Dünya Dinleri - Dünyadaki Dinler

Suskun

V.I.P
V.I.P

ADVENTİSTLER

1831 yılında William Miller ( 1782 – 1849 ) adlı bir çiftçi tarafından ABD’nde kurulmuş bir Mesihi - dini - harekettir.Bunlar , İsa’nın gelişini umutla bekleyen bir gruptur. Miller Eski Ahit üzerinde çalışmış İsa’nın ikinci gelişinin önce 1843’de olmayınca 1844’de vuku bulacağı kanaatine ulaşmıştır. O, ikinci gelişin çok yakında vuku bulacağına dair konferanslar vermeye başlamış ve bunun içinde “ The Midnight Cry ” adlı bir gazete çıkartmıştır. Miller, İsa’nın ikinci gelişinin 22 Ekim 1844 de olacağı şeklinde bir vahiy aldığını açıklamış ve ilan etmiştir. Ancak ilan edilen tarihte İsa gelmeyince Miller bu işten vazgeçmiş ve taraftarlarınca da başka tarihler verilmeye başlanmıştır.



İkinci geliş tarihi ve ruhun ölümsüzlüğü konusunda ileri sürülen muhtelif görüşler, grup içinde ayrılmaya yol açmıştır. Bu grubun asıl ayrılığını ve ölümden sonrasıyla ilgili inançta Katolikliğe bağlı kalan “İncil’e Bağlı Adventistler” ortadan kalkmıştır. Bugün ise “İkinci Advent Adventistleri” ile “Yedinci Gün Adventistleri” bulunmaktadır. Bunlarında en önemlisi ve misyoner karaktere sahip olanı Yedinci Gün Adventistleri’dir.


Yedinci Gün Adventistleri, Kitab-ı Mukaddes’in kurallarına sıkı sıkıya uyarlar.1844 de İsa’nın “Seçkinler” in yazılmasını başlattığını kabul ederler. Ruhun ölümüne, yalnız adil olanların, hakkı kabul edenlerin (yani kendilerinin) öldükten sonra dirileceğine inanırlar. Yahudi Kutsal Kitabı’na diğer Hıristiyanların göstermediği sadakati gösterir; ibadet günü olarak Pazar yerine, Cumartesi’ni kabul eder ve bu günün yasaklarına uyarlar.Ahlaki sert kurallar uygularlar. Bir Adventist; et yemekten, kahve, tütün ve alkol içmekten kaçınmak zorundadır. Vaftizi suya batırmak şeklinde uygularlar.



Günümüzde Adventistler

Günümüzde Yedinci Gün Adventistleri’nin Genel Merkezi Washington’dadır. Dünyada 2.500.000 taraftarı bulunmaktadır. Türkiye’de de faaliyet göstermekte ve taraftar sayısını arttırmak için çabaladıkları gözlenmektedir. Ülkemizde bir Adventist Kilisesi ( İstanbul ) vardır.



------------------------------------



Pentakostalistler


Pentakostalistler ( The Pentocostal Revival) ABD ' de Los Angeles 'da, 1906 'da zenci vaiz W.J.Seymour tarafından kurulmuş ve aynı yıl Norveçli Thomas Barratt tarafından Avrupa 'ya yayılmıştır. Başlangıçta Hıristiyan tarikatı görünümündeki Pentakostalistler günümüzde ayrı bir din gibi hareket etmektedirler.

Bu hareketin mensupları, Kutsal Ruh un vaftizi denilen bir aydınlanma ile kazanılan ihtidaya önem verirler. Böyle bir aydınlanma, arkasından alamet olarak çeşitli dillerde konuşmayı getirecektir. Bu yönüyle Pentakostalistlik Hıristiyanlıkla Zen Budizmini uzlaştıran sinkrelist bir gelişmedir. Bu harekete bağlı cemaatler, birbirlerine karşı müstakildir.



Harekete bağlı üyeler, ilk Hıristiyanlar hakkında Kutsal Kitap 'ta kaydedilen şeylere göre kendi hayatını düzenlerler. Pentakostalistler 'de bir teşkilat ve servis düzeni bakımından konulmuş kurallar yoktur.

Günümüzde Pentakostalizim

Günümüzde Pentakostalistler ABD ve Avrupa 'nın çeşitli ülkelerinde özelliklede İsveç 'te diğer Hıristiyan ülkelerde taraftara sahiptirler. Bu dini hareketin günümüzde yaklaşık 2.500.000 taraftarı bulunmaktadır.





------------------------------------------------------




KUVEYKIRLAR


17.yüzyılda George Fox tarafından kurulmuş Hıristiyanlıktan kopmuş dini harekettir. G. Fox (1624-1691) , Anglikan Kilisesi 'nden beklediğini bulamayınca, 1652 yılında " Hakikat Dostları Cemiyeti "ni veya daha kısaltılmış olarak "Dostlar Cemiyeti "ni kurmuştur. Bu dini hareket, ilk Hıristiyanlığın manevi ve sade şekline dönmeyi, hiçbir aracı olmaksızın, dogma 'lar , resmi ayin ve törenlere ihtiyaç duyulmaksızın , sessizlik ve dinleme halinde, "Tanrı " ile temas kurmayı prensip olarak benimsemiştir.

Sahip olduğu fikirlerden dolayı mahkemeye çıkan George Fox , titremeye başladığı için onlara "Titreyenler ( Quakers) " adı verilmiştir. Bu ismin onlara " Tanrı Kelamı " önünde titremelerinden dolayı verildiğini belirtenler de olmuştur. Kuveykırlar çok fazla baskıya maruz kalmışlar ,zaman zaman deli diye hapsedildikleri dahi olmuştur.


İnanç ve İbadetleri

Kilisenin ve Kutsal Kitab 'ın ( Bible) otoritesini reddedip sadece Kutsal Ruh 'un otoritesini kabul ederler. Tanrı 'nın direk olarak insan kalbinde ortaya çıktığına inanan Kuveykırlar; ibadet, kredo, sakrament, rahip ve din görevlisi kabul etmezler. ( Bu yönleriyle Mennonitler benzerler). Kuveykırlar sessizce düşünceye dalma toplantıları yaparlar ve Kutsal Ruh 'un ilhamını beklerler.

Kuveykırlar, büyük bir kayıtsızlık gösterir, başına buyruk olarak yaşar ; herkese "sen " diye hitap eder ve hiç kimseye selam vermezler. Sade giyimleri,dürüstlükleri,yardım severlikleri,ağırbaşlılıkları, ile tanınırlar.

Kuveykırlar, öldürmek için hiçbir bahane kabul etmez, inançları gereği askerlik yapmaz ve andiçmeyi istemezler. Köleliğe karşı olan Kuveykırlar dünyada barışı temel prensip olarak alırlar.

Kuveykırlar 'ın " Dostlar Cemiyeti ", başkalarına, savaşlarda savaşzedelere yardım ederler. Sakramentli bir inancı benimsemeyen Kuveykırlar da ibadet tamamen ruhidir; her samimi taraftarı aydınlatan iç ışığa inanılır. Toplantı salonları, basit ve sadedir. Evlenmeler basit bir dini törenle olur. Üç büyük toplantı zamanları vardır: aylık,üç aylık ve yıllık.Bu toplantıların içerisinde en önemli olanı yıllık toplantılardır.



Günümüzde Kuveykırlar


Günümüzde Kuveykırlar, Hıristiyan ülkelerinde olduğu kadar, Hıristiyan olmayan ülkelerde de misyonerlik faaliyetinde bulunmaktadırlar.. Sayıları gittikçe artma eğilimindedir.

A.B.D. ‘de halen 150.000 Kuveykır vardır. ABD 'nin dışında; İngiliz Dominyonları, Çin, Danimarka, Fransa, Almanya, Hollanda, Japonya, Hindistan, İsveç, Norveç, İsviçre vb. yerlerde de Kuveykırlar bulunmaktadır. Bu gün dünyada yaklaşık 300.000 kadar taraftarları vardır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Süryanilik



Antakya Süryani Kilisesi, ilk kurulduğu dönemlerde coğrafi konum itibarıyla Doğu Kilisesi ve Batı Kilisesi olarak iki kola ayrılmıştır. Pers Hükümdarlığı'nın sınırları içinde yaşayan Süryaniler Doğu Kilisesi'ni; Roma İmparatorluğu'nda yaşayanlar ise Batı Kilisesi'ni oluşturuyordu. Ancak bir birlik anlayışı içinde faaliyetlerini yürüten Kilise'nin içinde iki nedenden dolayı anlaşmazlıklar çıktı.

Bu nedenlerden birincisi, Bizans'ın Doğu halkları üzerindeki baskı uygulamaları ve kendi çıkarına yönelik olarak oynadığı politik oyunlardır. İkincisi ise, kendisi de Süryani kökenli olan İstanbul Patriği Nasturius'un genel kilise anlayışına ters düşen öğretisidir. Bu iki neden Kilise'nin ikiye bölünmesine yol açtı. Bu anlaşmazlıkta Nasturius'un görüşlerini benimseyen Süryaniler, tarihte "Nasturiler" ismiyle anılmaya başlandı.

1445 yılında Nasturilik'ten kopan ve çeşitli nedenlerden dolayı Papalığa bağlanan Kıbrıs Nasturi Metropoliti Timotheos ve onunla birlikte hareket eden kalabalık kitle, Papa IV. Evgin tarafından "Keldani" adıyla nitelenmiştir. Bu şekilde Nasturilik'ten kopup Katolik inancı benimseyenlerden oluşan bu kilise, "Keldani Kilisesi" olarak adlandırılmıştır. M.S. 451 yılında Süryaniler arasında bir başka bölünme daha ortaya çıkmıştır. Bu tarihte politik, mezhepsel ve yerel sürtüşmelerin artması nedeniyle toplanan Kadıköy Konsili, bu bölünmeye neden olmuştur.

Bizans İmparatoru Markian'ın yapabileceği baskı ve zulüm uygulamalarından korkup, atalarının iman ilkelerini önemsemeyen ve Kadıköy Konsil'inin bu doğrultuda aldığı kararları benimseyen Süryanilere "Malkoye Melkit" denilmiştir. Bu isim "Kralın Yandaşları" anlamına gelmektedir. Bu topluluk günümüzde Rum Ortodoks adıyla anılmaktadır.



Malkoye Melkit adı verilen bu topluluk içerisinde M.S. VII. Yüzyıl'da bir bölünme daha yaşanmıştır. Lübnan'daki Mor Marun Manastırı rahipleri Melkit Patriği Maksimus'un savunduğu dinsel teorik görüşle ters düştüler ve "Maronit Patrikliği" adı verilen bağımsız bir patriklik kurdular. Bu Patriklik 13.Yüzyıl'da Papalığa bağlandı. Diğer yandan Rum Ortodoks (Melkit) Kilisesi bireylerinden bir bölümü başka bir anlaşmazlık yüzünden Roma Papalık Kürsüsü'ne bağlandılar. Bu topluluk, 1724 yılında "Rum Katolik" ismiyle, kendilerine ait bir Patriklik Merkezi kurdu. Antakya Süryani Kilisesi, 18. Yüzyıl içerisinde bir bölünmeye daha sahne oldu.

Episkopos Mihael Carve'nin önderliğini yaptığı bir grup Süryani, Papalığa bağlandı ve "Süryani Katolik" ismi altında bir Patriklik Merkezi kurdu. Bu arada 19. asırda Protestan misyonerlerinin Süryani bireyler arasında yürüttüğü çalışmalar sonucunda bazı Süryanilerin Protestanlığı benimsediği de görülmüştür.

Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi'nin Patriklik Merkezleri

Süryani Patrikliğinin ilk merkezi Antakya'dır. Mor Petrus (Şemun) tarafından M.S. 37- 43 yılları arasında kuruldu. 518 yılına kadar Antakya'da kalan Patriklik merkezi daha sonra geçici olarak birçok yerlere ve manastırlara taşındı. 969'da Patrik VII. Yuhanna zamanında Malatya'ya yerleşti. 1058'de Özellikle Melkit (Krallığa mensup) Rum Ortodoksların baskı ve saldırılarından dolayı Diyarbakır'a alındı.

1293 yılına kadar hem Diyarbakır hem de Deyrulzafaran manastırı merkez olarak kullanıldı. 1293 yılında Patrik İğnatiyos Bin Vahip Döneminde Patriklik merkezi sürekli ve resmen Deyrulzafaran'da kaldı. 1932 yılında Humus Metropoliti Efrem Barsavm Patrik olunca Suriye'nin Humus şehrine taşıdı. 1959'da Patrik İğnatıyos III. Yakup Patriklik merkezini Suriye'nin başkenti Şam'a aldı. Bugün Antakya Süryani Ortodoks Kilisesinin Patriklik merkezi hala Şam'dadır.



Süryani Ortodoks Kilisesi, Antakya kentinin; Roma İmparatorluğu'nun üç büyük başkentinden biri olduğu dönemde kurulmuştur. Bu süreç Kudüs'ten sonraki "elçisel dönem"e denk düşmektedir. Dönemin Antakya'sı, Helenistik kültürün önde gelen merkezlerinden biri olma özelliğini taşımaktadır.

Antakya, Hıristiyanlık döneminde de bu özelliğini sürdürerek, Süryani Ortodoks Patrikliği'nin yönetim merkezi ve dinsel başkenti olmuştur. Doğu'nun gerçek kilisesi olan Süryani Kilisesi; inanç ülküsü, dogma ve liturya alanında verdiği dinsel-kültürel hizmetlerle etkin misyon çalışmaları birleştirerek, Ortadoğu'dan Uzakdoğu'ya dek uzanan bir coğrafyada yaşayan insanlara kadar inançlarını taşıma başarısına sahip olmuştur. Paganlar arasındaki Hıristiyanlık inancının öncüsü olan Kilise, aynı zamanda değişik etnik kökenlerden gelen insanları çatısı altında barındırmayı başaran ilk Hıristiyan kilisesidir.

İsa yeryüzünde iken, yaydığı yeni öğretiler sonucunda Mor Yakup'un başkanlığında Hıristiyanlık inancına sahip ilk düzenli topluluğun oluşumu söz konusudur. Ancak bu topluluk, tinsel anlamda gerçek bir kilise olma niteliğini ve yetkinliğini Hıristiyan inancına göre Kutsal Ruh'un inişiyle birlikte kazanmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan Kudüs Kilisesi, yapısı içinde sadece Yahudi kökenli Hıristiyanları barındırmaktaydı. Kudüs Kilisesi Mesih'in ilk kilisesi olması nedeniyle kilise babaları tarafından bu dönemde "Ana Kilise" adıyla tanımlanmıştır. İlerleyen süreç içerisinde İsa'nın yeni topluluğu, Yahudi kökenlilerin uyguladıkları baskı ve kovuşturma politikalarına maruz kalmıştır.

Kudüs'teki topluluk, bu baskı uygulamaları ve M.S. 34 yılında Diyakos Estefanos'un şehit edilme olayı sonucunda dağılmak mecburiyetine düşmüştür. Bu nedenlerden dolayı dağılan topluluğun bir bölümü Antakya şehrine giderek, burada yaşayan ve putperest Süryaniler ile Yahudilerden oluşan yerli halkın gönlüne, Hıristiyanlık inancının ilk tohumlarını ekmeyi başarmıştır. Böylece Süryani ve Yahudilerden oluşan ilk çekirdek topluluk Antakya'da kurulmuştur.



Kudüs Kilisesi, Antakya'da faaliyet gösteren böyle bir topluluktan haberdar olur olmaz, yetmişli müjdecilerden Aziz Barnaba'yı Antakya'ya göndermiştir. Aziz Barnaba'nın burada yürüttüğü etkili ve yoğun çalışmalarına, daha sonraları Mor Pavlus'un bir yıl süren özverili katılımının da eklenmesi sonucunda Antakya Kilisesi'nin etrafında toplanan insanların sayısı bir hayli çoğalmıştır. Bu yoğun ve etkili çalışmaların sonucunda günden güne güçlenen ve sayıları artan Antakya'daki topluluk tarafından; "Hıristiyan" ismi ilk kez belirtici bir özellik olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Antakya şehri, sosyal, kültürel ve dinsel etmenler dolayısıyla, farklı tarihlerde birçok müjdecinin uğrak yeri olmuştur. Kentteki dinsel etkinliklerin hızlanmasının ve Kilise bireylerinin sayısının hızla artmasının çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenlerden başlıcaları; şehrin yerlilerinin Yahudi baskısından uzakta ve Roma İmparatorluğu'nun vatandaşı olmaları, daha da önemlisi misyon faaliyetlerinin dili olarak Süryanice'nin kullanılmasıdır.

M.S. 37 yılında Mesih'i müjdelemek amacıyla Antakya'ya gelen ve burada bulunduğu süre içinde kentteki topluluğun programlı ve düzenli etkenliklerine şahit olan "Onikiler"den Mor Petrus ( Şemun ), Hıristiyan dünyasının üç büyük kürsüsünden ilki olan "Antakya Elçisel Kürsüsü"nü M.S.37-43 yılları arasında burada kurmuştur. Antakya Kilisesi bu şekilde, "Ana Kilise" olarak adlandırılan Kudüs Kilisesi'nden sonra kurulan ilk Hıristiyan kilisesi olmuştur.

Nitelik ve yapısı itibarıyla bakıldığında Yahudi kökenli ve putperest kökenli (Süryani) Hıristiyanları çatısı altında birleştiren ilk "Ana Kilise" olan Antakya Kilisesi, yönetimsel açıdan da Doğu Hıristiyanlığı'nın merkezi haline gelmiştir. Tarihsel süreç içinde, Yahudi kökenli Hıristiyanlar ile putperest kökenli Hıristiyanlar arasında bazı görüş farklılıklarının ve anlaşmazlıkların belirdiği görülmektedir. Bu anlaşmazlıkların temelinde Yahudi kökenli Hıristiyanların, putperest kökenli birinin Vaftiz olabilmesine ilişkin görüşleri yatmaktaydı.



Onlara göre, putperest birisinin Vaftiz olabilmesi için Musa Yasası'nı tamamlaması; yani sünnet olması gerekiyordu. Bu meseleden kaynaklanan sürtüşmelerin ve anlaşmazlıkların son bulması amacıyla M.S. 51 yılında Kudüs'te Hıristiyan dünyasının ilk "Konsil"i toplandı. Bu Konsil'in toplanabilmesi için Aziz Barnaba ve Pavlus özel bir çaba ve emek sarfettiler.

Elçi Mor Yakup'un başkanlığında bir araya gelen Konsil, putperest kökenlilerin vaftiz olabilmeleri için sünnet olmalarının şart olmadığına yönelik karar almıştır. Bu karar putperest kökenli Hıristiyanların Musa töresinden kurtulmalarını sağlamıştır. Konsilde bunun yanı sıra Antakya Kilisesi'nin güçlendirilmesine ilişkin bir takım kararlar daha alınmıştır. Bu kararlardan en önemlileri Mor Pavlus ve Aziz Barnaba'yla birlikte Yahuda ve Silasi'nin da Antakya'ya yollanması, Putperest kökenli olanlara yönelik olarak kendilerinin de putperest iken alıştıkları put kurbanlarından, kandan, boğulmuş olandan ve zinadan şiddetle kaçınmalarıdır.

Antakya Kilisesi "Ana Kilise" unvanına sahip olduktan sonra İsa'nın ismini yaymaya yönelik bütün misyon çalışmaları bu merkez tarafından yönetilmeye ve yürütülmeye başlandı. Bundan dolayı Mor Petrus misyon çalışmalarına başka yerlerde devam etmek üzere Antakya'dan ayrıldı. Ayrılışı sırasında Mor Pavlus'un da yardımı ile Mor Afudius'u putperest kökenli Hıristiyanlara; Mor İğnatius Nurani'yi de Yahudi kökenli Hıristiyanlara dinsel yönetici -Episkopos- olarak atadı. Ancak Mor Afudius M.S. 68 yılında Roma İmparatoru Neron tarafından öldürüldü. Bu olay neticesinde her iki kökenden gelen Hıristiyanlar, Kutsal Ruh'un bağıyla Mor İğnatius Nurani'nin başkanlığında birleşti. Bu birleşme, o tarihten itibaren Antakya Kilisesi'nin "Genel Kilise" unvanını almasına vesile oldu.



Mor İğnatius Nurani'nin başkanlık yaptığı dönemde özellikle Suriye, Lübnan ve Anadolu topraklarında yürütülen misyon çalışmaları bir ivme kazanmış ve kısa sürede bu coğrafyada Hıristiyan bireylerin sayısı gözle görülür bir biçimde artmıştır. Ancak Kilise'nin bu derece güçlenmesi Roma İmparatoru'nun kaygılarını artırdığı için dönem dönem çalışmalarda aksaklıklar ortaya çıkmıştır. Yine de Antakya Kilisesi uygun zemin bulduğu sürece İncil'in yaşam verici öğretilerini yaymayı amaçlayan misyon çalışmalarını devam ettirmiştir. Tüm bu süreç boyunca yürütülen sistemli ve bilinçli çalışmalar, Antakya Kilisesi'nin Genel Başkanı Mor İğnatius Nurani'nin bölgedeki en büyük dinsel lider olmasını ve hakimiyeti eline geçirmesini sağlamıştır. Bu andan itibaren İğnatius Nurani'nin "Suriye Episkoposu" unvanını kullanmaya başladığı görülmektedir.

Aynı dönemde Sur, Sayda, Kayseri, Beyrut, Cubeyil, Efes, Kapadokya, Bergama, Sardiş ve Leodikiya şehirlerinin her biri 2. Yüzyılın sonlarında "Episkoposluk" statüsünü kazanmışlardır. Tüm bu merkezler M.S. 5. Yüzyıla kadar yönetim açısından Antakya Süryani Kilisesi'ne bağlıydılar. Bu gelişmelerin paralelinde dönemin dikkat çeken diğer özelliği de Mezopotamya'da yürütülen misyon çalışmalarının kaydettiği aşamadır. Bu bölgede henüz 3.yüzyılın ilk çeyreğinde; yani yaklaşık 200 yıl gibi kısa bir sürede tam yirmi Episkoposluk Merkezi kurulduğu görülmektedir. Bu merkezlerin en önemlileri, Bethzabday (İdil), Hilvan, Sincap, Katar, Kerkük, Keşker, Basra, Erbil, Urhoy (Urfa), Amid (Diyarbakır), Nsibin (Nusaybin) ve Bethgarmay'dır.



--------------------------------------------------------------




Presbiteryenler


Prespiteryenler: piskoposluğu reddeden “ İhtiyar Meclisi” tarafından yönetilen Kalvinist Sistem Protestanların yer aldığı Reforme Kilise mensuplarına verilen addır.

Onlar, Presbiteryanizmin havariler tarafından vaaz’edilmiş bir sistem olduğunu kabul ederler. Modern Presbiteryan Kilisesi, reformdan etkilenmiş ve dini muhtariyet kazanmıştır. Bu hareket, İsviçre’li U. Zwingli (1484 – 1531) tarafından ortaya atılmış, Fransız J. Kalvin (1509 – 1564) tarafından da geliştirilmiş ve 1572 yılında Kraliçe Elizabet devrinde de İngiltere’ye girmiş, çeşitli tartışmalara yol açmıştır.




Bu kilise “Presbiter” diye adlandırılan “yaşlılar, kıdemliler” tarafından yönetildiği için bu ismi almıştır.

Disiplin Kitabı’nda geçen Kilise düzeninin kurallarını ve yazılı iman ikrarını kabul eden yönetici ihtiyarlarla öğretici ihtiyarlardan (papaz:minister) oluşan mahalli bir heyete ruhani niteliği olmayan bir kimse başkanlık eder. Mahalli heyetlerin üstünde belirli bir bölgede Presbiteri denilen ve piskopos görevi üstlenen bir üst idare merkezi bulunur. Bu merkezi her alt topluluktan seçilmiş birer temsilci ile öğretici ihtiyarlar yürütür. Papaz görevi yapan ihtiyarları seçmekte bu kurulun işidir. Bu Presbiterilerin üzerinde de bir genel meclis bulunur. Bu idare şekli 17. yüzyıl İsviçre Şehir – Devlet Sistemi’nden örneklenmiş ve değişik ülkelerde de benimsenmiştir. Bir Katolik rahibi olan John Knox (1505 – 1572) İskoçya’da Presbiteryen Kilisesi’ni kurmuştur. Daha sonra İrlanda, Galler, İngiliz Dominyonları, Amerika vb. ülkelerde de faaliyetler başlamıştır. İngiltere’de Presbiteryenler baskı görmüşlerdir.



Presbiteryen Kilisesi (New York)


Presbiteryenlerin temel doktrinleri, 1643 – 1644 yılları arasında İngiltere’de “Westminster Asamblesi” tarafından tespit edilmiş, “Westminster İman İkrarı”nda açıklanmıştır. Bu, Presbiteryen Kiliseleri’nde dogmalar konusunda ihtilaflar bulunmasına rağmen, ayin ve törenlerindeki kolaylık ve sadelik hepsinde aynıdır. Mabedleri gösterişsizdir. İlahiler, Kitab-ı Mukaddes’ten alınmaktadır. Tanrı’ya dua ve ibadetleri gizli bir şekildedir. Daha çok ilk kiliseleri ve ilk Hıristiyanları taklit etmeye çalışırlar.




---------------------------------------------------------------




MARONÎLER


İsa ‘da “yalnız bir hareket gücü” , “yalnız bir arzu” bulunduğunu kabul eden Doğu Hıristiyanları’ndan bir gruptur. Bunlar ,7. yüzyılda Aziz Moran adlı bir ruhani ile önem kazanmış ve 8. yüzyıldan sonra Maronîler adıyla biline gelmişlerdir. Bunlar, daha sonra eski inançlarını terk ederek, Kadıköy Konsili’ni kabul ettiklerini açıklayarak Katolikliğe yaklaşmışlar, 1445’de Florensa Konsilinde Katolikliği kabul etmişlerdir. Maronîler, önce komşuları olan ve “heretik” (sapık) saydıkları Hıristiyan gruplarla; sonra Müslümanlarla çatışmalara girmişlerdir. Önceleri Sünnilere karşı Dürzilerle işbirliği yaparken, sonraları onlarla da kanlı kavgalar yapmışlardır.

Maronîler Ayinle ilgili kitapları için Arapça’yı kabul eder , fakat Süryani harfleriyle yazarlar, ibadetlerde Süryanice’yi kullanırlar. Papazların takdisten önce evli olmalarına izin verirler.



Günümüzde Maronîler

Dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olmalarına rağmen, bugün Suriye ve Lübnan’ daki katolik cemaatini teşkil etmektedirler. Maronîler’in sayısı, Suriye ve Lübnan’da yaklaşık 400.000 ; Mısırda ise 15.000 civarındadır.




------------------------------------------------------------



Cizvitler
( İsa'nın Arkadaşları )



1534 yılında Paris’te Loyola’lı Ignas (Ignasce de Loyola) tarafından kurulmuş “İsa’nın arkadaşları” adıyla bilinen bir Hıristiyan tarikatıdır.



Kuruluşunda Filistin’e gitmeden önce, İsa’nın askerleri olarak fakirlik, iffet, itaad dhdi ile birbirine bağlanan altı öğrenciyi ihtiva etmekteydi. Kudüs’e gitmeyi başaramayan bu grup, başka bir grupla tanışarak Venedikte kalmıştır.1537’de Roma’ya va’zetmek telkinatta bulunmak için gelmişler ve 1540’da Papa II.Paul tarafından tarikatın kuruluşu tasdik edilmiştir. Bu tarikat, üyelerinin sertlikleriyle, askeri karakteriyle ve entelektüel özellikleriyle diğerlerinden ayrılmaktadır.”Karşı reform” hareketinde önemli rol oynamışlardır. Loyolalı Ignas’ın tespit ettiği kurallar, halen günümüzde de devam etmektedir. Gruba katılan her Cizvit ; iffetli olmaya, fakir kalmaya, ve baştaki idarecilerin istediği her yere misyoner olarak gitmeye yemin etmektedirler.

Cizvitler, tarikatın kurulmasından bu yana, bazen iyi karşılanmışlar, bazen takibata uğramışlardır. Daha sonra prestijlerine kavuşmuş ve Hıristiyanlar arasında etkili olmuşlardır.



Günümüzde Cizvitler

Bugün dünyanın her yerinde üyeleri bulunmakta ve misyonerlik faaliyetlerini sürdürmektedirler.sayıları, yaklaşık olarak 30 – 40 bin civarındadır ve 32 koldan faaliyette bulunmaktadırlar.






----------------------------------------------------




Kimbanguizm


Kimbanguculuk Zaireli Simon Kimbangu (S.Kimbangu 1889 Nkamba (günümüzde Mbunza-Ngungu) ' da doğdu.1951 ' de Elisabethville ( günümüzde Lubumbashi) ' de öldü) tarafından Zaire ' de (Kongo) kuruldu. Kimbanguizm “İsa ' nın Yeryüzü Kilisesi” adıyla da tanınır.


Kimbanguculuk ; Hristiyanlık ' tan kaynak bulan (ayrılan) ve sömürge halkların siyasetle dini birleştirerek “inisiyatifi yeniden ele alma girişimi” olarakta değerlendirilebilinen Mesihi bir dini akımdır.

Kimbangu kendini Kitabı Mukaddes ' teki büyük peygamberlerin izleyicisi ilan etti. Belçika sömürge yönetimince atıldığı hapishanede ölünce,İsa ile aynı acıları çekenbir din şehidi mertebesine yükseltildi. Böylece olay, beyaz düzenin yıkılıp zengin ve adil bir devletin kurulacağı vaadiyle siyasi bir boyut kazandı. Büyük bir güç kazanan hareket, bağımsızlıktan sonra bir Kilise kurdu ve muhalif niteliğini kaybederek Zaire ' de iktidara geldi.

Günümüzde Kimbanguizm


1969 ' da Kiliseler Konseyi ' nde temsil edilen Kimbanguculuk, günümüzde gittikçe bağımsız hareket etmeye başlayan ve tamamına yakını Zaire ' de yaşayan 3.000.000 ' a yakın taraftar sayısıyla etkili yeni bir dini akımdır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Metodistler


Metodistlik 18.yüzyılda John Wesley (öl.1791)’in öğretileri neticesinde ortaya çıkmış bir dini hareket –mezhep- tir. John Wesley, kardeşi Charles ve arkadaşları George Whitefield , Anglikan Kilisesi bünyesinde , Oxford Üniversitesi’nde bir manevi hayatı vaz’ ederek dini bir uyanışı başlattılar. Bunlar, dua ve oruçlarında yeni bir yol tutmaları , Oxford hapishanesindeki tutukluları düzenli olarak ziyaret etmeleri, yoksul çocukların eğitim ve öğretimlerini üstlenmeleri , dini günlerde ve benzeri şeylerde metodik bir düzen takip etmelerinden dolayı “Metodistler” diye adlandırıldılar. Metodistler küçük aktif bir grup olarak başladılar, fakat devamlı arttılar. İngiltere Kilisesi (Anglikan) mensubu olmalarına rağmen Wesley kardeşler, heyecanlarından dolayı, ibadet yerlerinden kovuldular.



Amerika’da bir Metodist piskoposluk kuruldu. İngiltere’de Metodistler arasında bölünmeler ve farklılaşmalar oldu. 1932 yılında Britanya Metodist Kilisesi’ni ortaya çıkaran ilk birleşme , 1917 yılındadır. Ayrıca bağımsız Metodist gruplarda bulunmaktadır.

1936 yılında Metodist İnanç ve İbadetleriyle ilgili bir kitap hazırlandı. Bu kitapta ; sabah duası, teslis inancı, kısa dualar, komünyon ayini, ergenlik ve çocukluk vaftizinin su serpilerek yapılış şekli, çocuk doğuran annenin tebrik edilmesi, yeni taraftarlar için rehberlik kuralları ve benzeri hususlar yer alır.



Günümüzde dünyada, çoğunluğu Britanya’da olmak üzere Metodist’lerin toplam sayısı 25 – 30 milyon kadardır.





----------------------------------------------



Gnostisizm

Hıristiyanlıkta bir akım. Bilinircilik de denir. Yunanca gnostikos (bilgiye sahip insan) sözcüğünden türetilmiştir. Tanrısal, mutlak bilgiye bir anlık aydınlanmayla, sezgiyle ulaşılabileceğini ileri süren bir dinsel akım. İlk çağ Yunan felsefesi ile Hıristiyan dininin görüşlerini kaynaştırmaya çalışan, felsefeciler tarafından milatttan sonra I. ve II. Y.y' larda oluşturulmuştur.

Bu akımın savunucuları, dinlerin mutlak bilgiyi sağlamada yetersiz oldukları görüşündedirler. Bu nedenle de Hıristiyanlar tarafından sapık bir tarikat olarak görülürler. Çünkü onlar için saltık bilgi, dinsel bilgilerin çok üstünde bulunan kurgusal bilgilerdir. İsa' nın Tanrı' nın oğlu olduğu, doğduğu ve büyüdüğü, çarmıha gerildiği ve bunun gibi Hıristiyan inaklarını (dogmalarını) yadsırlar. Onlar için İsa düpedüz insandır.

Gnostisizmi savunan felsefeciler gerçekte de dar bir tarikat yaşamı sürdürürler ve çileciliği savunurlar. Temel inanç esasları ve ibadet şekillerinde gnostizmin hakim olduğu dinlerde bulunmaktadır. Bunlar; Sabiilik, Manihezim ve Hermetisizm' dir.



Gnostismin başlangıcı konusunda bir çok görüş ileri sürülür. Başta çeşitli kilise babaları olmak üzere, bir çok Hıristiyan yazar gnostisizmi Hıristiyanlık içerisinden kaynaklanan bir heretic olarak değerlendirmiş ve Simon Magus'u bütün sapkınların babası olarak görmüşlerdir. Ancak gnostisizm hıristiyanlık öncesi dönemlerden itibaren var olan bir gelenek olması gerçeği görülerek, bu görüş bir çok bilim adamı tarafından eleştirilmiştir.

Gnostisizmin İran, Eski Yunan, Eski Mısır, Babil ya da Yahudilik kaynaklı olabileceği çeşitli teoriler bulunmaktadır. Gnostisizmin temel öğretileri arasında ışık ve karanlık ya da iyilik ve kötülük arasındaki düalizm (ikicilik), maddi evrenin -ve bedenin- kötülüğü, demiurg düşüncesi (bkz sözlük), ruhun ilahi evrene ait olup süfli (bayağı, aşağılık) yeryüzünde beden içerisinde hapishane hayatı sürdüğü kurtuluş için dünyevi olan her şeyden uzaklaşmak ve bunun neticesinde gnosis'e ulaşmaktır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Kabile ve Doğa Dinleri

Vodoo (Vudu) Dini

Voodoo, müritleri için "korku"nun ve "zafer"in iç içe girdiği bir yaşam tarzı... Afrika'nın Benin Cumhuriyeti'nde konuşulan bir etnik dil olan "Fon" dilinde "voo" içe bakış, "doo" ise "bilinmeyen" anlamına geliyor. Voodooistler Tanrı "Djo"ya inanıyorlar. "Evrensel nefesin efendisi" olan Tanrı Djo, dolaysız olarak insanların kaderiyle ilgilenemeyecek kadar büyük bir varlık... Bu nedenle her insan, Voodoo dininde, potansiyel bir hayvandan farksız olarak dünyaya geliyor. Başlangıçta, her insana rehber olarak bir ruh, yani "loa" veriliyor. Böylece, potansiyel olarak hayvandan farksız olan "insan", "ruhsal bir varlığa" dönüşüyor. Bu ruhsal varlık "birer küçük melek" olan üç ruhsal parçadan oluşuyor. İnsanın yaşamı boyunca bu ruhsal parçalarını kendi iradesiyle geliştirmesi ve mükemmelleştirmesi gerekiyor. Böylece "savunmasız" bir yaratık olan insanın yeniden "tanrı"ya dönmesi sağlanıyor. Voodoo dini, animist inançlarla da yakından ilişkili... Nitekim başlangıçta "birer küçük melek" olan üç ruhsal parça, tapınaklardaki özel odalarda, kilden yapılmış kavanozlar içine konuluyor. Amaç, onları kötü ruhlardan, büyücülerden korumak... Kişi öldüğünde, bu kavanoz kırılıyor ve serbest kalan ruh parçaları, cansız bedenin etrafında yedi gün boyunca dolaşıyor. Voodoo dini, tektanrılı dinlerin aksine, ruhun fiziksel olarak tekrar dirileceğine inanmıyor. Ama, ruhun bedenden ayrılıp yeni bir serüvene başladığını kabul ediyor. Ruhun bedenden ayrılma işlemi ise, ölümün üstünden 7 gün geçtikten sonra yapılan"asıl ölüm ayini" ile gerçekleştiriliyor. Bu ayinin sonunda bedenden ayrılan ruh, suların altında yaşamaya gidiyor. Derinliklerde bir yıl bir gün kalan ruh, daha sonra "Wete Mo Nan Dlo" töreni sırasında yeniden geri çağrılıyor ve bir kavanoza konup ormana bırakılıyor. 16. yeniden doğuştan sonra ise bu ruh, Tanrı Djo ile birleşiyor ve her yeni doğan insana rehber olarak verilen "loa"ları üretiyor. Böylece voodooistler, ölümle sadece tanrılarına hizmet etmekle kalmıyor, onun yeniden doğmasını da sağlıyorlar. Tabii, böyle bir dini anlayışta, ölüm bir "son" değil, tam aksine "kutsal" bir göreve dönüşüyor. Voodoo dini, Afrika'nın batı sahillerindeki Benin (eski Dahomey), Nijerya ve Kongo bölgelerinde yaygın bir dinken, nasıl oluyor da 20. yüzyılda Karaibler'de, Amerika'nın kuzey sahillerinde ve Kanada'da ortaya çıkıveriyor ve giderek Haiti'nin resmi, ulusal dini haline geliyor ?





Bunu anlamak için 500 yıl kadar geriye, Batı ve Orta Afrika'nın günlük yaşamına kadar gitmek gerekiyor... O çağlarda bazı kabileler, kendilerini temiz tutabilmek için, belirli zamanlarda binlerce kabile üyesini zehirleyerek kurban ediyordu. Bu, temel olarak belirli bir nüfus planlaması gereğiydi ama, Goa adasında demir alan ilk köle gemileri bu geleneğe daha temiz ve karlı bir yol getirmişti... Tarihler 1503 yılını gösterdiğinde, Atlantik Okyanusu'nu aşan bu gemiler, o zamanlar adı San Domingo adası olan Haiti'ye ulaştılar. Köle ticareti böylesine karlı bir hale gelmişti ama, siyahi Afrikalıları köleliğe ikna etmek pek de kolay olmuyordu... İşte tam bu sırada "Zombi"ler de ortaya çıktı... 18. yüzyıla gelindiğinde, Haiti adasındaki köle sayısı 400 bini geçmişti. Başını Dahomey Kraliyet Ailesi'nin çektiği bu köle ticareti sonucu, büyük Afrika krallıkları bir bir yıkılmış, ve kıtanın nüfusu hızla azalmaya başlamıştı. Ancak, köle olarak satılan Afrikalıların çoğu zehir ve zombiler hakkında çok şey biliyordu ve tüm bu bilgileri kendileriyle birlikte Yeni Dünya'ya taşıyorlardı... Haiti'ye getirilen bu köleler arasında "Fon" ve "Yoruba" kökenli Voodoo inanışları da hızla yayılmaya başlamıştı. Bu Afrika dini, farklı dil ve inançlardaki Afrika'lıları birbirine bağlamakla kalmıyor, aynı zamanda bağımsızlık hareketinin de "motoru" haline geliyordu. Afrikalı köleler giderek "Ougan" denen şeflerin etrafında gizli cemiyetler biçiminde örgütleniyorlardı.

Gizli cemiyetler, Batı Afrika'nın en önemli sosyal gücüydü. Kölelerin gözetim olmaksızın toplanmasına izin vermeyen acımasız sömürge sahiplerine karşı direniş başlatabilmek için gizliliği de sağlamaları gerekiyordu. Bu nedenle, gizli şifreler, değişik el işaretleri geliştirdiler. Köle'ye talep arttıkça, sıradan Afrika'lıların yanı sıra iyi eğitim görmüş Afrika soyluları da bu kalabalığa eklendi. Bunlar, Arap öğretmeler tarafından askeri disiplin, tıp, büyü ve fizik konularında eğitim görmüş kişilerdi. Sonuçta da, eğitimli köleler içlerinden ayaklanma liderleri, gizli cemiyet başkanları ve Voodoo büyücüleri çıkardılar. Ne var ki, 1985 yılında, zencilerin bu faaliyetlerinden kuşkulanan beyazlar, "zenci toplantılarını ve danslarını" yasaklamakla kalmamış, "davul çalınmasını"da suç olarak kabul etmişlerdi. Köleler, batı ordularında görülen liderlerle kıyaslanabilecek güçlü kişilikler çıkaramadılar ama, bu ordular karşısında yenilmelerinin asıl nedeni başka bir unsurun yokluğuydu: Zehir... Ancak, Fransız Devrimi'nin dünyaya yaydığı bağımsızlık rüzgarları, bir süre sonra Haiti'de de ağırlığını hissettirmeye başlamıştı. Köleler önce şef Haalaou'nun önderliğinde isyan bayrağını açtılar. Haalaou, savaşa giderken kolunun altında beyaz bir tavuk taşıyor ve bu tavuğun ona tanrının isteklerini ilettiğini söylüyordu. Haalaou'nun öldürülmesinden sonra isyanın bayrağını devralan Toussaint Louverture'e de halk arasında "Siyah Spartaküs" adı takılmıştı... Kuşkusuz bu ayaklanmaların sonunda, Haiti hemen bağımsızlığını kazanamadı ama, beyazlar da önemli ödünler vermek zorunda kaldılar... Örneğin, köleler katolik kiliselerinde vaftiz olmaya hak kazanmışlardı. Bir köle için vaftiz olmak, günlük eziyetlerden az da olsa uzak bir hayat anlamına geliyordu. Kölelerin birçoğu vaftiz olmanın kendilerine rahibinkine benzer güçler kazandıracağını sanıyordu ve bunun için de vaftiz kuyruğuna giriyorlardı. Ancak, kısa sürede Fransızca'yı Batı Afrika dilinin kesik ritimlerine uyarlayan köleler, Katolik dinini isyan dinleri olan Voodoo ile özdeşleştirmekte gecikmediler. Örneğin, cennetin anahtarını elinde tutan Aziz Petrus'u Voodoo dininin "Legba"sı olarak kabul edip, her Voodoo ayininin başında onu çağırıyorlardı. "Syncretism" denilen ve "farklı din sistemlerinden alınan parçaların birleştirilmesi" demek olan bu uygulama, aslında maske takmaktan farksızdı ve köleler, geçerli olan bir dinin örtüsü altında kendi dinlerinin kurallarını uygulamayı sürdürüyorlardı.





Voodoo dini özellikle 1915-1934 yılları arasında adayı işgal eden Amerikan Deniz Piyadeleri döneminde kanlı bir baskı altına alınmıştı. Bu dönemde binlerce Voodooist, Amerikan askerleriyle işbirliği yapan yerli şefler tarafından öldürüldü. Voodoo dini ancak, 1957 yılında iktidara gelen Diktatör Duvalier döneminde yeniden soluk almaya başladı. Bu din Duvailer döneminde kağıt üzerinde yasaktı ama, diktatör, halkı baskı altında tutmak için Voodoo liderleriyle işbirliği yapıyordu. 1986 yılında Duvalier'in devrilmesinden sonra, iş başına geçen rejim Voodoo şeflerinin etkinliğini azaltmak için bu dini resmen yasallaştırma yoluna gitti.Ancak, arka planda "Bizango" adıyla örgütlenen gizli cemiyetler, bu dinin "resmi olmayan"kimliğini hala kontrol altında tutuyor ve sürdürüyorlar. Haitililer'in dedikleri gibi, bugün ülkenin yüzde 85'i Katolik ise, yüzde 110'u da Voodoo dini mensubu...

Günümüzde 2004 yılında Bağımsızlığının 200. yılını kutlayan 8 milyon nüfuslu Haiti'de Vodoo resmi din oldu. Başta Benin olmak üzere Güney Amerika'da mensupları bu

BAZI VODOO İNANÇ UYGULAMA VE BÜYÜLERİ

GELENEKSEL YÖNTEMLERLE BİR "ZOMBİ" YAPMAK

MALZEME


Bir yıldırımtaşı... Bu, yıldırım çarpması sonucu bir tepeden kopmuş ve bir yıl bir gün bekledikten sonra bir "houngan" tarafından dokunulmuş bir taş olmalı. (Eğer bu bulunamazsa, Kolomb öncesi dönemlerde Sarawak kızılderililerinin yaptığı bir balta sapı.)
Bir adet insan kafatası ve çeşitli kemikler.
Sebze yağı
İki adet mavi agamont kertenkelesi
Büyük bir kurbağa, (Bufo marinus)
Bir deniz yılanı (Polychaete solucanı)
Gülibrişim filizi
Bir çeşit ısırgan
İki adet (dişi olursa iyi olur) kirpi balığı, (Spheroeroides testudineus)
Tarantula, kırkayak ve beyaz ağaç kurbağası.




HAZIRLAMA


Zehir ya da "coup poudre", dişi kirpi balığının bol miktarda tetrodotoksin içerdiği Haziran ayında hazırlanmalı... Denizyılanı kurbağanın bacağına bağlanır ve bir kavanoza koyup gömülür. Kurbağa öfkeden ölür ve böylece zehirin yoğunluğu artar. Kafatası ile yıldırımtaşı, okunmuş yağ ile birlikte ateşe konur ve kararana dek yakılır. Tarifteki bütün hayvanlar kızartılır ve pişirilmemiş sebzelerle birlikte bir havanda ezilir. İnsan kemikleri yontulup sıyrılarak bu karışıma eklenir. Karışım ezilerek toz haline getirilir ve bir kavanoza konularak (tercihen kullanılan insan iskeleti ile birlikte bir tabutun içine koyarak) üç gün gömülü tutulur.

"Coup poudre" artık hazırdır...Seçilen kurbanın kapısının eşiğine bir haç şeklinde serpilmesi gerekir. Daha kesin bir yol ise, karışımı kişinin arkasına ya da ayakkabısına dökmektir. Kurbanınız o anda bir ölüden farksız olarak yere yıkılacaktır... Kurban gömülüp cenazeye gelenler dağıldığında, gece olması beklenir ve karanlıkta mezara gidilir. Davul çalarken ölen kişinin adı söylenir. Tabutun gömülü olduğu yer kazılır. Ceset, hemen cevap verecektir.

Şimdi, kurbanın biraz dövülmesi gerekecektir. Zombi, çok sakin bir yapıda olsa da, kabaca uyandırıldığı için aniden çıldırabilir. Ayrıca, kurbanın kontrolünü tamamen ele geçirmek için, "ti bon ange"sinin, yani kişisel ruhu ya da iradesinin hiçbir zaman onun vücuduna geri dönmeyeceği anlatılmalıdır... Dövme sırasında bazı "houngan"lar, "ti bon ange"yi cam bir kavanozun içinde alı koyabilirler. Aynı kavanoza bir böcek koyulması, kurbanın acısını daha da arttırır. Daha sonra zombi bir haçın altına getirilir ve yeni bir isimle -tercihen onu aşağılayan- vaftiz edilir. OOna zorla tatlıpatates püresi, böğürtlen şurubu ve "Datura stramonium" (Zombi salatalığı-Tatula) yedirilir. En sonuncusu, sanrılara neden olan ilaçların en kötülerinden biridir. Böylece, zihin karıştırma işlemi tamamlanmış ve zombi tamamen itaatkar hale gelmiş olur. Tatula, ruhsal çılgınlığa neden olduğu gibi, "atropin" de (hekimlikte de kullanılan bir uyarıcı madde) içerir. Bu madde tetrodotoksinin tek bilinen panzehiridir. Zombi artık işe gitmeye hazırdır. Günde ona sadece bir öğün yemek yedirilir ve asla tuz verilmez.




VOODOO TÖRENLERİNDEKİ TRANS, DANS ve RUHLAR...

Voodoo'da iyi ve kötü hep yan yana bulunuyor. Ancak, bunların birbirinden iyi ayırt edilmesi, birine ulaşmak için diğerini uzaklaştırmak gerekiyor. "Houngan" ya da "mambo"nun (eğer dişiyse) ruhsal bilgisi, ahlaki yönden bozuk doğaları düzeltiyor ve dengeyi sağlıyor. Bu doğrudan karşılaşma ise seremoni şeklinde yapılıyor. Voodoo ayinlerinin bazen doğaya hakaret eder bir tarzda olmasının nedeni de bu... Tıpkı, yenmesi güç buğdayın ezilerek, ekmek yapılacak un haline getirilmesi gibi. Bir voodooist için horozun başını koparmak, gerçek yüzü ortaya çıkarmak için maskenin çıkarılması ile aynı anlama geliyor. Voodoo seremonisinin sonundaki şarkı söyleme ve dans etme, bilerek doğallıktan çıkarılıyor, hatta çirkin bir hale getiriliyor. Başlangıçta, ritimler dinleyicileri transa geçmeye ve günlük kişiliklerinden kurtulmaya hazırlayacak şekilde ayarlanıyor.Ancak, gerçek sahip olma (possession) başladığında, davul, aynı kızgın bir gücün ani saldırısı gibi, son derece ritimsiz ve kontrapuantal bir şekilde çalmaya başlıyor...

Ritim bozulduğunda, yeni üyelerden biri veya daha fazlası ya da "hounsis", transı andıran bir şekilde dans edenlerden ayrılıp sallanarak doğal olmayan hareketler yapmaya başlıyor. Voodooistler bu durumu, "üzerine binilme" olarak açıklıyorlar; tıpkı, bir atın binicisi tarafından ele geçirilmesi gibi... Örneğin, eğer o ruh "Ogou Feray", yani ateşle ilgili bir savaşçı ruhuysa, kişi sıcak kömürleri eline atıp ağzına atabilir. Bu durum sona erdiğinde, üyeler gittikçe daralan daireler halinde dansa devam ederler ve en sonunda yere düşer ve bayılırlar. Bayılanlar, iyileştirilmek üzere tapınağın ana bölümünden dışarı götürülürler... Tüm bunlar, gecenin asıl gösterisinden önceki küçük bir gösteri (seremoniler her zaman karanlıkta yapılıyor) olarak yapılır. Bu, teker teker birkaç "loa" tarafından binilecek olan "houngan" ya da "mambo"nun törenidir. Bu olay sona erdiğinde, ruh toplananlara uyarılarda ve önerilerde bulunur.

Bazen, öbür taraftan gelen mesajlar, orada toplanan kişilerin sorularına cevap niteliği taşır; konular, ev inşasından ürünlerin ekilmesine kadar geniş bir yelpazeye yayılabilir. Ancak voodoo takvimi, yapılması gereken özel ayinlerle de dolu oluyor; örneğin, ruhların ıstırap yerinden kurtarılması gibi...Bu da bittikten sonra, dans ve rom içilmesi gün ışıyana kadar devam ediyor...

WOODOO BÜYÜLERİ

İŞ KONUSUNDA NASIL ŞANS ELDE EDECEKSİNİZ ?





BİRİNCİ BÜYÜ : Kırmızı bir soğanın ortasına bir delik açıp içine sülfür doldurun. Bir naylon poşetle sarıp cebinize koyun ve iş görüşmesi sırasında tam siz konuşurken cebinizdeki soğanı sıkın. Artık iş sizindir.

İkinci Büyü : Görüşmeye gitmeden önce bir mendilin içine üç tuz tanesi koyup cebinize yerleştirin. İşyerine vardığınızda yalnız kalana dek bekleyin veya sizinle görüşecek kişinin ilgisini başka bir yöne çekin ve tuzu odanın kuzey köşesine fırlatın. Üç gün içinde iş sizin olacak.

MÜŞTERİLERİ NASIL İKNA EDECEKSİNİZ ?

Birinci Büyü :Sabahın erken saatlerinde kalkıp Aziz Peter adına beyaz bir mum yaktıktan sonra, biraz maydanoz ve kekik alın, ve bu otları karıştıraraktan işyerinizin etrafında bir tur dönün (başladığınız nokta işyerinizin önü olmalı) daha sonra yine otları bir yandan karıştırarak işyerinizin etrafında geri geri bir tur atıp tekrar başladığınız noktaya dönün. Daha sonra bu yeşil karışımı tam işyerinizin önünde yakın. Bütün bunlar müşterilerinizi ikna edecektir.

İkinci Büyü :Bu ayin işyerinizden çok evinizde yapılırsa başarıya ulaşır: Sabahın erken saatlerinde kalkın ve tütsülenmiş sülfür ve şeker karışımını yakın. Güneş doğarken Doğuya bakın ve müşterilerinizin ikna olması için yalvarın.

Üçüncü Büyü: Mezarlığa gidin ve dokuz avuç dolusu pislik toplayın. Eve dönün, ve bu pislikleri kükürt, sülfür, kırmızı biber ve tuzla karıştırın. Bu karışımı yakın ve müşterilerinizin ikna olması için yalvarın.

GARANTİLİ BARIŞ VE MUTLULUK NASIL SAĞLANIR?


Birinci Büyü :Toz halinde ejderha kanını* alıp şeker ve tuzla bir kutu ya da bir şişede karıştırın. Üstünü kapatın ve saklayın. Kimse onu bulmadıkça huzur ve barış sizinle olacak. *ağaç veya meyvadan çıkan koyu kırmızı bir cins sakız.

İkinci Büyü :Evinizde daima beyaz mumlar yakın.




BİR DAVA NASIL KAZANILIR ?


Diyelim ki Jüri on iki kişiden oluşuyor. İki kağıt parçası alıp altı jüri üyesinin ismini birine, kalan altı jüri üyesini de diğer kağıt parçasına yazın. Bu kağıt parçalarını katlayın ve ayakkabınızın içine koyup davaya öyle gidin. Jüri sizin lehinize karar verecek.

BİR ERKEĞİ NASIL ETKİLERSİNİZ ?

Birinci Büyü : O kişinin bir tutam saçını ele geçirip küçük bir giysi parçasının içine sardıktan sonra ayakkabınızın dibine yerleştirin. Size kendi ayaklarıyla gelecek.

İkinci Büyü :Portakal suyu, gül suyu ve baldan oluşan bir karışım yapın. Dokuz küp şeker alın ve bu şekerlerin her birine önce onunkini sonra da kendi isminizi yazıp bir önceki yaptığınız karışıma ekleyin (bu eklemeden sonra ortaya çıkan karışım sulu olmamalıdır.) Son olarak her gün pembe bir mumu bitene dek bu karışımın içinde yakın. Bu sonuncu işlemi dokuz gün boyunca yapmalısınız.

Üçüncü Büyü :Koltukaltı ve kasık bölgenizden biraz tüy elde edin ve bunu taze kahveyle karıştırın. Bu karışımı azar azar dökerek şekerli bir kahve hazırlayın ve ona bunu içirin. Size aşık olacak!

HERHANGİ BİR İNSANI NASIL ETKİLERSİNİZ ?

Ayağınızın derisi yumuşayana kadar sıcak suyla yıkayın. Ayağınızdan biraz deri kopartın ve bunları ısıtarak kurutun sonra da toz haline getirin. Etkilemek istediğiniz kişinin içeceği herhangi birşeye bu tozu karıştırırsanız peşinizden ayrılmayacaktır.




BİR ERKEĞİ NASIL KENDİNİZE BAĞLARSINIZ ?


Birinci Büyü : Uyurken ökçesinden biraz deri kazıyabilirseniz bu deriyi kapı eşiğinde yakın. Sizden ayrılamayacaktır.

İkinci Büyü: Sıkça kullandığınız kemerlerinizden birini alıp bir ağaca bağlayın. Bu ağacın çok yakında olmasına özen gösterin çünkü kocanızın/sevgilinizin ilgisi bu kemerin bağlı olduğu yerin etrafında sınırlanacaktır.

Üçüncü Büyü: Sol koltuk altınızdan ve kasığınızın sağından keseceğiniz biraz tüyü yakın ve bunu yaparken kocanızın ya da sevgilinizin size bağlı kalması için yalvarın. Sonra bu yaktığınız tüylerden geri kalan külleri iyice dövüp toz haline getirin ve onun yemeğine karıştırın.

BİR KADINI NASIL KENDİNİZE BAĞLARSINIZ ?

Kadının sütyeninden ya da kombinezonundan şerit şeklinde bir parça kumaş ele geçirin. Bu kumaşa dokuz gece boyunca her gece bir düğüm atın ve cebinizde taşıyın, böylece onu da kendinize düğümlemiş olursunuz.




SEVDİĞİNİZ KİŞİYİ GERİ KAZANMAK İÇİN NE YAPMALISINIZ ?


Birinci Büyü: Onun bir resmini alın ve dört raptiye ile karyolanızın başucuna asın. Öyle ki resimdeki yüz karyolanın içinden uyuyan kişiye, yani size bakıyor olsun. Bu onun aklından hiç çıkmamanızı sağlayacak.

İkinci Büyü : Onun bir fotoğrafını alıp bir sehpanın üzerine baş-aşağı gelecek şekilde koyduktan sonra, bu resmin üzerinde sabah ve akşam olmak üzere üçer saat boyunca kırmızı mumlar yakın. Bunu altı gün boyunca sürdürün. Daha sonra resmi düz çevirip bu mum yakma ayinine üç gün daha devam edin. Geri gelecektir.

Üçüncü Büyü : Onun bir fotoğrafını alıp içinde su olan küçük bir bardağın üzerine koyduktan sonra bu bardağı yatağınızın altına yerleştirin. Bu onu sizin yatağınıza çekecektir.

Dördüncü Büyü : Günbatımından sonra o kişinin ismini dört kağıt parçasınada yazarak evinizin dört köşesine yerleştirin. Yatmadan önce kağıtları toplayın ve yastığınızın altına koyun. Sekiz gece boyunca her gece, onun ismini bu dört köşede bulunan dört kağıda yazın ve onlarla beraber uyuyun. Geri gelecektir.


********************
*********************
**********************


BİLGİ OLSUN DİYE EKLEDİM DENEMEYE KALKMAYIN SAKIN

 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Namba Dini


Namba Dini Güney Pasifik ' te Malekula adasında yaşayan İlkel Nambalar kabilesinin dinidir. Namba ' lar kabile erkeklerinin cinsel organlarını örtmek için kullandıkları püsküle”namba” denildiğinden dolayı bu ismi almışlardır ve ilkel bir yaşam sürerler. Kabile Büyük ve Küçük Namba ' lar olarak iki gruba ayrılırlar.


Namba ' lar, tabiat üstü güçlere inanmaktadırlar. Bunların en üstünde, her şeyin yaratıcısı ve yönlendiricisi “ Tana” adı verilen bir yüce kudrete inanmaktadırlar. Bunun yanında “iyi ve kötü ruhların” her zaman kişilerin çevresinde bulunduğu ve her davranışı kontrol ettiğine inanırlar.


Hastalık bela ve ölümlerin sebebi”kötü ruhlardır”. Kişinin hastalanması; vücuduna “kötü ruhun” girmesiyle, kabile törelerine uymamakla veya kabile reisine saygısızlıkla açıklanmaktadır. Ölüm, kötü ruhların en ağır cezası olarak değerlendirilmektedir. Ölüm törenleri sıradan insanlar ve kabile reislerine göre farklılık göstermektedir. Reislerin iskeleti gömülmeden bırakılmaktadır. Ölümden sonra yüz gün süreyle yas tutulmaktadır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Şamanizm


Şamanizm, insanlığın belki de en eski dinlerinden biridir. Temel olarak sihir ve büyüye dayanır. Her hangi bir kurucusu veya kutsal kitabı olmadığı gibi ortaya çıkış tarihi de belli değildir.Şamanizm ' in köken olarak anaerkil dönemde ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.. Yakutlarda erkek Şamanlar özel cübbeleri bulunmadığı zamanlarda kadın entarisi giyerek ayin yaparlar. Şamanların çoğunun saçlarını uzatma nedenlerinden biri de budur

İnanç ve İbadetleri


Şamanist inanca göre dünya, gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılır. Altay Türklerine göre "Aydınlık Alemi", yukarıdaki dünyayı yani gökyüzünü Tanrı Ülgen'le ona bağlı iyi ruhları temsil eder.Yeryüzünü, yani "Orta Dünya"yi insanlar oluşturur. Yer altı dünyası olan "Aşağıdaki Dünya"yı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhlar oluşturur. İyi ruhlarla ilişki kurup, iyilik yapan Şamanlara ak-Şaman, yeraltı ruhlarıyla konuşup, Erlik 'in hizmetinde olanlaraysa kara-Şaman denir.

Eski Türklerin de inandığı din Şamanizm ' di. Bu Şamanizm,Yakutlar ve Altaylar'da yaşayan ilkel Şamanizm aşamasını bir süre sonra geride bırakmış, gelişmişti. Avcılık ve ilkel tarımla dar bir bölgede yaşayan boyların inanışlarıyla, büyük devletler kuran, Çin Duvarı ' yla Bizans arasına yayılmış halkların inanışları aynı kalmamıştı.

Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre eski Orta-Asya Şamanizm ' inin temelleri Gök-Tanrı, Güneş, yer, su, atalar ve ocak (ateş) kültleridir.Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır. Evren,dünya,insan,hayvan ve bitkiler alemi bir bütün olarak düşünülür. Dünya ve Gök,yaratma eylemini birlikte işbirliği halinde gerçekleştirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından ötürü kutsaldır. İşte bu yüzden Asya 'nın Şamanist göçebe halklarında Gökle Yer Su'yu sayma ve bunlara saygı gösterme, bu göçebe halkların inanışlarının özünü oluşturmaktadır. Dağın eteğinde ya da zirvesinde, nehrin ya da gölün kıyısında, yolun ya da atın bağlandığı direğin yanında, bir göçebenin kutsamayla eylemleri, tüm yaşamın ortak bir bilinci paylaştığı doğaya dönüktür.

Şamanlıktaki bir diğer inanışta, insan neslinin sonsuz bir şekilde devamlılığı düşüncesi. Şamanist olan birisi kendini, baba, dede, ve atalarına ait olan bir hayatın devamı olarak görür, bunları bilir ve sayar (Atalar kültü). Bununla birlikte, söz konusu bu insan aynı zamanda kendi geleceğini de sonraki nesillerde görmektedir, ki bu durum varoluşun ana anlamıdır. Bundan dolayı bu insanin görevi çocuk ve torunlarına toplumun en iyi yanlarını aşılayarak yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır


Şaman Kimdir? Kimler Şaman Olabilir?


Şaman dininin ayin ve törenlerini yapan, ruhlarla insanlar arasında aracılık eden kişiye Şaman denir. Şaman sözcüğü Türkçe kökenli değildir. Türkler Şaman yerine kam sözcüğünü kullanırlardı. Avrupa'da 18.yüzyılda kabul edilen Şaman sözcüğü, Rusların, Kuzey Sibirya'da Tunguzlardan öğrendiği bir sözcük. Aslında bu sözcüğün kökeni hâlâ tartışmalı. Bazı bilim adamları sözcüğün Pali dilinde bulunan "şamna" olduğunu, Sanskritçe'de bulunan "çramana" ile aynı kökten geldiğini ileri sürüyorlardı. Bazıları da bu sözcüğün Mançu ' ca olduğunu,"zıplayan,dans eden" anlamına geldiği görüşündeler. Bir başka teori de Şaman sözcüğünün Buda inanışına ait bir sözcük olduğudur. Firdevsi'nin sehname'sinde geçen "Semen" (Buda rahibi) sözcüğü dolayısıyla Şaman sözcüğünün Hindistan kökenli olduğu söylenir.

Kasgarlı Mahmut'tan öğrendiğimize göre kamlar, Müslüman Türkler zamanında da unutulmuş değil. Divan-i Lugat-it Türk'te "Kamlar kamik arvisti: kamlar (ayin sırasında) anlaşılmayan bir takım sözler söyledi." gibi cümlelere rastlanmaktadır. Benzer biçimde Balasagunlu Yusuf Has Hacib, "Kutadgu Bilig" adli eserinde kamlarla hekimleri (otacıları) bir tutmuş, ikisini de insanlar için yararlı isler yapan kişiler olarak göstermişti. Bir yerde söyle der: "Kerek tut otaçi, kerek kam, öligligke her giz asig kilmaz em. (Gerek hekim tut, gerekse kam, eceli gelene ilaç fayda etmez.)

Şaman (kam), tanrılar ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapma gücüne sahip olan kişidir. İnsan, ufak tefek ruhlara, aileyi koruyan ateş ve iyi yer-su ruhlarına bizzat kurbanlar ve saçılar sunabilirse de, kuvvetli, hele kötü ruhlara doğrudan başvuramaz. Kötü ruhlar insanların en büyük düşmanlarıdır. İnsanlara ve hayvan sürülerine hastalık göndermek suretiyle kurban isterler. Bunların istediklerini yerine getirmek gerekir. İnsanlar onların ne istediklerini bilmezler. Ne istediklerini ancak gücünü göklerden ve atalarının ruhlarından alan Şamanlar bilir.

Şamanlık bilgisi öğrenmekle elde edilemez. Şaman olmak için belli başlı bir Şamanın neslinden olmak gerekir. Kimse Şaman olmayı istemez, ancak geçmiş ataların ruhundan biri, Şaman olacak torununa musallat olur; onu Şaman olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar "töz basıp yat" (ruh basıyor) derler. Ata ruhu musallat olan adam Şamanlığı kabul etmezse deli olur.




Şaman Davulu



Bugün Rusya Federasyonu içinde yer alan Hakasya 'da Şamanizm hâlâ canlı tutuluyor. Hakasyalı bir araştırmacı olan Katanov, Minusinsk Tatarlarından aldığı bilgilere göre Şaman davulunu anlatır. Buna göre davulun önemli üç bölümü vardır: içi, dışı ve tokmağı.

Davul, bir arşın çapındadır. İskeleti genellikle sepet yapımında kullanılan söğütten yapılır ve at derisiyle kaplanır. Davulun içinde dikey olarak duran sapı genellikle kayın ağacından yapılır. Sapta mars denilen, kamın yer altı dünyasında yaşayan erliklerin lideri Erlik Han 'a ulaşmasını sağlayan on iki delik bulunur.

Deliklerin arasındaki kabartmalar, kamın uçarak ya da yürüyerek geçmek zorunda olduğu dağ sıralarını temsil eder. Sapın üst kısmında, enlemesine kamın kendisinin ya da hastasının düşmanlarını püskürttüğü yay kirişi olarak adlandırılan sopa bulunur.

Bu demir sopaya hastanın içindeki kötü ruhları kovan on sekiz kadar demir çıngırak bağlanır. Ayrıca, kamın habercilerini temsil eden iki çan da demir sopaya bağlanır. Davulun üst kısmında hastanın düşmanlarını temsil eden dört ya da altı demir kanca tutturulmuştur. Demir sopaya kamın kudretini simgeleyen bez parçalari asılır. Bu bez parçaları genellikle kamın hastaları tarafından bağlanır. Erlik Han'a herhangi bir hayvan adandığında bu hayvana demir sopadan alınan iki üç bez parçası bağlanır. Adak hayvanın boynunda asılı duran bu bez parçaları onu kötü güçlerden korur.

Davulun üst kısmında yedi renkli gökkuşağı tasvir edilir. Gökkuşağının iki ucundan da, iki geniş kare şeklinde merdiven sarkar. Bu merdivenle kam, Kan Kuday'in huzuruna çıkmak için gökyüzüne yükselir. Kan Kuday'in önünde beyaz boyayla çizilen iki kayın ağacı vardır. Kam, gökyüzüne yükselerek Kan Kuday'dan hastayı iyileştirmek ya da ya da öldürmek için emir alır. Gökkuşağının altında ışık saçan iki daire vardır. Ayrıca 14-18 kadar yıldız bulunur. Merdivenin üst kısmındaysa beyaz renkle yedi dağ kızı resmedilmiştir. Bu kızlar eğer ruh erkekse onu uzaklaştırmada kama yardım ederler. Kız figürlerinin yanında iki kuş tasviri vardır. Kam bu iki kuşla göğe yükselir. Davulda bundan başka kırmızı renkte at, süvari ve keçi bulunur. Kızıl at üzerindeki Kızıl süvari, erliklerden biri olan Kızıl adakların basında gider. Beyaz renkle çizilen beyaz at üzerindeki atlı Kuday'a gider. Davulun ortasındaki üç çizgi bu dünya ile öte dünyayı ayıran bir tabakadır. Davulun alt tarafında, kutsal koyunları himaye eden kurbağa resmi vardır. Ayrıca on sıradağın ardında, kara ve altın denizin kıyısında yaşayan hayvanları sulamak için altın oluğu ve at bağlamak için altın direkleri bulunan Erlik Han ' ın kötü ruhları yargıladığı yere götüren yılan ve kertenkelenin resmi yer alır. Bu deniz doğudadır, kurbağa, yılan ve kertenkele, koyunlara dokunmak isteyen kötü ruhları korkutur. Aynı şekilde su iyelerini temsil eden iki balık tasvir edilir. Balıkların iç hastalıkları iyileştirdiğine inanılır. Eğer kam kötü ruhlardan daha güçlüyse onları dağ ruhlarının Haninin yaşadığı dokuz denizin sonuna kadar sürebilir, eğer kam zayıfsa, yolun yarısından döner ve balık hastayı yeniden alt eder. Bunun dışında davulun üzerinde kötü ruhların yaklaştığını kama haber veren kara ve ala renkli iki köpek resmi vardır.

Davulun alt tarafında yedi at ve yedi insan tasvir edilir. Bunlar Erlik Han ' ın hizmetçileridir. Bütün kötülükler yeraltı dünyasında yasayan Erlik Han'dan kaynaklanır. Davulda yine kırmızı renkle kama kamla mayi öğreten kam resmedilmiştir. Öldükten sonra kaynayan denize doğru gittiği düşünülen kam tasvirinin uyuz hastalığını tedavi ettiğine inanılır. Davuldaki tavşan resmi, kamın aletlerinin koruyucusunu simgeler.



Davulun üzerinde "meme" diye adlandırılan altı kabartı vardır. Bunlar kamın aletlerinin koruyucusu sayılan ruhu besleyip koruma işlevini üstlenir.

Bir önemli öğe de tokmaktır. Tokmak, ya tavşan derisiyle kaplanarak söğüt dalından; ya geyik kemiği ya da boynuzu ya da kayın ağacından yapılır. Tokmağın sapına hastaya gelen kötü ruhları kovmak için kamçı görevi üstlenen bez ve deri parçaları yapıştırılır.

Şamanlar ayin yapmak için davul kullanırlar; fakat zaman zaman bunun yerini kopuzun aldığı da görülmüştür. 11.yüzyıl tarihçilerinden Gardizi, eski Yenisey Kırgızları ' nın Şaman ayinlerinde saz çaldıklarını söyler. Eski Oğuzlarda, İslam ' ın kabulünden sonra Şaman geleneklerini sürdüren ozanlar kopuzu kutsal saymışlardır. Sözgelimi, Dede Korkut her öykünün sonunda kopuzuyla gelir, ad verirken, dua (alkış) ederken kopuz çalar.

Şaman davulunun asıl kısmı olan ağaç ve demir parçalar asla değiştirilmez. Derisiyse değiştirilebilir. Biri ölen evde bulunan davul, Erlik'in elçisi Aldaçi'nin yaklaşmasıyla kirlenmiş ve kuvvetini kaybetmiş sayılır. Kirlenmiş ve kuvvetini kaybetmiş davulların derisi derhal değiştirilir. Tedbirli davranmak isteyen Şamanlar ve ev sahipleri, hastanın öleceği anlaşıldığı zaman Şamana ait eşyaları evden çıkarırlar.




Her davul Şamanın ölümünden sonra ormana götürülüp parçalanır ve bir ağacın dalına asılır. Şamanın ölüsü de bu ağacın dibine gömülür.

Şaman Giysisi


Şaman için davuldan daha önemli bir şey varsa o da Şaman giysisidir. Geleneğe uygun bir elbise hazırlamanın zor geldiği kamlar, ruhların özel izinleriyle birkaç yıl cübbesiz ayin yaparlar. Fakat cübbesiz kamlar kötü ruhlara karşı fazla cesaret gösteremezler. Bunun için kamlar ne yapıp edip Şaman kıyafeti edinirler. Şaman, cübbe ve davulunu kendi arzu ve isteğiyle değil, hizmetinde bulunduğu ruhun emir ve ilhamına göre yaptırır. Cübbe ve davulun nitelikleri ve biçimi, süsleri bütün ayrıntılarıyla bu ruh tarafından belirlenir. Ruhun istediklerinden en ufak biri bile eksik kalsa cübbe ve davul ayin yapmaya yaramaz. Giysi hazırlandıktan sonra özel bir törenle ruhların beğenisine sunulur.

Şaman cübbesi gelenek olarak otuz parçadan yapılmış sayılsa da gerçekte altmışa yakın çok çeşitli parçaya sahiptir. Cübbenin asıl kısmı maral ya da beyaz koyun derisinden yapılan ceketten ibarettir. başka parçalar bu cekete dikilir. Bu parçalar Şamanların ruhlar dünyasında bulunduğunu düşündüğü varlıkların sembolleridir. Sözgelimi cübbenin yakasından sallanan dokuz küçük kukla Ülgen'in dokuz kızını, küçücük cübbeler onların elbiselerini temsil eder. Kötü ruhlarla mücadelede kullandığı "manevi" yayın ve diğer silahların sembolleri, küçücük yay ve çıngıraklardır.Kötü ruhların fısıltılarını dinlemek için kulak, ay, güneş yıldızlar, Erlik dünyasında yaşayan kurbağalar, yılanlar cübbede tasvir edilir.

Şamanın cübbesiyle birlikte külahı (börk)da hazırlanır. Külahın esas kısmı üç karış uzunluğunda kırmızı kumaştan olur, etrafına da üç tane düğme konur. Astarı kaba ve adi kumaştandır. Külahın üç yerine vaşak derisi dikilir; bunlardan biri göz, biri alın ortası biri de ense hizasına konur. Böylece Külahın üç kısmı olur ki buna "üç üyelüü kuspörük" (üç boğumlu kuskülah) denir.Göz üzerindeki kısma türlü türlü boncuklardan diziler konur. Her dizide beş boncuk ve ucunda bir yılan başı bulunur. Dizilerin sayısı 5,9 ya da 16 olabilir.



Günümüzde Şamanizm ve Diğer Dinlere Etkileri


Kitaplı dinler olarak kabul edilen dinlerin hiçbiri eski yerel inanışların etkisinden kendilerini arındırabilmiş değil.Dünyanın her yerindeki Hıristiyanlığın ya da Müslümanlığın farklı olmasının en önemli nedenlerinden biri eski inanışların bu dinlere eklenmiş olması.

İslam dinini kabul etmiş Türkler için de bu durum geçerliliğini korumakta.Türklerin inanışlarında bugün bile Şaman geleneğinin izlerini görmek olası. Müslüman olan Oğuzlar, Dede Korkut öykülerinden anlaşıldığına göre Şaman geleneklerini korumuşlardı. Matem töreninde ölünün bindiği atin kuyruğunu keserek kurban etmek, ağacı kutlu saymak gibi gelenekler bunlardandır. Ayrıca uzun ömürlü olması, daha önce ölen çocuklar gibi ölmemesi için çocuklara Yasar, Durmuş, Duran,Satılmış, Sati gibi isimlerin konması, türbelere adak adanması, dilek ağaçlarına çaput (bez parçası) bağlanması gibi adetler bu kapsamda değerlendirilir.

Şamanizm günümüzde Türkler ve diğer Orta Asya halklarının hayatını değişik oranlarda etkilemeye devam etmekle birlikte halen Orta Asya ' da başlı başına bir din olarak devam etmektedir. Tatarların bir kısmı Özellikle Hakasya Türklerinin hemen hemen tamamen Şamanisttir. Günümüzde Rusya, Moğolistan, Tacikistan,Kazakistan gibi ülkelerde Şamanist topluluklara rastlanmaktadır. Sayıları gittikçe azalmakla birlikte günümüzde yaklaşık olarak 650.000 kadar taraftarı olduğu tahmin edilmektedir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Ainu Dini

Ainu Dini tipik bir kabile dinidir. Ainular , Japonya'nın kuzeyindeki adalarda yaşarlar Diğer kabile dinlerinde olduğu gibi evrensel değildir,sadece kendi kabilesi tarafından inanılır,herhangi bir kutsal kitabı veya kurucusu yoktur.



Ainular göğün en yüksek bulunduğunu kabul ettikleri "Kando-kora Kamui" dedikleri bir yüce Tanrı'ya inanırlar. Çok uzakta kabul ettikleri bu yüce varlıktan başka çok sayıda Tanrı ve ruhlara saygı gösterirler. Bu ruhların bazılarının iyi bazılarının kötü olduğunu kabul ederler. Bunun sonucu, fetiş kullanma ,fal,cin çıkarma,büyü, atalara tapınma,bu dinin nitelikleri arasında göze çarpmaktadır.Ainular, ahirete ve Yüce Tanrı önünde muhakemeye inanırlar.


---------------------------------------------------------------

Ga Dini




Ga Dini Gana ' nın başkentinin yakınlarında yaşayan Ga ' ların inandığı kabile dinidir ve mahalli bir özelliğe sahiptir evrensel değildir. Ga Dini ' nin kutsal bir kitabı veya yazılı bir kaynağı olmadığı gibi din kurucusu da yoktur.

Ga ' lar tabiata ve insan işlerine etkili çok sayıda ruh ve kuvvet bulunduğuna inanırlar; ancak bunlara tapınmazlar. Onlar “Naa Nyonmo” dedikleri çok güçlü bir varlığa inanırlar.O , gökte yaşar.Her şeyi yaratan O ' dur. Ancak Naa Nyonmo ' nun yaşadığı kutsal yeri ve rahipleri yoktur. Ga ' ların başka tanrıları da vardır. Onlar için hazırlanmış kutsal yerleri ve görevli rahipleri bulunmaktadır.



-------------------------------------------


Dogon Kabilesi ve Dinleri

Dogon kabilesi Afrika'nın Mali cumhuriyetinde yaşar. Kabilenin nüfusu 250.000 civarındadır. Dogonlar hakkında en fazla araştırma yapmış ve Dogon kültürünü Batı'ya tanıtmış etnolog Marcel Griaule'dür. Totemleri bulunan ve inisiyatik bir örgütlenmesi olan bu kabile, tradisyonlarını sözlü aktarım yoluyla sürdürmüştür. Tradisyonlarındaki astronomi bilgileri, özellikle Sirius sistemi hakkındaki bilgileri tüm astronomları şaşırtmıştır.

Afrika kabilelerinin çoğunda olduğu gibi Dogonların geçmişi de oldukça karanlıktır. Dogonların şu anda yaşadıkları Bandiagara Platosu’na 13. ve 16. yüzyıllar arasında yerleştikleri tahmin edilmektedir. İnsanbilimcilerin çoğu Dogonları “ilkel” olarak tanımlasalar da Dogonlar batı teknolojisine karşı olan ilgisizlikleri bir yana zengin ve bir o kadar da karmaşık bir dine ve yaşam felsefesine sahiptirler.

Dogonlar’ın ünü ortaya attıkları ilginç ve şaşırtıcı iddiadan ileri gelmektedir. Bu Batı Afrika kabilesi atalarının dünyadan 86 ışık yılı uzaklıktaki Sirius yıldız sisteminden gelen uzaylılar tarafından eğitildiklerine inanmaktadır. Bu kadar ilkel ve her şeyden uzak bir biçimde yaşadıkları halde gökbilim alanında olağanüstü ayrıntılı bilgiye sahip olmaları da bu iddialarını desteklemektedir. 1931 yılında Fransız insanbilimcileri Marcel Griaule ve Germaniae Dieterlen Dogonlar’ı geniş çapta incelemeye karar vermiş ve 21 yıl boyunca Dogonlar’la yaşamışlardır. Bu iki insanbilimcinin araştırmaları Dogonlar hakkında pek çok bilinmeyenin keşfine olanak sağlamıştır.



Dogon’ların Gizemi

Orion yıldız kuşağının hemen yanında bulunan ve Köpek Yıldızı olarak da bilinen Sirius yıldızı ve onun çevresinde döndüğüne inanılan yıldız ve gezegenler Dogon mitolojisinin temelini oluşturmaktadır. Dogonlar Sirius yıldızının en parlak yıldız olduğunu Sirius’un yanında çıplak gözle görülmeyen küçük yoğun ve sönük bir yıldızın daha bulunduğunu ve bu yıldızın tam konumunu biliyorlardı. Potolo olarak adlandırdıkları bu yıldızın dünyada bilinen tüm maddelerden daha ağır bir maddeden oluştuğuna ve Sirius’un çevresini 50 yılda döndüğüne inanmaktaydılar. Oysa ki batılı gök bilimciler 19. yüzyılın ortalarına kadar Dogonlar’ın bahsettiği bu soluk yıldızın varlığından bile habersizdiler. 1862 yılında Amerikalı gök bilimci Alvan Graham Clark yeni bir teleskopu denerken bu yıldızı keşfetmiş ve Sirius B ismini vermiştir. Ayrıca 1920’lerde ortaya çıkmıştır ki Sirius B bir “cüce yıldız”dır. Cüce yıldızlar oldukça soluk ışıklı küçük fakat yoğun yıldızlardır. Sirius B gerçekte Dünyadan daha küçük olmasına rağmen tıpkı Dogonlar’ın belirttiği gibi o kadar yoğundur ki kendisinden alınan bir çay kaşığı dolusu madde 5 ton ağırlığına gelir.

Daha da ilginci Dogonlar’ın bilgilerinin sadece bununla kalmayıp aynı zamanda modern dünyamızda ilk kez Galileo tarafından gözlemlenen Jüpiter’in dört uydusundan ve Satürn’ün yalnızca teleskopla görülebilen halkalarından da haberdar olmalarıdır. Dogonlar ayrıca sayısız yıldızın varlığına ve Dünyanın da içinde yer aldığı Samayolu’nun sarmal bir gücü olduğuna inanıyorlardı.

Dogonlar sahip oldukları bilgilerin çoğunu sembollerle anlatmışlardır ve bu sembollerinin temelinde Nommo'lar diye adlandırılan ve dünyayı uygarlaştırmak için uzaydan geldiğine inanılan hem karada hem de suda yaşayabilen varlıklardır. Dogon rahiplerine göre eski zamanlarda Sirius sistemindeki bir gezegenden dünyaya inen Nommolar sahip oldukları bilgileri o zamanki rahiplere öğretmiş onlar da bunları yeni kuşaklara anlatmışlardı. Nommolar dünyanın yaratıcıları olduğu kadar insanoğlunun ataları ve ruhsal ilkelerin koruyucuları “yağmuru yağdıran güçlerin ve suların mutlak sahipleri” idi.



Dogonlar üzerinde araştırma yapan Amerikalı bilim adamı Robert Temple bir Nommo uzay gemisinin gelişini ve dönerek yere inişini simgeleyen resimler bulmuştur. Geminin Dogon ülkesinin güneydoğusuna indiği söyleniyordu. Dogon rahipleri geminin inişini tanımlarken onun kuru toprağa indiğini ve oluşturduğu girdap dolayısıyla bol miktarda toz kaldırdığını anlatmaktadırlar.

Dogonlar da Sirius’lu gezginlerin bir gün geri döneceğine inanmaktadırlar: “Göklerde bir yıldız belirecek ve bu Nommo’nun yeniden dirilişinin işareti olacak.” der bir yazıt .

Dogonlar ve Sirius yıldızıyla aralarında kurdukları bağ UFO araştırmacılarının olduğu kadar yaratılış teorisyenlerinin astronomların ve bilim adamlarının da ilgisini çekmiş bu kabilenin kökenleri ve sahip oldukları derin astronomi bilgisine nasıl ulaştıkları hakkında pek çok araştırma yapılmıştır. Arkeolog-yazar Erich Von Daniken Dogon inançlarını kabullenmiş ve bu bilgileri geçmişte dünya dışı varlıkların dünyamızı ziyaret ettiğinin kesin bir kanıtı olarak yorumlamıştır. Gerçekten de “ilkel” Dogonlar’ın yüzyıllardır sahip olduğu bilgileri bilim henüz yeni yeni keşfetmektedir. Bunun son örneği Dogonlar’ın Sirius siteminde Emme Ya adını verdikleri ve Nommoların gezegeni olduğunu söyledikleri üçüncü bir yıldızın varlığından bahsetmeleridir. Bunun Popola (Sirius B)’dan dört kez daha hafif olduğunu yine Sirius B gibi 50 yıllık bir zamanda daha geniş bir yörünge çizdiğini ve her ikisinin çapları arasında bir dik açı oluştuğunu belirtiyorlar ve Emme Ya’nın bir de uydusu olduğunu söylüyorlar. Hakikaten de Dogonlar’ın Emme Ya’sı vardır ve o astronomlar tarafından ancak 1995 yılında keşfedilmiş olan Sirius C yıldızıdır! İşte bu Nommoların yaşadığı yıldızın keşfidir..



Nommo'nun gemisi

Nommo’nun Gemisi, Mali Cumhuriyeti’nde yaşayan Dogon yerlilerinin mitolojisinde Sirius yıldız sisteminden Dünya gezegenine “gönderilenler”i ifade eden bir terimdir.

Nommo’nun gemisi terimi, Dogon inanışında, kimi zaman Sirius sisteminden Dünya’ya gelen maddi bir uzay gemisinden söz ediliyormuş gibi, kimi zaman da manevi anlamlar içeren bir sembol olarak kullanılmaktadır.

Kuşaktan kuşağa aktarılagelmiş Dogon tradisyonuna göre, bu gemi, insan soyunun birer imalat olan atalarını içermektedir. Fakat atalar gemiye insan formunda değil tohum halinde koyulmuşlardır; geminin Dünya’ya iniş yolculuğu boyunca, embriyonun, insan cenininin ana rahminde geçirdiği oluşum evrelerini andıran çeşitli dönüşüm evreleri geçirirler ve gemi yeryüzüne konduğunda gemiden insan biçimine gelmiş olarak çıkarlar. Altmış bölmeli bu gemi yalnızca ataları değil, yirmiiki kategoride sınıflanan “yaratılış unsurları”nı ve “kelâm”ı da içerir. Gemideki bölmelerde tüm varlık türleri ve “oluş usulleri” vardır; fakat bunların yalnızca bir kısmı yeryüzüne indirilmiştir, dolayısıyla insanlar yalnızca bir kısmını bilmektedir.




Dogon İnanışları

Dogon tradisyonunda Nommo’nun gemisiyle ilgili olarak belirtilen inanışlar şöyle özetlenebilir:

* Tanrı Amma dört erkek insanı dört unsurdan oluşturdu.
* Amma bu dört erkek insanın dişi ikizlerini de yaptı. En yüksek gök katında imal edilen, yeryüzüne nakledilecek olan atalar dört çift idi. Bu dört çift insanlığın “Oğullar” denilen sekiz atası oldular. Onlar O-nommo’nun oğulları olarak kabul edilirler. O-nommo’nun plasentasının temsilcisi Sirius-A yıldızıdır.
* Bu “Oğullar” gemiye tohum halinde koyuldular.
* İniş hareketine geçmeden önce gemiye Sirius-B yıldızından po tohumu yüklendi. Amma’nın po’ya yerleştirdiği ve po’nun gemiye boşalttığı yaratılış unsurlarının oluşturduğu bütün 22 kategoriden oluşur.
* Amma, zamanı geldiğinde, tüm yaratmış olduklarıyla dolu gemiyi rahminden çıkarttı ve yeryüzüne indirtti.
* Gemi yeryüzüne sekiz dönemde (aşamada) indi.
* İniş hareketi sırasında “parlayan Sirius-A yol gösterdi”. Yıldızların ilki, başlangıcı, en yüksek ‘Gök katı’nın merkezini kaplayan, “yıldızların direği” olan Sirius-B yıldızıdır; Amma’nın rahminden çıkan yıldızların sonuncusu ise, “alemin göbeği” ve “O-nommo’nun göbek kordonunu temsil eden” Sirius-A yıldızıdır.
* Geminin iniş yolculuğu sırasında insanlar Sirius-A’nın parladığına tanık oldular.
* Gemi, inişi sırasında bir ufuktan ötekine kadar tüm göğü kaplayan bir yay oluşturmuştu.
* Gemi yere konduğunda ise insanlar ilk kez Güneş’in doğuşuna tanık oldular.
* “Güneş doğduktan sonra Sirius yol gösterdi.” Güneş sistemimiz Sirius sistemi ile evlendi.
* Oğullar en yüksek gök katından O-nommo ile çıktılar, iniş yolculuğunda anagonno-bile oldular, yeryüzüne konarken anagonno-sala oldular, yürümek için gemiden ayrıldıklarında ise “kişiler” haline geldiler. Gemi yere konduğunda dünyasal kirli toprak ile Nommo’nun saf toprağı karşılaşmış bulunuyordu.
* Geminin asılı olduğu zincirin ucu Amma’nın elinde bulunuyordu. Bu zincir, Amma’nın “Oğullar” ve soylarından gelenler arasına yerleştirdiği çözülmez bir bağdır.
* O-nommo aldığı kelâmı bağırarak bildirmesinden sonra, kelâmı insanlara aktarmakla da görevliydi.
* Geminin 60 bölmeli içeriğinden şimdiye dek insanlara ancak 22 kategorisi açıklanmış, verilmiştir. Kelâmın insanlığa gelecekte aktarılacak kısmı Dünya’yı değişikliğe uğratacaktır. Nommo “kelâm” günü yine ortaya çıkacaktır. Bir zaman gelecek, Sirius-B yıldızı vaktiyle po tohumunun parıldamış olduğu gibi parıldayacak ve belirli bir dönem boyunca görünür olacaktır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Aztekler Ve Tanrıları


Tarih


15. yüzyıl ile 16. yüzyıl başlarında, bugünkü Meksika’nın orta ve güney kesimlerinde büyük bir imparatorluk kurmuş halk. Nabuva dili konuşan Azteklerin adı, atalarının bir olasılıkla Kuzey Meksika’da bulunan anayurdu için kullanılan Aztan’dan (Beyaz Ülke) gelir. Öteki adlarından “Tenoçka”, ataları Tenoch’tan kaynaklanır. Gene Aztekler için kullanılan “Meksika” adı, Texcoco Gölünün mistik adı Metzliapan (Ay Gölü) ile ilişkilendirilir. En büyük kentleri Tenochtitlan’ın adı “Tenoch”tan türetilmiş, “Meksika” ise önce kentin ve çevresindeki vadinin, sonradan da tüm ülkenin adı olmuştur. Azteklerin kendilerinden söz ederken kullandığı “KulhuaMeksika” adı ise, Meksika Vadisinin en gelişmiş merkezi olan Colhuacan ile özdeşleşmek çabasını yansıtır. Azteklerin kökeni kesin olarak bilinmemektedir. Ama bazı gelenekleri, 12. yüzyılda Orta Amerika’ya gelene değin, daha kuzeydeki Meksika Platosunda avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bir kabile oldukları izlenimini verir. Gene de, Aztlan, yalnızca destanlarda doğmuş bir yer olabilir. Azteklerin güneye göçünün, Toltek uygarlığının çöküşünü izleyen ve belki de bu çöküşü hızlandıran genel bir göç hareketinin parçası olduğu sanılır. Texcoco Gölündeki adalara yerleşen Aztekler, tarihleri boyunca başlıca merkezleri olan Tenochtitlan’ı IS 1325’te kurdular. Büyük bir devlet ve sonunda bir imparatorluk kurabilmelerinin temelinde, kullanılabilir tüm toprakların entansif biçimde ekildiği, gelişkin bir sulama ve bataklık kurutma sistemine dayalı olağanüstü tarım düzenleri yatar. Bu yöntemlerle sağlanan yüksek verimlilik, zengin ve kalabalık bir ülkenin doğmasını sağlamıştır.

Tenochtitlan, Itzcoatl döneminde (1428-40) komşu Texcoco ve Tlacopan devletleri ile ittifak kurarak Orta Meksika’da egemen güç durumuna geldi. Daha sonra hem ticari ilişkiler, hem de fetihler yoluyla, 400-500 küçük devletten oluşan, 5-6 milyonluk nüfusuyla 1519’da 207.200 km2’lik alana yayılan bir imparatorluğun merkezi oldu. Kent, en gelişkin döneminde, 13 km2’yi aşkın bir alanda 140 binden çok insan barındırıyordu; dolayısıyla Orta Amerika uygarlıklarınını tarihinde en yoğun nüfuslu yerleşim yeriydi. Aztek devleti, askerlerin egemenliğindeki bir despotluktu. Kastlara ve sınıflara bölünmüş ama dikey akışkanlığını da koruyan Aztek toplumunda yükselmenin en güvenli yolu savaşta kahramanlık göstermekti. Devlet işlerini rahipler ve bürokratlar yürütürdü. Toplumun alt katmanlarında, serfler, sözleşmeli hizmetkarlar ve köleler yer alırdı.

Aztek dini, birçok Orta Amerika kültüründen değişik unsurları özümsemiş, çeşitli inanç sistemlerinden karşıt öğeleri bir araya getirmişti. Önceki halkların birçok kozmolojik inancını paylaşan bu din, özellikle evrenin bir dizi yaradılışın sonuncusu olduğu ve 13 gök katı ile 9 yeraltı dünyası arasında bulunduğu yolundaki Maya inancını benimsemişti. Azteklerin başlıca tanrıları, Savaş ve Güneş Tanrısı Huitzilopochtli, Yağmur Tannsı Tlaloc ve yarı tanrı-yarı kahraman Tüylü Yılan Quetzalcoatl idi. Insan kurban etme töreninde, kurbanın yüreği Güneş Tanrısı’na sunulurdu. Kan akıtma töreni de yaygındı. Dinle yakından ilişkili Aztek Takvimi, rahiplerin uğraşı olan kapsamlı bir ayinler ve törenler döngüsünün temeliydi. Orta Amerika’nın büyük bölümünde kullanılan bu takvim, 365 günlük (20’şer günlük 18 ay, artı 5 uğursuz gün) bir güneş takvimi ile 260 günlük (20’şer günlük 13 devre) bir dinsel yıldan oluşuyordu. Birbirine koşut giden bu iki yıl döngüsü, 52 yıllık daha büyük bir döngünün parçasıydı. Yöreye 1519’da gelen Ispanyol kaşifler bu uygarlığın gelişmesine son verdiğinde Aztek Imparatorluğu’nun genişlemesi ve toplumsal evrimi henüz durmuş değildi. Son Imparator Il. Montezuma (hd 1502-20), Hernan Cortas tarafından tutsak, alındı ve hapiste öldü. Imparatorluk, üstün silahlarla donanmış Avrupalılarca hızla fethedildi.

Azteklerin Batı dünyasında Codic olarak bilinen ve geyik derisi ya da sabırotu liflerinden yapılmış kağıtlara yazılmış kutsal metinleri ve elişleri, tapınaklarda korunurdu. Yazıcılar, ideogram, resimyazı ve fonetik imgelerin karışımı bir teknik kullanırlardı. Dinsel tören takvimi, kehanetler, törenler ve tanrılar ile evrene ilişkin yorumlar da yazıcıların ilgi alanına girerdi. Ülkenin fethedilmesinden sonra bu metinlerin çoğunun yok edilmesine karşın, Codex Borbonicus, Codex Borgtav, Codex Fejervary-Mayer ve Codex Cospuno gibi bazı örnekler günümüze ulaşabilmiştir. Bu el yazması metinlerin anlaşılması çok güçtür ve pek azı gerçekten Azteklere aittir.

Arkeolojik kalıntılar arasında tanrı heykelleri, dinsel içerikli taş alçak kabartmalar, duvar resimleri, kilden yapılmış insan heykelleri ve vazolar ile taş ve ahşap maskeler bulunur. Aztek sanatı temelde simgesel olduğu için bu kalıntılar yardımıyla önemli bilgiler elde edilebilir.



Aztek Takvimi

Tonalpohualli denen 260 günlük dinsel yıl ile 365 günlük güneş yılını birleştiren takvim sistemi. Örnek aldığı Maya takvimi gibi, Aztek takvimi de 20'şer günlük 13 döneme bölünen dinsel yıl ile 20'şer günlük 18 aya bölünen ve ayrıca uğursuz sayılan beş günlük bir dönemi (nemontemi) içeren toplumsal yıldan oluşuyordu. Gene Maya takviminde olduğu gibi, dinsel ve toplumsal Aztek yılları her 52 yılda bir, birbirlerine göre aynı konuma gelirdi. "Yılların Bağlanması" ya da "Yeni Ateş Töreni" adıyla kutlanan bu olaya hazırlık olarak önce tüm kutsal ateşler ve evlerdeki ateşler söndürülürdü. Törende heyecanın doruğa ulaştığı anda rahipler yeni bir kutsal ateş yakardı. Ardından Aztek halkı da ocaklarındaki ateşi yeniden tutuşturur ve şölene geçerlerdi. 1790'da Mexico'da yapılan kazılarda bazalttan yapılmış, ağırlığı 25 tonu bulan, 3,7 metre çapında daire biçiminde bir takvim taşı ortaya çıkarılmıştır. Bugün Mexico Ulusal Antropoloji Müzesi'nde sergilenmekte olan taşın tam ortasında Aztek Güneş Tanrısı Tonaiuth'un yüzü görülür. Bu yüzün çevresinde de tanrının önceki cisimleşmiş biçimlerini yansıtan ve dünyanın dört eski çağını simgeleyen kare biçimindeki dört pano vardır. Bunları da Aztek ayının 20 gününü simgeleyen işaretler çevreler.

Aztek Tanrıları

Huitzilopochtli

Uitzilopochtli olarak da yazılır (Nahuva dilinin Nahuvatl lehçesinde huitzilin: “kolibri” ve opochtli: “sol”). Güneş ve savaş tannsı. Aztekler ölen savaşçıların ruhlarının kolibri (çok güzel, parlak renkli bir kuş) bedenine büründüğüne inanırlar ve güneyi dünyanın sol yanı olarak kabul ederlerdi. Bu nedenle Huitzilopochtli’nin adı “güneyin dirilen savaşçısı” anlamına geliyordu. Öteki adlarından ikisi Xiuhpilli (Turkuvaz Prens) ve Totec’ti (Efendimiz). Nahual’ı (büründüğü hayvan biçimi) kartaldı.

En eski inanışa göre Huitzilopochtli, Coatepec Dağında, Tula kenti yakınında doğmuştu. Annesi Yeryüzü Tanrıçası Coatlicue, gökten düşen bir top kolibri tüyünü (Yani bir savaşçının ruhunu) bağrında sakladıktan sonra Huitzilopochtli’ye hamile kalmıştı. Erkek kardeşleri olan güney yarıküre yıldızları Centzon Huitznaua (Dört Yüz Güneyli) ve kız kardeşi Ay Tanrıçası Coyolxauhqui onu öldürmeve karar vermişler, ama Huitzilopocthli, Xiuhcoatl'ıı (turkuvaz yılan) silah olarak kullanıp onları yok etmişti.

Başka efsanelere göre Huitzilopochtli, Aztekleri geleneksel yurtları Aztlan'dan Meksika vadisine ulaştıran uzun göç sırasında kabilenin kutsal önderiydi. Rahipler onun colibri biçimindeki tasvirini omuzlarında taşıyorlardı. Bir gece onun buyruk veren sesi duyuldu;bu bu buyruk gereğince Aztek başkenti Tenochtitlan 1325’te Meksika Vadisindeki gölde küçük ve kayalık bir adada kuruldu. Ilk tapınak, rahiplerin bir kartalı bir yılanı yutarken gördükleri kaya üzerinde yer alıyordu. Sonraki Aztek hükümdarları bu sunak yerini genişlettiler. Sekiz Kamış yılında (1487) imparator Ahuitzotl burada görkemli bir tapınak yaptırdı. Huitzilopochtli genellikle kolibri biçiminde ya da kolibri tüylerinden miğfer ve zırh giymiş bir savaşçı olarak betimlenirdi. Bacakları, kolları ve yüzünün alt bölümü maviye, yüzünün üst bölümüyse siyaha boyanırdı. Ayrıntılarla işlenmiş tüylü bir başlık giyer, elinde bir kalkan ile bir turkuvaz yılan bulunurdu.

Dinsel takvimin Panquetzaliztli (Değerli Tüy Bayraklar Şöleni) adı verilen yılının 15. ayı. Huitzilopochtli’ye ve yardımcısı Paynala (Tez Canlı: Paynal’ı canlandıran rahip, tören alayı kentin çevresinde dolanırken en önde koşardı) adanmıştı. Bu ayda, savaşçılar ve auıanime (******ler) tanrıya adanan tapınağın önündeki alanda geceler boyunca dans ederlerdi. Savaş esirleri ya da köleler Huitzilopochco’da (bugün Churubusco, Mexico yakınında) kutsal bir kaynağın suyuyla yıkanır, Paynal’ın başını çektiği tören alayının kenti dolaşması sırasında ya da daha sonra tapınağın sunak taşında kurban edilirlerdi. Rahipler ayrıca tanrının en önemli silahını simgeleyen, ağaç kabuğundan yapılmış bir yılan yakarlardı. Son olarak Huitzilopochtli’nin öğütülmüş mısırdan yapılan bir tasviri törensel olarak okla öldürülür, rahipler ve rahip adayları arasında paylaşılırdı. “Huitzilopochtli’nin bedeni"ni yiyen gençler bir yıl boyunca ona hizmet etmek zorundaydılar.

Aztekler güneş tanrısına günlük besin olarak (tlaxcaltiliztli) insan kanı ve yüreği sunmak gerektiğine ve "güneş insanları" olarak kendilerinin de tanrıya bu kurbanı bulmakla yükümlü olduklarına inanırlardı. Kurban yürekleri quauhtlehuanitl'e (yükselen kartal) sunulur ve quauhxicalli'de (kartal vazosu) yakılırdı. Savaşta ya da sunak taşında ölen savaşçılara quauhteca (kartalın insanları) denirdi. Savaşçıların öldükten sonra, ilkin güneşin parlak kuyruğunun bir parçasına dönüştüğüne, dört yıl sonra da sonsuza değin kolibrilerin bedeninde yaşamaya başladıklarına inanılırdı.

Büyük Huitzilopochtli rahibi Quetzalcoatl Totec Tlamacazqui (Tüylü Yılan, Efendimizin Rahibi), Yağmur Tanrısı Tlaloc'un büyük rahibiyle birlikte Aztek din adamlarının başıydı



Quetzalcoatl


Nahuatl dilinde quetzalli: "değerli tüy" ve coatl : "yılan". Eski Meksika tanrılarının en önemlilerinden olan Tüylü Yılan. Tüylü Yılan betimlemelerinin ilk örneklerine ülkenin merkezindeki Teotihuacan kültüründe (3-8. yy.) rastlanır. O dönemde Quetzalcoatl, Yağmur Tanrısı Tlaloc'la yakından ilgili bir yer ve su tanrısıydı.

Nahua dili konuşan kabilelerin kuzeyden göç etmesiyle Quetzalcoatl inanışında önemli değişiklikler oldu. Tula kenti çevresinde gelişen Toltek kültüründe (10-12. yy.) gökcisimlerine tapınmayla ilişkili olarak savaşın ve insan kurban edilmesinin önemi arttı. Quetzalcoatl sabah ve akşam yıldızı tanrısı sayıldı ve tapınağı Tula'daki törenlerin merkezi oldu.

Aztek döneminde (14-16. yy) Quetzalcoatl rahiplerin koruyucusu, takvimin ve kitapların mucidi ve demircilerle başka el sanatçılarının koruyucusu sayıldı. Aynı zamanda Venüs gezegeniyle eş tutuldu. Sabah ve akşam yıldızı olarak ölümün ve yeniden dirilişin de simgesiydi. Arkadaşı köpek başlı Tann Xolotl’la birlikte ölmüş ataların kemiklerini toplamak için MiCTLan’ın yeraltı cehennemine indiğine ve topladığı kemikleri kendi kanına bulayarak bugün yeryüzünde yaşayan insanları doğurduğuna inanılıyordu.

Bir başka önemli efsaneye göre OuetzalcoatI Tolteklerin başkenti Tula’nın rahip kralıydı. Insan değil, yalnızca yılan, kuş ve kelebek kurban ederdi. Ama Gece Göğünün Tanrısı Tezcatlipoca büyü yaparak onu Tula’dan atmıştı. Quetzalcöatl da “tanrısal su” (Atlas Okyanusu) kıyılarına inmiş ve kendini ateşe atarak Venüs gezegeni haline gelmişti. Bir başka öyküye göreyse yılanlardan yapılmış bir sala binerek doğu ufkunda kaybolmuştu.

Tezcatlipoca’nın Tüylü Yılan’a karşı kazandığı zaferde gerçeklik payı olabilir. Toltek uygarlığının ilk yüzyılında Teotihuacan kültürünün rahipler düzeni ve barışçı ilkeleri geçerliydi. Kuzeyden göç edenlerin baskısı toplumsal ve dinsel bir devrime yol açmış, yönetim rahiplerden askerlerin eline geçmişti. Ouetzalcoatl’ın yenilgisi klasik teokrasinin çöküşünü haber veriyordu. Onun doğuya yaptığı deniz yolculuğu, Toltek özellikleri gösteren Itza kabilesinin Yucatan’ı istilasıyla ilişkili olabilir. Quetzalcoatl’ ın takvim adı Ce Acatl’dı (Tek Kamış) ve onun Tek Kamış yılında doğudan geri döneceğine inanılırdı. Bu inanç Aztek hükümdarı Il. Montezuma’nın, Meksika Körfezine çıkışları (1519) Tek Kamış yılına rastlayan Ispanyol fatih Hernan Cortes ile arkadaşlarını tanrısal elçiler olarak görmesine yol açtı.

Quetzalcoatl tüylü bir yılandan başka, sık sık sakallı bir erkek olarak da betimlenirdi. Rüzgar Tanrısı Ehecatl kimliğiyle içinden rüzgar geçen iki oluklu bir maske takar ve kuzeydoğudaki Meksika kabilesi Huasteklere özgü koni biçiminde bir şapka giyerdi. Azteklerin başkenti Tenochtitlan’daki (bugün Mexico) tapınağı Ehecatl’a uygun, yuvarlak bir yapıydı. Çünkü Ehecatl’ın, rüzgara karşı keskin köşeleri bulunmadığı için dairesel tapınaklardan hoşlandığına inanılırdı. Bu tür anıtlara özellikle Huastek yöresinde sık rastlanır.

Ouetzalcoatl hem ehecatl (rüzgar) günleri, hem de ayin takviminin 13 günlük dizilerinin 18.‘si boyunca egemenlik sürerdi. Ayrıca gün saatlerinin 13 tanrısı arasında dokuzuncu sayılırdı. Genellikle birinci derece tanrılar listesine alınmakla birlikte, kendisine adanmış bir tören ayı yoktu.

Eğitim, yazı ve kitap tanrısı olarak rahip adaylarıyla soyluların çocuklarının eğitildiği calmecac’ta (tapınağa bağlı din okulu) özellikle saygı görürdü. Tenochtitlan dışında Quetzalcoatl inanışının önemli merkezleri arasında Pueblo Platosundaki Cholula sayılabilir.



Tlaloc

(Nahuatl dilinde “Tomurcuk Verdiren”). Yağmur tanrısı. Iri, yuvarlak gözlü ve uzun azı dişli bir maske takmış olarak betimlenen figürlerinin ilk örneklerine IS 3-8. yüzyıllar arasındaki Teotihuacan kültüründe rastlanır. Aynı dönemde Mayaların taptığı yağmur tanrısı Chac’la büyük benzerlikler taşır.

Aztek uygarlığı döneminde bütün Meksika’ya yayılan Tlaloc kültüne büyük önem verilirdi. Kahin takvimlerinde Tlaloc günlerin sekizinci hükümdarı ve gecelerin dokuzuncu efendisi olarak yer alırdı. On sekiz yıllık dinsel yılın beş ayı Tlaloc’a ve dağ doruklarında yaşadıkların inanılan öteki tanrılara (Tlaloque) adanmıştı. Dinsel yılın ilk ayı Atlcaualo ile üçüncü ayı Tozoztontli'de Tlaloc’a çocuklar kurban edilirdi. Altıncı ay Etzalqualiztli’de yağmur yağdırmakla görevli Aztek rahipleri gölde yıkanır, yağmur yağması için su kuşlarının seslerini taklit eder ve büyülü sis çıngıraklarını (ayauhchicauaztli) kullanırlardı. On üçüncü ay Tepeilhuitl ise Tlaloque’ye adanmıştı; bu ayda yoğrulmuş horozibiği etinden yapılma küçük tasvirler dinsel törenle "öldürülerek” yenirdi. On altıncı ay Atemoztli’de de benzer bir tören yapılırdı.

Tlaloc, kuzeyli savaşçı kabilelerin Orta Meksika’yı ele geçirmesinden önce, yüzyıllar boyunca bölgedeki çiftçi kabilelerinin ana tanrılarından biri olarak varlığını korumuştu. Savaşçı kabilelerle birlikte bölgeye Hluitzilopochtli ve Tezcatlipoca kültleri de girdi. Aztekler bağdaştırıcı bir yaklaşımla hem Huitzilopochtli’yi, hem de Tlaloc’u en büyük tanrı olarak benimsediler. Başkent Tenochtitlan kentindeki Büyük Tapınak’ta (Teocalli), her iki tanrıya ayrılmış, eşit büyüklükte iki kutsal bölüm yer alıyordu. Yağmur tanrısı başrahibi Quetzalcoatl Tlaloc Tlamacazqui’nin (Tüylü Yılan, Tlaloc’un Rahibi) ünvanı ve konumu Güneş tanrısı başrahibininkine eşitti.

Saygı gördüğü kadar korku da uyandıran Tlaloc, yağmur yağdırdığı gibi kuraklığa ve açlığa da neden olabilirdi. Yeryüzüne yıldırımlar fırlatır, korkunç kasırgalar estirirdi. Tlaloque ise Yeryüzüne bereketli vağmurlar yağdırabilir ya da ekinlere zarar veren seller gönderebilirdi. Bu tanrıların ayrıca cüzam, romatizma, vücutta su toplanması gibi hastalıklara da neden olduklarına inanılırdı. Azteklerin ölüleri yakma geleneğine karşın, bu hastalıklardan ölenlerle boğulma ya da yıldırım çarpması sonucunda ölenler gömülürdü. Bu yollarla yaşamı sona erenlerin Tlalocun cenneti olan Tlalocan’da sonsuza değin mutlu bir yaşam süreceklerine inanılırdı.

Tatlı su gölleriyle küçük akarsuların tanrıçası olan ve Matlalcueye (Yeşil Etekli Kadın) olarak da bilinen Chalchiuhtlicue (Yeşim Etekli Kadın) Tlaloc’un eşi sayılırdı.

Tezcatlipoca

(Nahuatl dilinde “Puslu Ayna”). En önemli Aztek tanrılarından. Büyükayı takımyıldızının ve karanlık gökyüzünün tanrısıdır. Tezcatlipoca kültü, IS 10. yüzyılın sonlarına doğru, kuzeydeki savaşçı Tolteklerce Orta Meksika’ya getirilmiştir. Tezcatlipoca’nın, Tanrı Ouetzalcoatl’ı (Tüylü Yılan) Tula kentinden nasıl kovduğunu anlatan çok sayıda efsane vardır. Istediği kılığa giren büyücü Tezcatlipoca kara büyüyle birçok Toltekin ölümüne neden olur; erdemli Ouetzalcoatl’ı içkiye, günaha ve bedensel tutkulara sürükleyerek Tolteklerin altın çağına son verir. Orta Meksika’daki insan kurban etme geleneği onun etkisiyle başlamıştır. Tezcatlipoca’nın nahual'ı jaguardır; bu jaguarın benekli postu, yıldızlı bir gökyüzünü andınr. Yaratıcı Tanrı Tezcatlipoca bugünkü evrenden önce yaratılıp yok edilmiş dört evrenden ilki olan Ocelotonatiuh’ta (Jaguar-Güneş) hüküm sürmüştür.

Tezcatlipoca genellikle yüzünde siyah bir şeritle betimlenir; ayaklarından birinin yerinde obsidiyenden bir ayna vardır. Guatemala’daki Mayalar ve Kiçeler 10. yüzyılda sonra Tezcatlipoca’ya Hurakan (Tek Ayak) adını verdikleri bir şimşek tanrısı olarak taptılar. Bazı betimlemelerde ayna Tezcancatlipoca’nın göğsünde yer alır. Bu aynada her şeyi gören Tezcatlipoca görünmeyen ve her yerde var olan bir tanrıdır; insanların bütün eylemlerini ve düşüncelerini bilir.

Tezcatlipoca Aztekler döneminde (IS 14-16. yy) Huitzilopochtli, Tlaloc ve Ouetzalcoatl’la birlikte en yüce tanrılardan biri durumuna geldi. Bu dönemde Tezcatlipoca’ya Yoalli Ehecatl (Gece Rüzgarı), Yaotl (Savaşçı) ve Telpochtli (Delikanlı) adlarıyla tapılırdı. Geceleri dörtyol ağızlarında savaşçılara meydan okuduğu söylenen Tezcatlipoca, halktan kimselerin ilköğretim ve askerlik eğitimi için erkek çocuklannı gönderdiği telpochcalli'lere de (delikanlılar evi) başkanlık ederdi. Ayrıca köleleri korur, “Tezcatlipocanın çocukları”na kötü davranan köle sahiplerini cezalandınrdı. Erdemi zenginlik ve ünle ödüllendirir, yanlış yol tutanları ise cüzam gibi hastalıklarla ya da kölelik ve yoksullukla cezalandırırdı.

Tezcatlipoca için, beşinci ayin ayı Toxcatl’da törenler düzenlenirdi. Rahip genç ve yakışıklı bir savaş esirini seçer, bu genç bir yıl boyunca tanrının yerini alarak lüks içinde yaşardı. Tanrıçalar gibi giydirilmiş dört güzel kız da ona eşlik ederdi. Ayin günü bu genç, çaldığı flütleri kıra kıra tapınağın merdivenlerini tırmanır, tepeye geldiğinde yüreği sökülerek kurban edilirdi.

Azteklerin başkenti Tenochtitlan dışında Tezcatlipoca’ya özellikle Texcoco’da ve Oaxaca ile Tlaxcala arasında yaşayan Mikstek ve Puebla Yerlileri tapardı.



Tlazoltéotl

(Nahuatl dilinde “Kirlilik Tannçası”). Ixcuina ya da Tlaelquani olarak da bilinir, saflıktan uzak, günahkar davranışlan temsil eden tanrıça. Huaxteca körfez ovalarındaki halklardan alındığı sanılır. Önemli ve çok yönlü bir toprak ana tanrıçaydı. Yaşamın değişik evreleriyle bağlantılı dört ayrı kimliğe bürünürdü. Genç bir kadın olarak hafifmeşrep ve baştan çıkarıcıydı. Ikinci kimliğinde insanları kötü alışkanlıklara sürükleyen yıkıcı bir tanrıçaya dönüşürdü. Orta yaşlarda, insanların günahlarını yüklenebilen büyük bir tanrıça biçimini alırdı. Son kimliğinde gençlere musallat olan öldürücü ve korkunç bir kocakarı olarak ortaya çıkardı. Aztekler tören kurallarının çiğnenmesini, yasak cinsel ilişkileri ve geleneklere uymayan davranışları günah ya da “kirli” sayarlardı. Tlazoltéotl, rahiplerine itirafta bulunan insanların günahlarını bağışlama gücüyle ünlüydü. Bir kimliğiyle insanları günaha sürüklerken, başka bir kimliğiyle günah işleyenleri bağışlayabiliyor ve dünyayı günahtan arındırıyordu. Kaba pamuktan yapılma süslü bir başlıkla, bazı tasvirlerinde de bir kurbanın derisini sarmış olarak ya da Ay simgeleri taşıyan giysiler içinde betimlenirdi.

Xipe Totec

(Nahuatl dilinde “Derisi Yüzülmüş Tanrımız”), Meksika’da yağmur mevsiminin başlangıcı olan ilkbaharın ve yeni yeşeren bitkilerin tanrısı. Aynı zamanda kuyumcuların koruyucusuydu. Yeni yeşeren bitkilerin simgesi olarak Xipe Totec, insan derisine bürünürdü. Bu deri ilkbaharda yeryüzünü kaplayan “yeni deri”yi temsil ederdi. Heykellerinde ve taştan yapılma masklarında da hep yeni yüzülmüş bir deriye bürünmüş olarak betimlenirdi.

Anauatl iteouh (kıyı tannsı) olarak tanımlanan Xipe Totec, başlangıçta altın yönünden zengin olduğuna inanılan bugünkü Oaxaca ve Guerrero eyaletlerinde yaşayan Zapotek ve Yopi Yerlilerinin tanrısıydı. Zapotekler onu bir bitki tanrısı olarak kabul ediyor ve Quetzalcoatl’la (Tüylü Yılan) ilişkşili görüyorlardı. Kesinlikle yabancı bir tanrı sayılan Xipe Totec’in tapınağı Yopico ya da Yepi Evi olarak anılıyordu. Xipe Totecin ilk temsili resimleri, Teotihuacan yakınlarındaki Xolalpan’da ve Texcoco'da Mazapan kültürüyle bağlantılı olarak yani klasik sonrası Toltek döneminde (10-12. yy.) ortaya çıktı. Aztekler bu kültü daha sonra Axayacatl yönetimi (1469-81) sırasında benimsedi. Aztek yılının ikinci dinsel tören ayı olan Tlacaxipehualiztli'de (Insanlann Yüzülmesi), rahipler yüreklerini çıkararak insanları kurban ederlerdi. Daha sonra bu kurbanların yüzülerek sarıya boyanan ve teocuitlaquemitl (altın giysi) denen derilerini üzerlerine giyerlerdi. Öteki kurbanlar ise bir çerçeveye bağlanarak oklarla öldürüldü. Yere damlayan kanlarının verimli ilkbahar yağmurlarını simgelediğine inanılırdı. Xipe Totec, onuruna söylenen bir ilahide, Yoalli Tlauana (Gece Içkicisi) olarak anılırdı. Bunun nedeni bereketli yağmurların gece yağdığına inanılmasıydı. Aynı ilahide Xipe Totec'e, bereketin simgesi Ouetzalcoatl’ı getirdiği ve kuraklığı önlediği için şükranlar sunulurdu.



MiCTLantecuhtli

Ölüler tanrısı. Genellikle yüzü bir kurukafa biçiminde betimlenir. Karısı Mictecacfhuatl’la birlikte yeraltı dünyası MiCTLan’ı yönetir. Savaşta, kurban edilerek, çocuk doğururken, boğularak, yıldırım çarpması sonucu ya da bazı hastalıklardan öldükleri için çeşitli cennetlerin hiçbirine giremeyenler, MiCTLan’ın dokuz cehenneminde yargılanmayla geçen dört yıllık bir yolculuğa başlar. MiCTLantecuhtli’nin yaşadığı sonuncu cehenneme ulaşınca ya yok olur ya da huzura kavuşurlar.

Coatlicue

(Nahua dilinin Nahuatl lehçesinde “Yılan Etekli”). Yeryüzü tanrıçası. Yaratıcı ve yok edici özellikleriyle yeryüzünün simgesi, tanrıların ve insanların anası olarak kabul edilir. Mexico kentinde, Ulusal Antropoloji Müzesi’ndeki heykeli mitolojideki anlamını çok güçlü bir biçimde somutlaştırır: Yüzü birbine dolanmış iki yılandan oluşmuş, eteği gene yılanlardan örülmüştür; yılanlar verimliliği simgeler. Insanları ve tanrıları beslediği için göğüsleri sarkıktır. Ellerden, kalplerden ve bir kafatasından oluşan kolyesi vardır. Ayak ve el parmakları pençeyi andırır; yeryüzünün insanları yutması gibi o da insanlarla beslenir. Teteoinnan (Tanrıların Anası) ve Toci (Büyük Anamız) olarak da bilinen Coatlicue, korkunç doğum tanrıçası Cihuacoatl (Yılan Kadın; Tonantzin Anamız olarak da bilinir) ve Kirlilik Tanrıçası Tlazolteotl olarak ortaya çıkan yeryüzü tanrıçasının bir görünümüdür.

Aztekler’den Dua Örnekleri

Ölmek İçin Güzel Bir Gün(Ayinde Okunan Dua)


Onaltı gündür at sırtında general
atlar susamış ve yorgun
hain şefin!! izini sürmekte
onun gelişini takdir etti!
askerler tepelerin gerisinde saklanmıştı
kampın etrafı sarılmıştı

bir atlı surdu atini reise doğru
onlar koyu almak ve yağma etmek icin gelmişlerdi

"kollarınızı aşağı indirin"
"mızraklarınızı aşağı indirin"
Reisin gözlerinde hüzün vardı
Fakat gözlerinde korku görünmüyordu

"Ölmek için güzel bir gün"

Gözlerinizi kurulayın çocuklarım ağlamayın
"Ölmek için güzel bir gün"

O konuşmuştu beyaz adam gelmeden çok önce,
Onların silahları ve wiskisi hakkında
Halkını uyarmıştı
Onlar tarihlerini yazmadan önce
General inanmadı onun sözlerine
ne de yüzüne.
Fakat O biliyordu daha çok insan öleceğini
sonrada bu kara lekenin yaşanacağını
Bu kanun nasıl yıkılır
Ne yanlış yaptım ben?
ki beni gömmek öldürmek istiyorsun
bu kan izleri üzerinde

Biz topraklarımız, toraklarımız bizim için endişeli
Ve bu yol daima olmalı
Asla daha fazlasını sorma asla
Ve şimdi şöyle bana son sözünü
Silahlarımı aşağıya indirdim
Başımı eğdim
Simdi istersen beni atabilirsin bu yerden
Gidecek bir yeri olmadan
Ve insanlarına dönüp yaşlı gözlerini kurulamalarını söyledi
bizler huzurlu ve rahatız
ve sesi gökyüzünde yankılandı

Kutsal Ruh'a Dua

" Ulu Tanrı , rüzgarın içinde duyduğum ses kimin sesi,bütün dünyaya hayat veren kimin nefesi -duy beni-. Senden önce geldim . Senin çocuklarından biriyim.ben küçük ve güçsüzüm , senin gücüne ve bilgeline ihtiyacım var. Güzellikler içinde yürüyelim ve gözlerim hep farkına varabilsin kırmızı ve mor gün batımının. Ellerim saygı göstersin senin yaptığı ve yarattıklarına,kullaklarım açıkca duyabildin sesini. beni öyle bilge yap ki ben benim insanlarıma öğrettiklerini anlayabileyim ve kayalara ve yapraklarına arasına gizlediğin derslerini anlayabileyim. En büyük düşmanım olan kendimle savaşıp kendi içimdeki gücü bulabileyim ve hazır olayım sana gelirken;Temiz ellere ve saf gözlere , öyle ki yasam batan bir günbatımı gibi solmaya başladığında ruhum sana saf ve lekesiz gelebilsin."
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Aborjinler ve İnançları
Aborjinler ifadesi genel olarak tüm bir Avustralya, Tazmanya ve çevre adalarda yaşayan yerlileri tanımlamakta kullanılmakla birlikte bu isimlendirmenin dil ve yaşayış biçimi olarak ortak noktalarıyla birlikte farklılıklar da taşıyan geleneksel toplulukları işaret ettiği de unutulmamalıdır.

Yerli kabilelerden bazıları; New South Wales ve Viktorya'da Koori, Queensland'da Murri, Güney Avustralya'da Noongar, Merkezi Batı Avustralya'da Yamatji; Güneybatı Avustralya'da Nunga, Kuzey Avusturya'da ve Kuzey bölgelerine komşu bölgelerde Anangu; orta Kuzey bölgede Yapa, Doğu Arnhem topraklarında Yolngu ve Tazmanya'da Palawah kabileleri gibi.

En büyük gruplardan Anangu (Çölden gelen kişi anlamına gelmektedir) kabilesinin Yankunytjatjara, Pitjantjatjara, Ngaanyatjara, Luritja ve Antikirinya şeklinde alt toplulukları bulunmaktadır.




Tarih

Avustralya yerlileri kendilerinin hep Avustralya kıtasında bulunduklarına inanırlar. Yerlilerin kökeni ile ilgili elde hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Güneybatı Asya'dan bu kıtaya gelmiş olmalarına rağmen hiçbir Asya halkıyla herhangi bir bağlantıları olduğuna dair kanıt bulunmamaktadır.

İlk Avrupalı yerleşimcilerin kıtaya gelişinden önce Avustralya'da 250 bin ve 1 milyon arası bir nüfusun olduğu tahmin edilmektedir. Nüfus düzeyi muhtemelen binlerce yıldır aynı kalmaya devam etmiştir. Avustralya yerlilerinin çoğunlukla çöl sakinleri olduğu şeklindeki genel kanı aslında yanlıştır çünkü en yoğun yerli popülasyonunun olduğu bölgeler sahil bölgeleridir. En büyük nüfus yoğunluğu kıtanın güney ve doğu bölgelerinde özellikle de Murray Gölü vadisinde yer almaktadır. Bununla birlikte Avustralya yerlileri, Tazmanya'nın soğuk ve nemli platolarından kıtanın kurak iç bölgelerine kadar tüm Avustralya'da doğa ile başarılı bir uyum sağlamışlardır. Yerlilerin kullandıkları teknikler, yiyecek türleri ve avlanma biçimleri yerel koşullara uyum sağlamıştır.

Kıtanın Avrupalı yerleşimciler tarafından sömürgeleştirilmesi sonrasında sahil bölgelerindeki yerli nüfus hızla topraklarından edildiler ve geleneksel Aborijin yaşam biçimini terketmeye zorlandılar. Avrupalıların yerleşmekten kaçındıkları kurak bölgelerdeki yerli topluluklar ise yaşam biçimlerini daha fazla korudular.Fakat Avrupalı istilacılardan kaçarak iç bölgelere sığınan Aborjinler daha fazladır.çünkü yeni gelenler onları çöle sürdüler. Oysa yeni gelen Avrupalılar tanrılarının geri döndüğüne inanan Aborjinler için bir soykırım diyebileceğimiz bazı durumlara maruz kaldılar. Kıyı şeridini terk edip çöle gitmek zorunda kaldılar. Sonun başlangıcı başlamıştı artık!

Avrupalı Yerleşimcilerin Kıtaya Etkisi

1770 yılında Kaptan James Cook, Avustralya'nın doğu sahillerini Büyük Britanya adına ele geçirdi ve burayı Yeni Güney Galler (New South Wales) olarak isimlendirdi. Avustralya'daki İngiliz sömürgeciliği 1788'de Sydney'de başladı ve kıtaya ilk gelen Batılı yerleşimciler çiçek, suçiçeği, grip, kızamık gibi rahatsızlıkları da beraberlerinde getirdiler. Bünyeleri bu hastalıkları hiç tanımayan Avustralya yerlileri bu hastalıklara yakalanarak büyük ölçüde kayıplar verdiler ve nüfusları önemli ölçüde düşüş gösterdi.

İngiliz yerleşimcilerin ikinci etkisi arazi ve su kaynaklarını kendilerine ayırmaları olmuştur. Beyaz yerleşimciler avcı-toplayıcı olan yerli halkın kendi topraklarına sahip olma gibi bir kavrama sahip olmayan ve sürülecekleri herhangi bir yerde de mutlu yaşayabilecek göçmenler olarak görmüşlerdi. Oysa geleneksel arazilerini, yiyecek ve su kaynaklarının kaybı yerliler üzerinde ölümcül etki yapmış ve hastalıklarla güçsüz düşmüşlerdi. Aynı zamanda beyaz adamlar Avustralya yerlilerinin arazileriyle derin ruhsal ve kültürel bağlara sahip oldukları gerçeğini görmemiş veya görmemezlikten gelmeyi tercih etmişlerdi. Geleneksel dini pratiklerinden uzaklaştırılan bu halklarda doğum oranları hızla düşmüş alkol gibi yerlilere yabancı içkilerin kullanımı artmıştı. 1788 yılı ile 1900 yılları arasında yerliler, maruz kaldıkları hastalıklar, topraklarının kaybı ve kendisini kıtanın efendisi ilan eden beyaz adamdan gördükleri şiddet sonucu nüfuslarının yaklaşık %90'ını kaybettiler.




Aborjin Soykırımları

Avusturyanın Avrupalı sömürge güçleri Avustralya yerlilerini farklı zamanlarda soykırım uygulamalarına tabi tutmuşlardır. Ancak soykırımlarla ilgili bilgi çoğunlukla hükümetin tuttuğu kayıtlardan edinildiği için sayılarının belirtilenden çok daha fazla olabileceği düşünülebilir.

Northern Territory Legislative Assembly'nin üyesi olan John Ah Kit 9 Ekim 2003 tarihli bir tartışmada şunları söylemektedir:

1920'lerin sonlarının büyük bir kuraklık zamanı olduğu ve bu yüzden de bu ortamda Avustralya'da siyah/beyaz ilişkilerinin öncülerinin aralarından pek çok şey geçtiği unutulmamalıdır. Doğal kaynaklar üzerinde yoğun bir mücadele yaşanmaktaydı. Bir arazi ve onun halkı arası arasında; sığırlar ve beraberlerinde silahlar ve hastalıklar getirenler arasındaki bir çatışmaydı bu. Genellikle yanlış anlaşılan şey şu ki Coniston Katliamının tek bir olay değil polis gruplarının ayırım gözetmeden haftalarca öldürdüğü bir seri cezalandırıcı baskınlardan biri olduğudur."

Aşağıda bunlardan birkaçı yer almaktadır:

• Fremantle, Batı Avustralya (1830): Batı Avustralya'daki Avustralya yerli halkına yönelik ilk resmi 'cezalandırma baskını' (punishment raid) bu girişim Yüzbaşı Irwin tarafından 1830 Mayısında gerçekleştirilmiştir. Fremantle'ın kuzeyindeki Aborjin kampına Irwin'in yönlendirdiği askerler tarafından pek çok Aborjin öldürülmüş ve yaralanmıştı.

• Convincing Ground katliamı (1833-34) : Portland yakınlarındaki Victoria'da Victoria'daki kayıtlı en büyük katliamlardan biri yapılmıştı. Balina avcıları ve yerel Kilcarer Gunditjmara halkı balina teknelerini sahile çekme hakları için mücadele etmekteydiler.

• Waterloo Creek katliamı (1838) : Waterloo Creek denilen yerdeki yerli kampına düzenlenen baskında aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 100-300 arasında Avustralya yerlisinin öldürüldüğü iddia edilmektedir.

• Coniston katliamı (1928) : Avrupalıların Aborjinlere uyguladığı bilinen son katliamdır. Coniston'da bazı Aborjin aileleri Avrupalılar tarafından vurulmuştur. Katliam dingo avcısı Frederick Brooks'un 1928 Ağustosunda Yukurru denilen yerde bazı Aborjinliler tarafından vurulmasının intikamı adına işlenmiştir. Resmi kayıtlar 32 Aborjinin öldürüldüğünü ifade ederken tarihçiler en az altmış Aborjin erkek, kadın ve çocuğunun katliamda öldürüldüğünü iddia etmektedirler. Brooks'un öldürülmesi üzerine yerel polis memuru William Murray intikam amacıyla birkaç hafta süreyle Aborjin kamplarına baskın düzenlemişti. Soruşturma kurulu Constable Murray'in eylemenin haklı olduğu hükmünü vererek beraat ettirmiştir.




Aborjinlerin Dini ve İnançları

Avustralya yerlilerinin toprağa saygı ve Düşzamanı inancı üzerine kurulu şifahi gelenekleri ve manevi erdemleri bulunmaktaydı. Rüyalar, düşler hem yaradılışın antik zamanı hem de günümüz gerçeğini ifade etmektedir. Düşzamanı Avustralya Aborjin mitolojisini birleştiren ana temadır. Rüyazamanının dört yönü bulunmaktadır: Herşeyin başlangıcı; ataların hayatı ve etkisi; yaşam ve ölüm tarzı; yaşamdaki gücün kaynağı. Rüyazamanı hem zamanın hem de herşeyin mevcut olduğu mekanın ötesindeki bir durumdur.

Avustralya yerlileri düş görmeyi "herşeyin bir anda" olduğu zaman olarak adlandırırlar çünkü rüyada geçmiş, an ve gelecek aynı anda mevcuttur. Düşzamanı kişinin hayatı süresinde uyanık bilinç haliyle tecrübe ettiği lineer bir zaman olmadığı Batılıların kavrayışında olduğu gibi öznel bir durum da değildir. Düşzamanı kabile üyeleri kabile kuralları ve geleneklerine uygun yaşadıklarında yüzyüze gelecekleri bir durumdur ve ritüellerle ve kabile mitolojilerini dinleyerek kişinin rüya zamanına girişinin sağlandığı nesnel bir durumdur.

Ölümün insan yaşamında bir son olmadığına inanan Aborjinler için rüyalarda ölmüş akrabalarla iletişim kurmak ve hatta rüya gören kişinin rüyadaki akrabaları tarafından iyileştirilmesi bile mümkündür. Ölüm kişinin uykuda geçici olarak gittiği Düşzamanından doğum yoluyla çıktığı ve daha sonra tekrar Düşzamanına geri gittiği hayat döngüsünün bir parçasıdır.

Düş zamanı hikayelerinden bir versiyon

Tüm dünya uykudaydı. Her şey sessiz, hareketsizdi ve hiçbir şey büyümüyordu. Hayvanlar yeraltında uyumaktaydı. Bir gün gökkuşağı yılanı uyandı ve dünyanın yüzeyinde süründü. Her şeyi bir kenara itti ve bu onun tarzıydı. Tüm bir diyarı gezdi ve yorulduğunda kıvrılıp uyumaya başladı. Böylece heryere izini bıraktı. Sonra geri döndü ve kurbağalara seslendi. Onlar da su dolu kocaman mideleriyle ortaya çıktılar. Gökkuşağı yılanı onları gıdıklayıp güldürdü. Sular ağızlarından çıktı ve gökkuşağı yılanının izlerini doldurdu. Göl ve nehirler böyle yaratıldı. Daha sonra çimenler ve ağaçlar büyümeye ve yeryüzünü yaşam doldurmaya başladı.



Aborjin Duası

her şey yeterli olsun! seni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni diliyorum. aydınlık bir bakıs açısına sahip olmana yetecek kadar günes diliyorum. güneşi daha çok sevmene yetecek kadar yağmur diliyorum. ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk diliyorum. yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum. isteklerini tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum. sahip olduğun her şeyi takdir etmene yetecek kadar kayıp diliyorum. son "elveda"yi atlatmana yetecek kadar "merhaba" diliyorum.

Günümüzde Aborjinler ve İnançları

2001 yılında Avustralya İstatistik Bürosu toplam yerli nüfusunu 458,521 olarak vermiştir (bu rakam Avustralya'nın toplam nüfusunun %2.4'üdür). Bu nüfusun %90'ı Aborjin olarak, %4'ü Torres Strait Islander, geri kalan %4'ü hem Aborjin hem Torres Strait Islander olarak tanımlanmaktadır. 1996 nüfus sayımında Aborjinlerinin %72 oranında Hristiyanlığın çeşitli formlarını uyguladıkları %16'sının ise herhangi bir dini işaretlemediği bildirilmiştir. 2001 yılı nüfus sayımında Aborjin nüfusunun yüzde 0.03 kadarının Aborjin dini pratiklerini uyguladıkları tespit edilmiştir.

1999'da Avustralya Anayasasının değiştirilmesi kabul edildi. Bu anayasaının giriş bölümünde Avustralya'da İngiliz Yerleşiminden önce Yerli Avustralyalıların kıtada yaşadığı kabul edilmekteydi.



2004 yılında Avustralya Hükümeti Avustralya'nın en büyük yerli organizasyonu olan ATSIC'i (The Aboriginal and Torres Strait Islander Commission) kamufonlarının ATSIC'in başkanı tarafından kötüye kullanıldığı gerekçesiyle feshetti ve yerlilerle ilgili spesifik programlar başka hükümet departmanlarına aktarıldı ve hükümetle koordineli çalışan "Department of Immigration and Multicultural and Indigenous Affairs" altındaki "The Office of Indigenous Policy Coordination" kuruldu.

Avustralya Aborjin nüfusunun büyük bir kesimi şehirleşmiş ancak küçük bir kesimi eskiden kilise misyonu olan bölgelerdeki iskanlarda yaşamaktadır. Aborjin gençleri genel nüfusa oranla 11 kat daha fazla hapse giriyor ve polis gözetimi altında işlenen intihar oranları oldukça yüksek. İşsizlik, sağlık ve yoksulluk problemleri aynı şekilde genel popülasyona oranla oldukça yüksek, okul bırakma ve üniversiteye giriş oranları ise düşük seyretmektedir.

Eski ve mevcut hükümetler beyazların Aborjin topluluklarına yaptıklarından dolayı kendilerinden özür dilemeyi sürekli reddetmektedirler. Ayrıcak ATSIZ gibi Aborjinlerin en büyük organizasyonlarından birini yolsuzluk gerekçesiyle kapatmışlardır
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Maori Dini





Maori Dini Güney Pasifik Okyanusu Adalarında yaşayan Polinezyalılardan bir grubun (Maoriler) inandığı kabile dinidir ve mahalli bir özelliğe sahiptir evrensel değildir. Maori Dini' nin kutsal bir kitabı veya yazılı bir kaynağı olmadığı gibi din kurucusu da yoktur.




Maoriler Yüce tanrılarına "Lo" derler. Lo' nun, her şeyden önce var ve her şeyin kaynağı olduğuna , yerde ve gökte yaşayan her şeyin içinde bulunduğuna inanırlar. Lo, bütün tanrıların en büyüğüdür. Onun adını ancak rahipler söyleyebilirler.




Maoriler Yeni Zelanda yerlileridir. Fiji ve Polinezya kökenlilerdir. Özgürlük düşkünlükleri ve savaşçılıkları ile ünlülerdir. Savaşa giderken tenlerini beyaza boyamaları ve de çok aç kaldıklarında insan eti yemeleri onları barbar bir kavim olarak gösterse de şartlar zorlamadıkça vahşi değildirler. Yarı çıplak yaşarlar. Soyu tükenmekte olan kavimlerdendir. Ayrıca eskiden iki çeşit Maori olduğu bilinmektedir. Birincisi savaşçı kabile olan Maoriler İkincisi ise uygar olan Maoriler. Şu an yaşayan Maoriler savaşçı Maorilerdir.

Maorilerde ibadet, rahiplerin onlara öğrettiği ilahi tarzındaki özel dualardan ibarettir. Hep beraber bu duaları okur. Maoriler günümüzde Avustralya ve Yeni Zelenda'da yaþamaktadýrlar.Yeni Zelenda nufusunun %10-11'ini oluşturan Maoriler'in dünyadaki toplam sayıları 370.000 kadardır.



---------------------------------------------------------



Dinka Dini

Dinkalar, Dinka dilinde Cange (Halk), Sudan'ın güneyinde, Nil havzasının orta kesimindeki bataklıklarla çevrili savan bölgesinde yaşayan halk. Nuerlerle yakından ilişkilidirler. Bin ile otuz bin kişi arasında değişen, çok sayıda bağımsız grup oluştururlar. Bu gruplar bölge, dil ve kültür temelinde kümelere ayrılır. En çok bilinen gruplar Acarlar, Alibler, Borlar, Rekler ve Melvallardır. Nil-Sahra dil ailesinin Çari-Nil koluna bağlı Dinka dili "thu??jä?(tuhongyang)"ı konuşurlar. Dinka dili Latin alfabesine bazı kararkterler eklenerek yazılır. .Dinka Dini tipik bir kabile dinidir. Diğer kabile dinlerinde olduğu gibi evrensel değildir,sadece kendi kabilesi tarafından inanılır,herhangi bir kutsal kitabı veya kurucusu yoktur.


Dinkalar cok (kuvvet) dedikleri insanüstü kuvvetlerin varlığına inanırlar.. Bu kuvvetlere bazen “Nhialik” de (göktekiler) derler.Onlara dua eder, hediyeler sunarlar.Onların kendileriyle yakından ilgilendiğine inanırlar.Ancak Dinkalar , Nhialik' i yukarıda zikredilen insanüstü kuvvetlerin en büyüğü için “ş;ansi” ad olarak kullanırlar. Onu yaratıcı olarak görür, kendilerine hayat , kuvvet ve sağlık verdiğine , yağmur yağdırdığına inanır,ona dua ederler. Duaları, devamlı tekrarladıkları cümleler halindedir.



Her grup kendi içinde daha küçük, özerk siyasal birimlere bölünmüştür. Çok geniş bir coğrafi alana yayıldıkları için çok çeşitli lehçeler konuşan Dinkalar, düşmanları karşısında grup içi birliğe büyük önem verirler. Rathip-şeflerin azı babayanlı (ataerkil) klanlardan gelmesi gelenektir ve ayrıntılı efsanelerle konumları güçlendirilir. Bu rahip-şeflere atfedilen üstün niteliklerden biri, mızrakla balık avlamada usta olduklarıdır. Ruhani önderlik ve aracılık, inançlarına bağlı olan Dinkalar için çok önemlidir. Günlük yaşamda Tanrı (Nhial) ve ata ruhları önemli rol oynar. Günah işleyenler tanrısal güçleri yatıştırmak için sığır kurban ederler.

Dinkalar gururlu, bağımsız ve savaşçı bir halktır. Oğlanların çocukluktan erkekliğe geçişleri gelenekselleşmiş törenlerle kutlanır. Bu törenlerde aynı yaştaki çok sayıda oğlan, birlikte birçok güç sınamasından geçer. Daha sonra, süt sağma işini ömür boyu bırakarak çocukluktan ve erkeklerin hizmetkarı olmaktan çıktıklarını gösterirler. Günümüzde Dinkalar Sudan'da yaklaşık 1.000.000'a varan nufuslarıyla "mızrağın efendileri"nin yönetiminde yaşamlarını sürdürmektedirler.


Başlıca uğraşları hayvancılık olan Dinkalar, ekimden nisana değin süren kurak mevsimde sığır sürülerini nehir kıyısındaki otlaklara götürürler. Yiyecek ürünlerinin, özellikle mısırın yetiştiği yağmurlu mevsimde, savan ormanlarındaki asıl yerleşimlerine geri dönerler.İnekler Dinkaların hem sosyal hemde dini yaşamlarında önemli bir yer tutar.
 

Top