Dünyadaki en önemli doğal destanlar

Suskun

V.I.P
V.I.P
DOĞAL DESTANLAR

Gerçekte var olan herhangi bir olayın milletin dilinde yüzyıllar süren bir anlatımdan sonra bir ozan tarafından kaleme alınması sonucu oluşan destanlara denir.



Dünyadaki en önemli doğal destanlar

Kalevala
Mahabharata
Ramayana
Chanson de Roland
Nibelungen
İgor
Beovful
İliada
Odysseia
Şehname
Gılgamış
Oğuz Kağan
Ergenekon
Manas

out.php

Kalevala-FİNLANDİYA
Fin milli destanıdır. Çoğu Kalevela’da, Elios Lönnrot tarafından toplanmış olan halk şarkılarından oluşur. Fin bilginleri bu destanın işlenmesini üç aşamaya ayırmışlardır:

1. Orijinal olarak yayınlanmamış (Prota-Kalevela), 5052 beyit, 16 şarkı

2. Eski Kalevela (yayımı : 1835-1836),12078 beyit,12 şarkı

3. yeni Kalevela (ikinci yayımı: 1849), 22795 beyit, 50 şarkı.

Kalevela’tı meydana getiren şarkılar beş kahramanın etrafında toplanır. Bunlar, saz şairi,demir,maceraperest, avcı, demirbaş köle.


out.php


Mahabharata-HİNT

Vishnu inancının egemen olmadığı zamanların baş tanrıları Vedik tanrılar, İndra, Agni, Soma vs. dir. Destan, daha sonra, Vishnu mezhebine bağlı din adamlarının egemenliği altında yeniden biçimlendirilmiştir. Ancak destanda, erdem ve adalet tanrısı Dharma'nın ve "Dharma Anlayışı"nın da büyük bir önemi olduğu görülmektedir.

Hintliler atalarına "Bharata" derler. Mahabharata "Büyük Bharata" savaşını anlatır. Ne zaman olmuştur? Tarihi pek bilinmez; ancak savaşın gelişimi ve oluşumu çok güzel anlatılır. Kahramanlar önce söz, sonra da ok atışırlar bol bol... Yudhishthira bilgeliğin temsilcisidir. Tanrı Dharma'nın oğlu olarak kabul edilir. Bhima'nın babası Vayu, Arcuna'nın İndra'dır. Nakula ve Sahadeva ise, ikiz oldukları için, ikiz tanrı Aşvin'den türemişlerdir. Tanrısal yanları böyle! Oysaki babaları Pandu adında soluk tenli bir insandır. Kardeşi Dhrtarashtra ise kördür. Her ikisi de Kuru soyundandır. Ama sadece Dhrtarashtra oğulları "Kurular" diye çağrılır. Diğerleri "Pandu Oğulları"dır. Kurular, kötü kalpli Duryodhana ile 99 kardeşinden oluşur. Anlaşmazlıklar ve bunu izleyen savaş, işte bu iki akraba kral çocukları arasında olur.

Mahabharata'nın konusundan esinlenerek eser yaratmış birçok sanatçı vardır. Örneğin Harsha, Magha ve Bhasa. Bunların içinde en dikkat çeken şair, Kalidasa'dır (MS 3-4. yüzyıl). Onun, destan içindeki bir öyküden (I, 68-75) yola çıkarak yarattığı Şakuntala adlı eseri çok ünlüdür.

Mahabharata'yı ilk okuyanlar Sutalar'dı (Arabacılar) Suta, kralın baş danışmanı ve en güvendiği kişiydi. Hukuksal sorunlara karışır, soykütüğü tutar ve saz şairliği yaparlardı. Krshna da bir arabacıdır ve destanda, aklı ve doğaüstü yetenekleriyle, Pandu kardeşlere büyük yardımlarda bulunur. Özellikle Bhishmaparvan (25-42) bölümünde Arcuna'ya okuduğu "Tanrısal Şarkı" (Bhagavadgita) çok önemlidir, izleyen dönemlerde din adamları (brahmanlar), sutaları, bulundukları güçlü konumdan indirerek, yerlerine geçmişler ve destan anlatıcılığı işini de tekellerine almışlardır.

700 beyitten oluşan Bhagavadgita'nın yazarı belli değildir ve büyük bir olasılıkla destana sonradan eklenmiştir. Krshna, tıpkı Rama gibi, tanrı Vishnu'nun insan olarak bedenleşmiş halidir. Bu duruma Avatara denir. Savaş öncesi, cesaretini yitirmiş olan Arcuna'ya cesaret vermek için, ona felsefesini açıklar ve onu yüreklendirir. Buna göre "benlik" diye bir şey yoktur. Sen-ben hep aynı varlığın parçalarıyızdır. Bugün savaşta öldürülecek kişiler, yarın bir başka bedende yeniden doğacaklardır. Bilge kişi, Krshna tarafından belirlenen Yoga yolunu izlemelidir.

Bhagavadgita'da Vedalardan, Brahmanalardan, Aranyakalardan ve özellikle de Upanishadlardan izler bulmak olasıdır. Dolayısıyla bu kitap için "Hint düşüncesinin aynasıdır" diyebiliriz.

Mahabharata destanında yer yer hayvanların konuşturulduğu (fabl türü) masallara da rastlanır. Bunlar, daha sonra ortaya çıkan Pançatantra masal serisine kaynaklık etmiş olabilir. Peri masallarına veya kahramanlarla ilgili masallara da rastlanır. Bunlara en iyi örnek, Nala ile Damayanti ve Savitri ile Satyavan öyküleridir. Brahmanların gücünü öven ve egemenliklerini pekiştiren brahman efsanelerine en iyi örnekler ise Çyavana öyküsü ile Parikshit öyküsüdür.



out.php

Ramayana -HİNT
Ramayana, Hint halk ozanı Valmiki tarafından yazılmış bir destandır. Dünyanın en bilinen ve Hindistan'ın en önemli iki destanından olan Ramayana, 24.000 beyitin oluşturduğu yedi bölümü içerir. Üç büyük Hindu tanrısından biri olan Vishnu'nun yeniden doğumlarından biri olan Prens Rama'nın yaşadıklarını konu edinen destan, eski Hint (Hindu) kültürü, dini, sosyal ve siyasal yaşamı hakkında içerik barındırır.

Yunan destanlarında Odysseus'un Troya'dan İthaka'ya yolculuğundaki gibi Prens Rama da Hindistan'ın kuzeyinden güneyine seyahat eder ve yolculuk sonunda Seylan'a ulaşır.

Ramayana, Mahabharata destanından sonra Hindistan'ın ikinci önemli destanıdır. Şimdiye kadar yazılmış en uzun şiir olan Mahabharata, tek bir kişi tarafından yazılmamıştır. Ramayana ise Valmiki tarafından yazılmış bir destandır. Ne zaman yazıldığı hakkında kesin bir bilgi yoktur; ancak M.Ö.4. yy.'la M.S.2. yy. arasında bir zaman diliminde yazıldığına dair yorumlar yapılmaktadır.

Ramayana, yedi bölüm ve 24.000 beyitten oluşmuştur. Destanın birinci ve yedinci bölümlerinin sonradan eklendiği düşünülmektedir. Rama, bu destanda Vişnu'nun yeniden cisimleşmiş hali olarak karşımıza çıkar. Diğer kitaplarda ise; kahraman, bir insanı temsil etmektedir. Yeni yazılan eserlere üslup açısından bakıldığında eski eserlerdeki mükemmellik yoktur. Ancak Ramayana'nın yeni versiyonu bu görüşün aksine mükemmel bir anlatım tarzına sahiptir. Ramayana'nın üç versiyonu her ne kadar sözlü geleneğe bağlı olarak değişse de, hepsi yedi bölümü içermektedir. Bazı araştırmacılara göre; destandaki beyitlerin çok azı orijinal olarak kalabilmiştir, birçok ekleme yapılmış ve çoğu da değiştirilmiştir.

Tulsidas'ın yazdığı "Ramcaritamanas" Ramayana'nın Hintçe bir versiyonudur. Hindistan'da herkes tarafından bilinen bir eserdir. Hint kültürü, Güneydoğu Asya'da yayıldıktan sonra Ramayana, çok sayıda ulusal ifade ve gelişmelerin olduğu Bali, Kamboçya ve Tayland geleneklerinde de yer almıştır. Bu versiyonların en bilindik olanı Taylandlı Ramakian'dır. Bu eser, 18. yy.'da Kral II. Rama'nın isteğiyle yazılmıştır.
Ramayana Destanı'nın konusu

Ramayana Destanı, Kosala krallığının prensi Rama'nın hikâyesini anlatır. Babası Dasharatha tarafından ormana sürgün edilir ve sonra orada Lanka kralı Ravana'yı öldürür.

Ayodhya kentinin kralı olan Dasharatha'nın uzun bir süre hiç çocuğu olmaz ve bunun üzerine Dasharatha, Tanrılara bir at adamaya karar verir. Sonra üç karısı, dört erkek çocuk doğurur: Rama, Bhrata ve ikiz olan Lakshmana ile Satrughana. Rama ve kardeşi Lakshmana, Rishi Vishvamitra'nın isteği üzerine kötü ruhları öldürmek için yola çıkarlar. Bu arada Videha'nın kralı Janaka, Tanrı Şiva'nın yayını germeyi başaran kişiyle kızı Sita'yı evlendireceğini söyler. Rama, bu yayı kolayca gerer ve Sita'yla evlenir.

Kral Dasharatha, Rama'nın onun yerine geçeceğini söyler; ancak köle kızın söylediklerinin etkisinde kalan Rama'nın üvey annesi buna engel olur ve oğlu Bhrata'nın tahta çıkmasını ister. Kadının istediği olur ve Rama 14 yıl boyunca bir münzevi olarak yaşaması için ormana sürgün edilir. Kardeşi Lakshmana ve Sita da ona eşlik ederler. Rama, Rakşasaları ve canavarları yok ederek görevini en iyi şekilde yerine getirir.

Ravana, bir hileyle Sita'yı Lanka'ya kaçırır. Bunun üzerine Rama, maymunların kralı Sugriva'dan yardım ister. Sugriva da Rama'ya yardım etmesi için Hanuman'ı görevlendirir. Hanuman, Sita'nın kaçırıldığı yere gider. Ravana, Sita'ya onu kabul etmesi karşılığında her şeyi ayaklarının altına sermeye hazırdır. Maymunlar, Lanka'ya ulaşabilmek için ada boyunca uzun bir köprü inşa ederler. Uzun süren bir mücadeleden sonra Ravana yenilir ve Sita kurtarılır. Rama ve Sita 14 yıldan sonra Ayodhya'ya dönerler ve Bhrata, krallığı Rama'ya teslim eder; ancak Rama, Sita'nın bağlılığından şüphe eder ve onu reddeder. Bunun üzerine Sita onurunu yeniden kazanmak için bir cenaze ateşi hazırlatır ve yanarak ölmeyi ister. Alevler ona dokunmaz, Rama onun doğru söylediğine inanır ve birlikte yaşamaya devam ederler. Destan eski bir şiirle sona erer.

Ramayana Destanı, bize çok farklı şekillerde aktarılmıştır. Kitabın yedinci bölümü olan Uttara Kanda'nın sonradan eklendiği bilinmektedir. Bu bölümde, Sita'nın münzevi bir hayat yaşamasına rağmen ikiz çocuklarının olduğu ve nasıl gözden düştüğü anlatılmaktadır. Rama, Sita'nın oğullarını öğrenir. Sita'nın masum olduğunu bilmesine rağmen arınmasını ister. Bu yüzden tanrıların hepsi yeryüzüne inerler. Sita, tanrıların huzuruna çıkar ve Rama'dan başka hiçbir erkekle olmadığını söyler. Yemin edileceği sırada, yerin altından görkemli bir taht ortaya çıkar. Rama, Sita'yı ona geri vermesi için Toprak Ana'ya yalvarır; ama artık boşunadır. Kısa bir süre sonra Rama, oğulları Kusha ve Lava'yla birlikte yeryüzünü terk edip, Rama'nın Vişnu için yeniden cisimleneceği gökyüzüne giderler.

Rama, Vişnu'nun cisimleşmiş bir hali olarak Ramayana Destanı'nın daha sonraki metinlerinde görülür. Valmiki'nin yazdığı orijinal metinde Rama, kahraman bir insanı temsil etmektedir, rahiplerin görüşlerine göre de örnek bir insandır. Sita, sadık bir eş modeli olarak kabul edilmektedir. Ramayana'da şiirsel bölümler oldukça fazladır ve üzerinde çok fazla oynamalar yapılmasına rağmen tek olma özelliğini daima korumuştur.

Bölümleri
1. Bala Kanda (Çocukluk)
2. Ayodhya Kanda (Ayodhya şehri)
3. Aranya Kanda (Orman)
4. Kişkindha Kanda (Kişkindha)
5. Sundara Kanda (Güzel)
6. Yuddha Kanda (Savaş)
7. Uttara Kanda (Son)

Ramayana; her ne kadar dünya çapında bilinen bir destan olsa da; Hindistan sınırları içinde gelenekselleşmiş, dinsel inanışın getirdiği bir yaşam biçimi haline dönüşmüştür. Birçok Hintli çocuk, Ramayana'dan alıntı öykülerle büyür. Destanın bir çok kısmı, törenlerde sergilenen oyunlara, film ve kitaplara konu olmuştur.

Destanın içinde;
Rama güç ve erdem, Rama'nın evlenmek istediği Sita; bağlılık, Rawana; kötülük, Lakşman; kardeş sevgisi simgesidir. Hint mitolojisindeki efsanelerden aile ve krallıktaki törenlere, orman yaşamından aşka kadar çeşitli konular ustalıkla işlenmektedir. Dharma'ya bağlılığın ağırlıkla işlendiği ve zaman zaman gökyüzünde uçan araçların, maymunlardan oluşan bir ordunun ve "garip" silahların sözedilmesiyle "bilim - kurgu" havası sezdiren Ramayana'nın ne zaman oluşturulduğu bilinmemekle birlikte; Güneydoğu Asya'nın 8. yüzyıl mimarisini, edebiyatını, dans ve oyunlarını çağrıştırır.
Konu özeti

Kral olan babası, kızı Sita'yı Tanrı Şiva'nın yayını çekebilecek savaşçıyla evlendirmeye söz vermiştir. Rama, bu yayı çekerek kırar. Ancak Kralın ikinci karısı, kralın verdiği sözü bozarak, Rama'yı, nişanlısı Sita'yı ve Rama'nın kardeşi Lakşman'ı sürgüne gönderir. Rama ile Sita'nın aşkı, birçok zorluklarla mücadelenin ve 14 yıllık sürgünün ardından, evlilikle sonuçlanır. Bu büyük hikâye; karanlıkla aydınlığın mücadelesinde aydınlığın zaferi olarak betimlenmektedir.

Ramayana karakterleri

Dasharatha · Kausalya · Sumitra · Kaikeyi · Janaka · Manthara · Rama · Bharata · Lakshmana · Shatrughna · Sita · Urmila · Mandavi · Shrutakirti · Vishvamitra · Ahalya · Jatayu · Sampati · Hanuman · Sugriva · Vali · Angada · Jambavantha · Vibhishana · Tataka · Surpanakha · Maricha · Subahu · Khara · Ravana · Kumbhakarna · Mandodari · Mayasura · Sumali · Indrajit · Prahasta · Akshayakumara · Atikaya · Lava · Kusha
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
out.php

Chanson de Roland
Fransız edebiyatının en eski eserlerinden biridir. En iyi ve en eski versiyonu da Oxford arşivinde bulunur. 4004 dizeden oluşur, 1080 tarihinde yazılmış olduğu rivayet edilen bu uzun epik şiiir hikayesi bakımından Charlemagne’nın ordusuyla yaşadığı olaylar anlatılır.



out.php

Nibelungen Destanı
(Almanca: Nibelungenlied), Ren Nehri kıyısında, eski Worms şehri civarında geçer.

Destanda Pagan inançları ile beraber Hristiyan inançları ve törenleri de bulunmakta ve kral-senyör-vassal ilişkisi de destanın Orta Çağ'a ait izler taşıdığını göstermektedir.

Destanın en önemli kahramanı Siegmund ve Siegelinde'nin oğulları Siegfried'dir. Siegfried genç yaşta, maceralara atılmak için babasının şatosunu terk ederek yollara düşer. Kılıcı olmadan, elinde bir sopa ile köyleri, kentleri dolaşır.

Siegfried bir gün bir demirciye rastlar ve kılıç sahibi olabilmek için onun yanında çalışmaya başlar. Mimir adlı demirci yeni çırağının bu işi yapıp yapamayacağını sınamak için onu ocağın başına götürür ve eline en ağır çekici verir. Siegfried bununla öyle bir vurur ki, örs toprağa gömülür, demir parçaları etrafa saçılır. Buna kızıp Siegfried'i kulağından tutan Mimir, onu tutup yere fırlatan çırağından kurtulmak için, yol üzerindeki ejderhanın Siegfried'i öldüreceğini umarak, ormanın öteki ucundaki kömürcüden kömür getirmesini ister.

Kendine yaptığı kılıcı alıp yola koyulan ve tam kayalığın önünden geçerken ejderhanın saldırısına uğrayan Siegfried, önüne gelen ilk ağacı sökerek canavarın kafasına fırlatır. Ağacın kökleri canavarı sarınca , bundan yararlanan Siegfried diğer ağaçları da üzerine fırlatır. Daha sonra bunları tutuşturarak ejderhayı yakar.

Ejderha yanarken bedeninden yağ akmaya başlar. Akan yağ dereciğine parmağını sokan Siegfried parmağının 'boynuz' gibi sertleştiğini görünce bütün vücudunu bu yağ ile yıkar. Yağlanırken bir ıhlamur ağacı altında duran Siegfried'in iki omzunun arasına bir yaprak düşer ve o bölgenin yağlanmasını engeller.

Yaprağın dışında kalan hiçbir yere silah işlemeyecek, Siegfried'in vücudunun yara alabileceği tek yer burası olacaktır. Kömürcünün yanına varan Siegfried ona, Mimir ve arkadaşlarının daha önce sözünü ettikleri, ağızından ateşler saçan ve üzeri pullarla kaplı ejderhayı sorar. Kömürcü canavarın nerede olduğunu gösterir. Artık Siegfried'i başka bir macera beklemektedir. Zorlu bir yolculuktan sonra, Siegfried ejderhanın bulunduğu Nibelungen ülkesine varır... Burada Schilbung ve Niblung adında iki kral hüküm sürmektedir. Bu iki kral ve onlara bağlı savaşçılar , çok büyük bir hazineyi de beklemektedirler.

Siegfried, şehrin girişine geldiğinde ejderha ile karşılaşır. Dövüşmeye başlarlar. Ejderha ağızından ateşler çıkartarak Siegfried'e saldırmaktadır. Sonunda Siegfried canavarı öldürmeyi başarır. Canavarın attığı korkunç çığlığı duyan Schilbung ve Niblung saklandıkları yerden çıkarlar . Korkunç canavarı öldüren kahramanı tebrik ederler ve ondan, hazineyi aralarında paylaştırmasını isterler. Bunun karşılığında ona bütün kılıçların en iyisi olan Balmung'u vereceklerdir. Bu büyük hazineyi, Siegfried krallar arasında paylaştırır. Fakat hırstan gözü dönmüş krallar bundan memnun olmazlar ve Siegfried'i hile yapmakla suçlarlar. Savaşçıları toplayarak Siegfried'e saldırırlar. Yapılan dövüş sonrası Siegfried iki kralı ve beş yüz kadar savaşçıyı öldürür. O anda dövüş alanına Tarnkappe ile cüce Alberic gelir. Öldürülen kralların intikamını almak için Siegfried'e saldıran Alberic onu uğraştırsa da sonunda yenilir ve onun vasalı olmak için and içer. Nibelungen ülkesi savaşçıları da and içerek Siegfried'in hükmü altına girerler. Bütün Nibelungen hazinesi de onun olmuştur. Fakat hazinede gözü olmayan Siegfried bu hazineden sadece taşlı bir yüzük alır. Alberic ,bu yüzüğün uğursuzluk getireceğini söyleyerek onu engellemeye çalışır. Fakat Siegfried onu dinlemez ve yüzüğü parmağına takar . Bunun üzerine Alberic ona tehlikelerden korunması için Tarnkappe'yi verir.

Siegfried'in bundan sonra gideceği yer Kuzey ülkeleridir ve buralarda maceradan maceraya koşar. Bunlardan birinde Danimarka kralı ona Grani adında bir at hediye eder.

Siegfried'in yolu İzlanda'ya kadar düşer. Burada, bir dağın tepesinde alevleri gökyüzüne kadar yükselen bir ateş görür. Dağa çıkar ve Grani alevlerin arasından atlamayı başarır. Alevlerin arasında bir şato bulunmaktadır. Siegfried şatonun içine girdiğinde içeride, zırhlar içinde uyumakta olan bir genç kız ile karşılaşır. Zırhları çıkartır ve genç kızı dudaklarından öper. Bunun üzerine genç kız uyanır ve kendine geldiğinde hikâyesini anlatmaya başlar. Adı Brunehild'dir . Wodan'ın Walkyri'lerinden biri iken ona karşı geldiği için Wodan onu değneği ile uyutmuş ve bu şatoya koymuştur. Siegfried onu kurtarana kadar da uyumuştur.

Siegfried birkaç gün şatoda kaldıktan sonra Brunehild ile vedalaşır ve parmağındaki yüzüğü ona bırakarak ayrılır.

Siegfried sonunda babasının şatosuna döner. Siegmund ve Siegelinde oğullarının dönüşünden çok mutlu olmuşlardır ve bu Niederland'da ve başkent Xanten'de törenlerle kutlanır. Her yerden gelen şarkıcılar Siegfried'in kahramanlıklarını şarkılarla anlatırlar.Şarkıcılar, bunun yanında Burgond kralı Gunther, güzel kardeşi prenses Krimehild ve sadık vasalleri Hagen hakkında da şarkılar söylerler. Siegfried'in içi bir anda Ren Nehri'nin ötesindeki bu ülkeye gidip bu insanları tanıma arzusu ile dolar. Şenliklerin sonunda fikrini ailesine açar. Babası önce razı olmasa da daha sonra oğlunun yanına on iki şövalye alıp gitmesi koşulu ile kabul eder. Siegfried ailesi ile vedalaşarak ayrılır.

Burgond'ların ülkesinde kral Gunther'in kardeşi Krimehild'in güzelliği dillere destandı. Krimehild kral Gunther'in ve ve diğer iki erkek kardeşi Gernot ve Giselher'in koruması altında büyümüştü.

Krimehild bir gece rüyasında, kendi yetiştirdiği şahinlerden birinin iki kartal tarafından boğulduğunu görmüştü . Bu rüyayı annesi Ute'ye açtığında, annesi rüyasında gördüğü şahinin, en mutlu anında kaybedeceği kocası olduğunu söylemişti. Genç kız da bunun üzerine evlenmemeye karar vermiş ve bütün taliplerini geri çevirmişti.

Siegfried on iki şövalye ile birlikte Burgondlar'ın ülkesine varır. Onları gören Gunther, gelenlerin soylu kişiler olduğunu anlayarak hemen karşılanmalarını buyurur. Siegfried'i hiç görmemiş olmasına rağmen kahramanlıklarını bilen Hagen konuklarını büyük saygı ile karşılar. Siegfried önce dövüşmeyi düşünürse de onların bu konuksever davranışları karşısında dayanamaz ve konukları olmayı kabul eder.

Siegfried'in konukluğu bir sene sürmüştür. Bu bir sene boyunca Siegfried Krimehild'i hiç görmemiştir. Fakat Krimehild gizlice savaş oyunlarını seyretmiş, Siegfried'i görmüş ve kalbi onun sevgisi ile dolmuştu.

Bu arada Saxonlar'ın ve Danimarka'nın kralları Burgondlar'a karşı savaş açarlar. Siegfried bu savaşta Burgondlar'ın yanında savaşır ve iki düşman kralı da esir etmeyi başarır. Haberciler Siegfried'in başarılarını bildirince Krimehild sevincini gizleyemez ve habercileri mükafatlandırır.

Gunther bu zaferi kutlamak için büyük şenlikler düzenler. İşte bu şenlikler sırasında Siegfried sonunda Krimehild'i görür. Krimehild nedimeleri ile birlikte salona girdiğinde Siegfried onu karşılar, elini uzatır Siegfried onunla beraberken hiç duymadığı duyguları tadacaktır.

Krimehild'i hiçbir zaman elde edemeyeceğini düşünerek umutsuzluğa kapılan Siegfried Burgond ülkesini terk etmeye karar verir. Tam gidecekken Giselher tarafından caydırılarak kalmaya karar verir.

Şölenlerden birinde bir şarkıcı, bir adada yaşayan güzel bir prensesin şarkısını söylemektedir. Ada İzlanda , prenses de Brunehild'dir. Brunehild taliplerini savaş oyunlarına davet ediyor, rakip olarak da kendisi karşılarına çıkıyordu. Brunehild en cesurlarını dahi yeniyor, oyunlardan kaçanları öldürüyordu.

Gunther bunları duyunca İzlanda'ya gidip Brunehild'i Burgondlar ülkesine getirmeye karar verir. Brunehild'i tanıyan Siegfried onu vazgeçirmeye çalışsa da başaramaz ve Gunther'in ricası üzerine onunla gitmeye razı olur. Tek koşulu vardır ; Krimehild'i eş olarak alacaktır. Gunther kabul eder.

Gunther ve Siegfried yanlarına Hagen'i ve kardeşi Dankwart'ı alarak yola çıkarlar. On ikinci günün sabahı Brunehild'in şatosuna varırlar. Brunehild onları kabul eder.

Savaş oyunları başladığında ise bir oyun oynarlar; Siegfried Tarnkappe ile görünmez oluark Gunther'e yardım edip onun kazanmasını sağlar. Böylece Gunther Brunehild'i de kazanır.

Gunther ve Siegfried Burgond ülkesine döndüklerinde coşkuyla karşılanırlar. Siegfried Gunther'e verdiği sözü hatırlatır. Gunther kızkardeşine sorar . Krimehild Siegfried ile evlenmeyi kabul eder ve masaya birlikte otururlar. Bu Brunehild'e çok ağır gelir ve ağlamaya başlar. Gunther'e Siegfried'i Krimehild'e layık görmediğini ve Krimehild'in bir vasal ile evlenmemesi gerektiğini söyler. Gunther ise kararlıdır.

Gece olunca Gunther ile Brunehild odalarına çekilirler. Brunehild Gunther ile yatmak istemez, hatta onu havaya kaldırarak duvardaki bir kancaya takar. Gunther geceyi böyle geçirir. Sabaha doğru Brunehild acıyarak onu indirir. Gunther'in Brunehild'e sahip olması, yine Tarnkappe'yi takarak görünmez olan Siegfried sayesinde olur. Bu arada Siegfried Brunehild'e verdiği yüzüğü de alır ve döndüğünde Krimehild'e verir.

Siegfried Krimehild ile evlendikten sonra onunla birlikte babasının ülkesine döner. Çok mutlu olan kral Siegmund krallığını oğlu Siegfried'e bırakır.

Siegfried'in hükümdarlığı on seneyi tamamlamıştır. Krimehilde ona bir erkek çocuk verir ve adını Gunther koyarlar. Aynı şekilde Gunther ve Brunehild de oğullarının adını Siegfried koyarlar.

Gunther ile Brunehild Worms'da, Siegfried ile Krimehild de Xanten'de mutlu yaşamaktadırlar. Fakat Brunehild'in içi içini yemektedir çünkü Krimehild ve Siegfried'i görememektedir. Gunther'e onları çağırmasını söyler, çünkü Siegfried hala onun vasalıdır ve çağırılınca gelmek zorundadır. Gunther buna karşı çıkar ve onları ancak dostları olarak davet edeceğini söyler.

Siegfried bu daveti kabul eder ve bin şövalye ile yola çıkarlar. Worms'a vardıklarında Gunther onları sevinçle karşılar.

On gün sakin geçer. On birinci gün, savaş oyunları tertip edilir. İki kraliçe, Brunehild ve Krimehild yanyana otururlar. Her ikisi de kocalarını övmeye başlarlar. Fakat övmeyle başlayan tartışma şiddetlenir ve birbirlerine küfür etmeye kadar varır. Dayanamayan Krimehild gerçeği söyler; her şeyi yapan Gunther değil Siegfried'dir. Burnehild inanamaz. O zaman Krimehild kanıt olarak yüzüğü gösterir. Brunehild yıkılmıştır. Olayı öğrenen Hagen intikam alacağına yemin eder. Siegfried'in öldürülmesi gerekmektedir. Önceleri buna karşı çıkan Gunther sonunda razı olur. Siegfried'e bir oyun oynamaya karar verirler.

Sahte haberciler Saxon ve Danimarka krallarının saldırıya geçeceklerini bildirir. Siegfried hemen sefere çıkmaya karar verir. Hazırlıklar tamamlandığında, Hagen, Krimehild'e giderek nasıl yardımcı olabileceğini sorar. Krimehild Hagen'den kocasını korumasını ister. Siegfried ancak iki omuzunun arasından yaralanabilmektedir; eğer Hagen dikkat ederse Siegfried yara almadan dönebilecektir. Bunun için Krimehild Siegfried'in elbisesinin üzerine, tam o bölgeye bir haç diker. Hagen amacına ulaşmıştır.

Tam sefere çıkacakları zaman yine aynı haberciler gelerek barış yapıldığını bildirirler. Bunun üzerine savaşa gitmek yerine ava gitmeye karar verirler.

Krimehild kocasını engellemeye çalışır. Gece rüyasında iki yaban domuzunun onu takip ettiğini gördüğünü ve çiçeklerin de kan kırmızısı olduğunu söyler. Siegfried onu dinlemez ve ava çıkar.

Av sırasında bir kaynağın yanına gelirler. Siegfried Hagen ile yarışarak kaynağa daha önce varır, su içmek için silahlarını çıkartır. Gunther su içtikten sonra Siegfried de su içmek için eğilir. İşte tam o anda Hagen mızrağını alarak Siegfried'in elbisesinin üzerinde işli haçın üstüne, yani Siegfried'e silah işleyebilecek tek yere fırlatır.

Bir anda neye uğradığını şaşıran Siegfried silahlarını arar fakat bulamaz. Gücü tükenmiştir. Hainlere lanet ederek yere yuvarlanır. Herkes onun yanına gelir. Gunther gözyaşı dökecekken Siegfried onu engeller ve bu işi yapanın böyle davranmaması gerektiğini söyler. Daha sonra Hagen ve Gunther'e, onu öldürmekle kendi sonlarını hazırladıklarını söyler ve can verir. Etraftaki bütün çiçekler kan kırmızısına boyanmışlardır.

Hagen Siegfried'in cesedini, kilise dönüşü bulsun diye Krimehild'in kapısına taşır. Uşaklardan biri cesedi görerek, Kirmehild'in kapısında bir şövalye cesedi olduğunu söyler. Krimehild onun kim olduğunu anlar ve ağızından kanlar akarak yere yığılır. Ayıldığında bu işi kimin yaptığını tahmin etmektedir.

Gunther'in bu işi haydutların yaptığını söylemesine rağmen ona inanmaz ve Hagen ile Gunther'den cesedin yanına yaklaşarak masumiyetlerini göstermelerini ister. Gunther yaklaştığında bir şey olmaz fakat Hagen yaklaştığında yaralardan kan akmaya başlar.

Krimehild, kocasının cesedi başında üç gün üç gece bekler. Siegfried'i gömecekleri gün onu son bir kez daha görmek ister ve tabutu açtırır. Siegfried'in başını kaldırır, dudaklarından son bir kere öper. Gözlerinden kanlı yaşlar akmaktadır. Daha sonra da bayılır kalır.

Krimehild, kendisine katedralin yanında bir yer yaptırır. Her gün kocasının mezarına ağlamaya gitmektedir. Dört yıl boyunca Gunther ile tek bir kelime bile konuşmaz, Hagen'i görmek bile istememektedir. Hagen ise Nibelungen hazinesini getirmeyi düşlemektedir. En sonunda Krimehild'i razı ederek hazineyi getirir. Krimehild, hazine gelince, herkese dağıtmaya başlar. Krimehild'in çok fazla yandaş kazancağından korkan Gunther ve Hagen hazineyi Krimehild'in elinden alırlar. Gernot, hazinenin daha fazla bela getirmemesi için Ren nehrine atılması gerektiğini söyler. Hagen bu görevi yerine getirir. Hazinenin battığı yeri bilen tek kişi olduğu için, bir gün onu yerinden çıkarmayı ummaktadır.

Siegfried'in ölümünün üzerinden on üç sene geçmiştir. Bu arada Hun kralı Etzel'in de karısı ölmüştür. Etzel'e eş olarak Krimehild'i almalarını söylerler. Etzel de sadık Rudiger'i elçi olarak Burgond ülkesine gönderir.

Gunther ve kardeşleri bu teklifi memnuniyetle karşılarlar. Buna bir tek Hagen karşı çıkar çünkü Krimehild'in güçlenmesinden korkmaktadır.

Krimehild önceleri bu teklife karşı çıkmasına rağmen, Siegfried'in öcünü alabilmek amacı ile kabul eder ve kendine sadık olan Eckewert, beş yüz şövalyesi ve habercilerle birlikte Hun ülkesine doğru yola çıkar.

Düğün Viyana'da olur. Daha sonra da Tuna Nehri'ni geçerek krallık merkezi Etzelbourg'a varırlar.

Aradan yedi yıl geçmiştir. Krimehild Etzel'e bir de erkek çocuk vermiştir. Fakat herşeye rağmen Krimehild'in içindeki intikam ateşi sönmemiştir.

Bir gün kralın yanına gelir ve ailesini görmek istediğini söyler. Krimehild'in oynamak istediği oyunu anlamayan Etzel bu isteği kabul eder ve habercilerini Worms'a gönderir. Haberciler yola çıkarken Krimehild özellikle Hgaen'in de gelmesini istediğini söyler.

Haber Worms'a ulaştığında Hagen tuzağı anlar, fakat Gunther gitmek istemektedir. Gunther ve kardeşlerinin kararlılıkları karşısında, Hagen, korkak durumuna düşmemek için, gitmeyi kabul eder. Yanlarına kendilerine bağlı binlerce şövalyeyi alarak yola çıkarlar.

Haberciler döndüğünde Krimehild ise sevinçlidir. Artık intikamını alabilecektir.

Gunther ve beraberindekiler Hun ülkesine vardıklarında Rudiger tarafından karşılanırlar. Rudiger ve beş yüz adamı onların güvenliğinden sorumlu olacaklardır. Yolda Hunlar arasında yaşayan Dietrich ile karşılaşırlar. Dietrich onlara Krimehild'in yasının hala sürdüğünü söyler ve uyarır. Fakat dönmek için artık çok geçtir.

Etzel'in sarayına vardıklarında Krimehild konuklarını yapmacık bir sevinç ile karşılar. Hagen'e ise Nibelungen hazinesini sorar. Hagen hazinenin dünyanın sonuna kadar Ren Nehri'nin dibinde kalacağını söyler. Krimehild hiddetlenir. Bütün konuklar tedirgin olurlar ve silahlarını bırakmazlar. Hagen suçunu Krimehild'e itiraf eder fakat pişman değildir, o sadece görevini yapmıştır. Hagen meydan okur, fakat kimse onunla dövüşmeye cesaret edemez.

Ertesi gün Hagen bütün adamlarına silahlarını yanında bulundurmalarını çünkü dövüşeceklerini söyler.

O gün turnuvalar sırasında Burgond senyörü Volker bir Hun savaşçısını öldürür. Ailesi intikam almak ister. Etzel zorla yatıştırır.

Krimehild Burgondlar'ı yok etmesi için Etzel'in kardeşi Blödlin ile anlaşır. Blödlin ilk önce Burgond komutanı Dankward'ı öldürmek ister. Fakat Dankward ondan önce davranır ve onu öldürür. Artık müthiş bir dövüş başlamıştır.

Dankwart olanları Hagen'e haber verir. Hagen Etzel ve Krimehild'in oğlunu öldürür ve yoluna çıkan Hunlar'ı öldürmeye başlar.

Artık olaylar kontrolden çıkmaya başlamıştır. Saray öldürülen Hunlar'ın kanları ile kırmızıya boyanmıştır. Burgondlar'ı korumaya çalışan Rudiger'in de öldürülmesi Hunlar'ı çileden çıkarır. Tecrübeli savaşçı Hilderbrand'ın da savaşa girmesi ile Burgondlar'ın sonu gelmiştir. Hagen ve Gunther dışında hiçbir burgnd hayatta kalmamıştır. Gunther de Dietrich tarafından öldürülür. Hagen ise hapse atılır.

Krimehild Hagen'i zindanda bulur ve ondan Nibelungen hazinesini ister.Fakat Hagen yerini söylemez. Hazine sonsuza kadar Ren Nehri'nin dibinde kalmalıdır. Krimehild Hagen'in yanında Balmung'u görür. Kılıcı iki eliyle kavrar ve Hagen'in başını gövdesinden ayırır. Artık intikamını almıştır.

Hildebrand bütün bu insanların ölümüne dayanamaz ve Krimehild'e saldırır. Kadının bütün bağırmalarına rağmen onu orada öldürür.

Destan bütün "ölmesi gerekenlerin" ölümü ile son bulur.

Destan hakkında:

Destan, ilk incelemeden de anlaşılacağı gibi, farklı bir çok hikâyenin ustaca birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu yüzden bir versiyonda olan bölüm bir diğerinde olmayabilir. Örneğin Siegfried'in Brunehild'i kurtarması bir çok versiyonda yoktur. Hatta daha sonra inceleyeceğimiz Volsunga Saga'ya göre Krimehild'in annesi Siegfried'e Brunehild'i unutması için büyülü bir ilaç içirir. Bunun dışında destanda hem pagan öğelerin hem de Hristiyanlığa ait motiflerin yer alması, destanın yazıldığı tarihi gösterdiği kadar, destanın farklı parçalardan meydana geldiğini de göstermektedir.

Nibelungen Destanı'nın kökeni de tartışmalıdır. Destanın Ren Nehri kıyılarında doğduğunu söyleyenlerin yanında, kökeninin daha kuzeyde, İskandinavya'da olduğunu söyleyenler de vardır. Destanın köken olarak kuzeyde doğması, sonra da içine Ren Nehri kıyılarına ait öğelerin katılması daha olası gözükmektedir. Bunun en önemli kanıtı kuzeyde bu destana kaynaklık eden daha eski destanların varlığıdır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
out.php

İgor Destanı
veya Prens İgor Destanı
Novgorod-Seversk prensi İgor Svyatoslaviç (d. 1151 ö. 1202)'in 1185'te Kumanlara karşı giriştiği başarısız seferini konu alan destandır. Ritimli bir şiir diliyle anlatılır.

1795'te ele geçen el yazması, İgor Destanı'nın özgün metni olarak kabul edilir.

Destan, Kuman Türkleri ile Rus Knezliklerinin 1103-1185 yılları arasındaki savaşlarını anlatır. Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan Kuman-Kıpçaklar ile bu coğrafyada hâkimiyet mücadelesine girişen ve kuvvetli bir devlet olma yolunda ilerleyen Ruslar yaklaşık iki buçuk asır süren bir komşuluk münasebeti içerisinde bulunmuşlardır. Ruslar kendileri için en amansız düşman olarak gördükleri Kumanları bir yandan küstürmemek için dostluklarını kazanmaya çalışmışlar, diğer yandan da bu kavme karşı ellerindeki bütün imkânları seferber etmişlerdir. Küstürmeme sebepleri ise aralarındaki iç çekişmelerde daima onların yardımına müracaat etmiş olmalarıdır. İşte İgor Destanı bu süreçte ortaya çıkar ve millî Rus edebiyatının ilk örneği olarak kabul edilir. Destanın orijinalliği konusunda Rusya'da oldukça ilmî tartışmalar yaşanmıştır. Ancak, destanın Kumanlar için de önemi vardır.



out.php

İLYADA
Eski Yunan’da, şair Homeros’un yazdığı varsayılan büyük bir destandır. Bir başka Homeros destanı olan Odeysseia ile birlikte, batı edebiyatının en eski örneği ve tüm zamanların en güzel şiirlerinden sayılır.

Hem İlyada hem de Oysseisa, Truva Savaşı ve bu savaşta yer alan insanlarla ilgili söylenceleri dile getiren, koşukla yazılmış destanlardır. Tarihçiler Yunanistan’tandaki Akhalar ile Batı Anadolu’da yaşamış olan Truvalılar arasındaki bu savaşın yaklaşık İ.Ö. 1199′da geçtiği görüşündedir. Akhalar’ın Truva’yı kuşatmalarının ise10 yıl sürdüğü sanılmaktadır. Bu konuda o kadar çok öykü ve söylence vardır ki, hangisinin gerçek hangisinin uydurma olduğunu bilme olanağı yoktur.

Yunanca’da Truva’nın bir adının da İlios olmasından dolayı Homeros’un destanı İlyada adını aldı. Homeros, yaşadığı dönemde herkesin bu öyküyü bildiğini düşünerek, Truva kuşatmasını baştan sona anlatmaz ;savaşın 10.yılında sadece dört gün içinde geçen olayları anlatır .Savaş neredeyse bitmek üzeredir. Truva efsanesinin bu bölümü ” Aşil’in Öfkesi ” olarak bilinir.

İlyada’nın Öyküsü

Kral Agamemnon, Truva Savaşı sırasında Akhalar’ın başkomutanıydı. Kralın en yiğit ve başına buyruk savaşçısı olan Aşil, kimseye boyun eğmeden, kendi bildiğince hareket ediyordu. Aşil’in savaşta kaçırdığı Briseis adında Truvalı bir kız yüzünden Aşil ile Agamemnon arasında anlaşmazlık çıktı. Tutsağı olan bir kızı babasına geri vermeye razı olan Agamemnon, onun yerine Aşil’in sevdiği Briseis’i istiyordu. Agamemnon’a boyun eğmek zorunda kalan Aşil, kızı ona verdi. Ne var ki, hırsını alamayarak savaştan çekildi. Agamemnon’u cezalandırması için, deniz tanrıçası olan annesi Thetis’i çağırdı. Thetis, tanrıların kralı Zeus’tan yardım istedi. Böylece çok geçmeden yalnızca Aşil ve Agamemnon değil, tanrı ve tanrıçalarda kavgaya karıştı.

Tanrıların işe karışması Yunan askerlerini telaşlandırdı. Agamemnon, gördüğü bir düşe aldanarak, ordusuna artık Yunanistan’a dönüleceğini bildirdi. Askerlerin Truva’yı ele geçirmeden dönmek istemeyeceklerini sanarken, onların gitmeye can attıklarını görmek onu düş kırıklığına uğrattı. Yunanlı komutanlar orduyu yeniden savaş düzenine sokmakta güçlük çektiler. Bütün bu olaylar Yunan ordusunun savaş gücünü ve birliğini zayıflatmıştı.

İki ordu arasında savaş yeniden başlarken, Paris’in kardeşi Hektor, savaşın nedeni Paris’in Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helen ‘i kaçırması olduğuna göre, anlaşmazlığın Paris ile Menelaos arasında dövüşle çözümlenmesini önerdi. Bu dövüşte tam Paris yenilecekken, annesi olan tanrıça Afrodit onu son anda kaçırarak kurtardı. Böylece ordular arasında bir kez daha savaş başladı.

Truva alanında her iki tarafın savaşçıları göğüs göğüse , yiğitçe çarpıştılar. Ne var ki, asıl kahramanlar ortada yoktu. Aşil savaşa katılmama kararında diretiyordu; Truvalı Paris ise yenilginin acısını dindirmeye çalışıyordu. Truvalılar’ın en yiğit savaşçısı Hektor, kardeşi Paris’ten hesap sormak ve karısını görmek için geri çekilmişti. Hektor ve Paris sonunda savaş alanına döndükleri zaman, Truvalılar Akhalar’dan biraz daha güçlü durumdaydı. Cesareti kırılan Agamemnon, Aşil’in savaşa dönmesini sağlamaya karar verdi. Aralarındaki anlaşmazlığı gidermek amacıyla ona bir mektup gönderdiyse de Aşil onun isteğini reddetti.

Aşil olmasa da Yunanlıların savaşı sürdürmek zorundaydı. Durum iyice kötüye gidiyordu. Agamemnon’la birlikte birçok savaşçı yaralanmıştı. Truvalılar’ın kıyıdaki Yunan gemilerine ulaşması an meselesiydi. Tam bu sırada Yunanlılar’ı koruyan tanrılar işe karışarak onları engelledi. Bunlardan yılmayan Truvalılar sonunda bir Yunan gemisini ateşe vermeyi başardı. Aşil’in çok sevdiği dostu Patroklos olağanüstü bir cesaretle Truvalılar’ın , gemilerini tümünü yakmasını engelledi. Bunun üzerine Aşil kendi zırhını Potroklos’a vererek onun bu zırhla savaşa katılmasını önerdi. Geri çekileceklerini düşündükleri Truvalılar’ı izlememesi için uyardı. Ne var ki , Patroklos savaş heyecanıyla onların peşine düştü ve Hektor, insanların yazgısını belirleyen tanrıların yardımıyla, onu öldürdü. Truvalılar zaferin coşkusuyla Patroklos’un zırhını kentte dolaştırdılar. Yunanlılar,Patroklos’un ölüsünü onların elinden almaya başardı.

Patroklos’un ölümünden çok acı duyan Aşil, bunun hesabını Truvalılar’a ödetmeye kararlıydı. Onu avutmak için gelen annesi Thetis, Aşil’e yeni bir zırh armağan etti ve öcünü almasına yardım edeceğine söz verdi. Aşil vakit geçirmeden savaşa katıldı. Bu amansız savaşa bütün tanrılar karışmıştı. Aşil çok sayıda düşmanını öldürdükten sonra sonunda, Truva surlarının dibinde Hektor’la karşı karşıya geldi. Bu son vuruşmada Hektor yenilerek öldürüldü. Aşil, Hektor’un ölüsünü arkasında sürükleyerek, arabasıyla Truva’nın çevresinde üç kez dolaştı.

Homeros’un öyküsü, Yunan tarafında Patroklos’un cenaze töreniyle ve Truva’da yaşlı Kral Priamos’un, oğlu Hektor’un ölüsünü fidye karşılığı geri alışıyla son bulur. İlyada böylece sona erse de Homeros’un okuyucuları, Paris’in sonradan Aşil’i öldüreceğini ve Truva’nın öyküsünün kentin yerle bir olmasıyla son bulacağını bildikleri için, yüreklerinde gelecekteki acıların ve sorunların ağırlığını duyarlar.

Destanın Yazılışı

Günümüze ulaşan en eski yapıt olsa da, Homeros’un büyük Truva efsanesinin yalnızca bir bölümünü anlatmış olması ve sonrasını okuyucuların bildiğini varsayması, İlyada’nın Yunanca yazılmış ilk edebiyat ürünü olmadığını gösterir. Homeros’un bu destanında yıllar önce, Truva savaşına ilişkin pek çok öykünün anlatıldığı sanılmaktadır. Bu konuyla ilgilenen bazı uzmanlar İlyada’nın yetenekli bir yazarın derlediği bir balatlar ya da destanlar bütünü olduğunu ileri sürer. Homeros diye birinin hiçbir zaman yaşamadığı, Homeros adının, destanda yer alan balatları söyleyen, adı belli olmayan kişiler için kullanıldığı kanısında olanlar da vardır. Ne var ki, yapıtın tamamını okuyanlar bunu yazarın yalnızca bir kişi olabileceğini kavramakta güçlük çekmezler.

Yaklaşık olarak İ.Ö. 8. yüzyılda yazılan 24 bölümlük İlyada destanı altılı ölçüyle yazılmış toplam 15 bin dizeden oluşur.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
out.php

Odysseia (Odusseia)

Homeros'un ünlü destanlarından biridir. Diğeri de İlyada'dır.

Odysseia'nın MÖ 800 ila 600 yılları arasında yazıldığı düşünülmektedir. Manzum eser İlyada'nın devamı niteliğindedir ve Yunan kahraman Odysseus'un Truva'nın düşüşünden sonra vatanı İthaka'ya yaptığı maceralarla dolu uzun yolculuğu anlatır. 10 yıl süren savaştan sonra Odysseus'un İthaka'ya dönmesi 10 yılını alır, ve bu 20 yıllık uzaklığında oğlu Telemachus ve karısı Penelope ülkeyi yönetmek ve Penelope ile evlenerek (Odysseus'un öldüğü iddia edilmektedir) İthaka'nın hükümdarı olmak isteyen bir grup soylu ile mücadele etmek zorundadırlar. Şiir Batı edebiyatının ve kültürünün temel eserlerinden sayılır, ve antik Yunan kültürüne ışık tutan en önemli kaynaklardan biridir.

----------------
Odysseia, Truva'nın düşmesinden 10 yıl sonra Odysseus'un İthaca'ya evine dönünceye kadar maceralarını anlatır. İlyada 10 yıl süren Truva Savaşı, Odysseia, 10 yıl boyunca Odysseus'un başından geçenlerden ibarettir. İlyada, bir olayı, Odysseia ise bir kişinin destanını anlatır. Truva Destanında olaylar birbirini izleyecek şekilde anlatılır. Halbuki, Odysseia'da olaylar anılar, geriye dönüşler, atlamalarla canlandırılır. Batı dillerindeki Ulysses'nin türediği Latince Ulyxes, yiğidin bir Yunan lehçesinden alınmış adıdır. Odysseus (Ulysses, Ülis), kuzeybatı Yunanistan kıyılarının karşısında bulunan İthaca (İthaka, İthake) adasında doğdu. Babasının adı Learthes, anasının adı Antikleia idi. Yalan dolanda usta Autolykos'un kızı olan Antikleia'nın Learthes ile evlenmeden önce Sisyphos ile yattığı, Odysseus'un bu birleşmeden doğduğu da söylenir.

Odysseus'un gençliği, Akhilleus'unki gibi hekim Kheiron'un yanında geçti. Birgün Odysseus, dedesi Autolykos'a konuk olarak gitti. Orada bir yaban domuzu avına katıldı ve bacağından yaralandı. İşte, Truva Savaşı sona erdikten sonra, bir 10 yıl daha türlü maceralar geçirerek İthake'ye döndüğünde, dadısı Eurykleia tarafından yaşlı Odysseus'un tanınmasını sağlayacak yara izi, bu yara izidir.

Truva Savaşına katılmadan önce Odysseus, İthake tahtına çıktı ve kral oldu. Babası Learthes'in oğlunu tahta nasıl geçirdiği pek anlatılmaz. Ama kral olunca bir eş seçmesi olaylı oldu. Hemen dünyanın en güzel kızı Helena'ya talip oldu ama güzel kızın taliplilerinin çokluğundan ürkerek ondan vazgeçip, Helena'nın babasının kardeşi İkarios'un kızı Penelope'u (Penelopeia) istedi. Tyndereos'un ise aklı karmakarışık olduğundan Odysseus'un bu yaklaşımını önce beğenmedi. Odysseus ise Penelope'u almak için şartını söyledi. Tyndereos'u düştüğü durumdan kurtaracak, bulduğu çözümle kimse arasında kavga olmayacaktı. Bu arada Tyndereos'un kızını türlü prensler, krallar ve savaşçılar istiyorlar, türlü hediyeler gönderiyorlardı. Tyndereos da onların kalplerini kırıp bir felakete yol açmamaya çalışıyordu. Sonunda Tyndereos, Penelope'u vermeye razı olunca Odysseus fikrini söyledi: Kocasını Helena kendisi seçsin ama her kimi seçerse diğer tüm talipliler bunu sorun etmeyecek ve Helena'nın kendine seçeceği kocaya her zaman arka çıkmaya ant içecekti. Tyndareos, fikri beğendi ve iş kızın seçimine bırakıldı. İkarios önce herkesi yemin etmeye çağırdı. Herkes yemin etti, Odysseus dahil. Dünyanın en güzel kızı Helena, kocası olarak Agamemnon'un kardeşi Menelaos'u seçti. Herkes karara saygı duydu ve kabul etti. Herkesçe edilen bu yemin, ileride on yıl sürecek olan "Truva Savaşı"na yol açacaktı.

1. Odysseus İthake'den ayrılmak zorunda kalıyor
Odysseus'un Penelope'yle olan evliliğinden Telemakhos isminde bir erkek çocukları oldu. Ama bu çocuk daha kundaktayken Helena'nın kaçırıldığı, kocası Menealos'un yardım istediği haberi geldi. Odysseus bu savaşa katılmamak için elinden geleni yaptı. İşler zorlaşınca delirmiş taklidi bile yaptı. Ama Palamedes bu yalanı açığa çıkardı. Deli rolündeki Odysseus, kendisini Agamemnon'un ordusuna katmak üzere kendisini almaya gelen askerleri kandırmak için Odysseus, tarlasınına tohum yerine tuz ekiyor, sabana da öküz yerine kendisini koşuyordu. Askerlerin arasındaki Palamedes, bebek Telemakhos'u alıp sabanın geçeceği yere koydu. Ağzından tükürükler saçarak sürekli küfredip bağıran ve sabanı çeken Odysseus, sabanı biricik oğluna zarar gelmemesi için Telemakhos'un üzerinden aşırtınca yakayı ele verdi. Çaresizce zırhını kuşandı, eşiyle vedalaşıp mızrağını eline alıp askerlerin arkasına takılıp Agamamnon'un ordusunun bulunduğu Sparta'ya yürüdü. Böylece, Palamedes'e ileride korkunç bir öc almayla sonuçlanacak derin bir kinle sefere katılmak zorunda kaldı.

2. Kendisine verilen ilk görev: Akhilleus'u bul ve orduya dahil et
Orduya dahil olduktan sonra kendisi gibi savaşmaktan kaçan ve saklanan Akhilleus'un aranması görevi verildi. Yanına birkaç kişi alarak, Akhilleus'un saklanabileceği düşünülen yerleri ziyaret etti. Akhilleus, Skyros adasında Lykomedes'in sarayında saklanıyordu ve genç bir kız kılığındaydı. Odysseus, dilenci bir satıcı kılığında saraya girdi ve çeşit çeşit gösterişli kumaş ve elbiseyi ortaya döktü. Sarayda bulunan tüm geç kızlar satıcının getirdiği incik boncuk ve elbiselerle ilgilenirken Odysseus da kızları inceliyor ve Akhilleus acaba içlerinden hangisi diye düşünüyordu. Elbiselerin altından çok güzel işlemeli, büyük savaşçılara layık bir kılıç çıktı ve diğer kızlar elbiselerle ilgilenirken, Odysseus sanki saraya bir saldırı varmış gibi "silah başına" diye askerleri bağırttı ve saldırı borusu çaldırttı. Diğer kızlar odalarına kaçışırken Akhilleus refleksle eline kılıcı alınca Akhilleus'un kimliği ortaya çıktı. Odysseus, kral Agamemnon'un onu istediğini söylediyse de Akhilleus kabul etmedi. Odysseus onu ikna için yalana başvurmak zorunda kaldı. Eğer Akhilleus savaşa katılırsa orduların kralı o olacaktı. Akhilleus savaşa katıldı ama orduların kralı olamadı. Daha sonra Odysseus, Kıbrıs kralı Kinyras'a da elçi olarak gitti.

3. Odysseus'un üzerindeki lanet
On yıl sürecek olan Truva Savaşında Akha'lı Odysseus, savaşçı, ordu komutanı, danışman, elçi ve arabuluculuk gibi görevler üstlendi. Savaş süresince evinden 10 yıl ayrı kaldı. Savaş bittikten sonra bir 10 yıl daha evine dönemedi, toplam 20 yıl evinden ayrı kaldı. Odysseus'un adı İlyada'da hemen her sayfada geçer. Odysseus'un Truva Savaşındaki belki en önemli görevi, Akhilleus'u saklandığı yerden bulup getirmesiydi. Çünkü kahinler savaşın onsuz kazanılamayacağını söylemişlerdi. Odysseus üzerindeki lanet ise ordunun Aulis şehrinden uygun rüzgâr bulup aylarca denize açılamaması sırasında gelir. Kahin Kalkhas'a bu durumun çözümü sorulduğunda ise, kahin şöyle der: "Tanrıça Artemis kendisine adanmış kutsal dişi geyiği av sırasında öldürdü diye Agamemnon'un ordularının açılmasını sağlayacak rüzgârları önlemekteydi. Agamemnon bu geyiği donanma toplanırken vakit geçirmek için Aulis civarında çıktığı bir avda öldürmüştü. Bu yüzden de Agamemnon'a kin duymaktaydı. Artemis'in kızgınlığının geçmesi İphigenia'nın kurban edilmesine bağlıdır" der. Agamemnon kızını kurban etmeye yanaşmadı. Günler haftalar geçti ve özellikle Menelaos ve Odysseus'un ısrarları sonucunda istemeye istemeye kızının kurban edilmesine onay verdi. Agamemnon karısı Klytaimnestra'ya haber göndererek kızını istetti. Güya kızını Akhilleus'la nişanlayacaktı. Kurban olayından haberi olmayan Akhilleus bu hileye katıldı ama sonradan öğrenince olayı engellemeye çok çalıştı. Engellemede başarısız olunca da Agamemnon'a çok kızdı. Kızın kurban edilmesi ve bu işte Odysseus'un Akhilleus'u kandırması ilk lanettir. Odysseus'un üzerindeki ikinci lanet, Truva Şehrinin ele geçirilemeyeceğinin anlaşılması üzerine, parlak zekasını kullanarak tahta at fikrini ileri sürmesiydi. Atın yapımından sonra atın içine ilk girenlerden birisi de o oldu. Truva şehri düştükten sonra yakılıp yağmalandı. Yağmadan sonra ganimetler paylaşıldı. Fakat Akhilleus'un yenilmezliğini pekiştiren Hephaisthos'un yaptığı güçlü silahlar kimde kalacak diye Akha komutanları arasında bir kargaşa yaşandı. Halbuki Thetis, Akhilleus'tan sonraki en yaman savaşçı kimse o alsın istemişti. O adam da Telemon'un oğlu Aias (Ajax) idi. Ama Agamemnon ile Menelaos ne yapıp edip bu benzersiz silahları Odysseus'a verdiler. Daha sonra, Akha yiğitleri belli süreler ve serüvenler geçirerek yurtlarına döndüler. İçlerinden çoğu öldü, bazıları evlerine dönebildi. Sadece Odysseus bir türlü evine dönemedi ve bir on yıl daha denizlerde süründü. Odysseus'un başına musallat olan bu ikinci laneti bazı mitologlar şöyle yorumlar. Truva Savaşında Odysseus, Truva Şehrine dehlizlerden gizlice girerek, şehri koruduğu düşünülen Athena'nın bizzat büyülediği bir heykeli (Palladium) çalarak Agamemnon'a sunmuştu. Odysseus'un başındaki diğer lânetler;Truva Savaşı sırasında tezgah kurarak Palamedes'in taşlanarak öldürülmesi ve Rhesos'u uyurken atları için katletmesi diğer yaptıklarıdır. Ayrıca, Poseidon'un oğlu olan dev kiklop Polyphemus'un tek gözünü kör etmesi de başlı başına bir lânetti. Tüm bu lanetler Athena ve Poseidon tarafından kendisine türlü belalar şeklinde yollandı. Ama sonunda Odysseus 20 yılını evinden ayrı geçirdikten sonra lanetler Zeus tarafından kaldırıldı ve Odysseus sevgili karısına kavuşabildi.

4. Odysseus Palamedes'ten öcünü nasıl aldı?

Truva Savaşına katılmasına sebep olduğu ve oynadığı deli rolünü açık ettiği için Odysseus, Palamedes'e kin duyuyordu. Truva Savaşı sırasında Odysseus, Palamedes'in hayatına son vermek için bir plan yaptı. Truva'lı bir tutukluya zorla bir mektup yazdırdı. Mektupta Palamedes'e teşekkür ediyor ve tutukluluğunun sona ermesi için yolladığı altınları alıp almadığını soruyordu. Odysseus tutukluyu öldürdü ve mektubu alarak Palamedes'in çadırına gitti. Bir miktar altını çadırın içinde toprağa gizlice gömdü. Mektubun bulunması ve Agamemnon'a götürülmesi işini de tezgahladı. Agamemnon mektubu okur okumaz Palamedes'in çadırını arattı. Altın bulununca da Palamedes vatan haini olarak taşlanarak öldürüldü.

5. Truva Savaşı sona erdikten sonra katılacağı filo ile ilgili kararsızlık
Truva yakılıp yıkıldıktan sonra, Truva'dan bir filoya katılarak ayrılmayı tercih etmedi. Yola çıkış günü Agamemnon ile Menelaos arasında görüş ayrılığı vardı. Menelaos, Nestor ile birlikte denize açıldı. Odysseus ise arkalarından başka bir gemiyle onları izledi. Tenedos'ta onlardan ayrıldı ve Truva'ya geri döndü. Böylece, Menelaos'un gemisini takip etmek yerine Agamemnon'un filosuna katılmış oldu.

6. Kikon'ların ülkesi
Odysseus 12 gemisiyle çok güzel bir havada, uygun bir rüzgârda yurtlarına dönmek üzere denize açıldı. Açıldıktan bir süre sonra çıkan kuvvetli bir fırtına Odysseus'un gemileriyle Agamemnon'un gemilerini ayırdı. Odysseus'un filosunda, kendisinden sonraki 2. komutan olan Eurylochus, kıyı kıyı giderlerken ilerideki bir şehri gördü ve şehri yağmalama fikrini söyledi. Fikir Odysseus tarafından kabul edildi ve Trakya'daki (Bugün Bulgaristan'da bir bölge) olan Kikon'ların ülkesinde karaya çıktılar. Gelen savaşçıları gören halk şehri boşaltarak dağlara kaçtı. Herhangi bir koruması, kalesi ve suru bulunmayan İsmaros (İsmara, İsmarus) kentine girip yağmaladılar, yakaladıkları halkını öldürdüler ve yalnız Apollon'un rahibi Maron'u sağ bıraktılar. Ondan 12 küp İsmaros şarabını armağan olarak aldı. Bu şarap çok kuvvetliydi ve suyla sulandırılarak içiliyordu. Bu şarap sonraları tek gözlü dev Polyphemos'u sarhoş etmeye yarayacaktır. Yağma akşam bitince Odysseus adamlarına derhal gemilerine binip denize açılmalarını söyledi. Adamları ağızbirliği ederek yemek yemeğe ve zafer sarhoşluğuyla şarap içmeye başladılar. Hepsi sahilde uyuyup kalınca sabaha karşı, toplu olarak dağdan inen Kikon halkının saldırısına uğradılar. Truva Savaşı sırasında Truva halkına yardım eden savaşçılarıyla Hephaisthos'un yaptığı güçlü silahlar kimde kalacak diye Akha komutanları arasında bir kargaşa yaşandı. Halbuki Thetis, Akhilleus'tan sonraki en yaman savaşçı kimse o alsın istemişti. O adam da Telemon'un oğlu Aias (Ajax) idi. Ama Agamemnon ile Menelaos ne yapıp edip bu benzersiz silahları Odysseus'a verdiler. Daha sonra, Akha yiğitleri belli süreler ve serüvenler geçirerek yurtlarına döndüler. İçlerinden çoğu öldü, bazıları evlerine dönebildi. Sadece Odysseus bir türlü evine dönemedi ve bir on yıl daha denizlerde süründü. Odysseus'un başına musallat olan bu ikinci laneti bazı mitologlar şöyle yorumlar. Truva Savaşında Odysseus, Truva Şehrine dehlizlerden gizlice girerek, şehri koruduğu düşünülen Athena'nın bizzat büyülediği bir heykeli (Palladium) çalarak Agamemnon'a sunmuştu. Odysseus'un başındaki diğer lânetler;Truva Savaşı sırasında tezgah kurarak Palamedes'in taşlanarak öldürülmesi ve Rhesos'u uyurken atları için katletmesi diğer yaptıklarıdır. Ayrıca, Poseidon'un oğlu olan dev kiklop Polyphemus'un tek gözünü kör etmesi de başlı başına bir lânetti. Tüm bu lanetler Athena ve Poseidon tarafından kendisine türlü belalar şeklinde yollandı. Ama sonunda Odysseus 20 yılını evinden ayrı geçirdikten sonra lanetler Zeus tarafından kaldırıldı ve Odysseus sevgili karısına kavuşabildi.

4. Odysseus Palamedes'ten öcünü nasıl aldı?
Truva Savaşına katılmasına sebep olduğu ve oynadığı deli rolünü açık ettiği için Odysseus, Palamedes'e kin duyuyordu. Truva Savaşı sırasında Odysseus, Palamedes'in hayatına son vermek için bir plan yaptı. Truva'lı bir tutukluya zorla bir mektup yazdırdı. Mektupta Palamedes'e teşekkür ediyor ve tutukluluğunun sona ermesi için yolladığı altınları alıp almadığını soruyordu. Odysseus tutukluyu öldürdü ve mektubu alarak Palamedes'in çadırına gitti. Bir miktar altını çadırın içinde toprağa gizlice gömdü. Mektubun bulunması ve Agamemnon'a götürülmesi işini de tezgahladı. Agamemnon mektubu okur okumaz Palamedes'in çadırını arattı. Altın bulununca da Palamedes vatan haini olarak taşlanarak öldürüldü.

5. Truva Savaşı sona erdikten sonra katılacağı filo ile ilgili kararsızlık
Truva yakılıp yıkıldıktan sonra, Truva'dan bir filoya katılarak ayrılmayı tercih etmedi. Yola çıkış günü Agamemnon ile Menelaos arasında görüş ayrılığı vardı. Menelaos, Nestor ile birlikte denize açıldı. Odysseus ise arkalarından başka bir gemiyle onları izledi. Tenedos'ta onlardan ayrıldı ve Truva'ya geri döndü. Böylece, Menelaos'un gemisini takip etmek yerine Agamemnon'un filosuna katılmış oldu.

6. Kikon'ların ülkesi
Odysseus 12 gemisiyle çok güzel bir havada, uygun bir rüzgârda yurtlarına dönmek üzere denize açıldı. Açıldıktan bir süre sonra çıkan kuvvetli bir fırtına Odysseus'un gemileriyle Agamemnon'un gemilerini ayırdı. Odysseus'un filosunda, kendisinden sonraki 2. komutan olan Eurylochus, kıyı kıyı giderlerken ilerideki bir şehri gördü ve şehri yağmalama fikrini söyledi. Fikir Odysseus tarafından kabul edildi ve Trakya'daki (Bugün Bulgaristan'da bir bölge) olan Kikon'ların ülkesinde karaya çıktılar. Gelen savaşçıları gören halk şehri boşaltarak dağlara kaçtı. Herhangi bir koruması, kalesi ve suru bulunmayan İsmaros (İsmara, İsmarus) kentine girip yağmaladılar, yakaladıkları halkını öldürdüler ve yalnız Apollon'un rahibi Maron'u sağ bıraktılar. Ondan 12 küp İsmaros şarabını armağan olarak aldı. Bu şarap çok kuvvetliydi ve suyla sulandırılarak içiliyordu. Bu şarap sonraları tek gözlü dev Polyphemos'u sarhoş etmeye yarayacaktır. Yağma akşam bitince Odysseus adamlarına derhal gemilerine binip denize açılmalarını söyledi. Adamları ağızbirliği ederek yemek yemeğe ve zafer sarhoşluğuyla şarap içmeye başladılar. Hepsi sahilde uyuyup kalınca sabaha karşı, toplu olarak dağdan inen Kikon halkının saldırısına uğradılar. Truva Savaşı sırasında Truva halkına yardım eden savaşçılarıyla birlikte Odysseus'un adamlarına saldırdılar. Odysseus acele olarak denize açılmak zorunda kaldı. Her gemiden 6 kişi kayıp vermiş oldular.

7. Lotüs Yiyenlerin Adası
Güney'e doğru yol Girit adasının kuzeyinden geçti. Mora yarımadasının ucuna varmak üzereyken sert bir poyraz fırtınası onları önce Kythera adasına attı. Burası Lotüs yiyenlerin adasıydı. Yerliler Odysseus'un arkadaşlarına lotüs denen bitkiden yedirmek istediler. Odysseus ise adamlarından gönüllü olan 3 tanesinin bundan yemesini emretti. Adamlar uyuşup uyumaya ve hiçbir şeyi iplememeye başlayınca Odysseus bu bitkiyi yasakladı. Ama adamları bir şekilde bu bitkiden yediler ve sonunda bu bitki onlara dönüş planlarını, isteklerini unutturdu. Adamları hep orada kalmak istedi. Odysseus uyuşmuş adamlarını zor kullanarak gemilere bindirdi ve kuzeye doğru yola devam ettiler. Adamlarını da kendilerine gelinceye kadar gemide bağlı tuttu. Çünkü adamlar sürekli olarak denize atlayıp adaya dönmek için yalvarıyorlardı.

8. Kyklop'ların Adası Sicilya'daki Polyphemus
Yolda keçilerle dolu bir adaya çıktılar ve burada et kumanyası hazırladılar. Etleri kavurup kendilerine yolluk hazırladılar. Odysseus yanına Misenus'u ve 12 adamını alarak bu adanın az ötesinde bulunan Kyklop'ların yani Tepegöz'lerin yaşadığı bölgeye gitti. Buldukları büyük bir mağaraya girdiler. İçeride sakin sakin duran büyük bir mandıra onları sevindirdi. Akşam olunca bir dev olan kyklop Polyphemus sürüsüyle birlikte mağarasına döndü. Sürüsünü gütme amacıyla yerden kopardığı kocaman bir çam ağacı da elindeydi. İçeri girer girmez davetsiz konukları farketti ve girişe büyük bir kaya yerleştirdi. Sonra da yakalayabildiği Odysseus'un arkadaşlarını birer birer yemeye başladı. Odysseus, devi, yanlarında getirdikleri İsmaros şarabını sulandırmadan vererek sarhoş etti. Şarabın karşılığında da dev ona söz verdi, en son Odysseus'u yiyecekti. Ama Polyphemus iyice sarhoş olup uyuyakalınca Odysseus, Polyphemus'un sürüsünü güderken kullandığı çam ağacını yontarak bir mızrak yaptı ve bunu arkadaşlarının da yardımıyla tek gözüne savurarak onu kör etti. Odysseus ve kalan adamları, mağaradaki sürünün arasına karışıp devin bacaklarının arasına saklandılar. Sabah olunca Polyphemus sürüyü dışarı çıkarmak için kocaman taşı mağaranın önünden çekti. Ama dışarı çıkan koyunlarını tek tek eliyle yokladı kör dev. Odysseus ve adamları koyunların altına saklanarak dışarı çıktılar ve gemilerine koştular. Kör Polyphemus, kıyıya gelerek sesin geldiği tarafa doğru olmak üzere Odysseus'un gemilerine büyük taşlar atmaya başladı. Kör olduğundan isabetli bir atış yapamadı. Gemi iyice uzaklaşınca kollarını kaldırarak babasına yalvardı ve şöyle dedi: "Babacığım, bunlar beni kör ettiler. Bunların evlerine dönmesine izin verme. Eğer Odysseus denen adam bir şekilde evine dönmeyi başarırsa gemilerdeki tüm adamları ölmüş olsun ve evine de başkasına ait bir gemiyle tek başına dönsün." Polyphemus, denizler tanrısı Poseidon'un oğluydu. Poseidon, oğlunun kör edilmesine çok kızdı ve ileride Odysseus'un eve dönüş yolundaki gecikmelerine sebep oldu. Diğer Kyklop'lar limandan söktükleri kocaman taşları arkalarından denize attılarsa da çok geç kalmışlardı. İlk çağdan beri Sicilya ile bir tutulan Tepegözlerin adasından, yeller tanrısı Aiolos'un adasına çıktılar.

9. Rüzgârların Kralı Aiolos'un Adası Aiolia
Aiolos (Aeolus), bir ölümlü olduğu halde tanrılar ona rüzgârları kontrol etme gücü vermişlerdi. O yüzden kendisini tanrı gibi görüyordu. Aiolos, onları orada kaldıkları bir ay boyunca çok iyi ağırladı ve Odysseus'un her gece anlattığı birbirinden ilginç hikâyelere bir karşılık vermek düşüncesiyle, içinde bütün rüzgârların saklı olduğu bir tulum hediye etti. Veda günü de arkalarından bir veda yeli salarak gemileri uğurladı. Odysseus'un tulumun başında günlerce uyumadan nöbet tuttuğunu gören adamları aralarında konuşarak, tulumda gizli bir hazine olduğuna karar verdiler. En sonunda Odysseus yorgunluğa yenilip uyuyakalınca Eurylochus, tam Yunanistan kıyıları görünürken, yolculuklarının sonu bu kadar yakınken, tulumu aldı. Eurylochus, bunu diğerlerinin yanına götürdü ve hep birlikte usulca alıp açtılar. Bütün yellerin bir anda serbest kalmasıyla çok korkunç bir fırtınanın esmesine sebep oldular. Yunanistan kıyılarından süratle uzaklaşıp kayboldular ve gerisin geriye Aiolia adasının açıklarına sürüklendiler. Aiolos adasına ikinci çıkışlarında ise sebep oldukları büyük tayfun sebebiyle kovalandılar. Çünkü, halk Poseidon'un öfkesinden korktu. Odysseus'un filosu altı gün boyunca kürek çekerek, fırtınalı denizde daireler çize çize kuzey yönünde yol aldı. Bu süre boyunca Odysseus kalbinin kırıldığını ve üzüntüsünü arkadaşlarından sakladı. Sonunda Laistrygonianların ülkesine vardılar.

10. Laestrygon'ların Ülkesindeki Yamyamlar
İtalya'daki bu kayalık bölgenin Telepylos adlı limanına filo yaklaştığında Odysseus kendi gemisini yarımay şeklindeki limanın dışındaki yüksek kayalıkların dibinde uygun bir yere bağlattı. Filonun gerisini ise içeriye gönderdi ve kendisinin adamları ile patikadan yürüyerek geleceklerini söyledi. Diğer tüm gemiler limana girdikten sonra adamlarıyla karaya çıkarak patikalardan kayalıkların tepesine yol bulmaya çalıştılar. Epey bir zaman sonra kayalıkların üstüne vardıklarında limanı ve demirlemiş gemilerini gördüler. Ayrıca limanın hemen arkasından gelen dumanları da görüp merak ettiler. Bunun ne sebebini öğrenmek için aşağı doğru inerlerken karşılarına iri yarı, uzun boylu genç bir kız çıktı. Kendisini buranın kralı Antiphates'ın kızı olarak tanıttı ve onları krala götürmek için yolu göstereceğin söyledi. Onu takip ettiler ve kız onları dev bir kadının yanına getirdi. Bu kadın kral Antiphates'in karısıydı ve gelenleri görür görmez hemen kocasını çağırdı. Kocası gelir gelmez Odysseus'un adamlarından kendisine en yakın duranı eliyle kaptığı gibi öldürüp yemeye başladı. Odysseus'un ve diğer 2 adamı korkup kaçınca da Antiphates haykırıp yardım istedi. Bağırtıyı duyup gelen binlerce hepsi erkek dev, Odysseus ve adamlarının peşlerine düştüler. Yüksek tepelerden kopardıkları iri kayaları savurarak limanın içindeki tüm gemileri parçalayıp batırdılar. Denize atlayıp kaçmaya çalışanları da uzun mızraklarıyla balık gibi avladılar. Odysseus ve kalan 52 adamıyla limanın dışındaki gemiye ulaşmayı başarıp hemen yelkenleri açıp uzaklaştılar. Kuzeye doğru yol alıp Aiaie (Korsika) adasına çıktılar.

:)
aşağıdan devam;;)


 

Suskun

V.I.P
V.I.P

11. Kirke'nin adasındaki esaret

Burası büyücü Kirke'nin (Circe) yaşadığı büyük bir adaydı. Burasının Latium kıyılarındaki bugün "Capo Circeo" ya da “Cape Circaeum” diye anılan yer olduğu biliniyor. Roma'ya 100 km mesafedeki bu kıyı, etrafındaki sığlıklar yüzünden deniz tarafından bakıldığından ada gibi görünür. Odysseus, Güneş Tanrısı Helios ile Okeanos'un kızı Perseis'ten doğma Kirke'nin yanında 1 yıl kadar kaldığı söylenir. Güzel bir kız olan Kirke, çok güçlü bir büyücüydü. Odysseus'un karaya çıkardığı öncü grubu aldı ve bir ziyafet düzenledi. İçtikleri şarabın içine ilâç koyarak hepsini uyuttu sonra da onları domuza çevirdi. İçlerinden sadece Eurylochus şaraptan içmedi ve fırsatını bularak kaçtı ve Odysseus'a yetişerek durumu anlattı. Odysseus tam adamlarını kurtarmak için kıyıya atılacakken Zeus'un emriyle Hermes gelerek Odysseus'a Kirke'nin büyülerinden uzak durmasını öğütledi. Odysseus inat edince Hermes ona sadece kutsal ve seçilmiş rahiplerin elleriyle toplandığında etki eden özel "malu" isminde bir ot verdi. Odysseus bu otu cebine koyarak Kirke'nin karşısına çıktı. Hermes, Odysseus'a Kirke'yi nasıl yeneceğini öğretmişti: Kirke, Odysseus'a içinde uyuşturucu olan bir şarabı içirecekken, içinde Hermes'in, onun da domuz şekline dönmemesini sağlayacak malu bitkisini atacak ve kılıcıyla Kirke'ye saldırıp, kendisine ve arkadaşlarına kötülük yapmayacağına dair yemin ettirecekti. Öyle de oldu. Kirke, Odysseus'un gücü karşısında etkilendi ve onu yatağına aldı. Tayfasını eski hallerine çevirinceye kadar Odysseus, onun tekliflerini geri çevirdi. Sonunda Kirke boyun eğerek adamları eski haline çevirdi. Odysseus'un Kirke'den Telegonus isminde bir oğlu oldu. 1 yıl kadar burada kaldılar. Ama Odysseus'un arkadaşları artık ona eve dönmesi gerektiğini hatırlatınca, Kirke buna Zeus'tan korkuğundan razı oldu ama bir tavsiyesi vardı: Ölüler Ülkesine (Hades) gidip yoldaki tehlikeler için kahin Teiresia'nın (Tiresias) ruhuna danışacaklardı. Kahinin ruhundan gereken açıklamaları aldıktan sonra tekrar buraya döneceklerdi. Odysseus eğer dönmez ise evine yine ulaşamayacaktı. Çünkü, bir tehlike daha vardı (Sirenler) ve bunu sadece Kirke biliyordu.

12. Ölüler Ülkesi Hades'e iniş

Odysseus Kirke'nin teklifini kabul etti ve hemen yelkenler açıldı. Hades'in dünya üzerinde birkaç girişi bulunuyordu. Kendilerine en yakın olan girişe ulaşmak için doğuya doğru ilerlediler. Persephone'nin diktiği sık ağaçlardan ibaret koruluğun bulunduğu yerden İtalya'da karaya çıkıldı. Kurban kesmek için yanlarına birkaç koyun alıp, Hades'e akan Styx nehrinin Acheron kolunun kıyısına geldiler. Irmak boyunca yürüyüp Styx'in iki büyük kolu Acheron ve Phlegethon'un birleştiği yerdeki büyük bataklıklara geldiler. Bu bataklıkların diğer tarafında Kerberos, yeraltında girişin önünde nöbet tutuyordu. Karşıya geçmeleri mümkün olmadığından, yeraltındaki ölüleri bulundukları tarafa çekebilmek için koyunları Hades'e adayarak kestiler ve kanlarını topraktaki çukurca bir yerde biriktirdiler. Kurban kesmenin amacı ölülerle konuşabilmek için Hades'in iznini alabilmek içindi. Kan kokusuna bir çok ruh gelip etraflarında dolaşmaya başladı. Odysseus'un beklediği Teiresia epey bir müddet sonra geldi. Odysseus diğer ruhları kılıcıyla kovaladı ve ona evine nasıl döneceğini sordu. Teiresia ona iki seçeneği olduğunu söyledi. Ya karayı (Balkan Yarımadasını) Ren Nehri oluyla katedip, İstros (Tuna) nehri yoluyla Karadeniz'e çıkıp, boğazdaki çarpışan mavi kayaları (Symplegad'lar) geçip ülkesine uzun yoldan dönecekti ya da kısa yol olan Scylla-Charybdis geçidinden (Messina Boğazı) geçecekti. Odysseus zaten çok fazla zaman kaybettiğinden ikincisini seçti. Ayrıca, hareketli dev buz kütlelerinden ibaret Symplegad'lardan İason hariç kimse geçememişti ki o da zaten Zeus'un yardımıyla geçebilmişti Altın Postlu Koç'un postunu bulmak için.

Teiresia ona ölüler ülkesinden ayrıldıktan sonra yemyeşil bir adaya geleceklerini, orada otlayan Helios'un sığırlarına kesinlikle dokunmamaları öğüdünü aldı. Helios'un sığırlarını geçtikten sonra karşılarına gelecek dar ve bol anaforlu Scylla-Charybdis geçidini nasıl geçeceklerini de söyledi. Orada boğazı tutan iki canavar kızdan Scylla'nın bulunduğu nispeten suyun daha akıntısı az kısmına yönelmelerini söyledi. Tekneye küreklerle iyice hız verdikten sonra adamlar sinerek saklanacaklar ve tekne hiç kürek çekilmeden Scylla'nın bulunduğu yerden sessizce geçecekti. Scylla 6 kafasıyla 6 adamı alıp yemekle meşgulken gemi boğazdan geçmiş olacaktı. Odysseus bunu duyunca Teiresia'nın söylediklerinden adamlarına hiç bahsetmemeye karar verdi.

Ayrıca, evine sağsalim dönmesinin bir şartının da Poseidon'un öfkesini geçirmek olduğunu da belirtti. Poseidon'un öfkesini yatıştırmak için yapması gereken ise şuydu. İyi yapılmış bir tekne küreğini alacak ve karada iyice içerilere yayan olarak bu küreği taşıyacaktı taa ki denizi hiç görmemiş insanlara denk gelip taşıdığının harman atmaya yarayan bir eşya olduğunu sanmalarına kadar. Denize bu kadar yabancı, ekmeklerine denizin tuzunu hiç koymamış bu halka rastlayınca kurbanını Poseidon'a kesecek ve affedilecek, ancak ondan sonra evine dönebilecek ve yaşlanarak ölecekti. Odysseus Teiresia'ya teşekkür edip, hazır gelmişken ölüler ülkesinde biraz gezinmek istedi. Etrafında gördüğü çeşitli hayallerin ona gerçek gibi görünmesiyle zaman geçirirken karşısına büyük savaşçı Akhilleus'un hayali geldi. Akhilleus o sıralar Hades'te idi ve annesi Thetis sayesinde Tuna nehrinin denize döküldüğü yerin karşısındaki Leuke adasındaki ebedi istirahatgâhına Zeus'un onayıyla henüz geçmemişti. Akhilleus'un yanında Aias da (Ajax) vardı. Aias hâlâ Odysseus'a kırgındı ve konuşmak istemedi. Çünkü, Truva Savaşında Akhilleus öldükten sonra onun silahlarını Akhilleus'tan sonraki en büyük savaşçı kim ise o alsın demişti Akhilleus'un annesi Thetis. Oysa, silahları ne yapıp edip Odysseus Aias'ın elinden almıştı. Odysseus burada Aias'tan özür dilemedi ve Akhilleus'la konuşmayı tercih etti. Akhilleus ise ona burada olmaktansa dünyada ölümlü bir köle olmayı tercih ettiğini söyledi.

Odysseus onlardan ayrıldıktan sonra Hades'ten çıkış yolunda eski arkadaşı Elpenor'a rastladı. Elpenor, öldüğünde cesedi için düzgün bir cenaze töreni yapılmadığından dolayı burada sorunlar yaşadığından dem vurup Odysseus'a yalvardı ve ona gidip mezarını bulup yapması gerekenleri söyledi. Odysseus ölüler ülkesinde fazla kalmanın iyi olmayacağını düşünerek çıktı ve tekrar gemisine geldi. Aiaie'ye (Korsika) döndü. Kirke, Odysseus ve adamlarının geri döndüklerini ve verdikleri sözü tuttuklarını görünce, yollarının üzerinde bulunan sirenlerin adasından ve tehlikesinden bahsetti. Kirke'ye göre hepsi kulaklarını balmumundan tıkaçlarla tıkamalı ve onların içli şarkılarını hiç duymadan oradan geçip gitmeliydiler. Ama Kirke şunu da Odysseus'a söyledi. Eğer Odysseus merakına yenilir de sirenlerin acayip etkileyici şarkılarını duymak isterse, kendisini mutlaka geminin direğine bağlatmalıydı. Yoksa bu şarkılara kimse dayanamaz denize atlar ve adaya çıkar çıkmaz da bu yaratıklar tarafından öldürülüp yenirdi.

13. Sirenlerin karşı konulamaz şarkıları
Yola çıktıktan sonra Kirke'nin bahsettiği yarı kuş, yarı kadın şeklindeki Sirenlerin dayanılmaz şarkılarından korunmak amacıyla, Odysseus'un adamları kulaklarını balmumundan yaptıkları tıkaçla tıkadılar. Odysseus ise kulaklarına birşey tıkamadı. Çünkü o meraklıydı ve sürekli konuşulan bu sirenlerin şarkılarını duymayı arzuluyordu. Bu yüzden, kendisini geminin direğine bağlattı ve adamlarına tembih etti. Ne kadar yalvarırsa yalvarsın, sirenlerden uzaklaşıncaya kadar kendisini çözmeyeceklerdi. Çok geçmeden Sirenlerin bulunduğu adanın önlerine geldiler. Sirenlerin yürek paralayan şarkılarını duyan Odysseus, beklendiği gibi adamlarına kendisini serbest bırakmaları için çok yalvardı, dil döktü, vaadlerde bulundu. Ama adamları sirenler gibi onu da duymadılar ve ne dediğini anlamadılar. Odysseus debelendikçe adamları ipleri daha da sıkı bağladılar. Bu şekilde bu belalı yerden geçip kurtuldular. Daha sonra Odysseus'u çözdüler.

14. Scylla ve Charybdis Canavarları
Daha sonra Sicilya ve İtalya arasındaki yüksek uçurumdan ibaret bir geçide (Messina Boğazı) geldiler. Geçidin bir tarafı anaforlu, diğer tarafı anaforsuz ve sakindi. Denizin anaforsuz ve sakin olduğu uçurumdan birisinde denizden yüksekçe bir mağara vardı ve mağaranın içindeki Crataeis'in kızı Scylla'nın 20 ayak uzunluğundaki ayakları mağaradan aşağı sallanıyordu. 6 kafası ise gelen gemileri görebilmek için her yöne bakacak şekildeydi. Suyu anaforlu ve yüksek akıntılı olan diğer tarafta Poseidon'un kızı Charybdis oturmaktaydı ve günde üç kez bu suya girip çıkardı. Odysseus'un gemisini geçide sokunca Scylla'nın bulunduğu taraftaki sakin sulara yöneltti. Adamlarına kürek çekerek iyice hız vermeyi, canavara yaklaştıklarında ise herkesin sinerek saklanmasını söyledi. Adamlar denileni yaptılar fakat tekne Scylla'nın mağarasının altından geçerken, 6 kafasıyla canavar uzanarak 6 adamını kapıverdi. Herbir kafa bir adamı yerken, tekne bu sefer anaforların bulunduğu karşı tarafa yöneldi. Akıntının çektiği gemi Charbydis'e doğru yaklaştığı sırada Odysseus ölü bir sığırı denize atarak kendisi de, adamları da denize atladılar. Ölü sığıra tutunarak kurtuldular. Gemisini ise anafor yuttu. Anaforun tekneyi batırdığı yere dalan Charbydis, ise aramalarına rağmen yiyecek insan bulamadı. Teknesinden 6 kişiyi kurban vererek geçtikleri bu geçitten sonra, kalan adamları Odysseus'tan kuşkulanmaya, söylenmeye başladılarsa da Odysseus aldırış etmedi.


15. Sicilya'da tayfalar söz dinlemiyorlar

Daha sonra Güneş Tanrı Helios'un beyaz ve kutsal sığırlarının otladığı yemyeşil Thrinakie (Thrinacia) adasına geldiler. Odysseus adamlarına güvenmediğinden, karaya çıkılmayacağı emrettiyse de, içlerindeki en ödlekleri olan Eurylochus, her nasılsa Odysseus'un emrine karşı çıktı. Odysseus ise akılsızlık edip geri adım attı ve adamların karaya çıkmalarına izin verdi. Rüzgârsız günler yüzünden bir süre orada kaldılar. Odysseus adamlarına, hem Kirke'den hem de Teiresia'dan daha önce aldığı öğüt uyarınca sığırlara kesinlikle dokunmamalarını söylediyse de, kavurma etleri tükendiğinden kendisi keşifte uzaklardayken iken, geçitte arkadaşlarını bile bile kaybetmelerine sebep olan Odysseus'a zaten kızgın tayfaları birkaç sığırı bile bile yakalayıp kestiler. Theiresias'ın üzerine basa basa sakınmalarını bildirdiği gibi bu olay onların hepsinin ölümüne sebep olacaktı. Sığırları gözetleyen Helios'un kızları Lampetia ve Phaethusa, durumu derhal babalarına bildirdi. Helios doğruca Zeus'a gidip şikayet etti ve eğer adaleti sağlamazsa yeraltını gündüz, dünyayı da gece yapacağını, gidip Güneş'i alıp, yeraltındaki karanlıklar ve ölüler ülkesine koyacağını söyledi. Zeus bunun üzerine, tam denize açılmak üzere olan Odysseus'un gemisine müthiş bir yıldırım gönderdi. Gemi paramparça oldu, tayfaların hepsi boğuldu. Odysseus sağ kalmak için kırık yelken direğine tutundu. Akıntılarla gele gele Scylla-Charybdis geçidine geldi. Geçidi bir zarar görmeden bir daha aştı. Bu sırada devamlı hayâller gördü. Gördüğü hayâllerde ülkesini, İthaca'yi ve kraliçesi, karısı Penelope'yi gördü. 9 gün daha denizde çalkalandıktan sonra peri Kalypso'nun adasına (Tunus) kıyıya tükenmiş halde çıktı.

16. Su Perisi Kalipso'nun Ülkesinde Esaret

Odysseus tam yedi yılını Atlas'ın kızı olan bu perinin yanında geçirdi. Kalipso (Calypso), Ogygia Yarımadasında saltanat süren bir periydi ve Odysseus'u çok sevmişti. Ondan burada birlikte kalmalarını, Odysseus'un da kocası olmasını istedi. Eğer Odysseus bu teklifi kabul ederse Calypso onu ölümsüz yapacaktı. Ama bir tek şartı vardı. Ona bağlı kalacaktı ve ülkeyi terketmeyecekti. Kalipso Odysseus'a sonsuz hayatı vaad etti ama Odysseus bu teklifi red etti. Kalipso, Odysseus'un gitmesine izin vermedi. Olayı Olympos'tan izleyen Athena ve Zeus, Hermes aracılığıyla bir emir gönderdi. Kalipso, Odysseus'u alıkoymaktan vazgeçecek ve hemen onu serbest bırakacaktı. Böylece, 2. defa Hermes'in Zeus'tan getirdiği emirle Odysseus serbest kalıyordu. Kalypso bunun üzerine Odysseus'u çağırdı ve istemeye istemeye onu serbest bıraktığını söyledi. Ayrıca, ona bir sal yapması için de yardım etti. Yanına türlü yiyecek, su ve şarap vererek onu uğurladı. Poseidon, oğullarından birisinin tek gözünü kör eden Odysseus'u tekrar denizde bir salla yolculuk ettiğini görünce, yarattığı birbirinden yüksek dalgalar ve fırtınayla salı batırdı. Ama, tanrıça İno'dan yardım gören Odysseus, yüzerek dürüst ve iyi bir halk olan Phaecian'ların adasına (Scheria adası, Korfu) çıktı.

17. Phaecian'ların Ülkesinde Alkinoos'un Sarayı

Phalak prensesi Nausikaa, sık sık yaptıkları gibi yine birgün arkadaşlarıyla ırmak kıyısına top oynamaya gitti. O gün top ırmağın gerisindeki koruluğa düştü ve orada günlerce yüzmekten yorgun Odysseus'u gördüler. Onu uyandırdılar. Uyanınca hizmetçi kızlar kaçıştı, yalnız Nausikaa, erkekliği yosunlarla örtülü çıplak Odysseus'tan ürkmedi. Nausikaa, hizmetçilerine bu yakışıklıyı öğrenince, kılık değiştirmiş olarak Penelope'ye gitti ve ona şöyle dedi: "Ben Odysseus'un arkadaşıyım. Kendisi daha sonra buraya gelecek. Taliplileri oyalamak için bir oyun tertiplemenizi istedi. Odysseus'un yayına her kim kirişi takıp, 12 sıra çatılmış balta başlarının arasından oku atıp geçirebilirse Penelope ile evlenebilecek." Bu yay, Apollon'un yaylarından birisiydi ve Truva Savaşından önce Apollon bu yayı Odysseus'a hediye etmişti. Apollon, yayın nasıl eğilerek kirişin geçirileceğini de göstermişti. Kendisinden başka hiç kimsenin bunu yapamayacağını bildiğinden böyle bir oyun tezgahladılar. Zaten o zaman kadar da Penelope, taliplileri oyalamak adına hergün bir kefen örüyor, kefen bittiğinde kendi seçeceği birisiyle evleneceğini söylüyordu. Her gece, gündüz ördüklerini sökerek, ertesi gün yeniden başlıyordu. Kefen, Odysseus'un babası Leartes için örülüyordu güya. Penelope'un hizmetçilerinden birisi bu sırrı taliplilerden birisine anlatınca da hepsi bir olup Penelope'a sabırlarının tükendiğini, artık içlerinden birisini seçmeleri gerektiğini tam söyledikleri gün Odysseus, Penelope'a kimliğini gizleyerek gidip yaya ipin takılması tezgahını söylemişti. Sabırsız talipliler teker teker yayı eğerek kirişi ucuna takmayı denediler. Hiçbirisi bunu başaramayınca kenardan onları izleyen dilenci kılığındaki Odysseus yayı alarak bacaklarının arasına aldı ve vücuduyla abanarak kirişi taktı, oku atarak 12 balta başının arasından geçirdi. Arkasından Athena sihiri bozarak Odysseus'un gerçek yüzünü herkese gösteriverdi. Odysseus, taliplilerin o şaşkınlığı arasında geniş salondaki tüm kapıları hizmetçilerine kapattırdı. Telemachus, Athena ve Eumaeus yardımıyla da haberci Medon ve taliplileri eğlendirmek zorunda bırakılan ozan Phemius hariç tüm taliplileri öldürdü. Arkasından da Telemakhos taliplilere hizmet eden tüm kadın hizmetçileri öldürdü.

20. Penelope'un testi
Penelope, bu yaşlı adamın hâlâ kocası olduğuna inanmıyordu. Bunu test etmek için eskiden yattıkları yataklarının salona taşıtılması emrini verince Odysseus çok kızdı. Çünkü yatak odalarındaki yataklarının bir tarafı canlı bir zeytin ağacından destek alıyordu. Bunu bilen sadece Penelope ve Odysseus olduğundan, Penelope kızgın kocasını yatıştırdı ve onun gerçekten Odysseus olduğuna artık inandığını söyledi. Penelope test için Odysseus'un affını diledi ve Odysseus onu affetti. Taliplilerden Antinous'un babası Eupeithes, Odysseus'u sonradan öldürmek ve tahta geçmek istedi ise de, Odysseus'un babası Leartes, Eupeithes'i öldürdü. Athena, Odysseus'un yaşamının barış içinde geçerek, onun yaşlanarak yavaş yavaş mutlu bir şekilde ölmesini istediğinden, ölen tüm taliplilerin ailelerini intikam almamaları için uyardı. Odysseus, İthaka kralı olarak uzun yaşadı ve eceliyle öldü.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
out.php

Şehnâme
Firdevsî'nin (M. 934-1020) X. Yüzyıl'da kaleme aldığı, 60 bin beyitlik eserdir. Firdevsî, İran tarihiyle ilgili rivayetleri toplamış, bu eseri otuz yılda meydana getirmiş, "Bununla İran milletini yeniden dirilttim." diyerek eserinin değerini ifade etmiştir.
İçerik:

Şahnameh ya da Şehname, tarih öncesi zamanlardan başlayıp Sasani İmparatorluğu sonuna dek tüm eski İran krallarını inceler. Bunlar; Keyûmers (Orta Farsça:Kayômart), Hopeng, Tahmûrâs, Cemşid, Zahhak, Feridun, Menûçehr, Key Kubad, Key Kâvus, Key Hüsrev, Bahman, Dara (III. Darius), Iskandar (Büyük İskender), Ardaschir I., apur I., Hormoz, Bahram V., Chosrau, Yazdgird III. gibi krallar, ana tema Zabulistan prensi efsanavi kahramanı Rostam (Rüstem), Esfandiar (Gotasp'ın oğlu) ve Afrasiab gibi, kahramanları ve suçluları içerir.

Rivayete göre, Gazneli Mahmut, sarayında Firdevsî'ye tarihî, efsanevî bir çok resimlerle; av ve savaş silahlarıyla süslenmiş mükemmel bir mekân tahsis etmiştir. Firdevsî bunlardan esinlenmiş; özellikle ıssız bağlarda, zümrüt kırlarda gezerek; çimler ve serviler altında oturarak; suların çağıltısını, bülbüllerin ötüşünü dinleyerek bu destanı kaleme almıştır. Edebiyat ve tarih yetkeleri tarafından destan olarak nitelendirilen Şehnâme'nin içeriğinde masalımsı bir hava da sezilir. Bununla birlikte Şehnâme'de mitolojik unsurlar da bir hayli fazladır. Hemen hemen her milletin edebiyatında o milletin tarihiyle ilgili bilgiler veren anlatılar mevcuttur. Sözgelimi; Türk milleti; Oğuz Kağan, Türeyiş ve Göç Destanı gibi, olayları kesin olarak bilinmeyen zamanlarda meydana gelmiş birçok anlatıya sahiptir. Sümerlere ait Gılgamış, Ruslara ait İgor, Britanyalılara ait Kral Arthur, Finlilere ait Kalevala, Hintlilere ait Ramayana, Antik Yunanlılara ait İliada ve Odysseia destanları buna dair başlıca örneklerdir.
Etkileri

Şehnâme'nin Firdevsî tarafından 10. yüzyıl'ın sonunda kaleme alınmasından sonra, Doğu edebiyatlarında Şehnâme yazma geleneği başlamıştır. Pek çok şair, Şehnâme kahramanları etrafında oluşturdukları müstakil eserlerle bu geleneğin yerleşmesini ve devamını sağlamıştır. Türk edebiyatında, Arapça ve Farsça tercümelere dayalı hikâyeler anlatan meddah tipindeki hikâyecilere Firdevsî'nin Şehnâme'sinden hareketle "Şehnâme-hân (Şehnâme) anlatıcısı" denildiğini de görmekteyiz. Evliya Çelebi'de, Şehname'nin Bursa içindeki kahvelerde meddahlar tarafından ezberden okunduğunu anlatır.

Osmanlı sahasına baktığımızda, Osmanlı şairlerinin de bu gelenekten oldukça etkilendikleri görülür. Özellikle Divan edebiyatının kuruluş ve gelişme yıllarında bu etki oldukça üst düzeydedir. Şiirde övülen kişiler Şehnâme kahramanlarıyla karşılaştırılmış; bu beyitlerin anlamsal kurguları, yine onlara telmihlerde bulunularak oluşturulmuştur.

Şehnâme'nin Divan edebiyatı üzerindeki etkisi bununla sınırlı kalmamıştır. Bazı şairler, Şehnâme'yi manzum veya mensur olarak dönemin Türkçesine aktarmışlardır. Doğu kültürüne ait kimi mitolojik ögeler, imgesel değerleriyle, her devir Türk şiirine kaynak teşkil etmiştir. Özellikle Şehnâme'den etkilenme ve Şehnâmenin kahramanlarından esinlenme, Klasik edebiyatımız içerisinde daha yoğun olarak hissedilmekle birlikte; Halk edebiyatımızın çeşitli anlatım türlerinde (destan, masal, efsane vd.), Halk şiirimizin içeriğinde ve çağdaş Türk şiirinde de sıkça karşılaşılan bir olgudur.

Şehnâme, tarihte yaşandığı kabul edilen İran-Turan savaşlarına ve ilişkilerine ışık tutması bakımından da önemli bir kaynaktır. Firdevsî'nin zaman zaman övdüğü, zaman zaman da kendi milletini yüceltme adına küçümsediği Efrasiyâb'ın İskit destan kahramanı olduğu pek çok kaynakta belirtilmektedir.İskitler çoğu araştırmacıya göre irani bir kavim ve Medler arasında absorbe olup kayboldular.

14. yüzyılın sonununda, her nasılsa, Firdevsî epiği, yerini çoğu kez daha kısa benzetme epiklere bırakmıştır. Çoğunlukla "ikinci" veya "son" olarak tanımlanan epikler ki bunlar Garasp-nama, Borzu-nama, Bahman-nama ve Sam-nama gibi epikler dahil edilir.
Türkçe çeviriler

En eski Şehname'nin Türkçe çevirisi, belirsiz bir yazar tarafından 1450-51 yılları arasında, Sultan II. Murad'ın (salt. 1421-51) Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılmıştır.
İkincisi, Hüseyin bin Hasan Şerif (ö. 1514) (Şerifi bin Amed olarakta bilinir), tarafından Türkçe çevirisi yapılmış, daha sonra İstanbul'dan Mısır'a gitmiştir. Son Mamluk sultanı Kansu Gavri emri üzerine, 1510 yılında Kahire'de tamamlamış, tam çevirisi onun on yılını almıştır.
Başka bir çeviriside 17. yüzyılın ilk yarısında Derviş Hasan tarafından Sultan II. Osman için yapılmıştır.



out.php

GILGAMIŞ DESTANI

Ölümsüzlüğü arayan bir kralın öyküsüdür. Destana konu olan kral Gılgamış İÖ 3000 yıllarının ilk yarısında Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür. Ölümsüzlüğün ve bilginin peşindeki insanı yücelterek anlatan Gılgamış Destanı, günümüze kalabilmiş, bilinen en eski destandır.

Gılgamış Destanı, Akat ve Sümer dillerinde yazılmış tabletlerden derlenmiştir. Bunlardan günümüze 12 tablet kalabilmiştir. Ama bu tabletler eksik olduğu için destan metninin bütünü elde edilememiştir. 1855′te Ninova’da yapılan kazılarda, Asur Kralı Asurbanipal’in bulunan bu tabletlere daha sonra Türk-İran sınırında ve Irak’taki Nippur kenti kazılarında bulunan tabletler eklenmiştir. Ayrıca Türkiye’de Sultan Tepe ve Boğazköy’de yapılan kazılarda da destanını bazı bulunmuşsa da henüz tümü gün ışığına çıkarılmamıştır.

Bu tabletlerdeki metne göre destan, Gılgamış’ın özelliklerini övgüyle anlatarak başlar. Yarı insan, yarı tanrı olan Gılgamış karada ve denizde olan biten her şeyi bilen başarılı bir yapı ustası ve yenilmez bir savaşçıdır. Destanının, öbür bölümlerinde Gılgamış’ın başından geçen serüvenler anlatılır. İlk serüven Gılgamış ile Gök tanrısı Anu arasında geçer. Halkına acımasız davrandığı için Gılgamış’a öfkelenen Anu, onu öldürmek için vahşi bir hayvan olan Enkidu’yu üzerine salar. Enkidu ile Gılgamış arasındaki savaşta Gılgamış üstün gelir. Daha sonra Enkidu Gılgamış’ın en yakın dostu ve yardımcısı olur. Bunun ardından gelen serüven Gılgamış ile aşk tanrıçası İştar arasında yaşanır. İştar Gılgamış’a evlenme önerisinde bulunur. Gılgamış bunu red eder. Onuru kırılan İştar Gılgamış’ı öldürmek için yeryüzüne bir boğa gönderir. Gılgamış, Enkidu’nun da yardımıyla boğayı öldürür. Enkidu rüyasında, boğayı öldürdüğü için tanrılar tarafından ölüme mahkum edildiğini görür. Destanın bundan sonraki bölümüyle ilgili tabletler bulunamamıştır. Ama, destanın devamının yer aldığı Gılgamış’ın Enkidu için yaktığı ağıtı, düzenlediği görkemli cenaze törenini, sonunda Enkidu’nun ölüler dünyasına göçtüğünü anlatan tabletler bulunabilmiştir. Destanda Enkidu’nun ölümünü Tufan öyküsü izler. Tufan, yeryüzünün sularla dolup taşmasının öyküsüdür. Gılgamış destanında Tufan’ı tanrıça İştar ve Bel’in başlattığı anlatılır. Gılgamış, Tufan’dan kurtularak sağ kaldığını öğrendiği Utnapiştim’i bulmak üzere yola çıkar. Utnapiştim ölümsüzlüğün sırrını bilen bir bilgedir. Utnapiştim’i bulan Gılgamış, onun verdiği ölümsüzlük otuyla gençliğine yeniden dönecek ve ölümsüzlüğe kavuşacaktır. Ama, destanının insanlar için en üzücü bölümü burada başlar. Çünkü Gılgamış ölümsüzlük otunu yemeye fırsat bulamadan onu bir yılana kaptırır ve Uruk’a eli boş döner. Bazı kaynaklar, Gılgamış’ın ölümsüzlük otunu halkıyla birlikte yemek istediğini belirtir. Destan Gılgamış’ın ölüm karşısında acı yenilgisiyle biter.



out.php

Oğuz Kağan destanı
Uygur harfleriyle yazılı olan Özgün nüshası Paris kütüphanesîndedir. Bu destanlarda Hun Hükümdarı Mete'nin doğuoğuz kağan, kağan oluoğuz kağan, Türk birliğini kuruoğuz kağan; ölümünden önce de ülkesini oğulları arasında paylaştırışı anlatılır. Ebul Gazi Bahadır Han'ın Secere-i Terakime'sinde Hun-Oğuz destanıyla (Mete Destanı) ilgili bölümler bulunmaktadır. Uygur harfleriyle yazılı olan özgün nüshası Paris kütüphanesindedir.

Oğuz Kağan destanı, M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapan Hun hükümdarı Mete'nin hayatı üzerine kurulmuştur. Tüm Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli günümüze ulaşamamıştır.

Bugün, elimizde Oğuz destanının üç farklı biçimi bulunmaktadır.

XIII ile XVI yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve islâmiyetten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği temsil ettiği kabul edilebilir.

XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn'in Câmi üt-Tevârih adlı eserinde yer alan Farsça Oğuz Kağan Destanı İslâmi varyantların ilkini temsil etmektedir.

Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda Ebü'l-Gazî Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak yazılmıştır.

Oğuz Kağan Destanının İslâmiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan'ın yüzü gök , ağzı ateş, gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel bir erkek evladı oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap istedi. Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü.

Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı. Oğuz'un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı.

Günlerden bir gün bu gergedanı avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.

Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi.

Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler.

Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kıza aşık oldu ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.

Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan oğuz kağannları söyledi:

Ben sizlere kağan oldum

Alalım yay ile kalkan

Nişan olsun bize buyan

Bozkurt olsun bize uran

Av yerinde yürüsün kulan

Daha deniz, daha müren

Güneş bayrak gök kurıkan

Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle oğuz kağan mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman bilirim. Onunla savaşır ve yok ettiririm".

Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi .O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: " Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim."dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu.

Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz'un bu buluş hooğuz kağanna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi.

Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: " Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş başladı. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı.

Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve ülkesine kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla birlikte evine döndü.

Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu. Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu evlatları arasında paylaştırdı.



out.php

Ergenekon Destanı

Savaşta yenilen Türkler Ergenekon adlı bir bölgeye yerleşip burada dört yüz yıl yaşadılar. Zamanla buraya sığmaz olunca, çevrelerindeki demirden dağı eriterek kendilerine yol aramışlardır.

Moğol ilinde Oğuz Kağan soyundan il Han'ın hükümranlığı sırasında Tatar Türklerinin hükümdarı Sevinç Han Moğol ülkesine savaş ilan etti. ilhan'ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım alarak bozguna uğrattı. ilhanın ülkesindeki tüm insanları öldürdüler. Yalnız il Han'ınn küçük oğlu Kıyan ve eşi ile yeğeni Nüküz ile eşi kurtulmayı başardılar. Düşman askerlerinin, onları bulamayacağı bir yere kaçmaya karar verdiler. Yabanî koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağıda dar bir geçite vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akar sular,pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyva ağaçları, çeşitli avların bulunduğu bir yere gelince Tanrıya şükrettiler ve burada kalmağa karar verdiler. Dağın doruğu olan bu yere dağ kemeri anlamında "Ergene" kelimesiyle "dik" anlamındaki "Kon" kelimesini birleştirerek "Ergenekon" adını verdiler. Kıyan ve Nüküz'ün oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki Ergenekon'a sığmadılar. Atalarının buraya geldiği geçitin yeri unutulmuştu. Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aradılar.

Bir demirci, dağın demir kısmı eritirlerse yol açılabileceğini söyledi. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler. Demir eridi, yüklü bir deve geçecek kadar yer açıldı. İlhan'ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş olarak eski vatanlarına döndü, atalarının intikamını aldılar.

Ergenekon'dan çıktıkları gün olan 21 Mart'ta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırırlar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan daha sonra beyler demiri örsün üstüne koyup döverler. Ergenekon Destanı için bugün hem yeniden özgür hem de bahar bayramı olarak hala kutlanmaktadır.




out.php

Manas Destanı

Kırgızlar arasında oluşan Manas destanı bugün de bütün canlılığı ile devam etmektedir. Manas destanının 11 ile 12. asırlar arasında meydana geldiği düşünülmektedir. Bu destanın ana kahramanı Manas da, tıpkı Oğuz Kağan destanının İslâmî rivayetindeki ve Satuk Buğra Han gibi İslamiyeti yaymak için mücadele eden bir yiğittir. Böyle olmakla birlikte Manas destanında müslümanlık öncesi Türk kültür, inanç ve kabullerinin tamamını sergilenmektedir. Bazı varyantları dört yüz bin mısra olan Manas destanı Türk-Bozkır medeniyetinin Kazak -Kırgız dairesinin kültür abidesi niteliğindedir.

Büyük Türkolog Wilhelm Radloff (1837-1918) bu destanla ilgili ilk derlemeyi, Kırgızistan'ın Tokmak şehri güneyindeki Sarı Bağış boyuna mensup bir Manasçıdan 1869'da yaptı. Radloff'un derlediği yedi bölümlük Manas Destanı, toplam 11 bin 454 mısradan oluşuyor. Fakat, Manasçıların okuduğu dize sayısı, 16 bin mısra civarındadır.

Kırgız Türklerinin ulusal kahramanı Manas'ın etrafında örgülenen Manas Destanı'nın ilk bölümünden itibaren; Manas'ın doğumu, daha beşikte iken konuşmaya başlaması, kafirleri yeneceğini söylemesi, büyüyüp delikanlı olunca Çinlileri yenmesi, Müslüman yiğit Almanbet'le tanışıp, birlikle birçok savaşa girmeleri, Manas'ın evlenmesi, düşmanları tarafından iki defa öldürülmesine rağmen tekrar dirilmesi, Mekke'yi ziyaret ve Kabe'yi tavaf etmesi, lirik bir üslupla anlatılır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
out.php

Şehnâme
Firdevsî'nin (M. 934-1020) X. Yüzyıl'da kaleme aldığı, 60 bin beyitlik eserdir. Firdevsî, İran tarihiyle ilgili rivayetleri toplamış, bu eseri otuz yılda meydana getirmiş, "Bununla İran milletini yeniden dirilttim." diyerek eserinin değerini ifade etmiştir.
İçerik:

Şahnameh ya da Şehname, tarih öncesi zamanlardan başlayıp Sasani İmparatorluğu sonuna dek tüm eski İran krallarını inceler. Bunlar; Keyûmers (Orta Farsça:Kayômart), Hopeng, Tahmûrâs, Cemşid, Zahhak, Feridun, Menûçehr, Key Kubad, Key Kâvus, Key Hüsrev, Bahman, Dara (III. Darius), Iskandar (Büyük İskender), Ardaschir I., apur I., Hormoz, Bahram V., Chosrau, Yazdgird III. gibi krallar, ana tema Zabulistan prensi efsanavi kahramanı Rostam (Rüstem), Esfandiar (Gotasp'ın oğlu) ve Afrasiab gibi, kahramanları ve suçluları içerir.

Rivayete göre, Gazneli Mahmut, sarayında Firdevsî'ye tarihî, efsanevî bir çok resimlerle; av ve savaş silahlarıyla süslenmiş mükemmel bir mekân tahsis etmiştir. Firdevsî bunlardan esinlenmiş; özellikle ıssız bağlarda, zümrüt kırlarda gezerek; çimler ve serviler altında oturarak; suların çağıltısını, bülbüllerin ötüşünü dinleyerek bu destanı kaleme almıştır. Edebiyat ve tarih yetkeleri tarafından destan olarak nitelendirilen Şehnâme'nin içeriğinde masalımsı bir hava da sezilir. Bununla birlikte Şehnâme'de mitolojik unsurlar da bir hayli fazladır. Hemen hemen her milletin edebiyatında o milletin tarihiyle ilgili bilgiler veren anlatılar mevcuttur. Sözgelimi; Türk milleti; Oğuz Kağan, Türeyiş ve Göç Destanı gibi, olayları kesin olarak bilinmeyen zamanlarda meydana gelmiş birçok anlatıya sahiptir. Sümerlere ait Gılgamış, Ruslara ait İgor, Britanyalılara ait Kral Arthur, Finlilere ait Kalevala, Hintlilere ait Ramayana, Antik Yunanlılara ait İliada ve Odysseia destanları buna dair başlıca örneklerdir.
Etkileri

Şehnâme'nin Firdevsî tarafından 10. yüzyıl'ın sonunda kaleme alınmasından sonra, Doğu edebiyatlarında Şehnâme yazma geleneği başlamıştır. Pek çok şair, Şehnâme kahramanları etrafında oluşturdukları müstakil eserlerle bu geleneğin yerleşmesini ve devamını sağlamıştır. Türk edebiyatında, Arapça ve Farsça tercümelere dayalı hikâyeler anlatan meddah tipindeki hikâyecilere Firdevsî'nin Şehnâme'sinden hareketle "Şehnâme-hân (Şehnâme) anlatıcısı" denildiğini de görmekteyiz. Evliya Çelebi'de, Şehname'nin Bursa içindeki kahvelerde meddahlar tarafından ezberden okunduğunu anlatır.

Osmanlı sahasına baktığımızda, Osmanlı şairlerinin de bu gelenekten oldukça etkilendikleri görülür. Özellikle Divan edebiyatının kuruluş ve gelişme yıllarında bu etki oldukça üst düzeydedir. Şiirde övülen kişiler Şehnâme kahramanlarıyla karşılaştırılmış; bu beyitlerin anlamsal kurguları, yine onlara telmihlerde bulunularak oluşturulmuştur.

Şehnâme'nin Divan edebiyatı üzerindeki etkisi bununla sınırlı kalmamıştır. Bazı şairler, Şehnâme'yi manzum veya mensur olarak dönemin Türkçesine aktarmışlardır. Doğu kültürüne ait kimi mitolojik ögeler, imgesel değerleriyle, her devir Türk şiirine kaynak teşkil etmiştir. Özellikle Şehnâme'den etkilenme ve Şehnâmenin kahramanlarından esinlenme, Klasik edebiyatımız içerisinde daha yoğun olarak hissedilmekle birlikte; Halk edebiyatımızın çeşitli anlatım türlerinde (destan, masal, efsane vd.), Halk şiirimizin içeriğinde ve çağdaş Türk şiirinde de sıkça karşılaşılan bir olgudur.

Şehnâme, tarihte yaşandığı kabul edilen İran-Turan savaşlarına ve ilişkilerine ışık tutması bakımından da önemli bir kaynaktır. Firdevsî'nin zaman zaman övdüğü, zaman zaman da kendi milletini yüceltme adına küçümsediği Efrasiyâb'ın İskit destan kahramanı olduğu pek çok kaynakta belirtilmektedir.İskitler çoğu araştırmacıya göre irani bir kavim ve Medler arasında absorbe olup kayboldular.

14. yüzyılın sonununda, her nasılsa, Firdevsî epiği, yerini çoğu kez daha kısa benzetme epiklere bırakmıştır. Çoğunlukla "ikinci" veya "son" olarak tanımlanan epikler ki bunlar Garasp-nama, Borzu-nama, Bahman-nama ve Sam-nama gibi epikler dahil edilir.
Türkçe çeviriler

En eski Şehname'nin Türkçe çevirisi, belirsiz bir yazar tarafından 1450-51 yılları arasında, Sultan II. Murad'ın (salt. 1421-51) Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılmıştır.
İkincisi, Hüseyin bin Hasan Şerif (ö. 1514) (Şerifi bin Amed olarakta bilinir), tarafından Türkçe çevirisi yapılmış, daha sonra İstanbul'dan Mısır'a gitmiştir. Son Mamluk sultanı Kansu Gavri emri üzerine, 1510 yılında Kahire'de tamamlamış, tam çevirisi onun on yılını almıştır.
Başka bir çeviriside 17. yüzyılın ilk yarısında Derviş Hasan tarafından Sultan II. Osman için yapılmıştır.



out.php

GILGAMIŞ DESTANI

Ölümsüzlüğü arayan bir kralın öyküsüdür. Destana konu olan kral Gılgamış İÖ 3000 yıllarının ilk yarısında Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür. Ölümsüzlüğün ve bilginin peşindeki insanı yücelterek anlatan Gılgamış Destanı, günümüze kalabilmiş, bilinen en eski destandır.

Gılgamış Destanı, Akat ve Sümer dillerinde yazılmış tabletlerden derlenmiştir. Bunlardan günümüze 12 tablet kalabilmiştir. Ama bu tabletler eksik olduğu için destan metninin bütünü elde edilememiştir. 1855′te Ninova’da yapılan kazılarda, Asur Kralı Asurbanipal’in bulunan bu tabletlere daha sonra Türk-İran sınırında ve Irak’taki Nippur kenti kazılarında bulunan tabletler eklenmiştir. Ayrıca Türkiye’de Sultan Tepe ve Boğazköy’de yapılan kazılarda da destanını bazı bulunmuşsa da henüz tümü gün ışığına çıkarılmamıştır.

Bu tabletlerdeki metne göre destan, Gılgamış’ın özelliklerini övgüyle anlatarak başlar. Yarı insan, yarı tanrı olan Gılgamış karada ve denizde olan biten her şeyi bilen başarılı bir yapı ustası ve yenilmez bir savaşçıdır. Destanının, öbür bölümlerinde Gılgamış’ın başından geçen serüvenler anlatılır. İlk serüven Gılgamış ile Gök tanrısı Anu arasında geçer. Halkına acımasız davrandığı için Gılgamış’a öfkelenen Anu, onu öldürmek için vahşi bir hayvan olan Enkidu’yu üzerine salar. Enkidu ile Gılgamış arasındaki savaşta Gılgamış üstün gelir. Daha sonra Enkidu Gılgamış’ın en yakın dostu ve yardımcısı olur. Bunun ardından gelen serüven Gılgamış ile aşk tanrıçası İştar arasında yaşanır. İştar Gılgamış’a evlenme önerisinde bulunur. Gılgamış bunu red eder. Onuru kırılan İştar Gılgamış’ı öldürmek için yeryüzüne bir boğa gönderir. Gılgamış, Enkidu’nun da yardımıyla boğayı öldürür. Enkidu rüyasında, boğayı öldürdüğü için tanrılar tarafından ölüme mahkum edildiğini görür. Destanın bundan sonraki bölümüyle ilgili tabletler bulunamamıştır. Ama, destanın devamının yer aldığı Gılgamış’ın Enkidu için yaktığı ağıtı, düzenlediği görkemli cenaze törenini, sonunda Enkidu’nun ölüler dünyasına göçtüğünü anlatan tabletler bulunabilmiştir. Destanda Enkidu’nun ölümünü Tufan öyküsü izler. Tufan, yeryüzünün sularla dolup taşmasının öyküsüdür. Gılgamış destanında Tufan’ı tanrıça İştar ve Bel’in başlattığı anlatılır. Gılgamış, Tufan’dan kurtularak sağ kaldığını öğrendiği Utnapiştim’i bulmak üzere yola çıkar. Utnapiştim ölümsüzlüğün sırrını bilen bir bilgedir. Utnapiştim’i bulan Gılgamış, onun verdiği ölümsüzlük otuyla gençliğine yeniden dönecek ve ölümsüzlüğe kavuşacaktır. Ama, destanının insanlar için en üzücü bölümü burada başlar. Çünkü Gılgamış ölümsüzlük otunu yemeye fırsat bulamadan onu bir yılana kaptırır ve Uruk’a eli boş döner. Bazı kaynaklar, Gılgamış’ın ölümsüzlük otunu halkıyla birlikte yemek istediğini belirtir. Destan Gılgamış’ın ölüm karşısında acı yenilgisiyle biter.



out.php

Oğuz Kağan destanı
Uygur harfleriyle yazılı olan Özgün nüshası Paris kütüphanesîndedir. Bu destanlarda Hun Hükümdarı Mete'nin doğuoğuz kağan, kağan oluoğuz kağan, Türk birliğini kuruoğuz kağan; ölümünden önce de ülkesini oğulları arasında paylaştırışı anlatılır. Ebul Gazi Bahadır Han'ın Secere-i Terakime'sinde Hun-Oğuz destanıyla (Mete Destanı) ilgili bölümler bulunmaktadır. Uygur harfleriyle yazılı olan özgün nüshası Paris kütüphanesindedir.

Oğuz Kağan destanı, M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapan Hun hükümdarı Mete'nin hayatı üzerine kurulmuştur. Tüm Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli günümüze ulaşamamıştır.

Bugün, elimizde Oğuz destanının üç farklı biçimi bulunmaktadır.

XIII ile XVI yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve islâmiyetten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği temsil ettiği kabul edilebilir.

XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn'in Câmi üt-Tevârih adlı eserinde yer alan Farsça Oğuz Kağan Destanı İslâmi varyantların ilkini temsil etmektedir.

Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda Ebü'l-Gazî Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak yazılmıştır.

Oğuz Kağan Destanının İslâmiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan'ın yüzü gök , ağzı ateş, gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel bir erkek evladı oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap istedi. Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü.

Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı. Oğuz'un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı.

Günlerden bir gün bu gergedanı avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.

Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi.

Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler.

Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kıza aşık oldu ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.

Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan oğuz kağannları söyledi:

Ben sizlere kağan oldum

Alalım yay ile kalkan

Nişan olsun bize buyan

Bozkurt olsun bize uran

Av yerinde yürüsün kulan

Daha deniz, daha müren

Güneş bayrak gök kurıkan

Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle oğuz kağan mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman bilirim. Onunla savaşır ve yok ettiririm".

Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi .O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: " Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim."dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu.

Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz'un bu buluş hooğuz kağanna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi.

Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: " Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş başladı. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı.

Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve ülkesine kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla birlikte evine döndü.

Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu. Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu evlatları arasında paylaştırdı.



out.php

Ergenekon Destanı

Savaşta yenilen Türkler Ergenekon adlı bir bölgeye yerleşip burada dört yüz yıl yaşadılar. Zamanla buraya sığmaz olunca, çevrelerindeki demirden dağı eriterek kendilerine yol aramışlardır.

Moğol ilinde Oğuz Kağan soyundan il Han'ın hükümranlığı sırasında Tatar Türklerinin hükümdarı Sevinç Han Moğol ülkesine savaş ilan etti. ilhan'ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım alarak bozguna uğrattı. ilhanın ülkesindeki tüm insanları öldürdüler. Yalnız il Han'ınn küçük oğlu Kıyan ve eşi ile yeğeni Nüküz ile eşi kurtulmayı başardılar. Düşman askerlerinin, onları bulamayacağı bir yere kaçmaya karar verdiler. Yabanî koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağıda dar bir geçite vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akar sular,pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyva ağaçları, çeşitli avların bulunduğu bir yere gelince Tanrıya şükrettiler ve burada kalmağa karar verdiler. Dağın doruğu olan bu yere dağ kemeri anlamında "Ergene" kelimesiyle "dik" anlamındaki "Kon" kelimesini birleştirerek "Ergenekon" adını verdiler. Kıyan ve Nüküz'ün oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki Ergenekon'a sığmadılar. Atalarının buraya geldiği geçitin yeri unutulmuştu. Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aradılar.

Bir demirci, dağın demir kısmı eritirlerse yol açılabileceğini söyledi. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler. Demir eridi, yüklü bir deve geçecek kadar yer açıldı. İlhan'ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş olarak eski vatanlarına döndü, atalarının intikamını aldılar.

Ergenekon'dan çıktıkları gün olan 21 Mart'ta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırırlar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan daha sonra beyler demiri örsün üstüne koyup döverler. Ergenekon Destanı için bugün hem yeniden özgür hem de bahar bayramı olarak hala kutlanmaktadır.




out.php

Manas Destanı

Kırgızlar arasında oluşan Manas destanı bugün de bütün canlılığı ile devam etmektedir. Manas destanının 11 ile 12. asırlar arasında meydana geldiği düşünülmektedir. Bu destanın ana kahramanı Manas da, tıpkı Oğuz Kağan destanının İslâmî rivayetindeki ve Satuk Buğra Han gibi İslamiyeti yaymak için mücadele eden bir yiğittir. Böyle olmakla birlikte Manas destanında müslümanlık öncesi Türk kültür, inanç ve kabullerinin tamamını sergilenmektedir. Bazı varyantları dört yüz bin mısra olan Manas destanı Türk-Bozkır medeniyetinin Kazak -Kırgız dairesinin kültür abidesi niteliğindedir.

Büyük Türkolog Wilhelm Radloff (1837-1918) bu destanla ilgili ilk derlemeyi, Kırgızistan'ın Tokmak şehri güneyindeki Sarı Bağış boyuna mensup bir Manasçıdan 1869'da yaptı. Radloff'un derlediği yedi bölümlük Manas Destanı, toplam 11 bin 454 mısradan oluşuyor. Fakat, Manasçıların okuduğu dize sayısı, 16 bin mısra civarındadır.

Kırgız Türklerinin ulusal kahramanı Manas'ın etrafında örgülenen Manas Destanı'nın ilk bölümünden itibaren; Manas'ın doğumu, daha beşikte iken konuşmaya başlaması, kafirleri yeneceğini söylemesi, büyüyüp delikanlı olunca Çinlileri yenmesi, Müslüman yiğit Almanbet'le tanışıp, birlikle birçok savaşa girmeleri, Manas'ın evlenmesi, düşmanları tarafından iki defa öldürülmesine rağmen tekrar dirilmesi, Mekke'yi ziyaret ve Kabe'yi tavaf etmesi, lirik bir üslupla anlatılır.
 
Top