Ekoloji ve Çevre Hakkında Makaleler

Suskun

V.I.P
V.I.P

Dünyamızın Esrarengiz İşçileri

Mikroorganizmalar sularda ve fabrikaların sıvı artıklarında bulunarak besin maddelerinin pislenmesine yol açarlar. Ama aynı zamanda, katı veya sularda erimiş halde bulunan organik artık maddelerin ortadan kalkmasını da sağlarlar. Mikropların tesiriyle artıkların parçalanmaya uğraması, sanayi mikrobiyolojisinin dünya üzerinde gerçekleştirdiği en mühim işlerden biri olacaktır.

Kullanılmış suların arıtılması, sadece sağlık bakımından değil, su tasarrufu bakımından da büyük ehemmiyet arzeder.

Biyolojik arıtmanın birinci devresinde elde edilen artıklar, sindirici bir makineye konularak mayalanmaya bırakılır ve neticede de metan gazı elde edilir. Bu gaz, şehir hava gazına karıştırılarak yüksek bir yanma gücü elde edilmiş olur. Sindirilmiş artıklarda birçok besleyici madde vardır.

Bugün kullanılmış sularda tek hücreli çeşitli yosunların yetiştirilmesi konusunda, birçok ülkede mühim çalışmalar yapılmaktadır. Meselâ, Japonya'daki bir fabrikada yosunlar, kullanılmış suların karbon gazını almakta ve böylece temiz su istihsali sağlanmaktadır. İlk denemelerin yapıldığı bu fabrikada, günde 27 kilo yosun ve 908.781 kilo arıtılmış su üretilmektedir. Bu yosunlar yoğunlaştırılarak hayvan yemine katılmaktadır. Ayrıca Prag Mikrobiyoloji Enstitüsüne bağlı bir araştırma merkezinde de, buna benzer denemeler yapılmaktadır.

Kullanılmış suların arıtılması yoluyla elde edilen katı artıklar ve ev çöpleri, hususi bu iş için kurulmuş fabrikalarda mayalandırılabilir ve böylece organik maddeler bakımından zengin gübre mayaları elde edilebilir.

Avrupa ülkelerinde, ev çöplerinin miktarı, adam başına ve günlük olarak 650 ila 1000 gram arasında değişir. Brezilya'da tropikal bölgede, şehir kesimlerinde, adam başına ve günlük olarak 600 gram; Fas'ta, Rabat'ta ise, 500 gram olarak tesbit edilmiştir. Tropikaltı ve tropik bölgelerinde, kasaba ve köylerde ise, küçümsenmeyecek ölçüde azalma görülür. Buralarda adam başına, günlük ortalama 250 gramdır.

Taze çöplerin bir gramında milyonlarca tek hücreli canlı bulunur. Bunların ameliyelerden geçirilmesi çeşitli zamanlarda olur. Sonunda, hastalık yapan mikroplar ve parazitler ölür; elde edilen gübre mayası da, antibiyotik maddeler ve toprak mikroplarının düşmanı olmayan tek hücreli organizmalar kalır. Çöplerin bu ameliyeden geçirilmesinde, 40 kg. maya elde etmek için 100 kg. çöp kullanmak gerekir.

Gübre mayası kullanımının dozları değişiktir. Hektar başına 20 ila 40 ton arasında. Şerbet, toprağın fizik özellikleri üzerinde ödemli bir tesir yapar. Kumlu topraklara döküldüğü zaman, bu toprakların suyu ve gübreyi tutabilme kabiliyetini güçlendirir ve böylece verimi artırır. (Meselâ narenciye söz konusu olduğu zaman, % 15 ile % 20 arasında bir artış sağlanır) Hatta, yoğun toprakların su geçirebilirliliğini sağlar ve yağmur mevsiminde çamura dönüşmesine mani olur. Bayırlarda ise, önemli ölçüde erozyonların önüne geçer.

100.000 ile 150.000 kişilik şehirden, günde 50 ile 100 ton arasında çöp çıkar. Bu, günde 17 ile 25 ton arasında gübre mayası demektir. 200 ile 300 hektar arasında bir toprak için bu miktar gübre mayası yeterlidir.

Bu gün, bakır, nikel, krom, kalay ve molibden bakımından zengin maden filizlerinin pek güç bulunduğu bilinmektedir. Zengin olmayan filizleri, yoğunluk bakamından zengin veya orta derecedeki filizlerle tatbik edilen madencilik işlerinde arıtmak, pahalıya mal olmaktadır. Ama, suda veya sülfirik asitte erimiş bu madenleri çıkarmak için mikropları kullanma imkânı da vardır.

On - onbeş yıl önce, Rio Tinto'da Thiobacillus ferroxidans'a benzeyen bir bakteri elde edildi. Bu bakteri nevi, daha önce, Pensilvanya kömür ocaklarında yapılan araştırmalar sırasında bulunmuştu. Bakteri, kömürdeki pritin yıkanması için kullanılan sulardan elde edilmiştir. Artık suların yüksek asitli olması, çevredeki bitkilerin kurumasına sebep olmuş ve bu alâka çekici hadise yıkanma olayının keyfiyeti üzerinde araştırmalar yapılmasına yol açmıştı. Daha sonra, Birleşik Devletlerde Bingham'da, bakır yüklü sulardan, buna benzer başka bir mikrop elde edildi. Laboratuvarlarda yapılan çalışmalar, en az sekiz madeni içine alan kükürtlü suların bu mikropların tesirinde kaldığını gösterdi.

Bu mikrobiyolojik yıkamanın ehemmiyeti mevzuunda fikir vermek için Birleşik Devletler'de, 1965'de bakır madenlerinde 370 milyon ton cüruf elde edildiğini ve mikroorganizmaların faaliyeti neticesinde bu cüruftan elde edilen bakırın A.B.D.'nin 1966’daki bakır üretiminin % 10'unu sağladığını söylemek kâfidir.

Bu yolla elde edilen bakırın tonunun 1000 dolara mal olduğu da bilinmektedir. Oysa, dünya piyasasında bu rakam 14.000 dolar kadardır. Demek ki, 1 milyon ton cürufta, % 0,3 oranında bulunan bakırın % 50 si elde edilebilirse, 600.000 dolarlık bir kazanç sağlanacaktır. Şimdilik mikrobiyolojik yıkama, ekonomik bakımdan verimli görünmektedir. Meksika, SSCB ve Birleşik Devletler gibi on ülke bu usulü kullanmaktadır.

''Tkioba siller" ve ''Ferrobakteriler'' brannit gibi bazı maden filizlerinden uranyum çıkarılmasında da kullanılabilir. Uranyum, uranil sülfat olarak çözülmüş durumuna geçer ve çeşitli şekillerde bu çözülmüş şeyden uranyum elde edilir.

1985'te uranyum ihtiyacının iki katına çıkacağı ve bundan dolayı biyolojik yıkama ile maden çıkarma yolunun çok faydalı olacağı tahmin edilmektedir.

Kanada'da "Stanrock" ocaklarından bu yolla, ayda 7500 kilo uranyum elde edilmektedir. Madenciler mikropların tesirli olduğu ocak duvarlarını ıslatmakta, elde edilen çözülmüş şeyler toprak yüzüne aktarılmakta ve bundan uranyum çıkarılmaktadır. Böylece, pek değerli olmayan tonlarca maden filizinin taşınması gereği de ortadan kalkmaktadır.

İsveç'te, içinde pek az uranyum bulunan geniş şist yatakları vardır. Bakterilerin dolaylı tesiri sayesinde, bu uranyum yoğun hale getirilebilmektedir. (Uranyum tonunun 30.000 dolar olduğu göz önüne alınacak olursa, masrafların pek yüksek sayılamayacağı kolaylıkla anlaşılır.)

Batı Afrika'daki yataklardan altın çıkarılması konusunda da, dış beslenen bakterilerden faydalanılmaktadır. Butonolda eriyen ve bu bakteri tarafından oluşturulan organik bileşimde büyük ölçüde altın bulunmaktadır.

İrkutsk'da, Değerli Madenler Enstitüsünde çalışan Rus araştırmacıları, altının erimesi ve çökmesiyle alâkalı biometalürjik usulleri incelemektedirler. Bu araştırmacılar, filizdeki altının % 30'unun yirmi saat içinde çıkarıldığını ve çözülmüş hale getirildiğini açıklamışlardır.

Manganez çıkarılmasında kullanılan filizler, umumiyetle, manganit ve pirolüzit gibi oksitlerdir. İkinci durumda oksitlenme, Ferrobakteriler olarak bilinen Leptothriks ve Godionella çeşitleri tarafından gerçekleştirilir.

Bazı madenlerin çıkarılması için mikroorganizmaların kullanılmasının çeşitli avantajları da vardır. Enerjiye hemen hiç, ya da pek az gerek duyulması, az yatırım, kullanılan âletlerin ucuz olması. Ama, bu, hayli zaman isteyen bir iştir. Bu yeni metodun verimli olabilmesi için, eskiden beri kullanılan, usûllerle birlikte veya onların ardından kullanılması şarttır. Ayrıca Mikrobiyolojinin bu tatbîkî yönünden, jeoloji, maden kimyası, biyokimya, mikrobiyoloji ve maden sanayi gibi dallarda ortaklaşa çalışmayı gerekli kıldığını da belirtmeliyiz.

İlim ve teknik gelişmelerin varabileceği oldukça üst seviyeye yaklaştığı günümüzde, her yeni keşif; bize kâinatda yer alan madde ve canlı her şeyin yaratılmasında, insanı hedef alan bir gâyenin gözetildiğini, gözle görülmeyen en küçük bir canlının dahi -benzetecek olursak- insanın idare ettiği bir orkestrada, yerinin ve vazifesinin çok mühim olduğunu ve herşeyin önceden hazırlanmış bir program ve plânın düblörleri bulunduklarını bize göstermektedir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Öldüren Sular

Resimde çevre kirlenmesi ve zararlı sanayi artıkları sebebiyle kirlenen kar ve yağmur sularından gelen sülfirik ve nitrik asitle ölen alabalıklar görülmektedir.

jSHR60V.jpg


Kar ve yağmur sularından gelen sülfirik ve nitrik asitle kirlenmiş dere suyundan dolayı, Adirondack ırmağında, tel kafese konulan dere alabalıkları oksijensizliğe dayanamayarak öldüler.

Binlerce İskandinav, yüzlerce A.B.D. ve Kanada göllerinde şimdi asit yağmurlarından dolayı balık yaşamamaktadır. İlim adamları fosil yakıtların yanmasından dolayı oluşan asitlerle bu göllerin kirlendiğine inanmaktalar. Bu göllerin nasıl öldürücü bir hal aldığı bilmecesi ise tamamen çözülememiştir.

hRPGiz5.jpg


Yayılan sanayi artıkları çeşitli canlıların hayatını tehdit etmektedir. Resimde 5.0 pH değerindeki asitli sularda solungaçları bodurlaşmış, omurgası deforme olmuş bir semender görülmektedir.
Avrupanın sânayi merkezlerinden yayılan ve rüzgar vasıtasıyla gelen kirleticilerin, İskandinav ülkelerinde bilhassa Norveç'in güney kısımlarında tesirli olduğu görülmektedir. Bu bölgede zararlı maddeler tesirsiz hale getirilememekte ve binlerce canlı yok olmaktadır. Ekolojist Dr. Hans Hultberg İsveçte 4000 gölde artık balık yaşamadığını, diğer 14000 gölün de asitli hale geldiğini söylüyor. İsveçli ilim adamları da diğer ülkelerden gelen rüzgarların bu kirlenmeyi doğurduğunu savunuyorlar.

Zararlı maddelerle kirlenmemiş yağmur suları çok zayıf asittirler. 5,6 pH değeri taşırlar. Midyelerin 6 pH değerindeki sularda; küçük ağızlı levreklerin 5,5 pH değerindeki sularda öldüklerini biliyoruz. Fırıldak böceği ve su kayıkçısı gibi aside dayanıklı böceklerin 3,5 pH değerindeki sularda bile yaşadığı görülmüştür.

Cornell Üniversitesinde birkaç günlük semender embriyonları 5.0 pH değerinde asitli suya maruz bırakıldılar. Bu embriyonların beslenme problemleri belirdi.

İkibuçuk haftalık embriyonda ise kalbinin yanında şişlikler ve diğer uzuvlarında bodurlaşmalar görüldü. Bu bozukluklar umumiyetle öldürücüdür.

Dr. Pough 6,0 pH değerindeki sularda bu yaratıkların yumurtalarının yüzde altmışının (%60) öldüğünü görerek, beslenme zincirinde kuşlar veya küçük memeliler için önemli yeri olan semenderlerin de geleceğinin balıklar gibi yok olmak olduğunu belirtirken, onların sayısındaki bu şiddetli değişmenin, çevredeki canlıların dengesini bozacağını ileri sürdü.

Bazı ilim adamlarına göre, yağmurun asitlik derecesi ağaçtan toprağa geçinceye kadar bir miktar değişir. Yağmur suları çam, köknar gibi ağaçların yapraklarından geçerken organik ve mineral asitleri de alarak pH değeri 4,0’dan 3,9’a doğru değişir ve ağacın tepesinden dibine ininceye kadar bir kat daha kuvvetli asit haline gelir.

Bunun tam aksine, sert ağaçların yapraklarındaki tuzlar da yağmur sularının asitliğini 5.0 pH değerine kadar hafifletirler, fakat kaybedilen tuzların yeniden kazanılması için bu sert ağaçlar toprağa asitli hidrojen iyonları salıverirler.

Her iki halde de topraktan kalsiyum ve potasyum filtre edilip süzüldüğü için ağaç kökleri bu gıdalardan mahrum kalırlar. Aynı zamanda filtre edilen alüminyum ve hidrojen iyonları da balıklar için zehirdir.

Ahtapot kolları gibi yeryüzünü kaplayan yirminci yüzyıl teknolojisi oksijeni emip zehirli maddeler salıveren dev bir yaratığa benzemekte. Evet, insanlar da hayvanlar da oksijen için nefes alırlar ama nefes verdiklerinde hayatı tehdid eden zehirler yaymadıkları gibi nebatat için gıda sayabileceğimiz CO2 neşrederler ve bu muvazene binlerce yıldır sürer gelir.

Dünyada canlılar muvazenesi öyle bir keyfiyet taşımaktadır ki; herhangi bir yerinden yapılan bir müdahele hiç umulmadık yerlerde umulmadık neticeler ve zararlar vermektedir. Üzerinde yaşadığımız şu Küre-i Arzda mutlu ve huzur dolu bir hayat en tabii hakkımız olmakla beraber, bu hakkın korunması da; kendi ellerimizle geliştirdiğimiz teknolojinin yaratılış gayemize uygun olmasına ve bu gaye içinde hareket etmemize bağlı olsa gerektir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Hava Kirliliği
Doç. Dr. Tuba ÖZADALI

JHsOJL4.jpg

Dünyanın birçok büyük şehirlerindeki kirliliği, bugünlerde hasmımızda büyük çapta yer almaktadır. Atmosferdeki kirletici ajanların birikimi ile, bu hâdise kendinden söz ettirmektedir. Hava kirleticilerinin veya hava kirliliğinin ekolojik ehemmiyeti ve tesiri henüz yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştır. Hava kirliliği, malûm olduğu üzere insanlar ve hususiyle göz, boğaz ve bronşlar gibi organlara büyük nisbette tesir etmektedir. Aynı zamanda bu ajanların kanserojenik (kanser yapıcı) yapıda olduğu da bugün tesbit edilmiş bulunmaktadır. Bazı mikroorganizmalar havayı kirletici ajanların insan hücresi üzerinde meydana getirdiği düzensizliğin araştırılmasında indikatör olarak kullanılabilir.

Hava kirliliğini meydana getiren birçok sebebler vardır. Meselâ, orman yangınları, eksozdan çıkan dumanlar, fabrika bacaları vs. Bugün hava kirliliği neticesi meydana gelen hava zehirlenmesi bilhassa Ankara'da büyük bir mesele olmuştur. 1969 yılında Ankara'da yapılan bir araştırmaya göre şehrin üzerine çöken zehir bulutunda 70.000 ton karbonmonoksit, 50.000 ton kükürtoksit, 25.000 ton kurum, 15.000 ton azotoksit, 15.000 ton Hidrokarbon tesbit edilmişdi. Bu yoğun gaz birikimi astım, bronşit, nezle, zatüre, akciğer kanseri, akciğer veremi gibi solunum hastalıklarını meydana getirmekte, ayrıca müzmin, romatizma, damar sertliği, kalp hastalığı ve çeşitli sinirsel hastalıklara yol açmaktadır.

Hava kirletici ajanlar atmosfere, kimyevî ve mikrobiyolojik faaliyetler neticesinde girebilmektedirler. Hava kirliliğinin var olduğu şehir çevresinde havanın terkibi, fosil kaynaklı yakıtların kullanılması ile değiştirilebilir. Çoğu şehirlerimizde hava kirliliğinin birinci kaynağı otomobillerdir. Bu kaynak bütün hava kirleticilerinin % 60'ını teşkil etmektedir. Endüstrinin ve güç santrallerinden kaynaklanan kirleticilerin nisbeti % 30'a tekabül etmektedir. Hava kirliliğinin % 10'u ise, merkezî ısıtma ve çöplerin yakılmasından kaynaklanmaktadır.

GvxDnp8.jpg

Havayı kirleten ajanların en önemlileri CO2, CO, Kükürt ve Azot oksitleri, hidrokarbonlar ve partiküllerdir.

EkjXEfH.jpg


Tabloda otomobillerin, hidrokarbon ve azot oksitlerinin atmosfere yayılmasında mes'ûl durumda olduğu görülmektedir. Endüstri ve güç santralleri gibi kirletici ajan kaynaklan, kükürt oksitlerinin hemen hepsinden mes'ûldür. CO, benzinin otomobiller tarafından yakılması ile meydana gelir. Kısmî yoğunluğu 100 ppm.'e kadar ulaşabilir. CO ise yakıtların yakılmasından ve heterotrofik (başka canlılarla beslenebilen, kendi besinini kendisi yapamıyan) canlıların solunumundan istihsal edilmektedir. Yeşil bitkilerce de bu ajan kullanılmaktadır. Hava kirliliğinde mühim yeri olan endüstriyel kaynaklı hava kirleticilerinin nisbeti son 60 yılda 15 kat artmıştır. Buna mukabil bitki prodüktivitesi hiçbir zaman bu artışa paralel olarak yükselmemiştir. CO2'in atmosferde büyük nisbetlerde birikimi, ilim adamlarınca yeryüzünde "Sera tesiri"ne sebep olacağını düşündürmüştür. Buna göre, güneşin kısa dalga boylu ışınlarının atmosferdeki CO2 tabakasından geçmesi ile dünya ısısının yükseleceğini yine CO2 in, güneşin kırmızı ötesi ışınlarını absorbe edip tekrar yeryüzüne geri gönderileceğini ve böylelikle de dünya atmosferindeki CO2 miktarının yükselmesi ile, dünya ısısının yükseleceğini savunmuşlardır. Dünya atmosferindeki C02 miktarının her % 10 artışı için, atmosferik ısının 0,5 °C yükseleceğini de hesab etmişlerdir. Fakat az önce de yine ilim adamlarınca hesap edilen, son 60 yılda atmosferin kirletici ajanı olan CO2 in, 15 kat artmasına rağmen bugün dünyamızda bu artışa paralel olarak atmosferin sıcaklığında mühim değişmeler olmamıştır. Bunun muhtemel sebebi, atmosferdeki, insanların yaşamasına imkân vermeyecek kadar sıcaklık yükselmesine sebep olacak CO2 birikiminin okyanuslarca absorblanması neticesinde artışına mani olunmasıdır. Bu düzen ve denge herhalde dünyadaki bütün canlıların ihtiyacını ve okyanuslardaki hayat şartlarını bilen birisi tarafından ayarlanmaktadır.

Bazı kirletici ajanların mühim miktarı ya tabii mikrobiolojik faaliyetlerin bir neticesi olarak, veya insan faaliyetleri neticesi meydana gelmiş artıkların parçalanması esnasında ortaya çıkar. Mikrobiyolojik faaliyetler ile hava kirletilmesine sebep olan bu organizmalar, bazı hallerde yine kendi faaliyetleri neticesi ortadan kaldırabilirler. Şöyle ki, her yıl 3 ila 10 milyon ton arası CO2'in okyanuslarda üretildiği hesap edilmişse de, okyanuslardaki CO2'in esas kaynağının ne olduğu sorusu hâlâ zihinleri meşgul etmektedir. Ancak yine de bu CO2'in kaynağının okyanuslarda yaşayan bakteriler ve algler olabileceği tahmin edilmektedir. Bu kadar yüksek miktarlarda okyanuslarda üretilen CO2'in atmosferimizde yüksek yoğunluklarda bulunmayışı ise tesirli bir şekilde CO2'in bir takım yollardan kullanıldığına işaret etmektedir. Nitekim birçok mikroorganizma fotosentezde "C" kaynağı olarak CO2'i kullanmaktadır. Aynı şekilde toprak mikroflorası (toprakta yaşayan bakteriler ve algler), populasyon ve tabii yüklerin dengelenmesi için kâfi miktarda CO2'i kullanarak atmosferde CO2'i yok edici birer kurtarıcı olarak iş gördürülmektedir.

Yine son 50 yılda, endüstri ve teknikte olan ilerlemeler neticesinde, atmosferimizde CO2 miktarında korkunç derecede artışlar olmaktadır. Fakat bu artışlar insanlığın hayatını tehdit etmemektedir. Çünki bu eşsiz düzeni kuran Zât, bunda da kendisini göstermiş ve okyanusları CO2 tutucusu olarak vazifelendirmiştir. Atmosferde insanlık için zarar verebilecek seviyeye erişen CO2, deniz algleri (bir hücreli yeşil bitkiler) tarafından kullanılmak üzere okyanuslarda erir. Daha sonra bu karbonun büyük bir kısmı okyanus tabanında, dolomit, kalsiyum karbonat (kireç taşı) şeklinde biriktirilerek zararsız hale getirilir. Bu yönü ile okyanuslar atmosferin CO2 kirlenmesine karşı kuvvetli bir tamponlama tesirine sahip kılınmıştır.

Atmosferi kirletici ajanların artışı eğer bu şekilde tamponlanmasaydı ne olurdu, biraz da onun üzerinde duralım: 1952 yılında Londra'da atmosferi kirletici ajanların hayatı tehdit edici hudutların biraz üzerine çıkması ile 4000'den çok insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur.

Birçok kirletici ajanlar da kanserojeniktir. Kirli havanın yoğun olduğu bölgelerde en çok görülen kanserojenik hidrokarbonlar 3,4 -benzipiren ve 1,2,5,6- dibenzenthracen'dir. Tablo 3. de dünyanın bazı büyük şehirlerindeki 3,4 benzipren kesafeti görülmektedir.

Tablo'da görüldüğü gibi 3,4 -Benzipiren'in Oslo ve Moskova'da düşük oluşu, otomobillerin az sayıda oluşundan kaynaklanmaktadır. Bronşitis -emfizeme kronik bir akciğer hastalığıdır ve hava kirletici ajanlar ile bu hastalığın daha da belirginleştiği görülmektedir. Normal akciğerlerdeki hava oksijeninin kana transferi milyonlarca küçük hücreler ve hava kesecikleri (alveol'ler) vasıtasıyla yapılmaktadır. Hastalıklı ciğerlerde ise bu alveoller iş yapamaz, böylece oksijen transfer edici çok az sayıda membran'lar (zar) tarafından bu işin yapılması da mümkün olamaz, aynı zamanda oksijen taşıyıcı bronşiollerin çapları o kadar daralır ki, oksijenin transferi daha da güçleşir ve netice ölüme kadar gider.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Tropikal Ormanlarda Armoni
Tarık ÇELİK
Selim ÇALDIRANLI


Bugün bilinebildiği kadarıyla en çok canlı barındıran sahalar tropik ormanlardır. Bu ormanlarda birbirleriyle fevkalâde âhenkli bir münasebet içinde yaşayan bir canlılar meşheri vardır. Canlı nev'ileri bu ormanlarda öylesine zengindir ki, dünyanın başka hiç bir yerinde mümkün olmayacak şekilde bir saatte 50 ayrı kelebek nev'ini ve bir gün içinde tek bir kelebek nev'inin 50 ırkını görmek kabildir. Bir hektarlık arazide 300–500 çeşit bitki ve hayvan bulunur. Yapılan bir araştırmada Filipinler'de bir volkanın eteklerinde yetişen ağaç çeşitlerinin sayısının, bütün Amerika'da yetişenden fazla olduğu tesbit edilmiştir. Dünyanın en büyük kartalları tropik ormanlarda bulunur. Kudreti Sonsuz, "Kuddüs" sıfatının tecellisi olarak ormanların temizlik işleriyle vazifelendirdiği kartallara ve onlarla birlikte yaşayan akbabalara görevlerini gereğince yapabilmeleri için çok kuvvetli koku alma hissi, güçlü gaga ve pençeler vererek, tropik ormanlardaki temizlik işlerinin aksamadan yürümesini ve leşler sebebiyle etrafa salgın hastalıkların yayılmasını engellemiştir.

Tropik ormanlardaki uzun ağaçlar, kısa ve kalın köklerle toprağa tutunurlar. Toprak sathından başlayarak dallar öyle bir organizasyona tâbi tutulurlar, ağırlıkları âhenkli bir biçimde ağacın etrafına paylaştırılarak denge sağlanmış olur. Ağaçların en üst kısımlarındaki dallar da şemsiyevari bir organizasyona sahiptirler. Ormanlardaki bitki örtüsünün çok muhtelif olması, burada çok çeşitli hayvanların yaşamasına vesile olmuştur. Zira besin miktarı ve çeşidi bol olduğundan herkes kendi hayatına uygun bölgede varlığını devam ettirmektedir. Balta girmeyen bu ormanlarda yaşayan esrarengiz canlılardan bir arar böceği nev'i, toprağın bir metre altında 17 yıl bekler. Sonra yeryüzüne çıkar. Toprak altı yuvalarından yeryüzüne çıkışları, bir ordunun emir karşısındaki davranışlarını andırır. Hepsi gizli bir emir almışçasına aniden 300-400'lü gruplar halinde çevreye dağılırlar. Bu canlının erkeği karın kaslarını saniyede 600 defa titreştirerek dişisinin dikkatini çeker. Bu titreşim sayesinde dişi eşini bulmada hiç zorluk çekmez. Çiftleşmeden bir iki hafta sonra da erkek ve dişi ölür. Bunların en modern "havalandırma" tertibatlarını aşan yuvaları incelendiğinde, akıl sahibi herkes bunun kendi kendine ve tesadüfen olamayacağını, ancak ve ancak herşeyin ihtiyacını gören ve bilen bir Zat tarafından inşa ettirilebileceğini tasdik edecektir. Havalandırma Tertibatı ile donatılmış yuvalarında, ağaçların köklerinden özsuları emerek beslenirler.

Merhameti Sonsuz'un şaşmaz adaletinin mükemmel bir misali burada gerçekleşiyor. 17 yıl bekledikleri yeraltı yuvalarında hava ve besin ihtiyaçları mükemmel bir tertibatla karşılanan ve daha sonra çıktıkları yeryüzünde kalan iki haftalık ömür süreleri içinde nesillerini devam ettirebilmek için çiftleşmek zorunda olan bu küçük canlı nev'i, kendisine uzanan merhamet eli ve fıtratına bahşedilen kabiliyetleriyle eşini en kısa zamanda bularak neslini devam ettirmektedir. Üzerinde yaşadığımız büyük kâinat seyrangâhında en küçük bir canlı dahi istisna edilmeksizin uygulanan bu eşsiz adalet ve nizam karşısında akıllarıyla gerçeği göremeyen insanlara şaşmamak elde mi ?..


Sarmaşıkların Serencâmesi
Ağaçlara sarılan sarmaşıklar, öyle bir dayanışma içerisine girmiştir ki, ağaç kesildiğinde bile birbirlerinden ayrılmazlar. Bu şekildeki ağaçların bulunduğu bölgeden ağacın biri kesildiğinde en az 20 ağaç bundan zarar görür. Sarmaşıkların ağaçlarla sarmaş dolaş olduğu yerlerde bunlara nağme yakan papağanlar ormana ayrı bir âhenk katarlar. Sabahın erken saatlerinden akşama kadar kuşlar namına, bitkilere olan şiddetli alâka ve ihtiyaçlarını ilân ederek Yaratıcı'ya medh ve senalarını dile getirirler. Kanatları üzerindeki hârika kamuflaj tekniğiyle kendilerini zehirli canlılara benzeterek ürkütücü bir hâle giren muhtelif renklere sahip kelebekler, bu renk cümbüşü ile ormana ayrı bir güzellik katarlar. Akşam olunca da kurbağalar ve bazı kuş nev'ileri papağanlardan vazifeyi devralıp bu enfes teşekkür nağmelerini devam ettirirler. Kısacası tropik ormanlarda öylesine güzel bir denge kurulmuştur ki, büyük canlıların bıraktığı artıklar toprak solucanları, mantarlar bakteriler tarafından işlenerek tekrar kullanılabilir hale getirilir. Hasılı gıda zinciri, bu ormanlarda mükemmel bir şekilde cereyan eder.

Bu bölgelerde bütün bir sene boyunca toprak ve orman sıcaklığı 20 – 25 °C'dir. Çok uzun ağaçların üst kısımları, buharlaşmayı önlemek için mumla kaplı kalın yapraklarla örtülmüştür. Bu yüksek ağaçların altında kalan kısım fıtri bir sera şeklindedir. Yukarılarda birdenbire başlayan şiddetli rüzgar ve fırtınalar aşağılarda çok hafif bir esinti olarak duyulur. Yağmurların şiddeti azalır ve alt kısımlara çiseleyerek düşerler.

Güneş ışığı aşağı kısımlara çok az ulaşacağından Şefkat ve Rahmet eli, bazı bitkilerin, ışıktan azami derecede faydalanabilmeleri için yapraklarının alt kısmını kırmızı renk maddesiyle donatmıştır. Bu renk maddesi gelen ışığı tekrar yansıtır. Güneş ışığı yapraklar arasında adeta pinpon topu gibi dolaştırılarak kendisinden azami ölçüde faydalanılır. Ormanın zemini, çürümüş yapraklar ve kuru dallarla örtülüdür. Bunun altında da kırmızıya yakın renkte kumlu çamur şeklinde bir tabaka yer alır. Kırmızı rengi veren madde milyonlarca senedir biriken alüminyum dioksitdir. Orman toprağında bulunan bu bileşiğe "oksizol" denir. Toprağın mineral ihtiyacı, ormanda kurulan kapalı devre çalışan gıda devri daimiyle halledilmiştir. Zemine düşen yapraklar, topraktaki mikroorganizmalar tarafından ağaç ve bitki köklerinin emebileceği maddelere dönüştürülür. Toprağın sathındaki bu tabii gübreler ve zemindeki vitaminler yağmur vasıtasıyla bitki köklerine ulaştırılır. Ömrünü tamamlayan bir yaprağın düşmesinden evvel, bağlı bulunduğu ağaç, yaprağın bütün gıda maddelerini emer. Yaprakların sararıp solması da bu yüzdendir. Köklerle müşterek bir hayat süren mantarlar olmasaydı bu gıda devri daimi bir nizam içerisinde işleyemezdi. Çünkü köklerdeki mantarlara verilen vazife organik maddeleri inorganik şekle dönüştürerek tekrar kullanılabilir hale getirmektir. Ağaç da mantarlar için hayati önem taşıyan azot ve şekeri onlara verir. Mantarlar, ayrıca ifraz ettikleri hususi maddelerle ormana düşen yaprakların büyük bir kısmını gübre haline dönüştürürler. Bu dönüştürme hızı dünyanın diğer yerlerine nazaran 50 defa daha fazladır. Bakterilerin ve mantarların parçalayamadığı kalın dalları ve odunları da termitler işler. Ormana düşen dal parçalarının % 80'i termitler tarafından toz haline getirilir. Odun tozları da tek hücreli mikroorganizmalarca kimyevi bir ameliyeye tâbii tutulur.

Kâinatın insan eli değmemiş ender köşelerinden biri olan tropik ormanlarda birbirine girmiş bu hayati faâliyetlerin arzettiği görünüşteki karmaşıklık içinde öylesine âhenkli bir düzen kurulmuştur ki, anlatımı dahi bir şiir gibi akıp gitmektedir. Yüce Yaratıcı'nın sanatının mükemmelliğini gördüğümüz tropik ormanlarda, en küçük bir madde dahi israf edilmemekte, ömür süresini tamamlayan yaratıklar diğer vazifeliler tarafından çok kısa bir sürede yeniden işlenerek ormana yararlı bir hale getirilmektedir. Milyonlarca seneden beri devam eden bu âhenkli nizama, bu mükemmel iş bölümüne, bitki ve hayvan gibi farklı yaratılıştaki canlılar arasında dahi gerçekleştirilen bu yardımlaşma zincirine insanoğlu acaba ulaşabilecek mi?

Günümüz insanı bugün gömüldüğü beton yığınları arasından, uyum, anlayış ve yardımlaşmadan uzak cemiyetinin içinde böylesi güzel günlerin özlemini çekmektedir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Toprak Alltı Hizmetçileri
Tarık ÇELİK

Günümüzde toprak hakkında yapılan araştırmalar hızla ilerlemektedir. Toprak analiz laboratuvarları en çok başvurulan yerler arasına girmiştir. Çiftçiler topraklarını uzun süre kimyevi gübreyle gübreledikleri halde, gittikçe fiyatı artan bu madde ile umduklarını elde edememişlerdir. Böylece topraktan en iyi şekilde faydalanmak için araştırmalar başlamıştır. Çalışmalar esnasında toprağın içinde bulunan maddelerin ve canlıların da sayım ve dökümü yapılmaktadır. Meselâ, 1 m2 toprakta milyarlarca bakteri, milyarlarca ışınlı mantar, 23.000 sıçrayıcı böcek, 18.000 uyuz böceği, 800 böcek ve böcek larvaları, 550 çok ayaklı, 320 karınca, 300 kurtçuk, 240 sinek kurdu, 230 örümcek ve en az 180 tane de solucan tesbit edilmiştir. Toprak içinde farkedemediğimiz birçok küçük canlı ve bakteriler, solucan ve diğer böceklerle birlikte verimi artırmakta, toprak üzerinde bir şeyler yetişmesini sağlamaktadır. Toprak İçindeki bu yaratıklar kendi hayatlarını İdame ettirirken biz insanlara da faydalı olmaktadırlar.

Toprak içi hayat, yeme, sindirme, yenme veya çürüme safhalarını ihtiva etmektedir. Birçok yönleriyle toprağa fayda sağlayan canlılardan birisi bakterilerdir. Bunlar toprakta çok mühim bir iş görmektedirler. Ölmüş bitki ve hayvanları bitkiler için gıda haline getirme en büyük vazifeleridir. Böylece bin bakteri grubu azot muhtevalı protein bağlarını oksijen muhtevalı azotlu maddelere dönüştürmekte ve neticede bitkiler kökleriyle bu yeni maddeyi almaktadırlar. Topraktaki muayyen işler için yine hususi işler yapabilen bakteri ve mikroorganizmalar mevcuttur. Meselâ, bakteri ve mantarlar alemi arasında yer alan Aktino-misetlerin selülozu, odun maddesi sayılan lignini ve böceklerin vücutlarını kaplayan kitini parçalamada rakibi yoktur. Mesela bu maddeler insan organizması tarafından sindirilip parçalanamamaktadır. Aktinomisetler diğer canlılar gibi bir ağıza sahip olmadıkları halde, gıdaları olan organik maddelere, iplikçiklerden salgıladıkları enzimlerle tesir ederler. Karbonhidratları parçalayıp şekere dönüştürürler.

Bakteriler de parçalanmış maddeleri vücut satıhlarıyla gıda olarak alabilirler. Böylece lignin ve selülozdan da faydalanmış olurlar. Parçalanmış olan kitinin azotlu bileşiklerini bakteriler alır ve boşaltım organları olmadığı için bünyelerinde kalır. Bakteri ancak öldüğünde azot açığa çıkarak bu defa bitkilere faydalı hale geçer. Eğer toprağı karıştırdığınızda tipik bir koku duyarsanız, işte bu aktinomisetlerin faaliyetlerini göstermektedir. Toprakaltı dünyasının daha pek çok sırları vardır. Mesela, bakterilerin faaliyetleri hava sıcaklığıyla yakından ilgilidir. Sıcaklık arttıkça madde alışverişi artmakta ve tabii ki, bakteriler de daha hızlı ölmektedir.

Sıcaklığın her on derece artışında topraktaki madde değişimi iki misline çıkmaktadır. Ölmüş bitki ve hayvan artıklarının toprağı besleyecek madde haline gelmeleri 9–15 ay sürmektedir. Güneş enerjisinin de yardımıyla bitkiler organik maddeler sentez ederler. Bitkilerin bu materyali,bir gıda zinciri içerisinde toprak içi canlıları tarafından işlendikten sonra geriye kalan küçük artıklar ise bakterilere yarar. Çürümüş bitki artıklarını yiyen toprak içi canlılar ayrıca bunları sindirdikten sonra zengin bir gübre halinde bırakırlar. Tropik bölgelerin toprağında ise Kuzey Yarımküreye nisbetle, böcekler toprakta daha az bulunurlar. Burada her türlü organik artığı hızla İşleyen bakteriler mevcuttur. Kuzey Yarımkürede de böcekler, bakteriler ve nebatlar bir gıda zinciri içerisinde birbirine bağlıdır. Topraktaki canlıların faydaları bunlarla da kalmaz, kendi kabiliyetleri dâhilinde toprağı havalandırır açar ve işlerler. Böylece toprağın verimi de artmış olur. Örümcekler, solucanlar, çokayaklılar, salyangoz gibi toprak sathına yakın canlılar, hareketleriyle ölmüş nebati artıkları kendi gübreleriyle de birleştirerek toprağı zenginleştirirler.

Bu mukavim maddeler, toprakta su tutma hususiyetini artırmaktan başka toprağı erezyondan da korurlar. Ayrıca toprak katmanları arasındaki sularda yaşayan küçük canlılar, daha hiç araştırılmış değildir. Yerleri az olsa da diğer hayvanlara gıda olmaktadırlar. Mesela bîr kum tanesinin etrafındaki nemli kesimde çeşitli kurtçuklar ve kamçılı mikroorganizmalar yaşar.

Kendisi beslenip hayatiyetini sürdürürken toprak verimini artıran canlılardan birisi de solucanlardır. Bugün artık toprakta 70cm. derinliğe kadar solucanların yuva yaptığı bilinmektedir. Bu derinlikten sonra enlemesine hareket ederler. Hareketleri sayesinde üstteki humusu derinlere ve mineral İhtiva eden alt toprağı da üste çıkarırlar. Yer biyologlarından C. A. Edward'a göre, solucanlar bu sayede yılda 2-25 ton toprağı alt kesimden satha çıkarmaktadırlar.


Bir noktada denilebilir ki, solucanlar kendi başlarına toprak havalandırmada rakipsizdirler. Topraktaki dolaşım, hayvanlar bitkileri yer sindiririrler 1) Solucanlar bitki artıklarını yuvalarına çekerler. Tesbih böcekleri de bunlardan faydalanır. 3) Küçük böcekleri daha büyükleri yer. 4) İplikli kurtlar ve algı kabuklu hayvanların (böceklerin) kitin tabakalar, yerler. 5) Bakteriler en küçük parçaları dahi işlerler. Böylece bu safhalarda gıda maddeleri teşekkül ederi 7) Bunlar da yeni bitkilere gıda olurlar.

Bavyera'da yapılan bir tecrübede, açtıkları deliklere kuru yaprakları çeken solucanların toprağın erozyona uğramasını engelledikleri tesbit edilmiştir. Yağan yağmur, toprağı çekip götürmeyerek bu delikler vasıtasıyla dengeli olarak toprak İçine geçip depolanmaktadır. Solucanların deliklere yerleştirdikleri kuru yapraklar da sindirildikten sonra çok faydalı gübre haline gelmektedir. Fakat umumiyetle 30–40 cm. derinlikte yapılan mekânize ziraat, solucanlara çok zarar vermektedir. Solucan yönünden zengin olan yerlerde toprağın sadece üstten 5 – 10 cm. kadarlık bölümünün havalandırılması yeterli olacaktır. Şayet, daha derin havalandırma yapılırsa zengin humus tabakası çok altlara ve verimsiz toprak da üste çıkacağından, ilâve olarak kuvvetli gübreleme gerekir. Fakat, kimyevi gübreler de solucanlar üzerine menfi bir tesir yapmakta ve bu canlıların sayılarının azalmasına sebeb olmaktadır. Milyonlarca yıldan beri Yaratıcı'nın emriyle; suni gübrelerin ne pahalı oluş ne de verimsizleştiricilik gibi mahsurlarına sebeb olmadan toprağın verimini artırma konusunda vazife gören bütün bu küçük canlıları koruması, insan için bir zarurettir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Çöplerdeki Gizli Güzellik
Dr. Muvaffak AYVAZ
T.Çelikbilek


İnsanoğlu, eşyanın ruhundaki güzellikleri keşfedip bütünüyle ortaya koyduğu gün, en çirkin, en-pes görünen şeylerin dahi, göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahib olduğu, gök kuşağı gibi belirip ortaya çıkacakdir.
ftK6LGo.jpg


Sanayileşmenin doğurduğu hızlı şehir büyümesi, içtimâî meseleler yanında bîr takım maddi problemleri de beraberinde getirdi.

Bu maddî problemlerin başında hiç Şüphe yok ki, çevre kirliliği gelmektedir. Hava ve suların kirlenmesiyle ortaya çıkan zararlı neticeler hepimizin malumudur. Gürültü de ayrı bir "kirlilik" çeşididir. Bunların yanında çöp dediğimiz katı artıklar da mühim bir yer işgal etmektedir.

Yerleşme merkezlerinin küçük üniteler halinde olduğu ve arazi temininin bir mesele teşkil etmediği moda tabiriyle "kırsal kesim" de ev artıkları ekseriyetle beslenen ehli hayvanların yiyeceği olması sebebiyle bir problem olmamaktadır.

Halbuki şehirlerde durum çok farklıdır: Bir yandan ambalajlı ve kullanma mallarının çokluğu, diğer yandan artıkları tabii bir şekilde yok edecek "mahlukatın" bulunmayışı, çöpleri "hall-i müşkil" bir problem haline getirmiştir.

Bunları İlk önce zararsız, eğer mümkünse faydalı hale getirmek için çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Çöpleri yakma, zararsız hale getirmenin yollarından bir tanesidir. Bu durumda ekolojik bir fayda temin edilememektedir. Merkezi Amsterdam'da bulunan VAM adlı şirket, çöpün organik kısımlarının, bakteri ye mantarlar yardımıyla parçalanmasını (çürümesini) temin ederek onları "kompost" adı verilen zengin muhtevalı tabii bir gübre haline dönüştürmeyi başarmıştır. Bakteriler ve diğer mikroorganizmaların parçalama faaliyetlerini devam ettirebilmeleri için, kâfi nem ve hava gereklidir. Ayrıca sıcaklık da 60°C'dan yukarıya çıkmamalıdır. Aksi halde bu canlılar yok olacaklardır.

Müsait vasat temin edildiğinde, çöplerin bu şekildeki biyolojik ameliye ile gübreye dönüştürülmesi 8 ay sürmektedir. Çöp yığınlarından sızan suların topraktaki zemin suyuna karışmaması için de depolama mahallinin tabanı izole edilmektedir.

Çöp yığınlarında yaşayan fare ve mantarların da çevreye pek zarar vermedikleri tespit edilmiştir.

Bu şekilde yılda 1 milyon ton çöp işlenerek, 100 bin ton kompost gübre elde edilebilmektedir. Çiftçiler ve balıkçılar bunun % 20'lik bir kısmını kullanırlar. Geri kalan kısmı orman ve bahçe müdürlükleri ile büyük yeşillendirme projesiyle uğraşan kurumlara gitmektedir.

Çöpler içindeki metal, suni maddeler ve kağıt ise çürüme işleminden önce ayrılarak değerlendirilmek durumundadır.

Bu şekilde şehirleri pis kokusuyla taciz eden çöpler, Yaradanın bahşettiği tabii biyolojik çürüme ameliyesi sayesinde yeniden insanlığın hizmetine sunulacaktır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Şehirlerin Akciğeri
Süleyman AYDIN

Ülkemizde, son asırlarda iki şeyin baltalanması bir türlü önlenemedi: Neslimiz ve ormanlarımız. Her ikisi etrafında da ne kadar şey yazılıp çizildi ama, gaddâr, yine gaddar, zâlim yine zâlim; mağdur yine mağdur, mazlum yine mazlum...!

Ormanlar şimdiye kadar odun hammaddesi başta olmak üzere reçine, mantar, kauçuk, sepi maddesi ve tıbda kullanılan çeşitli bitkiler, kestane, kocayemiş, çilek, böğürtlen, keçi boynuzu gibi yenebilen meyve şeklinde yan ürünleri veren kaynak olarak görülüyordu. Son zamanlarda ormanların koruyucu hekimlik bakımından çok mühim olduğu da ortaya çıkarılmıştır. Dünya nüfusunun hızla artışı, teknolojideki hızlı gelişmeler beraberinde birçok problemi de getirmiştir. Problemlerin en önemlilerinden olan çevre kirliliğine karşı ormanların müessir bir koruyucu fonksiyonu olduğu ve bu koruyucu fonksiyonunun sıhhat bakımından çok büyük Önemi haiz olduğu çeşitli ilmî araştırmalarla ispat edilmiştir.

Şehirlerin civarındaki ormanlar, insanlara sağladıkları hijyenik fonksiyonları ile âdeta şehirlerin akciğerlerini meydana getirmektedirler.

Ormanların akarsu rejimlerini düzenlediği, kaynaklan beslediği, açık alanlara nisbetle husûsî bir iklime sahip olduğu, toprakların yıkanıp gitmesini önlediği, rüzgârın hızını frenlemek suretiyle onun zararlı tesirlerini azalttığı ve havayı temizlediği günümüzde bilinen hususlardandır. Ormanlar fizikî hava kirlenmesini meydana getiren tozlara karşı da aktif bir filtre vazifesini görürler.


Ormanlar aktif filtre vazifesini icra etmelerini şu şekilde yaparlar:
1 -) Yerçekimi ve taşıma momenti neticesi, kirli maddelere karşı frenleyici fonksiyonu ile onların aşağıya düşmesini sağlaması.

2-) Geniş bir satıh oluşturan ağaç tepelerinin, kirli maddeleri adsorbsiyon {emme tutma) ve absorbsiyon yoluyla tutması ve bunu yaygınlaştırması.

3-) Rüzgârla taşınan sediment haldeki kirli maddelerin hareketini önlemesi.

Ayrıca orman, rüzgârın yönünü değiştirip rüzgâr akımına karşı bir perde oluşturarak kirleticilerin tesirini azaltır. Ormanların bu filtre işine te'sir eden birçok faktörler vardır. Ormanın yeri, yerleşim merkezi ile kirliliğin oluştuğu yerin arasında olması, hava kirliliğinin tür ve konsantrasyonu, ormanın yapısı v.s.

Ormanın rüzgâr yönüne bakan kısmının tabakalı olması, geniş bir tepe tacı sathını kaplaması, iyi bir bitki topluluğu ile örtülü oluşu toprağın filtre etme hususiyetini artırır.

Bununla ilgili yapılan bir çalışmada 1 cm3 havadaki gaz tanecikleri sayıldı; gaz fabrikası civarında 43.000 tanecik, orman içinde 4400 tanecik ve ormanın batı kenarında 1200 tanecik ortaya çıkdı. Ormanın hava kirliliğini azaltıcı veya frenleyici tesiri üzerindeki diğer bir çalışma da, bir şehrin caddesindeki 1 cm3 havada 500-800 bakteri, hemen yakınında bulunan bir ormanda 1 cm3 havada ise sadece 40-50 bakteri tespit edilmiştir. Ormanın filtre fonksiyonunda sıklık ve ağaçların boyu ile tepe kısımlarının pürüzlülük dereceleri oldukça önemlidir.

Ormanlar hava kirliliğini oluşturan CO2 gazını özümleme esnasında kullanmaları ve neticede O2 ve besin kaynağı sentezlemeleriyle de fıtrî bir filtre fonksiyonu görürler. Ormanların hasıl ettiği O sadece bizim hayatımızı devam ettirmede rol almaz; aynı zamanda Ozon tabakasının devamlılığını sağlar.

Ormanların radyoaktif kirlenmeye karşı da koruyucu fonksiyonları mevcuttur. Ormanlar oluşturdukları yaprak, dal ve j gövde kütleleri ile temas ettikleri hava içinde bulunan kirletici maddelerin konsantrasyon ve karışım nisbetlerini değiştirir ve böylece kiri süzerek sağlığı koruyucu bir iş görürler.

Bir çok ülkede bulunan atom reaktörlerinde, zaman zaman kazalar olabilmekte ve radyoaktif maddeler etrafa yayılarak ciddi problemler doğurmaktadır. 1957 yılında İngiltere'deki bir reaktördeki kazada 2200 curie radyoaktif madde serbest bırakılmış ve 500 km2 lik bir sahada süt üretimi yasaklanmış ve 2 milyon litre süt kullanılmadan yok edilmiştir. Ormanlar bu gibi radyoaktif maddelerin yayılışını %30-%60 nisbetinde frenlerler ve ağaçlar, gövde, dal ve yaprakları ile rüzgara siper olup onun hızını ve yönünü değiştirdikleri gibi, beraberinde taşıdıkları radyoaktif parçacıkları da tutarlar.

Zihin ve sinir hastalıklarına yol açan gürültüyü önlemede ormanların müessir rolleri vardır. Gürültü o kadar zararlı bir şeydir ki, kan dolaşımı bozukluklarında, kalp hastalıklarında ve miyokard enfarktüsünden meydana gelen ölümlerin artışında müessir olmaktadır. (Bak Sızıntı sayı 58) Ormanlar ve benzeri bitki örtüleri gürültüyü yansıtma ve absorbe etmek suretiyle bu mevzuda da faydalı hizmet görürler. Hususiyle motor sesinin söz konusu olduğu yollarda, trafik gürültüsünün önlenmesi için yolun her iki yanında belirli genişlik ve kapalılıkda bir orman şeridinin bulunması gerekir. Bir araştırmaya göre 50 m. genişliğinde bir park, trafik gürültüsünü 20 – 30 desibel kadar azaltmaktadır.

Büyük şehirler ve endüstri merkezleri civarında bulunan ormanlar hususî bir İklime sahiptirler. Açık sahalara oranla gündüzleri daha serin, geceleri daha sıcak bir havası vardır. Fazla buharlaşma sebebi ile ormanların tepe tabakası, sıcak yaz günlerinde çevreyi serinletir. Yüksek miktarlarda ışık tuttukları için kışın sıcak olurlar. Orman havası koruyucu bir iklim hususiyetine de sahiptir. Ormanın gölgelerinde, ışığın spektral bir şekilde yayılışı ile, insan gözünü en az rahatsız eden dinlendirici, ferahlatıcı bir vasat meydana getirilir.

Sâkin hava, derinin soğumasını azaltır. Orman atmosferinde soluk alındığında açık hava ve yerleşim merkezlerine nisbetle daha fazla nem ciğerlere gider. Ormanlarda gergin sinirleri yumuşatan bir sükûnet de vardır. Yüksek frekanslı gürültü yapıcı ses tonları, ağaç gövdeleri tarafından zararsız hâle getirilir. Ormandaki bu sessiz ve sâkin hava şehirlerde bunalmış insanlar için çok faydalı bir fizikî dinlenme, tedavi ortamı oluşturur.

Şehir içinde bulunan her ağacın enerji ve ısı bakımından atmosfer havasına müsbet bir tesiri vardır. Terleme yapması ile rutûbet kaynağı düşük sıcaklık sebebi ile, radrasyon ve sıcaklık kaynağı, oluşturur. Yeşillikleri ile radyasyonun zararlı tesirlerini azaltır, toz ve gürültüyü minimum seviyeye düşürür.

lsopren, pinen limonen, mytren gibi tedavi yönünden insana tesir edecek eterik

yağları ihtiva etmesi ve az toz bulundurması ormanların bir başka değerli yönüdür. Orman mikro iklimindeki insanlar için son derece kıymetli ve güzel kokan maddelere hava vitaminleri ismi verilir.

İğne yapraklı ormanların yayılış gösterdiği yerlerin havasındaki eterik yağlar, bronşit ve üst solunum hastalıkları için tabiî bir tedavi imkânı sağlar ve bu gibi hastaların âdeta bir İnhalasyon (teneffüs) merkezleridir. Çam ormanlarında bulunan eterik sahaların akciğer tüberkulozu tedavisinde tesiri olduğuna dair deliller de vardır.

Netice olarak diyebiliriz ki, ormanların hammadde kaynağı olmasından daha mühim olan, toprağı koruyucu ve su ekonomisini tanzim edici, hususî iklimi ile büyük şehirler civarındaki halkın gezme, eğlenme, dinlenme ihtiyaçlarını karşılayıcı fonksiyonları vardır. Etrafımızı çepeçevre saran nimetleriyle, bizlere kendi rahmet ve keremini tanıttırmak isteyen Rahmet-i Sonsuz'a ne kadar teşekkür etsek az değil mi?
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Asit Yağmuru

Avni ÇETİNKURT
Çağımızda teknoloji dev adımlarla ilerlerken, maalesef etrafımızdaki çevreyi durmadan kirleterek bozmaktadır. Halbuki teknoloji geliştirilirken, çevremizin korunması ve muhafaza edilmesi de en az teknolojinin geliştirilmesi kadar ehemmiyet arz etmektedir. Çünkü çevremizdeki düzene zıt hareket edilirse, zararı yine biz insanlar ve diğer canlılara raci olacaktır. Öyleyse çevrenin korunmasını daima ön planda tutacak bir teknolojinin geliştirilmesi zarureti vardır. Yoksa bir taraftan teknolojide baş döndürücü gelişmeler kaydederken, diğer taraftan dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirmemiz muhtemeldir. Temennimiz çağımızda gelişen fenler ve ilimler vasıtasıyla kâinattaki âhenk ve düzeni idrak eden insanoğlunun bu âhenk ve armoniye uyan bir medeniyet teessüs ettirebilmesidir.

Asit yağmuru, insanların kömür, petrol ve diğer fosil yakıtları kullanması veya bakır ve nikel gibi metaller elde etmek için maden filizlerinin eritilmesiyle başlar. Kükürt ve azot oksitleri hava kirletici gazlardandır. Bunlar rüzgâr yoluyla ilerlerken, atmosferde sülfirik ve nitrik asit şeklinde uzun süreli çevre kirliliği problemlerine dönüşür. Daha sonra göl ve nehirlere, orman ve tarlalara dönüşleri "asit depozisyonu" diye adlandırılır. Çünkü kuru, mikroskobik partikül ve gazlarla düşebildikleri gibi, yağmur ve karla da düşebilirler.

Asit yağmuruyla gökten pek çok başka madde de gelir: Bazı nisbeten önemsiz zayıf asitler; kurşun, kadmiyum ve civa ihtiva eden zehirli metalleri; ve alkan, polychlorinated biphenyil ve polycyclic aromatic hidrokarbonlar gibi organik kirleticiler. Bunların bazısı "carcinogen" olarak da bilinir. Keza asit yağmurunda azot, kükürt, potasyum ve kalsiyum gibi bitki gıdalarından önemli miktarda yağabilir, fakat bu gübreleme işinde kullanılmaya çok az elverişlidir.

Asit yağmuru problemi hakkında ciddî ve umumî alâka on veya onbeş sene önce doğmuştur. Fakat problem 17. yüzyılda başlamış olabilir. 1666'da, Fumifugium adlı kitabında John Evelyn'in "smoake"ye karşı şiddetli saldırıları açıkça gösterdiği gibi, Londra'da kükürt kirliliği ciddî bir hâl almıştı. 1852'de, Angus Smith Kuzey İngiltere'nin sanayi şehri Manchester'in içinde ve civarında asit yağmuruna rastladı. Kükürt kirliliğini meydana getiren ve umumî bir kirletici olan sülfat birikintileri endüstri çağının başlangıcından itibaren Grönland buzullarında artış gösterdi.

Fakat asit yağmuru muhtemelen bu asr esnasında bilhassa II. Dünya Savaşından itibaren geniş tarım arazilerine yayılmaya ve milletlerarası bir problem olmaya başladı. Bu husus 1955'de İskandinavya'nın tarım arazilerinde asit yağmuruna rastlayan Earl Barrett ve Gunnar Brodin'in ekibi tarafından kaydedildi. Henry Houghton, New England'da asit sisi ve bulutu buldu. Eville Gorham da rüzgâr, şehirden ve sınaî bölgelerden estiği zaman İngiltere Göller Bölgesinde asit yağmuru gözledi. 1968 de, İsveç'te, Svante Oden, asit yağmurunun başlıca beynelmilel bir problem olduğunu gösterdi.

Geçen 20 – 30 sene boyunca Batı Avrupa ve Kuzeydoğu Amerika'da artış gösteren fosil yakıtların, bilhassa termik santrallerde kullanılmasıyla kısmî olarak atmosferde ciddî bir kirlilik başgösterdi. Çözüm sık sık emisyonları dağıtmak için 375 metreye kadar varan bacaların inşa edilmesinde bulundu. Maalesef bu da daha geniş coğrafî ölçülerde problemler meydana getirecekti. Aynı zamanda elektrostatik çökelticiler olarak adlandırılan hava kirliliği kontrol araçları emisyonlardan külleri uzaklaştırmak üzere kullanılmaya başlandı. Fakat küllerin alkali olması sebebiyle, onu asitten uzaklaştırmak asidi daha güçlü yapmaktadır.

Bugün asit yağmuru daha da kötüleşmektedir denilebilir. Ancak araştırmacılar bu soruya cevap verebilecek duruma gelmemiştir. Çünkü asit birikintilerini toplama ve analiz etme metodları değiştiği

Gittikçe artan kirlilik ekseriyetle asla oluşumuna sebep olur. Elektrik santralleri, endüstriler ve vasıtalar tarafından açığa çıkarılan kükürt-oksit ve azot-oksidler rüzgârla sürüklenip aside dönüştürülür. Oluşan asidler kısman amonyak gazı ve ekili topraklardan Çıkan partiküller ile nötralize edilir. Asidler kuru partiküller, gazlar ya da yağmur halinde Arz üzerinde depo edilebilir. Kumlu yelerdeki göller» kireç muhtevası düşük topraklar hızlı bir şekilde aside dönüşebilir.

gibi, toplama sahaları da değişti. Ne var ki, İskandinavya'da birçok yerdeki çökeltilerin asiditesi geçen yirmi yılda artış gösterdi. ABD'nin doğu eyaletlerinde 1950, 1960 ve 1970 yıllarında yürütülen üç araştırma, asiditenin arttığını ve geniş bir şekilde yayıldığını isbat etti. Hatta, asid yağmuru gittikçe kötüleşmese bile o göller ve dereler için açık bir tehlikedir.


ASİT KAYNAĞININ ARANMASI
Çökeltilerdeki kuvvetli asit tabiî kaynaklardan da çıkabilir. 1939 da Ottaviano Bottini, Vezüv'ün çevresindeki yağmurda hidroklorik asit buldu. Bu asit sadece volkandan gelebilirdi ve yağmur bir hayli asidik idi. 2,8 pH'a sahip olan bu yağmur sirkeyle kıyaslanabilecek kadar yüksek asit ihtiva ediyordu (1).

1979 da Thomas Hutchinson ve arkadaşları Arktik Kanada'da Smoking Hills'te asit birikintileri bulunduğunu bildirdiler. Orada, kömür yataklarından çıkarılan linyitin yanması atmosferde sülfirik asite çevrilen bol miktarda kükürt oksitleri üretir. Yakın gölcüklerde pH değerleri 1,8'e kadar düşen -limonla kıyaslanabilir- aşırı yüksek sülfirik asit konsantrasyonları bulundu.

Sahillerdeki ve deniz seviyesinden aşağıdaki tuzlu bataklıklar da asit birikmelerinin tabiî kaynakları olabilirler. Bunlar atmosferde sülfirik asit yapan kükürtlü gazlar salarlar. Bunlar asit emisyonunun muhtemelen ana kaynağı değildir. Zira, ABD'nin sahil kesimleri pek fazla asidik değildir. Bir şey daha var ki, sahilden içlere doğru ilerlerken, sodyum ve klor iyonlarında bariz bir düşme görülürken sülfirik asidi oluşturan kükürt ve hidrojen iyonlarında aynı düşüş görülmez. Bu da onların sahil şeridi bataklıklarında yapıldıklarına çok az ihtimal verdirir. Bu bataklıklar, keza, amonyak da çıkarırlar ki, bu sülfirik asidin bir kısmını nötrleştirir.

Her halûkârda sanayi ve trafik, asit birikmesinin başlıca kaynağıdır. Pek çok kükürt oksitleri elektrik üretim tesislerinden gelir. Keza fuel oil yakan veya kükürt ihtiva eden metal filizlerini işleyen endüstriler de önemlidir. Azot oksitleri ekseriya otomobil ve elektrik santrâllerinden kaynaklanır.

Bu gazlar rüzgârla ilerledikçe atmosferle reaksiyona girerek sülfirik ve nitrik asit yaparlar, bunlar sadece çıktıkları yeri değil uzak bölgeleri de kirletirler. Yüzlerce kilometrelik yolculuk esnasında asitler tamamen veya kısmen nötrleşir. (Meselâ; çimento tesislerinden çıkan tozlar, ziraat alanlarından rüzgârın getirdiği partiküller ve hayvan dışkısındaki amonyak, bu asidleri nötrleştirir) Bütün bu nötrleştirici maddeler kendileri de problem ortaya çıkarırlar. Bu sebeple bunlar asit yağmuruna tam bir çözüm değildir; Aksine onlar, asid yağmurunu kaynağına kadar takip etme teşebbüslerini zorlaştırırlar.

Tabiî hidroklorik asit yağmurunun Vezüv yakınlarında veya tabiî sülfirik asit yağmurunun Smoking Hills yakınlarında olduğu gibi, asitli yağmur yakınlara yağdığında kaynağı yakalamak çok kolaydır. Angus Smith ve Growther ile Ruston'un diğer ekibi İngiltere'de Manchester ve Leeds'ten uzaklaştıkça yağmurdaki asitin düştüğünü ve kömür yakmadan hasıl olan emisyonların tarım alanlarında asit yağmuruna sebep olduğunu anladılar.

Aynı şekilde diğer bir durum Wawa'da Superior gölünün kuzeyduğusundaki demir döküm tesisleri için de söylenebilir. Bu bölgedeki göllerin pH'i normalde 6 veya 7 iken, döküm tesislerine yaklaştıkça yüksek olan 3,2'ye kadar düşer. Bölgede tabiî olarak asitli suyla çamur ve çerçöp ihtiva eden göller vardır. Fakat bunlar kahverenkli oluşlarıyla kolayca ayırd edilebilirler.

Döküm tesisleri yakınındaki göllerin asiditesi diğer bir şekilde de tesbit edilebilir. Herhangi bir çözeltinin asiditesi pozitif hidrojen iyonlarının konsantrasyonuyla ölçülür. Sülfirik asit durumunda bunlar negatif yüklü sülfat iyonları tarafından dengelenir. Nitrik asitte ise negatif yüklü nitrat iyonları bulunur. Döküm tesislerine yakın göllerde yalnız pozitif hidrojen iyonları yüksek asidite meydana getirecek şekilde konsantre edilmez, aynı zamanda sülfat iyonları da on kat artar. Bunlar sadece fabrika artığı kükürtdioksidin havadaki oksijenle birleşmesiyle ortaya çıkmış olabilir. Kaynaklarından fazla uzakta olsalar bile asit kaynağını tesbit etmek hâlâ mümkün olabilir. İngiltere Göller Bölgesinde rüzgâr kuzeydoğudan estiğinde yağmur, sülfatça yüksek, kurumlu ve asidiktir. Aksine İrlanda denizinden batıya estiğinde, temiz, asiditesi düşük ve deniz tuzu yönüyle zengindir.

Asit yağmurunun vuku bulduğu yerlerde göl, nehir, deniz ve muhtemelen orman ve diğer çevrelerde muhtelif hayat şekilleri bozulur. Asit yağmuru lüzumlu besleyici gıdaları topraktan uzaklaştırır. Ayrıca aliminyum, mangen ve çinko gibi zehirli metalleri topraktan alarak nehir ve göllere katar. Göl ve nehir suları gayr-ı tabiî hale gelir. Bitki ve hayvan toplulukları değişir ve hassas cinsler, bilhassa balıklar neticede ölür giderler.

Sanayileşmiş ülkeleri tehdit eden bu hadiseden, memleketimiz gibi gelişmekte olan ülkelerin alacağı dersler olmalıdır. Yağmurlarımızdaki asitlik derecesi belki çok yüksek değildir ama iş işten geçmeden gerekli tedbirler alınmalı medeniyetimiz üzerinde "asitli bulutlar"_ oluşmasına meydan verilmemelidir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Bir Ağaç Kessek Ne Olur?
Salih Şeref DURAN


“Tabiattan yemyeşil bir perde, harika bir tablo… Rengârenk yapraklar; rüzgârın her dokunuşuyla, tefekkür etmenin neşvesiyle kendinden geçen bir âlim gibi coşuyor. Ağaçların dallarında kuşlar cıvıldıyor, ormanın kenarındaki yaşlı çınar ihtişamıyla göz dolduruyor ve âdeta ormana gözcülük ediyor. İnsanlar başlarını kaldırdıklarında, içleri huzurla doluyor. Kâinat kitabının bitkiler sahifesinden şirin bir orman, neşe kaynağı oluyor insanlara ve ev sahipliği ediyor onca canlıya. Perde değişiyor! Ağaçların yerini beton yığınları doldurmuş. Bacalardan yükselen kesif bir duman, şehrin havasını esir almış âdeta. Ağaçlarda, hayatta kalma mücadelesi veren boynu bükük birkaç kuş şarkı söylemez olmuş. İnsanlar öksürüyor ve mutsuz.” Siz bu iki tablodan hangisinde yer almak isterdiniz?
* Arabamızdaki bir depo benzinle, milyonlarca yıllık bir birikimi yaktığımızı biliyor muyuz?
* Tabiatta yaptığımız tahriplerle, aslında Dünya’da hayatın can damarlarını kestiğimizin farkında mıyız?

Bir başkasından beklemeden tabiata sahip çıkmalıyız; çünkü “Bir ağaç daha kessek ne olur?” diyerek bizden sonraki nesillerin geleceğini tüketiyoruz. Eskimeden değiştirdiğimiz divanlar, doldurmadan attığımız defterler vs. için her yıl kaç ağaç kesildiğinin farkında mıyız? Hattâ otomobilimizle gereksiz yere gezerken bile depomuzda tabiatı harcadığımızın ne kadar farkındayız? Bütün bunların farkında olsak, yine de acımasızca tüketir miydik dünyamızın güzellik ve zenginliklerini?

Otomobilleriyle yolculuk yapan Massachusetts Üniversitesi’nden bir grup araştırmacının aklına, arabaların yaktığı benzinin kaynağının ne olduğu sorusu gelir. Ve bu araştırmacılar, çok eski zamanlarda yaşamış fitoplânktonların (fotosentez yapan tek hücreli deniz canlıları) petrol aşamasına kadarki serüvenlerini incelerler.

Ölen plânktonların sadece % 2’si okyanus dibine çökerek, binlerce metre kalınlığındaki tortul malzemenin içinde gömülü kalır. Bu ölü plânkton kitlesi belli bir sıcaklık ve yüksek basınç altında % 75 nispetinde ham petrole dönüştürülür. Yoğunluğu suyun yoğunluğuna göre daha az olduğu için (0,8), bu petrol stokunun az bir bölümü yer kabuğunda yukarıya doğru göç ettirilir. Bugün bu müthiş enerji kaynağının tahminen % 25’i çıkarılıp işlenebilmiştir.

Fireler dikkate alınarak bu safhaların tahminî hesapları yapıldığında şu şaşırtıcı netice ortaya çıkmıştır: 16 hektarlık (160.000 metrekarelik) bir arazinin toplam buğday üretimine eşit 90 tonluk fitoplânkton kütlesinden, yaklaşık dört litre benzin elde edilmektedir. Ayrıca gezegenimizde 400 yıl boyunca yetişen bitkilerin tamamı, bir yılda tüketilen petrolü karşılayamamaktadır.

Müthiş denge
Dev ekosistemler yumağı olan dünyamızın gidişatını anlamak maksadıyla yapılan deneylerden biri, ‘Biyoküre 2’ deneyidir. Yerküremizin yapısına benzer, kapalı ve kendine yeterli bir sistemde işleyen süreçleri gözlemek için dev bir serada gerçekleştirilen bu deneyden çarpıcı neticeler elde edildi. Bunlardan birisi karbondioksit değerindeki artışın, tahmini imkânsız tahribatıdır. Egzoz dumanlarından, kömürden çıkan karbondioksite; oradan da fabrika bacalarının püskürttüğü zehirli gazlara kadar, birçok menfî unsur sağlığımıza zarar vermektedir. ‘Biyoküre 2’ deneyinde ortaya konan verilere göre, gelecekte karbondioksit yoğunluğu şu anki değerinin iki katına çıkabilir. Bitkilerin fotosentez (ışık enerjisi kullanılarak besin ve oksijen üretimi) yapabilmesi için gerekli olan karbondioksit miktarındaki hassas ölçüden sapma, yerkürede iklim değişikliklerine yol açmaktadır. Okyanusları inceleyen kötümser bilim adamları, iklim değişiminin neticelerini anlamaya vakit bulamadan bazı şeylerin kontrolden çıkabileceği ikazını yapmaktadırlar. Bu araştırmacılara göre atmosfere bırakılan karbondioksit miktarındaki artışın sürmesi hâlinde, yüzey sularının (denizler, göller, akarsular) son 300 milyon yılda olduğundan daha asidik hâle gelmesi, okyanuslar başta olmak üzere bütün sularda yaşayan canlılara tahminlerin ötesinde zarar verebilir. Bu risk tahmini, okyanusların biyolojik veriminin 1980’li yıllardan bu yana % 6 azaldığını gösteren bir başka raporla da örtüşmektedir.

Havadaki karbondioksit miktarıyla okyanuslar arasındaki münasebet
Atmosferdeki gazlar, suyla reaksiyona girme özelliğinde yaratılmıştır. Bu durum sudaki hayatın devamı için gereklidir. Atmosferde artan karbondioksitin giderek daha fazlası deniz suyuyla reaksiyona girmekte, bikarbonat ve hidrojen iyonlarının üretilmesine yol açmaktadır. Neticede yüzey sularının asitlilik derecesi yükselmektedir. Okyanusların ortalama asitlik derecesi son buzul çağının ertesinde (yaklaşık 10.000 yıl önce) 8,3 olarak hesaplanmıştır. Bu değer endüstri çağının başlamasından hemen önce 8,2 olarak ölçülmüştür. Günümüzdeyse bu değer 8,1 seviyesindedir. Bir senaryoya göre ekonomik büyümeye paralel olarak atmosfere bırakılan karbondioksit miktarı sürekli artacak ve kömür, petrol gibi fosil yakıtların tükenmesiyle azalmaya başlayacaktır. Şâyet kıyamet kopmazsa, atmosferdeki karbondioksit miktarı 2300 yılına gelindiğinde, milyonda 1900 (1900 ppm) ile tepe noktasına, yani günümüzdeki değerin beş katına ulaşacaktır. Okyanuslar atmosferdeki karbondioksitin bir kısmını emecekleri için, yüzey sularının pH değerinin 7,4’e düşeceği ve yüzlerce yıl bu düşük değerde kalacağı düşünülmektedir. Gerçi geçmiş 300 milyon yıl içerisinde atmosferdeki karbondioksit oranının birçok kez 2.000 ppm seviyesi üzerine çıktığı biliniyor. Ama bu miktarlarda bile, okyanus yüzey sularının pH değeri 7,5’in altına düşmemiştir. Peki, bu durumu ne engellemiş olabilir? Büyük ihtimalle bir tampon görevi yapacak şekilde yaratılmış deniz tabanındaki karbonat kayaları okyanus suyunun asitliliğinin dengelenmesinde rol oynamıştır. Yaklaşık 10.000 yıllık bir zaman diliminde gerçekleştirilen bu dengeleme hâdisesi, jeolojik safhalarla okyanusa bırakılan asidi nötralize etmek için yeterlidir. Ancak, insanoğlunun faaliyetleri veya asteroit çarpması gibi tabiî felaketlerin yol açtığı hızlı değişimleri gidermek için bu kısa zaman diliminin yeterli olmadığı düşünülmektedir. Asitlik nispetinde görülecek böylesine ciddi bir değişmenin, okyanustaki canlılar üzerinde ne gibi tesirlere yol açabileceği henüz tam olarak bilinmemektedir. ABD’nin Lawrence Livermore Millî Lâboratuvarı ’ndan iklim uzmanı Ken Caldeira , mevcut durumu; “Okyanusların kimyasını değiştiriyoruz ve bu değişik kimyanın neye yol açacağını bilmiyoruz.” şeklinde özetlemektedir. Evet, “Her şeyin sanatında nihayetsiz derecede intizam bulunması gösterir ki; nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.”

Asitli suların karbonatı çözme özelliği olduğundan, mercanlar ve bazı alg türleri gibi kalsiyum karbonat yapılı kabuklara veya dış iskeletlere sahip canlılar, bundan en fazla zarar görebilecek canlılardır. ‘Biyoküre 2’ deneyiyle oldukça önemli seviyelere (günümüzdeki değerin iki katı seviyesine ulaşacak karbondioksitin) çıkacağı tahmin edilen karbondioksit miktarından bu canlıların ne ölçüde zarar görebileceği hususu hesaplanmış ve bu tür hayvanlarda kalsiyum karbonat oluşumunun % 40 oranında azalacağı tahmin edilmiştir. Su ekosistemlerinde hayatî vazifeler verilen bu canlıları yıkıma götürecek bu değişme, besin zincirindeki dengeleri de alt üst edebilir.


Gündüzlerimizin sönmeyen lâmbası Güneş’imiz, gecelerimizin kandili Ay ve yıldızlar, her köşe başında paha biçilmez süslemelerle bezenmiş bu yeryüzü bizlere hibe edilmiş. Kur’ân-ı Kerîm’de yeryüzü tarif edilirken, mâsûm bebekler gibi korunup-kollanacağımız, beslenip, rahat edeceğimiz bir beşiğe1 benzetilir. Başka bir yerde sanat, servet, zevk ve itibarımızın sembolü halıyla2 kıyas edilir. Kadirşinaslığın gereği; Mülk Sahibi’ni tanıma, dünya sarayının diğer sakinlerini sevme, sayma ve emanete zarar vermeden huzurlu bir yaşama olmalıdır.

Tabiatla iç içe yaşamayı, sabah otomobil homurtuları yerine kuş cıvıltılarıyla uyanmayı, bir ağaca azim ve disiplinle tırmanan karınca sürüsünü görüp aşka-şevke gelmeyi kim istemez ki! Peki, ama güzelim dünyamızı, hem de kendi ellerimizle neden yaşanması zor hâle getiriyoruz?

Bildiğimiz bir şey var ki, kâinatı dâima evirip çeviren Sonsuz Kudret, kâinatta geçerli kanunlara riayet konusunda insanları ayırt etmez. Bu itibarla, bir aile olan insanlık, çevreye ve tekvinî kanunlara ancak topyekün saygı gösterdiği taktirde yerküre çapındaki büyük felâketlerden kendini koruma yolunda fiilî bir dua yapmış olur.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Ekolojik Tarım
Harun AVCI


* Ekolojik tarım anlayışıyla, kimyevî maddelerin kullanıldığı modern tarım faalxiyetler hangi hususlarda birbirinden ayrılmaktadır?
* Tarımda kimyevi maddelerin aşın kullanılması, toprakta ne gibi menfi durumların ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır?
* Böcek ilâçları ve kimyevî gübrelerle sürekli temas hâlinde olan çiftçilerde beyin, mide, prostat, bağ dokusu kanseri ve lösemiye yakalanma riski daha mı yüksektir?
* Ekolojik ürünlerle, kimyevî gübre ve ilâçlar kullanılarak üretilen ürünler arasında gıda değeri bakımından bir farklılık var mıdır?
* Ekolojik tarımda verimliliği koruma ve zararlılarla mücadele metotları... * Ekolojik ürünlerin tercih edilme sebepleri..


Günümüzde yaygın olarak uygulanmakta olan ziraat (tarım) sistemi, sentetik kimyevî madde (ziraî ilâç, kimyevî gübre ve hormon) kullanımına dayanmaktadır. Bunun esas sebebi, birim alan başına daha fazla verim almaktır. Ancak bu sistemde kimyevî maddeler çoğunlukla bilinçsizce ve aşırı kullanılmaktadır. Bu da, toprakları, yeraltı ve yerüstü sularını kirletmekte ve ekolojik dengeyi bozmaktadır. İçindeki mikroorganizmalar, böcekler ve solucanlarla canlı bir ekosistem olarak yaratılan topraktaki dengenin kimyevî maddeler ve erozyonla bozulması, onu gittikçe verimsiz hâle getirmektedir. Âdeta yumuşak bir döşek gibi yeryüzüne serilip bütün canlıların istifadesine sunulan ve insanoğlu için en önemli üretim kaynaklarından biri olan toprak, maalesef kendi elimizle dinamik canlılığını ve bu canlılar vasıtasıyla sağlanan verimliliğini kaybetmekte, âdeta yarı ölü bir yığın hâline dönüştürülmektedir. Yapılan her yanlış müdahale, onun kendine gelmesine ve üretken canlılığını yeniden kazanmasına mâni olmaktadır. Bu yanlışlığa son verilmez, verimliliği artırmak için daha fazla gübre ve üzerindeki bitkiler hastalandıkça daha fazla ilâç kullanılırsa, gelecek nesiller bu yarı ölü toprağa da hasret kalabilecektir.

Diğer yandan hormon, kimyevî ilâç ve gübre kullanılarak üretilen ürünler, insan sağlığı için de bir tehdit hâline gelmiştir. Dünya Sağlık Teşkilâtı (WHO), gelişmekte olan ülkelerde her yıl yaklaşık 500 bin kişinin ziraat ilâçlarından zehirlendiğini ve beş bin kişinin hayatını kaybettiğini bildirmektedir. Kimyevî ilâç ve gübrelerin zehirlenme gibi kısa dönemli tesirleri yanında; kanserojen, mutajen (genlerde tahribat yaparak canlıyı genetik değişime uğratan), teratojen (anne karnındaki yavruda anormalliğe sebep olan) ve alerjen tesirleri de görülmektedir. Özellikle organoklorlu ziraat ilâçlarının kullanımı birçok canlı türünün giderek yok olmasına yol açmaktadır. Bunun yanısıra, aşırı dozdaki azot ve azotlu bileşikler insanlarda solunum yolu hastalıklarına ve çocuk hastalıklarına sebep olmaktadır. Yapılan araştırmalar, sanayileşmiş ülkelerdeki çiftçilerin, rahat hayat şartlarına rağmen, bazı kanser türlerine yakalanma riskinin daha fazla olduğunu göstermiştir. Böcek ilâçları ve kimyevî gübrelerle sürekli iç içe ve temas hâlinde olan çiftçilerin beyin, mide, prostat, bağ dokusu kanserine ve lösemiye yakalanma riski daha yüksektir.

Ziraatta bu kötüye gidiş 1960-70'li yıllarda başlamıştır. Sentetik kimyevî ilâç ve gübrelerin icadı ve özellikle Batı'da sadece verim artışının hedeflenmiş olması, ziraatta menfî yöndeki değişimi hızlandırmıştır. Daha sonra bu sistem hemen hemen bütün dünyaya yayılmıştır. Bununla beraber, ilk olumsuz tesirler de yine bu girdilerin ilk andan itibaren yoğun olarak kullanıldığı gelişmiş ülkelerde görülmüştür. Bu yanlışlığın fark edilmesiyle birlikte alternatif ziraat yöntemi arayışları da başlamıştır.

Ekolojik tarım gerçekten ekolojik mi?
Bu arayış sonunda bulunan metodun adı "ekolojik tarım"dır. "Organik tarım" veya "biyolojik tarım" adı da verilen bu metot, çeşitli şekillerde tanımlanmaktadır. Basit olarak, ekolojik tarım, sun'î gübre ve ziraî ilâç kullanmaksızın nebatî (bitkisel) ve hayvanî mahsül üretimidir. Ekolojik tarımda gaye; toprağı, su kaynaklarını ve havayı kirletmeden bitki, hayvan ve insan sağlığını korumaktır.

Dünyada insan müdahalesi olmadan da çok geniş alanlarda otlar ve ağaçlar yetişmektedir. Hatta pek çok orman arazisi, ziraat topraklarından daha verimlidir. Çünkü oralarda Yaratıcı'nın kurduğu ekolojik denge bozulmamış, solucanlar, böcekler ve toprak mikroorganizmaları kendilerine verilen vazifeleri şevkle yerine getirmekte, âdeta bitkiler için çalışmaktadırlar. Meselâ toprak mikroorganizmaları onlar için şu vazifeleri yapmaktadırlar: Atmosfer azotunu fikse etmek (bağlamak), organik atıklar ve kalıntıları parçalamak, toprak menşeli patojenleri baskılamak, bitki besin maddelerinin yarayışlılığını artırmak ve dönüşümlerini sağlamak, pestisitler de dahil olmak üzere toksik bileşikleri bozmak, antibiyotikleri, biyoaktif maddeleri ve bitkilerin alabileceği basit organik molekülleri üretmek, ağır metal iyonlarını bağlayarak bitkilerce daha az alımını sağlamak, çözünemeyen besin kaynaklarını çözünür hâle getirmek, polisakkarit üreterek toprak agregasyonunu artırmak.

Solucanlar ve toprakta yaşayan böcekler ise; toprağın karıştırılması, havalandırması ve agregasyonun sağlanması gibi vazifeleri yerine getirirler.

Toprağa verilen kimyevî ilâç ve gübreler, hem mikroorganizmalara, hem de solucan ve
böceklere zarar vermekte, onların ölüp azalmasına ve böylece vazifelerinin aksamasına yol açmaktadır. Bu da toprağın verimsizleşmesi demektir.

Ekolojik tarım anlayışında bu hatadan dönülmekte, toprağa sentetik gübre yerine, hayvan gübresi, bitki artıkları, deniz yosunu, yeşil gübre gibi organik maddeler verilerek toprak içindeki biyolojik aktivitenin artmasına ve bu sayede verimliliğin korunmasına çalışılmaktadır. Bunlara ek olarak tabiî fosfat, potasyum, kalsiyum, kireç, magnezyum kayaçları ile bakır, demir, mangan, molibden, çinko, bor gibi mikro besin maddeleri ve kükürt içeren tabiî maddeler de ihtiyaç duyulması hâlinde kullanılabilmektedir.

Ekolojik tarım anlayışında uyulması gereken diğer önemli bir husus, hastalık ve zararlılara karşı kimyevî ilâç kullanılmamasıdır. Bunun yerine, hastalık şartlarının meydana gelmesi baştan alınan tedbirlerle önlenmeye çalışılır. Buna rağmen bir hastalık veya zararlı musallat olursa, bunların önüne biyolojik mücadeleyle veya organik menşeli ilâçlarla geçilir. Ekolojik tarımda mücadele metodu olarak şunlar sayılabilir: zararlıların bulaşmasının önlenmesi, sağlıklı bitki yetiştirilmesi, araziye uygun bitkilerin seçilmesi, toprağın uygun şekilde işlenmesi, gübrelenmesi ve sulanması, gençleştirme ve budama yapılması, dayanıklı türlerin seçilmesi, ekim, dikim ve hasat zamanının ayarlanması, bitki artıkları ve yabancı otların temizlenmesi, böceklere tuzak kurulması ve zararlılara karşı diğer canlıların kullanılması. Zararlı ve hastalıklarla mücadelede, bunlara ek olarak ekolojik denge üzerinde olumsuz bir tesir meydana getirmeyen balmumu, kaya tuzu, kükürt, bordo bulamacı, sodyum silikat, sodyum bikarbonat, potasyum sabunu (arap sabunu), bitki ve hayvan yağları ile parafin yağı kullanılabilir.

Ekolojik tarımda verimliliği koruma ve zaralılarla mücadele etmede başvurulan diğer bir yol ekim nöbetidir (münavebe). Bitki yetiştiriciliğinde ekim nöbeti; toprak sağlığını artırmak, verimli ve kaliteli ürün elde etmek gâyesiyle aynı tarlada farklı tür bitkilerin sırayla yetiştirilmesidir. Yetiştiriciliği birbirini takip edecek bitki türleri bir plân ve program dahilinde seçilir. Bir üretim alanında ekim nöbeti izlenmediğinde; toprak menşeli hastalıklar ve nematodlar artar, topraktaki organik madde miktarı sürekli olarak azalır ve mineral elementlerin dengesi bozulur. Meselâ; şekerpancarının topraktan dekar başına aldığı besin maddesi ile yoncanın aldığı besin maddesi farklıdır. Şeker pancarı besin maddesi olarak ortalama 15 kg N ve 17,5 kg K2O kaldırırken, yonca 25 kg N ve 14,5 kg K2O kaldırır. Bu tarlaya her yıl yonca ekilirse azot eksikliği, şekerpancarı ekilirse potasyum eksikliği meydana gelir. Ama bunlar münavebeli ekilirse, besin maddesi alınması dengelenir. Ayrıca; aynı familyaya ait bitki türleri, aynı hastalık ve zararlılara hassas olurlar. Meselâ, fusarium; fasulye ve bezelyeyi de içine alan birçok sebze türüne önemli ölçüde zarar veren bir hastalıktır. Aynı tarlaya iki-üç yıl bu bitkiler ekilmezse, bu hastalıkla başa çıkılabilmektedir. Ekim nöbetinde arka arkaya dikilecek bitkilerin sıralamasında kök derinliği, toprağa bıraktığı organik madde miktarı, hassas olduğu hastalık veya zararlı çeşidi, topraktan kaldırdığı besin maddesi çeşidi gibi hususlar dikkate alınır.

Ekolojik ürün farklı mıdır?
Ekolojik ürünler, kimyevî gübre ve ilâç kullanılarak üretilenlere göre gıda değeri bakımından daha kaliteli ürün elde etmek için üretilmezler. Ekolojik ürünlerin tüketicilerce tercih edilmesinin en önemli sebebi sağlık, özellikle çocukların sağlığıdır. ABD'de, 0-2 yaş çocuk mamalarının ekolojik ürünlerden yapılma zorunluluğunun getirilmesi bu bakımdan oldukça dikkat çekicidir. Alışılmış metotlarla üretilen ürünlerdeki ilâç kalıntıları büyükler için de zararlı olmakla birlikte, bunların bebekler üzerindeki tesirinin daha fazla olduğu düşünülmektedir. Ekolojik ürünlerin tercih edilmesin diğer sebepleri arasında, bu ürünlerin çevreye zarar ve hayvanlara eziyet vermeden üretilmesi, lezzet ve aroma bakımından insana daha hoş gelmesi önemli bir yer tutmaktadır.

Ekolojik tarım daha fazla işgücü gerektirir ve birim alandan daha az verim alınır, bundan dolayı bu metotla elde edilen ürünler pahalıdır. Buna rağmen ekolojik üretim miktarı hızla artmaktadır. Şu an OECD ülkelerindeki ziraî üretimin yaklaşık % 2'si ekolojik ürün iken, bu oran ABD'de % 0,2 gibi oldukça düşük bir sevide bulunmakta, AB ülkelerinde ise % 10'a kadar çıkmaktadır. Ekolojik üretim yapanlar genelde küçük aile işletmeleridir. Bu işletmelerde hem bitki, hem de hayvan yetiştiriciliğinin yapılması, ekolojik tarım anlayışına da uymaktadır. Ekolojik tarım uygulamalarının çoğalması için, ekolojik üretimin standartlarının belirlenmesi, resmî kontrol ve sertifikasyon sistemi ile devlet garantisini simgeleyen etiket sisteminin geliştirilmesi, araştırma, eğitim ve pazarlama konularında maddî destek sağlanması gerekmektedir.

Ülkemizde üretilen ekolojik ürünler büyük ölçüde yurt dışı pazarlara gönderildiğinden, ekolojik mahsul üretim miktarı ve çeşitliliği yurt dışından gelen taleplere göre değişmektedir. İhracatın bir gereği olarak, üretim, ihracatçı firmalar ile çiftçiler arasında yapılan sözleşmeye göre yapılmaktadır. Sözleşmede fiyat ve satış garantisi olması çiftçilere avantaj sağlamaktadır. Diğer yandan firma, üretimde ekolojik tarım için konan yasaklara uyulup uyulmadığını kontrol ettirmektedir. Kontrol ve sertifikasyon, ekolojik tarımın önemli basamaklarından biridir. İç ve dış piyasalarda bir ürünün ekolojik olarak satılabilmesi için ekolojik ürün sertifikasına sahip olması gerekmektedir. Sertifika sistemi ürünlerin ekolojik standartlara göre üretildiğinin, işlendiğinin, paketlendiğinin garantisidir. Bu da tüketiciye güvence vermenin yanında üreticileri ve firmaları da haksız rekabete karşı korumaktadır.

Meyve ve sebzeler, taze kümes hayvanı ve yumurta, taze süt, tereyağı ve peynir piyasada
bulunan başlıca ekolojik ürünlerdir. Bütün dünyada hızla artan ekolojik tarımda genellikle ülkelerin eskiden beri yetiştirmekte oldukları ürünleri ön sıralarda yer almaktadır. Meselâ Hindistan'da çay, Danimarka'da süt ve ürünleri, Arjantin'de et ve mamulleri, Afrika ve Orta Amerika ülkelerinde muz, Tunus'ta hurma, zeytin yağı ekolojik olarak üretilen ilk ürünlerdir. Türkiye'de ise ekolojik ürün olarak üretilen ve ihraç edilen ürünlerin başında, kurutulmuş meyveler ve sert kabuklu meyveler, yaş meyve ve sebzeler, tahıllar ve tıbbî bitkiler gelmektedir.

Ülkemizdeki ziraat arazilerinin çoğu sanayiden uzak, suyu ve toprağı az kirlenmiş durumdadır. Diğer yandan çiftçi başına düşen arazi miktarı Batılı ülkelerdekine göre oldukça küçüktür. Bunlar şu an için ekolojik üretime geçişi kolaylaştıran önemli iki faktördür. Türkiye bunu değerlendirebilirse, küçük ziraî işletme yapısıyla ekolojik tarımda hızlı bir ilerleme sağlayabilir. Bu ise hem çiftçi kesiminin gelirinde bir iyileşmeye, hem de çevreye ve insan sağlığına zararlı ziraî üretim sisteminden vazgeçmeye vesile olur.
 
Top