıyla bilim ve felsefe ile din çatışır. İşte dogmatik din anlayışının olmaması eski Yunan da bilim ve felsefenin daha kolay gelişmesine yardımcı olmuştur.

4) Dini yayma çabası, dini propaganda ve din uğruna fedakarlık yoktur.




5) kutsal kitabı yoktur. Bu da temel bir çerçevenin olmamasına, dolayısıyla da dinsel yapıya ilişkin tüm düşüncelere açık olmasına ve onlardan etkilenmesine yol açmıştır.

6)Bugün ki anlamda günah kavramı yoktur. Sadece kusur işlemek söz konusudur.

Eski Yunanistan da tek tanrı / vahdet inancı bazı aydınların kafasında yer edinip kabul görmekle birlikte halk arasında bu görüş yayılmadı.Zaman zaman bazı din devrimcileri, yeni inanç biçimleri (örneğin Hint inancından esinlenen Orfeus gibi ) ortaya attılarsa da fazla itibar görmemiştir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Etrüksler






Roma tarihinin en gizemli halklı hiç kuşkusuz Etrüsklerdi. Etrüsklerin tarihi ile ilgili onlar tarafından yazılan metinlerin olmayışı ve Roma döneminde yazılanların da çoğunun kaybolmuş olması Etrüskler hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmamızı engellemektir.

Aslında Etrüsklerle ilgili gizem daha Etrüsklerin adından başlıyor . Etrüsklerin kendilerine “Rasena ” demelerine rağmen Romalılar onları “ Tusci “ ya da “Etrusci” , Grekler de “ Tyrhennes “ diye adlandırıyorlar.

Etrüsklerin yaşadığı ve Etruria adı verilen bölge Orta İtalya’da kuzeyden güneye 250 km. , Doğuda batıya da 150 km tutan bir yerdi.


Etruria Bölgesi


Etrüsklerin buraya nereden gelip yerleştikleri bilinmiyor. Bu konuda değişik varsayımlar var . En çok kabul gören görüş Etrüsklerin buraya sonradan yerleştikleri. Fakat Etrüsklerin nereden geldikleri konusunda bugüne kadar fikir birliğine varılabilmiş değil. Bu konuda ilk fikir beyan edenlerden biri de Herodotos’tur ve Etrüsklerin aslında kıtlıktan kaçıp yeni yerler bulmak üzere Etruria’ya göç eden Lydia’lılar olduklarını söyler :

“ Kendileri anlatırlar ki , bugün gerek kendi ülkelerinde , gerekse de Yunanlılarda oynanan oyunları türetenler de kendileridir ve bu Etruria’nın koloni haline getirildiği zamana rastlar ; bakınız ne anlatıyorlar bu konuda . Manes oğlu Atys zamanında kıyıcı bir kıtlık sarmıştı bütün Lydia’yı . Bir süre dişlerini sıktılar Lydia’lılar , sonra kıtlık sürüp gittiği için , çareler aradılar , her biri kendince bir çare sürdüler ileriye . Bu oyunlar , zar , aşık (kemiği) ve top oyunları ,tavladan gayri , hepsi o zaman ortaya çıkmıştır; zira Lydia’lılar tavlayı biz bulduk demiyorlar. Bunları bulduktan sonra bakınız ne yapıyorlardı açlıklarını bastırmak için ; yiyecek peşinde koşmayı unutmak için , iki günün birini oyuna veriyorlardı; ertesi gün oyunu bırakıp yemek yiyorlardı. On sekiz yıl boyunca böyle yaşadılar. Ama kötülük , azalacağı yerde kırımını büsbütün arttırınca kral Lydia’lıları ikiye ayırdı , ‘ Kim kalacak , kim gidecek kur’a çekilsin’ dedi , kaderin kalmak üzere ayırdıkları gene kendi hükmü altında bulunacaktı. göç edecek olanlara da oğlunu veriyordu kral olarak , ki adı Tyrsenos’du. Böylece ülkeden çıkmak için üzere ayrılmış olanlar İzmir’e indiler , orada gemiler edindiler , işlerine yarayacak şeyleri yüklediler , bir yurt ve yaşama çaresi peşinde kıyı kıyı dolanıp sonunda Umbria’ya yanaştıkları güne kadar denizlerde gezdiler ; orada kentler kurdular ve torunları bugün de orada oturmaktadırlar. Lydia’lı adını değiştirdiler, kendilerini yola çıkaran kral adını aldılar ; yeni adları olan Tyrsen’ler sözünü onun adına göre üretmişlerdir.“ ( I , 94 )

Herodotos bunları MÖ beşinci yüzyılda yazmıştır. Ondan sonra gelenler için de de bu görüşü benimseyenler çoğunluktadır. Aslında günümüzde de Etrüskler’in Anadolu’dan göçtükleri tezi çok yandaş toplamaktadır. Etrüsklerin Anadolu’dan göçtükleri tezini savunanların gösterdikleri en önemli kanıt Lemnos ( Limni ) mezar stelidir. Etrüsklerin göçünün Herodotos’un anlattığı gibi olduğunu kabul edersek , aynı kavimden başka toplulukların da Anadolu’da kaldığını da kabul etmemiz gerekir. ( Bunların mutlaka Lydia’lılar olması gerekmez.) Antik kaynaklarda adı geçen Tyrrhen’lerin bu geride kalan topluluk olduğu düşünülmektedir. Tyrrhen’ler Lemnos Adası’nı da zaptetmişlerdir. 1885 yılında Limni adasında , Kaminia köyünde bulunan bir mezar steli bir anda dikkatleri bu teoriye çekmiştir. Stelin üzerinde bir savaşçı resmi ile Etrüsk yazısına çok benzeyen bir yazı bulunuyordu. Bu stel MÖ yedinci yüzyıla tarihleniyordu ve adanın Atina’lılar tarafından MÖ 510 senesindeki zaptından çok önce idi.

Bunun dışında Etrüskler’in ölü gömme adetleri (Örneğin ahşap odalar) , toplumsal hayatları (Örneğin kadına verdikleri önem) ve sanatları Anadolu’daki başka toplulukları hatırlatmaktadır.

Etrüsklerin Kuzey’den geldikleri , Hint-Avrupa’lı bir kavim oldukları yolunda teoriler de olmasına rağmen çok fazla yandaş bulamamışlardır.

Etrüskler hakkında bir ilginç tez de Etrüsklerin Türk oldukları yolundadır. Atatürk’ün tarih tezi doğrultusunda Etrüsklerin de Etiler ve Sümerler gibi Türk kökenli olduklarına inanılmıştır. Atatürk’ün nezaretinde yazılan “Türk Tarihinin Ana Hatları “ adlı kitapta bu konuya da değinilir :

“ Özet şudur : Etrüskler , Türsenler , Türkalar Ege adalarında , Anadolu’da önceden oturmuş kavimlerdir. Bunlara Akalar , Ekeler , Etiler denildiğini biliyoruz.”

ETRÜSK TARİHİNİN ANA HATLARI

Etrüskler’in tarihine başlarken ilk söylenecek kuşkusuz Etrüskler’in Roma’dan dört asır önce İtalya birliğini sağlamaya çalıştıklarıdır.

MÖ. Sekizinci yüzyılda İtalya’nın güney kıyıları Grek tüccarlar tarafından iskan edilmişti. Grekler MÖ 750’de Cumae ‘yi kurarak kolonileşmeye buradan başlamışlardı. İtalya’nın kalan kısımlarında ise daha ilkel bir kültür vardı ve halk tarım ve hayvancılıkla geçiniyordu. Etruria diye anılacak topraklar üzerinde ise Villanova kültürü sürmekteydi.



MÖ 700 yılı civarında Etruria şaşılacak bir gelişme göstermiş ve yüksek bir uygarlık düzeyine varmıştır. Etrüskler bu devirde Doğu ülkeleri ve Yunanistan ile büyük bir ticaret hacmine ulaşmışlardı. Etruria hammadde ve gıda maddesi ihraç edip işlenmiş ürünler ve lüks eşyaları alıyordu. Yapılan kazılarda da Etruria’da Yunan ve Doğu kökenli bir çok eşya bulunmuştur. Grek kolonileri ile ticaretin büyük bölümü deniz yolundan oluyordu, çünkü kara yolu Latin kabileleri tarafından kapatılmıştı. Bunun sonucu olarak Etrüskler denizde oldukça kuvvetlenmişlerdi.

MÖ Yedinci yüzyıla tarihlenen tümülüslerden çıkan eserler Etrüsklerin bu çağda büyük bir zenginlik içinde olduklarını ve uygarlık ve sanatta ilerlediklerini göstermektedir. Ayrıca buralarda Suriye , Urartu , Kıbrıs ve Grek kökenli eşyalar bulunması da Etrüsklerin bu devirlerde diğer ülkelerle olan ilişkilerini göstermektedir.

Etrüskler artık İtalya’da yayılma siyasetine de girişmişlerdi. Etrüskler ilk önceleri on iki şehir devletinden oluşan bir konfederasyon oluşturarak birleşmişlerdi.Adı geçen bu ilk şehir devletleri Arretium , Caere , Clusium , Cortona , Perusia , Populonio , Rusellae , Tarquinii , Vetulonia , Volaterra , Volcii ve Valsinii ‘dir. Daha önceleri Falerii ve Veii şehirlerinin de bu birliğe dahil oldukları tahmin edilmektedir.

MÖ Yedinci yüzyılın ikinci yarısında ise Etrüskler bölgede birlik sağlayıp Roma’ya kadar ulaşmışlardı. MÖ 616 yılında ise Etrüsk kökenli Tarquin sülalesi Roma’da yönetimi ele geçirmişti. Bu durum Roma’da Cumhuriyet’in kuruluşuna , yani MÖ 510 senesine kadar devam edecekti.

MÖ. Altıncı yüzyılda ise Etrüskler bölgede büyük bir güç oluşturmuşlardı. Roma yazarları da Etrüsklerin parlak zamanlarını tanırlar . Titus Livius Etruria için “ Tanta opibus Etruria erat ut jam non terras solum sed mare etiam per totam Italiæ longitidunem ab Alpibus ad fretum siculum fama nominis sui implisset / Etruria o kadar kudretli idi ki , yalnız karada değil denizde de , Alpler’den Messina Boğazına kadar , bütün İtalya boyunca şöhreti yayılmıştı. “ diye yazmıştır.( Ab Urbe Condita I , 2)

Bu dönemler İtalya’da ve Roma’da Grek etkisinin en yoğun olduğu dönemlerdir. İşte bu dönemde Grek kültürü bölgeye tam olarak nüfuz edebilmiştir.

MÖ 550 yılı civarında Roma büyük bir Etrüsk şehri görünümünü almıştı . Arkeolojik veriler de bunu desteklemektedir. Bu dönem Roma sanatı Toscanyalı bir karakter almıştı ve yazıtlardan anlaşıldığı kadarı ile Latince’nin yanında Etrüsk dili de konuşuluyordu. Capitol’deki tapınak ise Etrüsk karakterinde idi. Şehir büyük bir refaha kavuşmuştu. Mezarlardan çıkan altın , gümüş , fildişi eserler , bulunan Grek eserleri , şehirciliğin , özellikle de lağım sisteminin gelişmiş olması bunun göstergelerindendir.

Etrüsklerin bu yayılma siyaseti kaçınılmaz olarak Grekler’le karşı karşıya gelmelerine neden oldu. Aslında Etrüskler daha önce Korsika kıyılarında Grekler’le çatışmışlardı ve yeni bir savaş kaçınılmazdı.

MÖ 565 senesinde , Korsika’nın doğusunda , Etruria’nın tam karşısında Alalia şehri kurulmuştu. MÖ 545 senesinde ise Pers akınlarına dayanamayarak buraya kaçan Foçalılar Etruria için tehlike oluşturuyordu. Etrüskler bunun üzerine Grek yayılmasından endişe duyan Kartaca ile ittifak kurdular. Aristo Politika adlı eserinde buna değinmektedir. ( III , 9 , 36 ) :

“ Devlet , bir karşılıklı koruma sözleşmesinden ya da mal ve hizmetleri değiş tokuş etmek için yapılan bir anlaşmadan da fazla bir şeydir ; çünkü öyle olsaydı, Etrüskler , Kartacalılar ve birbirlerine sözleşmeden kaynak olan yükümlülüklerle bağlı bulunan ötekileri tek bir devletin yurttaşlar saymak gerekirdi . Elbette bunların arasında ticaret anlaşmaları , saldırmazlık sözleşmeleri , ve bağlaşmalarını tanımlayan yazılı belgeler vardır . Fakat bu tek bir devlet , tek bir yurttaşlıktan çok farklıdır.”

Kaçınılmaz savaş MÖ 540 senesinde Alaia’da patlak verdi. Herodotos bu savaşı ve öncesini şöyle anlatır:

“[ Phokaia’lılar ] ( Foça’lılar ) Kyrnos’a ( Korsika’ya ) vardıkları zaman beş yıl , oraya ilk olarak yerleşmiş olan kolonlarla ortak yaşadılar , tapınaklar kurdular. Bütün çevrede çapul yaptıkları için , Etrüsk’ler ve Kartaca’lılar aralarında anlaşarak , bunlara karşı yürüdüler. Bir deniz savaşı oldu; bu Phokaia’lılar için bir çeşit Kadmos yenilgisiydi, zira gemilerinin kırk tanesi batmış, kalan yirmisinin de mahmuzları kırılmış, işe yarar hali kalmamıştı. Alalia’ya dönerek kadınlarını ve çocuklarını aldılar, eşyalarından gemiye yüklenecek ne varsa hepsini yüklediler, sonra Kyrnos’u bırakarak Rhegium’a gittiler. “ ( I , 166 )

Savaş Etruria - Kartaca ittifakının zaferi ile bitmişti. Fakat Etruria bu zaferden Kartaca kadar yararlanmasını bilemedi, bundan yararlanan Kartaca oldu . Böylece Etrüsler’in denizdeki hareket sahaları güneyde Yunanlılar doğuda Kartacalılar tarafından kısıtlanmış oldu.

MÖ Altıncı yüzyıl boyunca Etrüsk yayılması kuzeye doğru da gerçekleşti. Kuzeyde daha Villanova kültürünü yaşayan halklar bulunmaktaydı. Buralarda yapılan kazılar , bu yayılmadan sonraki Etrüsk etkisini açıkça göstermektedir. Bunun sonuçlarından biri de kuzeydeki verimli topraklar sayesinde Etruria tarım ürünleri deposu haline geldi. Kuzeye doğru ticarette çok gelişmişti. Kelt ülkelerinde yapılan kazılarda Etrüsk ve İtalya kökenli eşyaların çıkması bu ticaretin ne kadar geliştiğini göstermektedir.

Bu yüzyılın sonunda Etruria gücünün doruğuna ulaşmıştı . Etrüsk hanedanının Roma’dan kovulması da bu zamana rastlar. Titus Livius bu olayı şöyle anlatır :

Roma Etrüsk hanedanından kurtulduktan sonra saldırıya da geçmeye başlar. MÖ 496 da Latium bölgesinde hegemonya sağladıktan sonra MÖ 485 - 474 seneleri arasında Veies ile savaşır. MÖ 474 ‘te üstünlük Roma’ya geçmiştir.

Aynı yıl Etrüsk donanması Cumae’de büyük bir bozguna uğrar . Sicilya’lıların da yardımı ile Cumae’liler Etrüsk donanmasını yok ederler. Roma’nın kaybı ile karayolunu kaybeden Etrüskler’in donmanın kaybı ile de güneye ulaşmaları iyice olanaksızlaşır. Bu arada Pers baskısı İtalya’daki Grek ticaretinin gerilemesine de yol açmaya başlamıştır. Bunun sonucu olarak bu döneme ait mezarlarda Grek eserleri oldukça azalmıştır. Etruria artık giderek fakirleşerek içine kapanmaya başlamıştır. Samnitler’in istilaları ise Etrüskler’i iyice zayıflatır.

Roma - Veies savaşı MÖ 438’de yeniden başlar ve MÖ 395 de Roma’nın kesin Zaferi ile noktalanır . Bundan sonra Roma Etruria topraklarında ilerlemeye başlayacaktır.

Bu arada Etrüskler için yeni bir tehlike doğmuştur ; bu Kuzeyden gelen Keltlerdir. Keltler’in savaş biçimlerine alışkın olmayan Etrüskler topraklarını Keltler’e kaptırmaya başlarlar. MÖ 350’de Mediolanum ( Milano ) bir Kelt şehri olarak kurulur.

Keltler MÖ 390’da Capitol’e kadar ulaşmışlardır. Kuzeyde Keltler , güneyde de Romalılar arasında kalan Etrüskler , Roma’nın Kelt istilaları altında zayıflamasını fırsat bilerek son bir çaba da bulundularsa da başarılı olamazlar.

MÖ dördüncü yüzyılın ortalarında Etrüsk İmparatorluğu artık bir hatıra olmuştur. Etrüskler iyice sıkışıp güçlerini kaybetmişlerdir. MÖ 293 yılında Keltler’in Roma tarafından bozguna uğrayıp İtalya’yı terketmesi ile bölge Roma’ya kalmıştır. Bir birlik sağlayamayan Etrüsk toplulukları ise Roma önünde düşmeye başlar. MÖ 280’de son Etrüsk toplulukları olan Vulci ve Volsini’lerin bozgunu ile Etruria tarihten silinir. Buna rağmen Etrüsk halkı varlığını daha uzun seneler sürdürecektir.

Romalılar Etrüsk halkını da Romalılaştırmaya başlar. Eski Etruria’dan Via Aurelia, Via Clodia , Via Cassia gibi önemli yollar geçmeye başlar. Etrüskler Roma hakimiyeti altında sakin yaşamaya başlarlar.

MÖ 91 senesinde Roma lejyonları yanında yer alan Toscanlar Lex Julia ile şehir olma hakkını kazanırlar . Marius ile Sylla arasındakiş iç savaşta ise Etrüsk şehirleri Marius’un tarafını tutarlar. Sylla’nın kazanması ile Etrüsk şehirleri şiddetli bir şekilde cezalandırılırlar.

Artık Etrüsk kültürü de silinmeye başlamıştır. Hristiyanlığın ilk zamanlarında bölgede Etrüsk dili yerini tamamen Latince’ye bırakmıştır. Ve böylece Etrüskler tarih sahnesinden çekilirler.

ETRÜSKLERİN İNANÇLARI

Din Etrüskler’in hayatında büyük bir yer tutmakta idi . Titus Livius onlar için “Gens eo magis dedita religionibus quod excelleret arte colendi eas “ demektedir.

Etrüsklerin inançları , doğal olarak dillerine oranla daha iyi bilinmektedir. Latin yazarları onların dini hakkında yeterli olmasa da bilgi aktarmışlardır. Etrüsklerin dini “vahiy edilmiş” bir din idi . Latin yazarları bu yönde bilgiler vermişlerdir.

De Divinatione adlı eserinde Çiçero bunu ilginç bir şekilde anlatır : Çok eski zamanlarda ( Diğer yazarlar Tarquinia’nın kurucusu Tarchon zamanı diye belirtirler.) bir köylü ( belki de Tarchon’un kendisi ) toprağı sürerken topraktan bir çocuk fırlar. Tages adındaki bu yaratık çocuk görüntüsünde olmasına rağmen kendinde bir yaşlı adama yakışan bir bilgelik vardır. Etruria’nın her yerinden toplanırlar ve Tages de Etrüskler’e Haruspici ( Kurbanın karaciğerine bakarak fal ) sanatını ve dinin esaslarını açıklar . ( Tages quidam dicitur in agro Tarquiniensi cum terra araretur et sulcus altius erat impressus , exstitisse repente et eum affratus esse qui arabat . Is autem Tages , ut in libris est Etruscorum , puerili specie dicitur visus sed senili fuisse prudentia … Tum illum plura locutum multis audientibus qui omnia ejus verba exceperint litterisque mandaverint…De Divinatione II,23 )

Bu efsanede dikkat çekici yönlerden biri de Tages’in anlattıklarını dinlemek için Etruria’nın her yerinden gelip toplanmalarıdır. Burada bu dinin Etrüskler arasında bağlayıcı olduğunu ve “ milli “ bir din olduğunu görüyoruz.

Başka yazarlar göre bu “vahiy”in bir bölümü bir peri olan Vegoia ( ya da Begoe ) tarafından Etrüskler’e bildirilmiştir. Bu peri ayrıca yıldırımları de yorumlamayı öğretmiştir. Bu bilgileri kapsayan Libri Vegonici Augustus zamanından itibaren Palatin’deki Apollon tapınağında saklanmıştır.

Etrüskler’in kutsal kitapları bunlarla da bitmemektedir. Etrüskler’in din esaslarını içeren kitapları üç başlık altındadır :

Libri Haruspicini kurbanın ciğerine bakarak kehanette bulunma sanatını anlatır.



Libri Fulgurales yıldırımları yorumlamayı öğretir. Etrüskler’de on bir çeşit yıldırım vardır ve sadece dokuz tanrı yıldırım atabilir. Bunlardan sadece Jupiter-Tania üç çeşit yıldırım gönderebilirdi. Etrüskler yıldırımları inceleyebilmek için gökyüzünü on altı bölüme ayırmışlardı ve gözlemlerini buna göre yapıyorlardı. Her bölüm bir ya da bir kaç tanrıya aitti . Böylece yıldırımı hangi tanrının gönderdiğini anlayabiliyorlardı. ( Aynı şekilde Babilliler de gökyüzünü dört bölüme ayırmışlardı.)

Libri Rituales ise çok daha geniş kapsamlı idi . dini esasların yanında devletlerin bireyler gibi yaşamı , şehirlerin ve tapınakların kurulması , ordu ve devlet düzeni gibi konuları da içeriyordu. Ritüel kitapları arasına Mısır’ın Ölüler Kitabı’na benzeyen Libri Acheruntici’yi ve mucizelerden söz eden Ostentaria ‘yı da katabiliriz.

Etrüsk dininin özelliklerinden biri de sadece rahiplerin tekelinde olması idi. Rahipler soylu ailelerden seçilir ve toplumda etkili olurlardı .Bütün bu kitaplara rağmen unutulmaması gereken bir nokta da Etrüsk dininin sözlü olarak aktarılması ve inisyatik bir karakteri olmasıdır. Bu kitapların MÖ. 1inci yüzyılda yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Nigidius Figulus ve Tarquitus bunları Latince’ye tercüme etmişlerdir.

Etrüsk tanrıları da Roma inançlarına geçmişlerdir. Ancak belge eksikliğini ve Grek etkisini de hesaba katarsak Etrüsk panteonunu tam olarak belirlemek çok zordur.

Panteonda en önemli yerlerden biri Tinia’ya aittir. Tinia , Roma’lıların Jupiter’i (Bir çok kaynakta Jupiter-Tinia diye geçer) ya da Grekler’in Zeus’u ile bir tutulur. Ancak onlardan farklı olduğu bellidir. Roma Junon’u ile bir tutulan Uni ve Menerva ile bir üçlü meydana getirir. Etrüsk krallar zamanında bu üçlü Roma’ya da girmiştir. Roma’da da diğer kültürlerde olduğu gibi üç tanrı için kurulmuş tapınaklar vardı.Etrüskler’e göre bir şehir kurulduğunda bu üçlüye tapınak yapılmamışsa , o şehir dini kurallara uygun olarak kurulmamış demektir.

Panteondaki önemli tanrılardan biri de Vertumnus’tur. Köken olarak Volsinii kökenli olup sonradan Romalılara da geçmiştir. Ünlü Latin şairi Propertius Vicus Tuscus yakınlarında heykelini gördüğünü belirtir. Propertius’a göre Bahçe ve ürün tanrısı idi. Propertius ona Volsinii’yi terkettiğini fakat üzülmediğini söyletir:

Tuscus ego , Tuscis orior nec pænitet inter prœlia Volsinios desruisse focos…

( IV. Kitap )

Etrüsk tanrılarından biri de Fufluns idi . Etrüsler’in şarap tanrısı olan Fufluns zamanla Grekler’in Dionisos’unun karakterini almıştır . Diğer bazı tanrılarda olduğu gibi başlangıçta Etrüsk kökenli olan bu tanrı grekler ile olan ilişkiler sonucunda , özellikle de Dionisos törenlerinin buralarda yayılmasını takip ederek Dionisos’un özelliklerine de sahip olmuştur. Etrüskler’de , özellikle törenleri ile popüler olan bu tanrı için yapılan ayinler zamanla seks alemlerine dönmüştür. Titus Livius bu adetlerin zamanla Roma’ya da geçtiğini söyler :

Hujus mali labes ex Etruria Roman veluti contagitione morbi penetravit. / Bu bela Etruria’dan Roma’ya bir salgın gibi geçti. ( XXXIX , 9, 1)

Etrüskler’in ateş tanrısı ise Sethlans idi. Bazı yerlerde Grekler’in Hermes’ine benzer bir tanrı olan , tüccarların koruyucusu , ölülere yol gösteren Turms’a benzer bir tapımı vardı. Bir başka ateş tanrısı ise Romalılar’ın Vulcanus’una benzeyen Velchans idi. Velchans daha korkulan bir tanrı idi.

Etrüskler’in savaş tanrısı ise yıldırım atan tanrılardan Maris idi.Ares’in hikayesi Etruria’da yayıldıktan sonra Maris Turan’ın aşığı oldu .Turan Roma’nın Venus’üne benzeyen aşk tanrıçası idi. Etimolojik olarak Grekçe turannoV (tiran, kral , kraliçe anlamında ) ile aynı kökten geldiği düşünülmektedir. Gösterimleri Afrodit’e benzemektedir.

Grekler’in Apollon ve Artemis’i ise Etrüsk panteonunda Aplu , Apulu , Aplum , Artemes , Aritimi , Artumi , Artimnes adları ile bulunmaktadır.

Diğer tanrılar arasında Saturnus’a eşdeğer Satre de vardı. Satre için yapılan vahşice kurban törenleri tapımının en belirgin özelliği idi.

Dikkat çeken Etrüsk adetlerinden biri de , Titus Livius’un yazdığına göre , Etrüskler’in her geçen sene için Nortia tapınağına bir çivi çakmaları idi. Bu adet daha sonra Romalılar’a da geçmiştir. Roma’da da her sene Eylül ayında praetor maximus Capitol Jupiter’inin bölmesinin duvarına çivi çakardı.

Etrüsk inançlarında yarı tanrılar ve doğa ruhları da önemli bir yer tutardı. Aynalarda ve bronz tabletlerde Turan’a eşlik eden çıplak perilere rastlanmıştır. Lases adı verilen bu perilerin bazen Tinia ve Minerva’ya da eşlik ettikleri de görülmüştür.

Etrüskler’in öteki dünya hakkında da inançlar geliştirmişlerdir. Sanat eserlerinin büyük bir bölümü öteki dünya kültünün bir parçası olarak oluşturulmuştur. Elimizde yazılı metinler olmasa da ölülerle beraber konulan eşyalardan , yapılan resimlerden , kabartmalardan öteki dünya inançları hakkında bir fikir sahibi olabiliyoruz. Etrüsk inançlarına göre ölen kişinin ruhu kanatlı cinler tarafından öteli dünyaya götürülürdü. Bu tema bir çok mezar odasındaki resimlerde işlenmiştir. Burada oyunlar oynanıp ziyafetler veriliyordu. Burada Etrüskler’e özgü bir çok cin vardı. ( Bazen kader kitabını açan Culsu ve Vanth gibi.) MÖ dördüncü yüzyıldan itibaren ise bu resimlerde öteki dünyanın efendileri de gösterilmeye başlanmıştır. Bunlar Greklerden alınan Eita ( Hades ) ve Phersipnai ( Persefone ) dir. Bu yüzyıldan itibaren öteki dünyanın tasvirleri de değişmeye başlamıştır. Burası artık eziyet çekilen korkunç bir yer olmaya başlar. Charus ve Tuchulcha adında iki korkunç cin de tasvirlerde yer alır. Etrüsk Krallığı çökmeye yaklaştıkça tasvirler daha da korkunçlaşır.

Romalılar Etrüskler’in inançlarından mundus kavramını da almışlardır. Mundus öteki dünya ile bu dünya arasında geçişi sağlayan bir çukurdur. Mundus sözcüğünün de Etrüsk dilinden geldiği düşünülmektedir. Etrüsk aynalarında görüntü tanrıçası Munqu’nun adı geçer. Zaten Latince’de de mundus sözcüğünün ilk anlamı kadın görüntüsü demektir ( Diğer anlamları da Gökyüzü ve Dünya). Roma inançlarına göre religiosi denilen günlerde Mundus açılıyordu ve ruhlar buradan bu dünyaya geliyorlardı.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
PHRYG KRALLIĞI ve DİNİ


Başkent Gordion olan Phryg ülkesi Ankara, Afyon ve Eskişehir'in tümünü, Konya, Isparta ve Burdur illerinin kuzey, Kütahya'nın ise doğu bölümünü kapsamaktaydı



Doğuda Kappadokia (Doğu kaynaklarında Tabal ve Kaşku ülkeleri), sonraları Galatia, güneyde Lykaonia, Pisidia; batıda Lydia, Karia; kuzeyde de Bithynia ve Paphlagonia bölgeleri ile çevriliydi.

M.Ö. 1100 e kadar giden geçmişe sahip olan Frigya medeniyeti M.S. 676 yılında yıkılarak tarih sahnesinden çekilmişlerdir.



M.Ö. 8. yüzyılda hüküm sürmüş olan ve adları birkaç yüzyıl geç Grek kaynaklarında anılan iki Phryg kralının adı bilinmektedir. Bunlar Gordios ve Midas’tır

Midas, yazılı belgelere göre Assur kralı II. Sargon (721-705) ile Kargamışlı Pisiri, Queli Uriqqi, Taballı Ambaris, Atunalı Kurti’nin çağdaşıdır

Midas'ın doğu kralları ile ilişkisi, onun Assur kayıtlarındaki Muşkili Mita olabileceği önerisi kabul edildiğinde geçerlilik kazanır.





PHRYG DİNİ ve TANRILARI


Phryglerin en ünlü tanrıçası ilk kez 6. yy yazıtlarında "Matar" (Anne) veya "Mother" biçiminde kaydedilmiştir. Birkaç yazıtta "Kübileya" (dağların) sıfatı ile birlikte anılır. Tanrıça Greklere ve Romalılara bu sıfatından dönüşen "Kybele" veya "Cybele" olarak geçmiştir. İsmi Hellenistik Çağ'da Kybebe biçiminde yaygındı. Tanrıça'nın Pessinus'ta kendini hadım eden Attis adında genç bir sevgilisi ve törenlerine eşlik eden Gallos adında hadım rahipleri vardı. M.Ö. 204 yılında Romalılar Magna Matar'ı Pessinus'tan alıp Roma'ya kent koruyucu tanrıçası olarak götürmüşlerdir.



Doğrudan ilişki kurulamasa da doğurganlığı ve bereketi temsil ettiğine inanılan Ana Tanrıça anlayışı Anadolu'da Neolitik Çağ'a kadar uzar. Phryg Ana Tanrıçası ile sembolleri ve tapınımı benzeşen bir diğer tanrıça Geç Hititlerin Kubaba'sı idi. M.Ö. II. binyılın ortalarından beri bilinen tanrıça, I. binyılda özellikle Kargamış'ta ön plana çıkmış; Kilikia ve Sardes'te de tapınım görmüştür.

Phrygler de Urartular gibi yüksek kayalıklara kapı benzeri kutsal anıtlar yapmışlar ve tanrıçayı burada kutsamışlardır.

Phryglerde ayrıca Güneş Tanrısı Sabazios ve Ay Tanrısı Men önemli tanrılar arasındadır.



PHRYGLERDE ÖLÜ GÖMME

Phrygler ölülerini tepe görünümündeki tümülüslere, kaya mezarlarına ve toprak mezarlara gömerlerdi. Lydialar’ın tümülüslerinden mezar odasının ahşap oluşu ile ayrılan Phryg tümülüsleri, Gordion yakınlarında çok sayıda, Ankara'da (20 kadar tümülüs) Anıtkabir ve ODTÜ kampüsü çevresinde, Dinar-Afyon, Lykia/ Elmalı'da, Tyna'da, Niğde/ Bor, Ulukışla yakınında saptanmış ve incelenmiştir. Tepenin yüksekliği, gömülen kişinin sosyal statüsünü göstermekteydi. İçlerinde çoğu zaman zengin mezar armağanları da bulunmaktaydı. Kaya mezarlarından bir kısmının cephesi ise Afyon/ Arslantaş mezarında olduğu gibi süslüydü.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Minos Uygarlığı Dini
(Eski Girit Dini)



M.Ö. 3000 yılında Girit Adası'nda ( Yunanistan) kurulan başkentleri Knosos olan Minos Uygarlığı ; M.Ö. 1200 lerde Dorların Girit Adasını ele geçirmeleriyle sona ermiştir. Aslında Minos ,efsane ile tarih arasında bir kişiliğe sahiptir. Bölgedeki korsanları yenerek Girit Merkezli bir devlet kuran Minos'un adı zamanla efsanelere karışırken öte yandan Minos adı özel ad olmaktan çıkıp bir hanedana mensup olanların ünvanı niteliğini (firavunlar gibi) kazanmıştır. Dolayısıyla zaman içinde Girit'le özdeşleşen bu unvan aynı zamanda Girit te doğan uygarlığın da adı olur.

GİRİT TARİHİNİN ANAHATLARI

Günümüzde de Girit kronolojisi , bütünüyle olmasa da , Evans’ın yaptığı çalışmalara dayanmakta ve onun terminolojisini kullanmaktadır.

İlk Çağ Girit tarihini şu ana başlıklarla özetleyebiliriz :

1. Neolitik dönem ( MÖ 6000 - 2600 )

Girit paleolitik dönem boyunca iskan edilmemiş gibi gözükmektedir. Adaya ilk gelenlerin Anadolu’dan geldikleri sanılmakta ve adada Neolitik dönemin bu şekilde başladığı kabul edilmektedir.

Bu dönemde konut inşaatı ve alet kullanımı gelişmiş ve ilk ana tanrıça idolleri ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu dönemde Girit çevresindeki adalarla ilişki içine de girmeye başlamıştır.

2. Eski Minos Dönemi ( MÖ 2600 - 2100 )

Bu dönem aynı zamanda adada ilk metalin kullanıldığı zamanlardır. Evans’a göre adada ilk metal kullanımı buraya kaçan Mısır’lılar tarafından başlatılmıştır. Ancak bu görüş zamanla terk edilmiş ve adadaki metal kullanımına geçişte kaynağın Anadolu olduğu anlaşılmıştır. Böylece adanın doğu bölümünün de uygarlaşmada Anadolu ile bir köprü teşkil ettiği görülmüştür.

Bu dönemde Girit çevresindeki adalarla da ticaret ilişkilerini geliştirmiştir. Bu da büyük ölçüde Girit’in denizcilikte , bölgedeki diğer uygarlıklara göre , ileri olmasından kaynaklanmıştır.

Bu dönemin sonuna doğru Knossos önem kazanmaya başlamıştır.



3. Orta Minos Dönemi ( MÖ ~ 1600 - 1400 )

Bu dönemde Girit Uygarlığında hızlı bir ilerleme kaydedilmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği Anadolu ile olan ilişkilerin zayıflaması , buna karşılık Mısır ile olan ilişkilerin kuvvetlenmesidir. Buna bağlı olarak Girit’in doğusu zamanla önemini kaybetmiş ve orta kısımlar kuvvetlenmeye başlamıştır.

Girit Kronolojisinde bu dönem sarayların yapımına göre Eski ve Yeni Saraylar Devirleri olmak üzere ikiye ayrılır.

Eski Saraylar Devri MÖ 2000 ile 1700 yılları arasına tarihlenir. Bu dönemde Girit yüzünü Ege adaları ve Mısır’a çevirmiş ve buralarda yoğun ekonomik ilişkilere girmiştir. Öte yandan Anadolu ile olan ilişkiler zayıflamaya başlamıştır. Ekonominin ağırlığının doğudan orta bölgelere kayması da bu dönemde hızlanmıştır. MÖ 2000 yılında adanın doğu bölgesinde , Mallia’da inşa edilen bir sarayın 1900’de itibaren kullanılmamaya başlanması bu bölgenin ekonomik gerileyişi hakkında da ipuçları vermektedir.

Eski Saraylar devrinde Orta Girit’e bulunan iki şehir ön plana çıkmıştır. Bunlardan birincisi Ege adaları ile ticareti geliştiren Knossos öteki de Mısır ile ticareti geliştiren Paestos’dur. Bu şehirlerdeki ekonomik zenginlik kalıntıları gün ışığına çıkartılan saraylarla da ortaya konmuştur . Her iki şehir arasında zaman zaman çekişmeler olsa da Knossos üstünlüğünü ortaya koymuştur.

Bu dönemin sonunda bölgedeki binalarda bir yıkım göze çarpmaktadır. Bu yıkımın kaynağı büyük bir olasılıkla adaya dışarıdan gelen istilacılar olmakla birlikte daha araştırılmaktadır.

Yeni Saraylar devrinde ise , Girit uygarlığı sanki hiç bir kesintiye uğramamış gibi devam etmektedir. Knossos’da , Phaestos’da ve Mallia’da yeni saraylar inşa edilmiş , eskileri de onarılmıştır.

Bu dönemde Girit şehirleri arasında rekabet devam etmiş de olsa Knossos her bakımdan üstünlüğünü ortaya koymuştur.

4. Yakın Minos Dönemi ( MÖ ~ 1600 - 2100 )

Bu dönem Knossos krallığının egemen olduğu dönemdir. Evans bu dönem uygarlığını , efsanevi kral Minos’dan ötürü , Minos uygarlığı diye adlandırmayı uygun bulmuştur.

Bu dönemde Knossos’da Minos diye bir kralın bulunduğuna dair tarihi belgeler yoktur , ancak MÖ 1700-1400 yılları arasında hüküm süren bir hanedanın krallarının Minos ya da buna benzer bir isimle adlandırıldığı düşünülmektedir.

Bu dönemde Girit’in büyük bir deniz üstünlüğüne sahip olduğu bilinmektedir. Thukydides bu konuda şöyle yazmaktadır :

“ Geleneğe göre bir donanmaya ilk olarak Minos sahip oldu ; bugün Yunan Denizi adını verdiğimiz şeyin büyük bir kısmına gücünü kabul ettirdi ; Kyklades adalarına boyun eğdirdi ve Karia’lıları kovduğu bu adalarda ilk olarak koloniler kurdu; adalara vali olarak öz oğullarını yerleştirmişti ; ayrıca vergilerin toplanmasını daha kolayca sağlamak amacıyla korsanlığı elinden geldiğince ortadan kaldırdı.” ( Peloponnesos Savaşı 1 , 4)

Knossos ayrıca , bu dönemde diğer Ege adalarına hükmetmeye başlamış ve gücünü Yunanistan’a , anakaraya kadar genişletmiştir. Mısır’da , On sekizinci sülale de Keftiu ülkesine yani Girit’e hediyeler göndermiştir.

Ancak Girit uygarlığının sonu MÖ 1400 yılına doğru bir yıkımla gelmiştir.Bu dönem saraylarında, yapılarında bir yangın izine rastlanmaktadır. Yıkımın nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte dışarıdan gelen bir istila ya da içeriden bir ayaklanma olasılıkları tartışılmaktadır.

Bu yıkımdan sonra ise gelen Akha istilaları adayı Helenleştirmiş ancak uzun yıllar boyunca eski kültürü ve dili koruyanlar olmuştur.

Daha sonraları Miken egemenliğine giren Girit MÖ 1100 yıllarında da Dor hakimiyeti altına girmiştir. Bu dönemde bir kere daha yakıp yıkılan Girit artık bir Yunan şehri olarak eski, görkemini kaybetmiştir.

GİRİT İLE İLGİLİ KLASİK KAYNAKLAR VE EFSANELER

Klasik Yunan Mitolojisinde Girit ile ilgili anılar yerini mitoslara bırakmış ve burası ile ilgili değişik mitler oluşmuştur.

Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Minos ile ilgili olan mitlerdir.

Minos adının belli yaşamış bir krala mı ait olduğu yoksa Midas , Cæsar gibi yaşamış kişilerden alınan bir unvan mı olduğu tartışmalıdır. Ancak mitolojik öykülerde Girit dönemini anlatmak için kullanılmaktadır. Mitolojide de Minos boğa kültünden ayrı olarak geçmez.

Mitolojiye göre Minos Zeus ile Europe’nin üç çocuğundan biridir. Minos efsanesini Azra Erhat şöyle anlatır :

“ Minos Girit tahtına çıkmak isteyince üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama Minos tanrıların kendisinden yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de Poseidon tanrıdan bir dilek dilemiş, denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene tanrıya kurban etmeye söz vermiş. Dilediği gibi olmuş, denizden köpükler gibi ak bir boğa çıkagelmiş. Minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya kurban etmeyi unutmuş. Güzelim ak boğayı sürülerinin arasına damızlık olarak göndermiş. Bu duruma çok kızan deniz tanrı, ak boğayı Minos’un başına bela etmiş; bir efsaneye göre de hayvan kudurmuş , ortalığı kasıp kavurduğu bir sırada Herakles’in elinden öldürülmüş, ama iş bununla da kalmamış, kralın karısı Pasiphae bu boğaya doğadışı bir aşkla tutulmuş ve onunla birleşmiş. Kral Minos güneş tanrı Helios’un kızlarından Pasiphae ile evlenmişti. Bir zamanlar Europe gibi boğaya vurulan Pasiphae ak boğayla birleşebilmek için Daidalos’a bir inek heykeli yaptırır, içine girer ve gebe kalarak Minotauros’u doğurur. Ondan sonra da doğurur. Ondan sonra da Girit sarayının yaşamı karmakarışık olur. Helios döllerinin hepsi gibi Pasiphae de büyücüdür, seviştiği boğayı öldürttü diye Minos’u büyüler, yatağından yılanlar, çıyanlar, akrepler çıkmasını sağlar. Bunlar işi çapkınlığa vuran Minos’un yatağına giren her kadını sokup öldürmekteymişler. “

Minos hakkında anlatılagelen bu efsaneler de Minos’un Yunan mitolojisinde Midas’a benzer bir yer aldığını göstermektedir. Bu efsanede boğa kültünün önemi de dikkat çekmektedir. Burada Minos’un boğayı kurban etmemesi ve sonrasında da bu boğayı öldürmesi sonucu bir tür lanetlenme ile karşı karşıya kalması anlatılmaktadır. Başka bir efsaneye göre de bu yılanların,çıyanların ve kreplerin Minos’un sperminden çıkması , Girit kraliyet soyuna karşı da bir tepki olduğunu göstermektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da Pasiphae olarak gözükmektedir. Pasiphae’nin, Helios soyundan olması ve büyücü olması boğa ile ilintili ay kültü ile güneş kültü arasındaki bir karşıtlığı yansıtmaktadır.

Bütün bunların yanında Minos, Yunanlılara göre halkının üzerinde adil ve düzgün bir şekilde hüküm sürmüş bir hükümdardır.

Minos’un hükümdarlığı da , doğu kültürlerinde olduğu gibi tanrısaldır. Minos da kanunları Zeus’un iradesi ile yapmaktadır. Bunu kanıtlamak için de her dokuz yılda bir İda mağarasına gitmektedir ve burada tanrısal ilhamı da almaktadır.

Minos’un mitolojide bir çok yere gitmiş olması da Girit kolonilerinin buralara uzandığını göstermektedir.

Minos ile ilgili en ünlü efsanelerden biri de yukarıda kısaca sözü geçen Minotauros efsanesidir.

Azra Erhat , Mitoloji Sözlüğü’nde (bkz Kaynakça) Minotauros’u şöyle anlatır:

“ Adı Minos’un boğası anlamına gelen Minotauros insan bedenli boğa başlı bir canavarmış. Tanrı Poseidon’un kral Minos’a gönderdiği bir boğa ile Minos’un karısı Pasiphae’den doğmaymış. Minos bu korkunç yaratığı saklamak için mimarı Daidalos’a Labyrinthos sarayını yaptırmış. Theseus Minos’un kızı Ariadne’nin yardımı ile Minotauros’u öldürmüş. Minotauros Girit sarayında derin izler bırakmış olan Girit’e özgü bir boğa kültünün simgesi olsa gerek. “

Aslında bu efsane çok önemli ipuçları da vermektedir. Minotauros sadece Minos’un boğası anlamına gelmemekle birlikte bir bileşik isim olarak Boğa Minos anlamına da gelmektedir. Eğer Minos’u bir unvan olarak düşünürsek Boğa Kral gibi bir anlam kazanabilir. Bu ise daha eski dönemlerden kalan bir unvanı ya da bir tapınakta duran bir Boğa-tanrı heykeli ile ilişkili bir kültü düşündürtmektedir.



GİRİT’TE MİNOS DÖNEMİ İNANÇLARI

Bütün eski topluluklarda olduğu gibi Girit’te de din toplumsal hayatta önemli bir yer tutuyordu. Yapılan kazılar önemli dini merkezleri ortaya çıkartmış ve dönemin inançları hakkında bilgi vermiştir. Ancak o dönemlerden kalan yazılı belge eksikliği nedeniyle bazı dinsel törenlerin içeriği tespit edilememiş , sembollerin açıklanması tam olarak yapılamamış ve Girit halkının dini yaşayışları tam olarak açıklığa kavuşmamıştır.

Girit’te de Anadolu’da olduğu gibi ilk zamanlarda anaerkil bir kültün var olduğu bulunan ana tanrıça figürlerinden anlaşılmaktadır. Araştırmalar Girit’te bir çok farklı ana tanrıça kültünün de varlığını göstermiştir.

Girit dininin en büyük özelliği yaygın sembol kullanımıdır. Bugün tamamı çözülmemiş olsa da bir çok sembolün tanrısal kuvvetleri simgelemek için kullanıldığı tespit edilmiştir.

En sık rastlanılan sembollerden biri boynuz çifti idi. Boğa kültünün yaygın olduğu bir yerde boynuz sembolizminin olması da doğaldır. Ayrıca doğuda olduğu gibi yukarı bakan boynuz çiftinin ay kültü ile de ilişkili olduğu düşünülebilir.

Sık rastlanan bir başka dini sembol de , klasik dönem boyunca da Zeus’un simgesi olarak önemini koruyacak olan çift başlı baltadır. Çeşitli törenlerde tören aleti olarak gördüğümüz çift başlı balta çeşitli dini betimlemelerde de yer almaktadır .

Çift başlı balta ilginç bir etimolojiye de ışık tutmaktadır. Yunanca da labr…j / labris diye adlandırılan çift başlı balta LabÚrinqoj/Labirent sözcüğünün kökeninde bulunmaktadır. Knossos sarayına eskiden LabÚrinqoj denildiği düşünülürse bu ismin bu sarayda sık sık sembolü bulunan çift başlı baltadan geldiği düşünülebilinir. Bu sözcükten türeme sıfatların klasik çağda Zeus’a da verildiğini görmekteyiz.

Girit dinine ait bir ilginç sembol de haçtır. Haç tekerlek ya da gamalı haç olarak bazen de başka görüntülerle resmedilmekteydi. Alexiuo “ en akla yakın teoriye göre , haç ve tekerlek , yıldız ve güneşi simgeliyordu . Haçın kolları güneşin veya bir yıldızın ışınlarını , tekerlek de , ilkel insan tarafından göğü boylu boyunca kateden bir arabanın tekerleği olarak düşünülen güneş kursunu temsil ediyordu.” demektedir. Bizim görüşümüze göre haçın daha derin bir sembolizmi vardır ve diğer doğu dinlerinde de görülen bu sembolizmin açıklanması başka bir çalışmanın konusudur.

Diğer ilkel dinlerde olduğu gibi burada da fetişizme ait buluntular mevcuttur. Yapılan kazılarda , halkın üzerlerinde çeşitli idoller taşıdıkları , göktaşlarını ve bazı özel taşları bir kült nesnesi olarak kullandıkları tespit edilmiştir.

Girit uygarlığının ilk çağlarında çıplak kadın figürleri sık kullanılan idoller arasındaydı. Ayrıca bu dönemlerde çan biçimli idoller de sık kullanılıyordu.

Eski Girit dininde ağaç ve hayvan kültleri de önemli bir yer tutmaktadır. Bir çok yerde kutsal ağaçlar olduğu , ve bunların yanında kült merkezlerinin oluşturulduğu bugün bilinmektedir.

Bazı dini tasvirlerden görüldüğü üzere kutsal ağaçlar çitle çevriliyor ve buralarda dini ayin yapılıyordu. Törenin tam olarak nasıl olduğu tam bilinmemekle birlikte töreni gerçekleştirenlerin ağaca dokundukları , etrafında dans ettikleri tespit edilmiştir. Bazı törenlerde ağacın kökünden sökülmesi de gerçekleşmekteydi. Ayrıca ağaç figürleri ile birlikte çift başlı balta figürlerinin de görülmesi ilginçtir.

Hayvan kültleri arasında ise en önemli yer tutan kuşkusuz boğa kültüdür. Boğa kültü Yunan mitolojisindeki bir çok mit içinde yer almaktadır. Boğa kültünün Anadolu kaynaklı olduğu düşünülmektedir. Ancak Girit’e kültür olarak yakın olan Mısır’da da boğa ile ilgili Apis ve Hather kültlerinin olması kültürel etkileşimin daha karmaşık olduğunu göstermektedir.

Dini tasvirlerde ayrıca , hayvan başlı , insan vücutlu tasvirler de görülmektedir. Bunların maske takılarak yapılan dini törenlerle ilişkili oldukları düşünülmektedir. Bu varlıkların aynı zamanda libasyon hizmetinde bulunduklarının da görülmesi bu törenlerle olan ilişkiyi güçlendirmektedir.

Girit kültüründeki insan biçimli tanrıların ne zaman ve nasıl ortaya çıktıkları ise tam olarak bilinememektedir.

Ana tanrıça figürleri , tıpkı Anadolu’da ve Mezopotamya’da olduğu gibi bitki ve hayvan dünyasına hükmeder biçimde ortaya konmuşlardır. Yine Anadolu ve Mezopotamya’da olduğu gibi Ana tanrıça burada da hayat ağacı ve çeşitli hayvanlarla birlikte resmedilmektedir.

Ana tanrıça gösterimleri yere bağlı olarak da değişebilmektedir. Örneğin bir dağ yakınında ana tanrıça bir dağ tanrıçası görünümünü almakta , ekili alanlar yakınında ise tarımla ilgili özellikleri taşımaktadır.

Bir önemli ana tanrıça tasviri de yılanlı tanrıçadır. Bir görüşe göre kişileştirilmiş yılan tasviri olan bu figürler başka bir görüşe göre ise yılan sembolizmi ile ana tanrıçanın yer altı dünyasına da hükmettiğini gösteren bir figürdür. Ancak bizim görüşümüze göre bu ana tanrıçanın yılanlardan koruma özelliğini de gösteriyor olabilir.

Bunun yanında ana tanrıça figürü ile birlikte bir erkek figürüne sık rastlanmamaktadır. Bu durum bazı araştırmacılara Girit’te “tek tanrılı” bir din olabileceğini düşündürtmüşse de bu konuda kesin kanıtlar bulunamamıştır. Zeus ile ilgili inançlarda bile Girit’tin bu kadar önemli olması orada da Ana tanrıçaya eşlik eden bir tanrı olduğunu düşündürtmektedir. Ayrıca bulunan bazıtasvirlerde erkek tanrının aslanlarla beraber olması ve silahlı olarak resmedilmesi Girit’te erkek tanrı tapımı olduğunu göstermektedir.

KÜLT MERKEZLERİ

Yapılan kazılar Girit’te bir çok kült merkezini açığa çıkartmıştır. Bu kültürde klasik Yunan kültüründe örnekleri olduğu gibi büyük tapınaklar inşa edilmediği için kült merkezleri ancak oralarda bulunan mücevher , heykel , silah gibi sunularla ya da kutsal kaplar , libasyon kapları , üç ayaklı kazanlar gibi eşyalarla tanınabilmektedir.

Önemli kült merkezleri en eski zamanlardan beri kullanılmış olan ve mitlere konu olmuş mağaralardır. Girit’te bir çok mağarada kült töreni yapılmaktaydı. Yapılan araştırmalarda bir çok mağarada adak idollerinin bulunması bu görüşü desteklemektedir.

Mağaralar içinde en önemli olanı , klasik devirde de içinde Rhea’nın Zeus’u doğurduğuna inanılan , Dikta mağarasıdır. Bu mağaranın en eski dönemlerden itibaren bir kült merkezi olduğu bilinmektedir.

Orta Minos devrinin ilk dönemlerinde , dağ tepelerinde , kutsal bir ağacın civarında , kaynak kenarlarında ve kayalıklarda kült merkezleri oluşturulmuştur. Yine aynı dönemde ev içlerinde de kutsal yerler belirlenmeye başlamıştır.

Dağ tepelerine ya da çıkılabilen sarp kayalıklara duvar örülüyor ve buralardaki kutsal alanlar belirleniyordu. Bu alanlarda festival zamanlarında törenler yapılmaktaydı. Ayrıca buralarda yaz ve kış gündönümlerinde ateş yakılarak tören yapıldığı ve ateşlere adak eşyaları atıldığı da ortaya çıkarılmıştır.

DİNSEL TÖRENLER

Diodorus’a göre “ Girit’liler tanrılara yakarışların , kurban törenlerinin ve gizemlerin kendi buluşları olduklarını ve diğer toplumların bunları kendilerinden aldıklarını söylerler. “

İçerikleri tam bilinmese de bu törenlerin Girit kültüründe büyük rol oynadıkları kesindir.

Girit’te kanlı kurban ayinleri de önemli bir yer tutmaktaydı. Boğa , keçi ve domuz sık kurban edilen hayvanlar arasındaydılar. Kurban töreni sırasında aynı zamanda meyve ve başka yiyecekler de sunuluyordu.

Hagia Triada’da bulunan bir lahit üzerindeki betimlemelere göre Alexiou bir kurban törenini şöyle anlatmaktadır :

“ Hagia Triada lahdinde tahta bir masa üzerine sıkıca bağlanmış bir boğa betimlenmiştir : Hayvan henüz öldürülmüştür , boğazından kan akmakta ve bu bir kabın içinde toplanmaktadır ; bu arada daha küçük başka hayvanlar da, muhtemelen keçi ve koçlar masanın altında kurban edilme sıralarını beklemektedir. Kurban kesimi flüt eşliğinde cereyan eder. Sonunda içleri kan dolu kaplar , kulplarından bir sırık geçirilerek , bunu omuzuna yerleştiren bir kadın tarafından götürülür. Rahibe kapları alır ve iki çifte balta arasında duran daha büyük bir kovanın içine kanları boşaltır. Şüphesiz ki bu , kurban töreninin doruk noktası , en kutsal anıdır. Yedi telli bir Lyra’nın nağmeleri buna eşlik eder. Knossos’da , Büyük Rahibin Evi’nde olduğu gibi, diğer bazı durumlarda da , kan veya bir başka sıvı yerdeki bir çukura boşaltılır , buradan bir oluk ile akıtılır. Diğer dinlerdeki paralellerine dayanarak , kurban töreninde hazır bulunan inananların , kutsal hayvanın vücudundan birer parça aldıkları düşünülebilir. Kurban edilen hayvanların derileri tapınağa adanır. Hagia Triada reliefli kasesindeki işte bu konuyu işler . Yine muhtemeldir ki , kurban töreni sırasında , tıpkı Homeros’un anlattığı gibi , kesilecek hayvanın başından aşağı öğütülmüş tahıl serpilirdi. “

Ayrıca Girit halkının hayvan idollerini de tapınaklara adadıkları bilinmektedir.

Bayram zamanları ise danslarla kutlanıyordu. Dans ele geçen buluntulara göre en önemli dinsel törenlerden biri sayılmaktadır. Çeşitli kaplarda , mühürlerde hatta saray duvarlarında dans eden figürler rastlanmaktadır. Bayram zamanlarında ateş yakmak , salıncakta sallanmak sık yapılan törenler arasındaydılar. Ele geçen tasvirlere göre boğa oyunları da yılın belli zamanları yapılıyor ve önemli bir yer tutuyordu.

Festival zamanları tören alayları oluşturmak , tıpkı diğer bazı doğu dinlerinde olduğu gibi , Girit’te de sık rastlanan bir uygulama idi.

Bayram zamanları tam olarak saptanamamış olmakla birlikte en önemli iki bayram İlkbahar bayramı ve zeytin toplama zamanı idi.

Girit kültüründe ayrıca bir ölüler kültü olduğu da söylenebilir. Ölülerin eşyaları ile , hatta lamba ile gömüldüğü göz önüne alınırsa Girit halkının ölümden sonra bir hayatın varlığına inandıkları söylenebilir. Lahitler üzerindeki dinsel figürlerin bolluğu da bu nedenle olmalıdır. Ayrıca mezar civarlarında sunular bulunması da bu görüşü güçlendirmektedir.

Kült gerekleri rahipler değil rahibeler tarafından yerine getirilmekteydi. Bunun da ana tanrıça kültünden ötürü doğal olması gerekmekteydi. Rahipler ise daha geç devirlerde ortaya çıkmışlardır.

Betimlemelerde gördüğümüz üzere rahip ve rahibeler törenlerde hazır bulunmaktaydılar. Rahip ve rahibeler törene katılan diğer kişilerden üzerlerindeki kıyafetlerle ayırt edilebilmekteydiler. Rahip ve rahibelerin törenler sırasında doğu kökenli giysiler giymeleri ise Girit dininin doğu kökenleri hakkında düşündürtücüdür.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Sümer Dini ve Tanrıları


Sümer Dini:

İ.Ö. IV. binyılda Aşağı Mezapotamya'da yaşayan halkların inançları. Sümer dünyası XIX. yüzyılda keşfedilinceye inanç alanının temel bilgilerinde bir hayli değişiklikler olmuştur. Türkistan bozkırlarından Dicle'yle Fırat deltasına inen bu çok becerikli ve bilgili ulus, bölgelerinin kuzeyinde yaşayan Akad'larıda etkileyerek, olağan üstü bir uygarlık geliştirmiştir.


Sumer dini çoktanrılı bir dindi. Dünyada, evrende, doğada görülen, hissedilen her nesnenin bir Tanrısı vardı. Tanrılar insan görünümünde, fakat insanüstü güçleri olan ölümsüz varlıklardı. İnsanlar gibi, onlann da çocuklan ve eşlerinden oluşan aileleri bulunuyordu. Bu aileler kral gibi bir Baştanrı altında toplanmışlardı. Tanrılar da insanlar gibi sever, üzülür, kızar, kıskanır, kavga eder, kötülük yapar, hastalanır, hatta yaralanabilirlerdi. Yer, Gök, Hava, Su Tanrılan yaratıcı, diğerleri yönetici ve koruyucu Tanrılardı.

Her şehrin bir koruyucu Tanrısı vardı. O Tanrı, şehrinin iyi yaşam sürmesinden sorumlu idi. Onun gücü, şehrinin iyi veya fena olduğuna göre değişirdi. Bunlara aym zamanda diğer şehirlerde de tapılırdı. Bu şehir Tanrıları, evrenin yönetimini aralannda bölüşmüşlerdi. Tanrılara ait listelerde 1500 kadar Tanrı adı bulunması, Sumerlilerin ne kadar çok Tanrı yarattığını göstermektedir.

Tanrıları insan şeklinde algılamalan, Tanrıları şehirlerin dışında evren ve doğa Tanrısı olarak geliştirmeleri ve onlan uyumlu bir sistem içine almalan, Sumerlilerin önemli ruhsal başanları olarak kabul edilmektedir. Tanrılar yalnız evrende değil, insanlarm yaşamına da girerler. Örneğin, yorulmak bilmeden gezen Güneş Tanrısı Utu, her şeyi görür, adaleti korur, insanlara yardım eder, ciğer falı bakanlann piridir. Bilgelik ve Su Tanrısı Enki, insanlann ve sihirbazlarm koruyucusudur. Venüs yıldızını simgeleyen Tanrıça İnanna, âşıklann ve savaşçılann koruyucusudur

Sumer'de Tanrılar istediklerini yapar; onlar, insanlara ne istediklerini bildirmez. Ancak insanlar onlara, kendilerinden istenileni sorarak öğrenebilir. Bu, kurban edilen hayvanlann karaciğerlerindeki işaretlere göre anlaşılır. Bu işaretlerin ne olduğu, neyi anlattığı, bu hususta yazılmış kataloglarda bulunur; rahipler ona göre onlan yorumlar. Ayrıca rüya ile de Tanrı istediğini bildirir. Tanrının yapılacak bir işi uygun görüp görmediğini anlamak isteyen; mabede gider, kurban keser, dua eder ve uykuya yatar. Gördüğü rüyanın olumlu veya olumsuz olduğunu da ancak rahip yorumlar.

Sumerliler, bu Tanrılar dünyası üzerine pek çok efsane geliştirmişler; şiirler yazmış, ilahiler bestelemiş, törenler düzenlemiş ve bütün bunlan yazıya geçirerek zamanımıza kadar ulaşmasını sağlamışlardır. Onlann kurduklan çokTanrılı din, yavaş yavaş tektanrıya dönüşerek, bugünkü dinlerin temelini oluşturnuştur. Fakat bu arada diğer Tanrılar da tamamıyla yok olmayarak bu dinlerde melekler, şeytanlar, cinler olarak varlıklarını korumaktadır.



Patesi ya da Ensi adını verdikleri rahip-krallarla yönetiliyorlardı. Bugün için onlardan daha öncesi bulunmadığına ve bilinmediğine göre, keşfedildikleri tarihe kadar başka uluslara maledilen birçok uygarsal ve inançsal buluşların onların ürünü olduğu kabul edilmektedir. Onlardan kalan Gılgamış Destanı'yla Enuma Eliş(Gökyüzünde) adlı yaratılış efsanesi, başka uluslara maledilen birçok inançların Sümer kaynaklı olduklarını kesin olarak meydana çıkarmıştır. Örneğin artık bilinmektedir ki Yahudilerin sanılan Tufan tasarımı onlarındır, Suriyelilerin Adonis'e dönüştürdükleri Babillilerin Tammuz'u onalrın Dumu-zid'idir, Samilerin Anu ve daha sonra Yunanlıların Uranus'a dönüştürdükleri tanrıların babası onların An'ıdır, Akdeniz'in ünlü Kybelesi onların Ki (Toprak ana)'sidir, Samilerin ilkin İştar ve Asarte'ye dönüştürdükleri onların İnanna'sıdır. Samilerin Sin'i onların Nanna (Ay-tanrı) ve Şamaş'ı onların Utu(Güneş-tanrı)'sudur Samilerin Ea'sı onların Enkisi'dir. Yunanlıların Hades'i onların Kur(Ölüler ülkesi)'u ve Elysion'u onların Dilmun(Cennet)'udur, Yunanlıların Persephone'si onların Ereşkigal'idir, Yunanlıların ünlü yedi bilge'si Mezapotamya'nın en eski yedi kentine uygarlığı getiren Sümer bilgeleridir. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.

Sümer uzmanlarından N.K. Sandars şöyle demektedir: "Gılgamış, elbette bir İskender, bir Odysseus, bir Herakles, bir Samson, bir Dermot ya da Gawain değildir. Ama Gılgamış'ın öyküsü anlatılmamış olsaydı bu kahramanların hiçbiri şimdiki ölçüde hatırlanmazdı." Çünkü çeşitli tasarımların ortaya koyduğu bu kahramanlar Sümer'li Gılgamış'tan pek çok şey almışlardır. Sandars'ın da belirttiği gibi örneğin "ortaçağın İskender'inde Gılgamış'ın birçok özelliğini bulabiliriz". Dermot'la dövüşen vahşi adam, Gılgamış'la dövüşen Enkidu'nun tıpkısı denilebilir. Birçok tanrıları Anadolu'ya maleden Halikarnas Balıkçısı(Cevat Şakir Kabaağaçlı) bile "Büyük ana tanrıçanın sevgilisi Attis'in menşeini bulmak için Sümer'lere gitmeli"(Anadolu Tanrıları, İstanbul 1962, s. 89) der ve onu Sümer'lerin Dumu-zid'ine bağlar.

Samiler, Mezapotamya'yı istila edince Sümer tanrılarını benimsemişler, ne var ki onların adlarını ve özelliklerin çoğunu değiştirmişlerdir. Kaldı ki Mezapotamya'nın çeşitli kentlerinde de ortak tanrılar aynı adla anılmazlardı. Ayrıca, her kentin koruyucu özel bir tanrısı da vardı. Kimi kaynaklarda bu adlar birbirlerine karıştırılmış ve Sümer tanrıları çoğunlukla Sami dilindeki adlarıyla tanıtılmıştır.

Sümer tanrılarının adlarını yeniden düzenleyen Prof. Kramer'e göre önce su vardı. Tanrı An (Gök. An-sar: Tüm gök)'la tanrı Ki(Toprak. Ki-sar: Tüm dünya) bu sudan doğdular. Onların birleşmesinden Enlil(Hava) meydana geldi, gökle toprağın arasını doldurdu. Enlil, karanlık göğü aydınlatmak için Nanya (Ay)'yı yarattı. Nanna da Utu (Güneş)'yla İnanna (Aşk ve savaş)'yı yarattı. Samilerde bu tanrılar Sin (Nanna), Şamaş(Utu) ve İştar(İnanna) adlarıyla anılırlar. Enlil ilkin An (Samilerde Anu)'ın buyrukalrını yerine getiriyordu, sonra dünyayı Ki'nin elinden alarak yönetmeye başladı, daha sonrada An'ın yerine geçti ve bütün evrenin egemeni oldu, aynı zamanda Nippur kentinin koruyucusuydu.

An'la Ki'den doğan bir başka tanrıda tatlı suların ve bilgeliğin tanrısı Enki (Samilerde Ea. Prof. Kramer "An'ın çocuğu olduğu söylenebilir" demekle yetiniyor, Enuma Eliş'de ileri sürülen bu doğumu kesin bulmuyor)'dir, sanatı koruyor ve derinde yaşıyordu. Enlil toprağın egemenliğini eline geçirdiği sırada İnanna'nın ablası gök-tanrılaçalardan Ereşkigal'i Kur(Yeraltı ülkesi)'a kaçırmıştı. Bu yeraltı ülkesinde Annunaki (yargıçık yapan ve An'ı soyundan gelen yeraltı tanrıları)'ler vardı, ülkenin kapısını Neti(Samilerde Nedu) bekliyordu. Gılgamış Destanı'nda bunlardan başka şu tanrıların adları anılmaktadır: Adad (Fırtına yağmur tanrısı), Antum (An'ın karısı), Absu (Tanrıları meydana getiren su), Aruru (Yaratıcı tanrıça. Endiku'yu kilden yarattı), Aya (Utu'nun şafağı ve gelini), Belit-Şeri (Yeraltı yargıçlarının zabıt katibi), Dilmun (Cennet. Sadece tanrılar gidebiliyor, bir de tufan'dan kurtulup ölümsüzleştirilen Utnapiştim ya da başka bir anlatımdaki adıyla Ziusudra orada yaşıyor), Dumuzi (Ya da Dumu-zid. Samilerde Tammuz ya da Temmu. Verimlilik tanrısı. Çoban demek. İnanna'nın da kocası), Endukugga ve Nindukugga (Yeraltı tanrı ve tanrıçası. Enlil'in ana-babası), Enkidu (Aruru'nun yarattığı yabanıl yaratık. Daha sonra hayvanların koruyucu tanrısı oluyor), Enugi (Sulama tanrısı), Haniş (Kötü havayı haber veren göksel varlık), Humbaba ya da Huvava (Sedir ormanı bekçisi canava, Anadolu'lu bir tanrı olduğu sanılıyor), İgigi (Gök tanrılarının ortak adı), İnsan-akrep (Tanrıların karşıtı. Su tarafından tanrılarla savaşmak için birçokları yaratılmış. Güneşin battığı yerde nöbetçi), İrkalla ( Ereşkigalin bir başka adı), İşullana (An'ın bahçivanı. Aşkına karşılık vermediğinden ötürü İnanna tarafından köstebeğe dönüştürüldü), Lugabanda (Çoban-tanrı. Aynı zamanda kral. Gılgamış'ın babası ya da koruyucusu), Mammetum (Alınyazısı-tanrısı), Namtar (Uğursuzluk şeytanı, hastalık getirici. Yeraltı ülkesinin başpapazı), Nergal (Yeraltı tanrı.Ereşkigal'in kocası), Ningal (Ay tanrısının karısı, güneşin annesi), Ningirsu (Ninurta'nın eski adı. Verimlilik tanrısı), Nirnurta (Ningirsu'nun yeni adı. Savaş ve bereket tanrısı), Gizzida ya da Ningizzida (Bereket tanrısı. Hayat ağacının efendisi olarak niteleniyor. Büyü de yapıyor. Daha sonra Dumu-zid'le birlikte göğün kapısını bekliyor), Ninhursag (Ana tanrıça. Ki'nin başka adı. Enki'nin karısı),Ninki (Ninhursag ya da Ki'nin bir başka adı olduğu sanılıyor. Destanda Enlil'in annesi), Ninsun( Bilgelik tanrıçası. Lugulbanda'nın karısı ve Gılgamış'ın annesi), Nisaba (Tahıl-tanrıça), Puzur-Amurri (Utnapiştim'in dümencisi), Samukan (Sığırların tanrısı), Siduri ya da Sabit (Şarap yapımcı kadın. İnanna'nın bir başka adı olabileceği öne sürülüyor), Silili (Göksel kırsak, göksel aygırın da annesi), Şullat (kötü hava habercisi. Haniş'in bir başka biçimi) Şulpay (Şölen yöneticisi tanrısı) Ubara-Tutu (Utnapiştim'in babası, mitolojik kral), Utnapiştim (Sümerlilerin Ziusudra'sına Samilerin verdiği ad. Ünlü tufan kahramanı), Urşanabi (Utnapiştimin'in kayıkçısı. Dilmun'a gitmek için ölümcül suları hergün geçiyor), Yedi bilge (Yedi kente uygarlık getiren getiren Sümer bilgeleri)


Tanrılar ve Tanrıçalar:

Ab-zu: Yeraltı tanrısı. Apsu(ya da Absu)'da denir. İlk insanlar, yaşamın sarmal gelişimini mevsimlerde izlemişler, doğum-ölüm döngüsünü yeraltı sularına bağlamışlardır. Yeraltı suları, ilkbaharda bütün doğaya canlılık verirler, yazın göklere doğru yükselirler, sonbaharda yağmurlarla yeniden insanın yaşadığı toprağa düşerler, kışın da toprağın altındaki yerlerine dönerler. Bu döngü her yıl böylece tekrarlanır. Su mevsimi gelince, her yl doğayı yeniden canlandırır. Bu yüzden Ab-zu, canlandırıcı bir tanrıdır.

Akrep İnsanlar: Akrep insanlar ülkesi. Tufan varsayımının ilk biçimi Sümerler'in Gılgamış öyküsünde anlatılır. Tufandan kurtularak ölümsüzlüğe kavuşan Utnapiştim'in oturduğu yer, Akrep ülkesini aştıktan sonra varılan yerdir. Gılgamış, ölümsüzlüğe ulaşmanın çaresini öğrenmek için büyük dedesi Utnapiştim'e gitmek için bu ülkeden geçer.


An: Gök-tanrı. Anum da denir. Savaş tanrısı İştar'ın kocasıdır. Yunanlıların Zeus'uyla eşdeğerlidir, tanrılar tanrısıdır. Sümer inançlarında Enlil(toprak) vr Enki(okyanus) ya da Ea'yla birlikte büyük tanrılar üçlüsünü kurarlar.

Anşar: Gökyüzü tanrısı. Yeryüzü tanrısı tanrısı Kişar'la birlikte dişi yılan Lakamu'yla erkek yılan Lakmu'nun çocuklarıdır.

Annunaki'ler: (Sümer) İkinci derece tanrılar. Bunlar baştanrı Marduk'tan kendilerine bir hizmetçi vermesini istemişler, o da insanı yaratmış.

Arallu: Cehennem ülkesi. Sümer inançlarına göre, cehennem ülkesini yöneten önce tanrıça Ereşkigal'miş, sonra çok güçlü bir tanrı olan Nergal onunla evlenerek cehennem ülkesinin kralı olmuş.

Aruru: Sümer tanrıçası. Sümerlerin ünlü Gılgamış destanında adı geçen, A-Ru-Ru biçiminde de yazılıyor. Uruk kentinin genç kızları, nişanlılarını sabahtan akşama kadar çalıştıran kral Gılgamış'ı ona şikayet ederler. O da Gılgamış'ı başka konularda oyalasın diye Enkidu'yu yaratır.

Boğa: Bolluk ve güçlülük simgesi. Hayvan tapımının en önemli tanrılık hayvanlarından biri olan boğa'ya ilkin Sümer inanaçlarında rastlamakla birlikte boğanın kutsallığı inancının hemen bütün ilkel inançlarda yer aldığı görülür. Bütün mitolojilerde boğa, dölleme ve kuvvet olarak erkek gücünü simgeler. Sümerlerde boğa, erkek insan başlı olarak tasarımlanmıştır. Boğa tapımı, bütün sami dinlerinde süregelerek Antikçağ Yunan ve Roma inançlarına kadar gelmiştir. Boğa eski Yunan'da Zeus'ün, Roma'da Jüpiter'in simgesidir.

Ea: Su-tanrı. Enki adıylada anılır. Sümer-Akad inançlarında evrenin ana öğesi su'dur. Daha açık bir deyişle Sümer evreni gök (An), toprak (Enlil)ve su (Enki) olmak üzere üçe ayırmakla beraber bunların temel ve tümünün yaratıcı öğesi olarak su'ya tapmışlardır. Bu bakımdan, Ea büyük yaratıcı tanrıdır, göğü ve toprağı o yaratnıştır, aynı zamanda tüm bilgeliktir ve bundan ötürüde büyüsel etkiler onun yardımıyla elde edilir, yaşam kaynağı olduğundan ötürü bolluğuda simgeler. Sümer tapınaklarında Ea'nın kendisi olarak bir kap içinde kutsal su bulundurulurdu, bu sudan içen hastaların iyileşeceğine ve güçsüzlerin güçleneceğine inanılırdı. Tapınak rahipleri de balık biçiminde giysiler giyerlerdi. Hıritiyanların İsa'ya tasarladıkları balık niteliğinin de kaynağı Sümerlerin bu inancı olsa gerektir. Sümer inançlarında Ea'dan önce, bir su ilkesi olan Ab-zu(ya da Ab-su) inancı alır.

Enkidu: Gılgamış'ın arkadışı. Engidu biçimindede yazılmaktadır. Kimi incelemeciler onun bir insan olmadığını, belki de bir aslan olduğunu ileri sürmektedirler.(Örneğin, Bkz. Challaye, Dinler Tarihi, İstanbul 1960, s. 116). Vücudu kıllarla kaplı, çok bilgeli bir varlıkmış. Bir başka anlatıma göre de kralı olduğu kenti kalkındırmak isteyen Gılgamış, ülkesinin bütün erkeklerini işe koşarmış. Kadınlar kocalarını, genç kızlar nişanlılarını göremez olmuşlar. Bu yüzden kralı, tanrı Aruru'ya şikayet etmişler. Kadınları haklı bulan tanrı da krala bir arkadaş yaratarak onu başka serüvenlere yöneltmek istemiş ve tanrı Anum'a benzeyen toprak vücutlu, çok iri ve vahşi Enkidu'yu yaratmış. Bu yaratık Gılgamış'ın yaşamında büyük çapta etken olanlardan biridir ve sonunda da onun uğrunda ölür. Öyküye göre tanrıça İştar, krala aşık olmuş. Ama onun bütün sevgililerini öldürdüğünü bilen Gılgamış, tanrıçaya yüz vermemiş. İştar da ondan öç almak için üstüne azgın bir boğayı saldırtmış. Gılgamış ancak Enkidu'nun yardımıyla boğayı altedebilmiş. Buna çok kızan İştar da Enkidu'nun canını almış. Enkidu'nun ölümü, Gılgamış'ın ölümden korkup ölümsüzlüğü aramasının nedenidir. Bir başka anlatıma göre de Gılgamış, ölüler ükesinde arkadaşıyla görüşür. Enkidu'nun ona ölümün ne denli kötü olduğunu anlatması, Gılgamış destanı'nın en şiirli bölümüdür.


Enlil: Yeryüzü-tanrı. Bel ya da Belum adıyla da anılır. Baal'le birlikte bütün bu adlar, Mezapotamya'nın en büyük tanrısını dile getiren tanrı anlamındadır. Enlil, tanrı Anum'un oğluydu, zamanla babasının yerine geçerek baştanrı yerine yükseldi. Yeryüzüne hakim olan, onu yöneten odur. Sümer inançlarında bir tufan meydana getirerek insanları cezalandıran da odur. Atmosfer güçlerini de o yönetir; şimşekler fırtınalar, onun buyruğundadır. Karısı Ninlil ya da Belit'le birlikte Elam dağlarında oturur. Nippur sunağı ona adanmıştır. Özellikle sümerler en çok onu saymışlar ve en çok ondan korkmuşlar. Ne var ki Mezapotamya'nın çok uzun tarihinde tanrılar zamanla yer değiştirmekte, oğullar babalarının yerini almaktadır. Belli bir zamanda hangi tanrı sayılıyorsa, bütün tanrıların onun tarafından yaratıldığına inanılmaktadır.

Ereşkigal: Yeraltı ülkesi tanrıçası. Yeraltı ülkesi tanrısı Nergal'in karısıdır. Sümer inançlarına göre, ilkin cehennemi (Arallu) tek başına Ereşkigal yönetirmiş, tanrıların bir şölenine çağrılınca cehennemden ayrılmadığı için kendi yerine bir temsilci göndermiş, bütün tanrılar bu temsilciyi ayağa kalkıp selamlamışlar, sadece tanrı Nergal yerinden kıpırdamamış, bunu duyan ve çok kızan Ereşkigal, tanrı Nergal'i yakalatıp cehenneme getirmiş, ama Nergal, cehennemin için altüst ederek Ereşkigal'i tahtından indirmiş, cehennemin kralı olmuş ve Ereşkigal'le evlenmiş.

Kingu: Devler ve canavarlar ordusunun komutanı. Torunlarına kızan Tiamat, devlerden ve canavarlardan bir ordu kurarak tanrılara saldırır, bu ordunun başına getirdiği korkunç dev Kingu'ya kaderin iplerini verir. Tanrılarda kendilerini savunmak için tanrı Marduk'u başkomutan yaparlar. Marduk devleri yakalayıp cehenneme gönderir, kaderin iplerini de Kingu'dan alarak kendi boynuna takar. Marduk'un büyük ve evrensel eğemenliği böylece başlar.

Kişar: Yeryüzü tanrı. Ünlü Sümer tanrıları Anum, Enlil ve Ea, onun gökyüzü-tanrı Anşar'la birleşmesinden doğmuş ya da oluşmuştur. Kişar dişi, Anşar erkektir.

Lakmu: Erkek-yılan. Dişi-yılan Lakamu'yle birlikte dünyaya gelmiş. Sümerlerin yaratılış tasarımlarını anlatan Enuma Eliş (Gökyüzünde) adlı yapıta göre (bu yapıtın İ.Ö. VII. yüzyılda yazıldığı sanılıyor) bu iki yılan Apsu'yla Tiamat'ın birleşmesinden olmuşlar. Bu iki yılanın birleşmesinden de Aşar ile Kişar dünyaya gelmiş. Yeryüzüyle gökyüzü böylece oluşmuş.

Lilitu:Dişi gece demonu. Rüzgarla gelen felaketler, hastalıklar, veba ve ölümden sorumlu görülmekle birlikte, belkide daha fazla insanların cinsel yaşamlarına müdahalede uzmanlaştıklarına inanılır.

Moummou: Sonsuzuk-tanrı. Kimi metinlerde Apsu'yla Tiamat'ın oğlu, kimi metinlerde de Apsu'nun veziri olarak gösterilmektedir. Mummu biçiminde de yazılıyor.

Nana: Ana-tanrıça Kybele'nin adlarından biri. Nina ve İnnina da denir. Akad'lar kendi dillerinde onu aynı anlamda İştar sözcüğüyle çevirmişlerdir. Ana ve Anna sözcükleri de bu kökten türemedir. Mezapotamya mitolojisinde Nane adıyla tanrı Enzu'nun ve kimi yerde de tanrı An'ın kızı olarak gösterilir, aşk ve savaş tanrıçası sayılır. İ.Ö. V.I. yüzyılda Babil'de Annumitu adıyla anılmıştır.


Ningirsu: Savaş-tanrı. Urningirsu da denir. Tanrı Enlil'in oğludur. Anu'nun kızı olan tanrıça Bo'yla evlidir. Tanrıça Bo, tanrıça İştar'dan önce Lagaş bölgesinin toprak-ana'sıydı. Savaş tanrının yirmi dört çeşit silahı varmış ki bunlardan herbiri bir devi simgelermiş. Ningirsu'nun annesi de Ninlil adını taşır ki Enlil'in karısıdır.

Ninhur Sag: Kış bölgesi tanrıçası. İ.Ö.III. b.nyılda tapılmıştır. Ninlil ile kardeş çocuklarıdır.

Ninlil: Tanrı Enlil'in karısı. Nirginsu'nunda annesidir.

Pazuzu: Ateş-peri. Kuş ayaklı, kanatlı ve insan ellidir. Hastalıkları iyi ettiğine inanılır. Hastaların boynuna onun resmini taşıyan muskalar asılırmış. İkircikli özelliği olarak güneydoğudan estirdiği rüzgarlarla vebayıda beraberinde getirdiğine inanılan demon.

Sin: Ay-tanrı. Sümerlilerin en büyük kozmik tanrısıdır. Güneş-tanrı Şamaş'la yıldız-tanrı İştarın babasıdır. Evren-tanrı Enlil'le evren-tanrıça Ninhil'in oğludur. Akad'lar, eski Araplar ve Hitit'lerce tapılmıştır. Tevrat'ta da onun sözü edilir ve peygamber İbrahim'in çıktığı kent olan Ur'da onun egemen olduğu anlatılır. Sin, Sümer inançlarında birinci büyük tanrı üçlüsündendir. Kimi incelemeceiler bunu Mezapotamya'ya göçeden Sami ulusların etkisiyle bağlarlar.

Şullat: Fırtına ve kötü hava habercisi tanrıça.

Tiamat: Tuzlu su-tanrıçası. Tatlı su-tanrı Apsu (ya da Ab-zu)'yla birlikte evrenin ilk varlıklarıdır. Sümer'lerin Enuma Eniş (Gökyüzünde) adlı yaratılış efsanelerinde evrenin bomboş olduğu bir ön zamanda bu iki varlığın bulunduğu belirtir. Evren, bütün tanrılar ve insanlar bu iki varlıktan, eşdeyişle su'dan meydana gelmiştir. Tatlı ve tuzlu suların birleşmesinden ilkin erkek yılan Lakmu (Lagma biçiminde de yazılıyor)'yla dişi yılan Lakamu (Lagama biçimindede yazılıyor) doğuyor.Bunların birleşmesinden de Anşar (Gök. An-sar biçiminde de yazılıyor) ve Kişar (Toprak. Ki-sar biçiminde de yazılıyor) meydana geliyor. Tanrılar ve insanlar işte bu gökle yerin birleşmesinden doğuyorlar.

Temmuz: Sümer'lerin Dumuzi'sinin Sami'lerdeki adı. Tamuz ve Tammuz biçimlerindede yazılır ve söylenir. Kaynağı Sümer tanrısı Dummuzi olan Temmuz giderek Anadolu'da Attis ve Adonis'e dönüşmüştür. Bütün bunlar bitkilerin ölen ve yeniden dirilen tanrısı'dırlar. Bu tasarım, doğanın sonbaharda ölüp ilkbaharda yeniden canlanışını simgeler. Bu tanrılarda doğa gibi, sonbaharda ölüp ilkbaharda yeniden dirilerek aşk ve bereket getirirler. Sonbaharda ölümleri aşk yüzündendir, kışı yeraltı ölüler ülkesinde geçirişleri aşk yüzündendir, ikbaharda yeryüzüne dönüşleri aşk yüzündendir. Sümerlerden Yunanlılara kadar çeşitli bölgelere ad değiştirerek süregelen bu temel efsanede aşk ve şehvet doğurganlığın, bereketin, bolluğun simgesi sayılmıştır. Doğal yılın en verimli ayı sayılan Temmuz ayı da adını burdan alır. Bu tanrının sevgili ya da karısı da Sümerlerde İanna ya da İnanas, Samilerde İştar ya da Aştart ya da Aştoret'tir. Kimi anlatımlarda yeraltı ülkesine giden Temmuz değil, Aştart'dır. Orada tutuklanmış, bu yüzdende yeryüzünde aşk ve bereket kalmamıştır. İnsanların ve hayvanların üremesi durmuş, bitkiler açmaz ve tohum vermez olmuştur. Tanrılar bunu önlemek için kadınsı bir erkeği yeraltına göndererek Aştar'ın yeniden yeryüzüne dönmesini sağlamıştır. Akad anlatımlarındaysa İştar, genç kocası Temmuz'u aramak için yeraltı evrenine iner. Sümer anlatımlarında İnanna, yeraltı evlerinden çıkabilmek için, kocası Dumuzi'yi rehin bırakır. Ama bütün bu anlatımlarda tanrı ve tanrıçalar kış aylarını yeraltında, yaz aylarını yeryüzünde geçirirler; ölür ve yine dirilirler, ölmekle doğadaki canlılığa son verir ve dirilmekle doğayı canlandırırlar.


Utu: Güneş-tanrı. Ud ya da Ut da denir. Mezapotamya metinlerde Babbar, Asur ve Hitit metinlerinde Şamaş adıyla anılır. Adalet-tanrı Kittu ve hak-tanrı Meşarru onun çocuklarıdır. Sümer zincirinde ilkin var bulunan su'dan An(Gök) doğuyor, sonra Ki(Toprak) ve bunalrın birleşmesinden Enlil(Hava) doğuyor, işte Nana(Ay)-Utu, (Güneş)-İnanna (Aşk ve savaş) onun çocuklarıdır.

Utnapiştim: Sümer'lerin Nuh'u. Babil diliyle yazılan tabletlerde bu adla anılan tufan kahramanına Sümer'lerin Ziusudra dedikleri sonradan anlaşılmıştır. Utnapiştim'e Sümer'lerin
Nuh'u demekten daha iyisi Nuh'a Yahudilerin Ziusudra'sı demektir, çünkü bu öbüründen onbeş yüzyıl öncedir. Şurrupak kentinde kralmış, bilgeymiş ve rahipmiş. Adının sözcük anlamı "hayatı gören"dir. Ubara-Tutu'nun oğluymuş. Tufan'ı atlattıktan sonra ölümsüzlüğe kavuşan ve tanrılarca Dilmun(Cennet)'da yaşamasına izin verilen Utnapiştim aynı zamanda atası bulunduğu Gılgamış'a ünlü su baskınını şöle anlatır: İnsanlar çoğalıp gürültü yapmaya başlamışlar. Tanrıların gözüne uyku girmez olmuş. Bunun üzerine insanları yok etmeyi planlamışlar. Tanrı Ea "önceden verdiği sözü tutarak" bu karardan Utnapiştim'i haberdar etmiş ve bir gemi yapmasını sağlamış. Geminin yapımı bitince tufan patlamış. Öğlesine korkunç bir kasırga başlamışki "tanrılar bile korkularından göğün en yüksek katına kaçmışlar, orada sokak köpekleri gibi titreyerek duvar dibine sinmişler". Altı gün ve altı gün gece boyunca gök ve yer birbirine karışmış. Öyle ki " cennetin ve cehennemin tanrıları ağlayışıp durmuşlar". Yedinci gün başladığında tufan yatışmış, Utnapiştim'in gemisi de Nisir dağının tepesine oturmuş. Orada gemiden inip adak kurbanını kesmişler. "Tanrılar tatlı kokuyu alınca dağın başına sinekler gibi üşüşmüşler". Tufan'ın düzenleyen tanrı Enlil çok kızmış, tanrı Ea'ysa kendisinin haber veridiği yadsımış ve "bilge kral Utnapiştim olacakları düşünde görmüş" deyip işin içinden sıyrılmış. Çaresiz kalan tanrılar toplanmışlar ve Utnapiştim'le karısına ölümsüzlük bağışlayıp "çok uzakta" yaşaması için Dilmun'a yerleştirmişler. Bu yüzden Sümer'ler ona Uzaktaki de derler.




------------------------------------------------------




Fenikeliler Dini






M.Ö.12 yüzyıldan itibaren daha belirgin bir biçimde tarih sahnesine çıkan Fenikelilerin menşei tam olarak bilinmemekle birlikte daha önceden Filistin yöresine gelen Kenaniler ile buaraya göç eden ilk Sami grupların ve MÖ 1200 den sonra Ege göçleriyle gelenlerden bazılarının kaynaşmasıyla oluşan bir ırk oldukları tahminedimektedir.

Fenikeliler denizcilikte ve ticaret de oldukça ilerlemişlerdir. Sayda ,Tir, Sur, Samariye, Trablus , Azvad , Beritos , Akad gibi liman kentleri kumuşlardır. Fenikeliler özellikle Tir ( Sur ) Şehri Üstünlüğü döneminde ( M.Ö.1100 - 800) yılları arasında en parlak dönemleri yaşamışlar bu dönemde tüm Akdenizi dolaşmışlar hatta Cebelitarık 'ı aşıp uygun yerlere ticaret kolonileri kurmuşlardır.



Ekonomik alanda oldukça güçlü olan Fenikeliler gariptirki Siyasi açıdan oldukça etkisilerdi ve kolonilerle şehirler arasında siyasi bir birlik kuamadılar. Bu nedenle Önce M.Ö. 868 de daha sonrada M.Ö. 750 de Fenike şehirleri (Sayda, Arvad) Asurlulara haraç ödemeye başladılar.Dha sonra M.Ö. 678 de Asurluların eline geçen bölgeler Asurlular yıkılınca Babillilerin denetimine girerek Fenikeliler bağımsızlıklarını zaman zamn kazanmış , bazen de kaybetmişlerdir. M.Ö. Kartaca dışındaki böçlgeler tamamen yabancıların eline geçerek Fenike egemenliği sona ermiştir. M.Ö. 146 da ise son bağımsız son Fenike şehri Kartaca Romalıların eline geçmiştir. Bu tarihten itibaren Fenikeliler eski zenginliklerini kaybetmişlerdir.

Fenikelilerde Din

Fenikelilerin çeitli kavimlerle olan sıkı ilişkilerinin sonucu olarak farklı dinlerin etkisi altında kalmışlardır. Ancak yaşadıkları dinin Mezopotamya inançlarının da etkisiyle şekillenen Asya kökenli bir din olduğu söylenebilir.



Tabiat kuvvetlerini tanrılaştırmış olan bu din, iki temel ruha dayanıyordu; kadın ve erkek ruh. Kadın ruhu döllendirme tanrıçası İştar ( Aştar ) ile bereket tanrıçası Atargatis ; Erkek Ruh'u ise yıldırımlar hakimi, dağ tepeleri tanrısı Hadad ile İştarın oğlu / sevgilisi Adonis temsil ediyordu. Her Fenike şehrinin kendine has bir tanrısı olmakla birlite büyük gök mabudu Baal 'in müşterek tanrı olduğu ve her şehirde değişik adla anıldığı görülür. Dağ tepeleri, nehirler, kutsal ağaçlar tanrıların durağı olarak bilinir ve yüksek yerlere tapınak yapılırdı. Bilinen en yaygın ibadet adetleri ise ( Kartaca'da rastlanan) M.Ö.3 yüzyıla kadar süren erkek çocuk kurban etme usulüdür.

 

Suskun

V.I.P
V.I.P

Roma Uygarlığı ve Dini


M.Ö 4 yüzyıl ortalarından sonra kararlı bir biçimde büyümeye başlayan Roma Devleti Büyük İskender İmparatorluğu’nun parçalanışı sürecinde Roma Devleti bütün İtalya’yı tek bir siyasal çatı altında toplamayı başarı. İlk başta küçük olan Roma Devleti ; M.Ö. 200 de Batı Akdeniz’e M.Ö. 168 de bu defa Doğu Akdeniz’e egemen olurken dönemin “ dünya devleti ” oldu.Daha sonra bütün Anadolu da dahil Akdeniz çevresini ele geçirip Atlantikten Fırat’a kadar tarihte ilk ve son defa siyasi bir mekan birliği kurarken aynı zamanda Akdeniz havzasında yine ilk defa bir dil ve kültür birliğinide gerçekleştiriyordu.Döneminde Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğunun resmi din olarak kabul ettiren 1. Theodosius ( 379 – 395 ) ölümünden sonra İkiye ayrılan Roma İmparatorluğu önce batı sonrada doğu kısmının yani Bizans İmparatorluğunun yıkılmasıyla ( 1453) yaklaşık 1800 yıl sonra tarih sahnesinden çekilmiştir.

Roma Dini

Çok tanrılı bir din anlayışından gelen Romalılar tabiat kuvvetlerinin birer tanrı olduğuna, tabiatta ve hayatta olan herşeyin tanrısal iradeye bağlı olduğuna inanıyorlardı.Başlangıçta Etrükslerin etkisinde kalan din anlayışı, fetihlerden sonra yeni ülkelerin kültürleriyle tanışınca buralarda yaşayan halkların dini inançlarından da etkilenmiştir. Romalılar Fenike, İran, Frig inançlarının etkisindede kaldılar ama özellikle yunan uygarlığının (helen) din ve inanç konusundaki daha fazla ve belirgindir.



Kendi tanrılarının cumhuriyet döneminde daha yakından tanıştıkları Yunanlıların tanrılarına benzediğini gören Romalılar onların tanrılarını aynen kabul etmişler ve mitolojilerinide benimsemişlerdir. Bu çerçevede Yunanlıların önemli tanrılarından olan Gök Tanrı (Tanrıların Kralı) Zeus ( Zevs) : Jupiter , Ay Tanrısı Hera ; Junon , zeka ve akıl tanrıçası Athena ; Minerva , güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit ; Venüs , ölüler ve cehennem tanrısı Hades ; Plüton , bereket tanrıçası Demeter ; Neptün , eğlence ve şarap tanrısı Diyonizos ; Baküs olarak adlandırılmıştır.

Yunan ahlak ve gelenekleri Romalıların Etrükslerden itibaren şekillenen dini gelenek ve inanışlarına da etki etti. Romalılar da bütün ilk çağ toplumları gibi fala inanmak , kuşların uçuşu veya kesilen kurbanların iç organlarının dağılışına bakarak kehanette bulunmaya çalışmak gibi batıl inanışlara sahiptiler. Hatta öyle ki savaş ialan etmek gibi son derece ciddi ve önemli devlet işleri bile fala bakılarak kararlaştırılırdı. ( hatta bu iş için resmi kahinler ve kutsal tavuklar vardı. Bu tavuklar kendilerine verilen yemi yemezse bu , tanrıların yapılmak istenen işe razı olmadıkları biçiminde yorumlanıyordu. ) Falcılıkla birlikte büyücülük de önemli bir batıl inanış biçimiydi. Roma’ da halkın gözünde çok değerli olan sadece falcılık – büyücülükle uğraşan bir sınıf bile vardı.

Roma İmparatorluğunda Hırıstiyanlık yaygınlaşıncaya kadar puta tapıcılık ( paganizm ) resmi dindi. Tanrılar adına yapılmış özel tapınaklar vardı. Tanrıça Junon adına yapılan tapınakta kutsal ateş devamli yakılır ve vestal denilen genç rahibeler ateşin sönmemesi için nöbet beklerlerdi.




Zaman içinde Yunan felsefi görüşlerinin Romaya girmesiyle tanrıyı inkar eden Epikürizm ve tanrının varlığını kabul eden Stoacılık da Romalılar ’ın din anlayışının kısmen de olsa etkileyen bir diğer kanal oldular.

Romalılar’ ın ilk dönemlerinde tanrılar adına düzenlenen yortular ve yılda iki defa yapılan araba yarışları halkın hem oyun eğlence hemde ibadet şeklini yansıtması açısından önemlidir.

M.S 30 yılından itibaren Roma İmparatoluğuna giren Hırıistiyanlık özellikle alt tabakadaki insanlar arsında yayılmıştır. M.S.305dan sonra doruğa çıkan Hıristiyanlık – Eski Roma Dini taraftarları arasında çekişmeler 305 – 306 yılları arasında en şiddetli çatışmalara sahne olmuş 306 yılında bu çatışmalar sonucunda iktidarı tek başına ele geçiren 1.Constantinus (Konstantin) tek başına imparator olup 313 yılında yayımladığı Milano Fermanı ile Hırıstiyanlığı serbest bırakıp yayılmasını teşvik etmeye başlaması ve Özellikle Döneminde Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğunun resmi din olarak kabul ettiren 1. Theodosius ( 379 – 395 ) un Roma’daki Vesta Tapınağı ’nda Roma’nın kuruluşundan bu yana yanan kutsal ateşi söndürmesiyle birlikte paganist inanç sindirilmeye başlanarak yavaş yavaş tarih sahnesinden silinmiştir.




----------------------------------------------


Kayıp Mu Uygarlığı ve Dini


Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgileri edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygariık hakkında beş eser yazmıştır.

Churcward'ın kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven'in 1921-23 yılları arasında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur.

Bilim dünyası, gerek Churchward'ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis'in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi ~ugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.

Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabui edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vernıiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürnıektedir.

Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.

James Churchward 1883'de, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğruitusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterdi.

Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi'nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward'ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.

Rishi, bu düşüncelerle Churchward'a iki yıl boyurıca üstadlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.

Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğultusunda batık kıta Mu ve uygarlığııtın izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırnıa gezilerine başladı.

Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da, Avusturalya'da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward'a yeni nur kaynağı Meksika'da parladı. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika'da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu. Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika'ya gitti ve Tibet'te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük'yankılar getiren eserlerirıi yazdı.

Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırnıacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürnıektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluţturmuţtur.

Mu uygalığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır (8). Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.

Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika'da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu'nun kolonileşme ve uygarlığinın temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar.

15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar, güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları tıavayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yiikseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan ç~ktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.

Günümüzde geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli benzerlik tesadüf olamaz. Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha farklı bilgiler ummak da saçmalık olur. Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi gösternıe açısından bir başka kaynaktan yararlanalım. Günümüzden 3 bin yıl önce yazılmış Mahabharata'da, uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: "Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Birden heryer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulaklan sağır ederı bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda kavruldn. Ağaçlar tamamerı yandı. Heryer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir avuç kül kalmıştı"...

Bu efsane, atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanısıra, onların dünyasının da bugün olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.

Mahabharata efsanesi ve Sodom ve Gomora'nın yokoluşu gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve Mu kıtalarının batışı teorilerinden birisini destekler niteliktedir. Ancak bu konuya daha sonra değinileceği için şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı dine, "Mu Dini"ne göz atalım.

Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorlann ünvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş İriıparatorluğu"ydu. Mu dilinde "Ra" kelimesi, giineş anlamına geliyordu. Mu'nun kolonisi olan Mısıi da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya'da da imparatorun ünvanı "Güneşin Oğlu" dur. Bunun yansıra eski Maya ve İnka uygarlıklarında da krallar aynı ünvanı kullanmışlardır. İmparatorun altında, hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunuyordu ve burılar yönetici sınıfı teşkil ediyordu. "Kutsal Sırlar Kardeşliği"nin üyesi olan Naacaller'in tüm dünyaya yaymış oldukları "Mu Dini", belki de insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyoriardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlannı sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.

Naacaller'in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Alaacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tannnın geometri ve mimarlık vasıflarına düştüğünü öngörmektcydi. Mu dinine göre Tann o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi. Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırıimış iddialann ve güneş kültü diye nitelendirilen inamşların kökeninde yatan olgu budur.

Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tann değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlannın kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.

Semboller vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu'nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" ünvanını taşıyordu.

Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü açıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.

Mu dini sembollerinin en önde geleni, ".Mu Kozmik Diyagramı"dır. Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, "Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içiçe geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün birarada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanriya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin birarada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın herbir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemierin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durnıası gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.

Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırrrıanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil İnsan'a ulaşmak zorundadır.

Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay'dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgerıin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında ~lar boğazların bulunduğu adalar topluluğudur. Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan südur eden İlahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissetfirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu sembol, Osiris iIe önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a, Mısır'dan Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır.

Birçok sembol gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul ettiği inisiasyon törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. Değişik örgütlenmeler vasıtasıyla 'günümüze kadar ulaşmış bu inisiasyon töreninde aday, uzun bir hazırlık ve soruşturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde kardeşliğe kabul edilirdi. Naacal kardeşlik örgütüne üyelerin seçilerek âlındıkları dışında, kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta. Ancak, Naacal kardeşliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır'ın Hermetik kardeşliğine kabul töreninin Naacaller'in uyguladıkları törenden daha farklı olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır uygarlığını incelerken dönüleceği için, şimdi Naacal öğretisinin diğer kavramlarına geri dönelim.



Mu dininin dört temel kavramı vardır:

1-Tanrı tektir. Herşey ondan varolmuştur ve ona dönecektir.
2-Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.
3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.
4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir.

Naacal öğretisine göre, Tanrı, sevginin ta kendisidir ve tüm evreni de sevgi üzerine kurrrıuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek vasıfta olan ruhlar ona geri dönebilecek yeterliliktedir. Bu vasıflara sahip bir insan olabilmek ancak Naacal kardeşi olmakla ve kardeşlerin de öğretiyi derece derece sindirmeleri ile mümkündür. Naacaller, yalnızca üstad rahiplerin bu aţamaya ulaţabileceklerini kabul ederler.

Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak'dır .

Semavi dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, "dört baş melek" olarak adlandırılmışlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollanının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan ağızlarr sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü simbelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük gamalı haçı seçmiş olması bir tesadüf değildir. İsa'nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.
 
Top