Dini Sözlük - Dini Kavramların Anlamları

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Dini Sözlük

A -1-

ABÂDİLE: Abdullahlar. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları) arasında fıkıh ve hadîs-i şerîf ilimlerinde şöhret bulmuş Abdullah adını taşıyan sahâbîler. Abâdile, Abdullah kelimesinin çokluk şeklidir. Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmı arasında A bdullah isimli üç yüz kadar sahâbi bulunmaktaydı. Fakat bunların içinde; Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbâs, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Amr bin Âs radıyallahü anhüm, ilimdeki yükseklikleri sebebiyle Abâdile ünvânı ile tanındılar. Bunlara Abâdile-i Erbea da denilmektedir.
Abdullah bin Mes'ûd'un (radıyallahü anh) fıkıh ilminde önemli bir yeri olduğu halde, Abâdile arasında zikredilmemesi, bu tâbirin onun vefâtından sonra çıkmış olması sebebiyledir. Bununla berâber onu Abâdileden sayan âlimler de vardır. (İbn-i Hümâm, Ahmed Naîm)


ABD:
1. Kul. (Bkz. Kul)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allahü teâlâ, abdini (Muhammed aleyhisselâmı) bir gece Mescid-i Haram'dan, Mescid'i Aksâ'ya götürdü. (İsrâ sûresi: 1)
Göklerde ve yerde olan herkes, hiçbiri müstesnâ olmamak üzere, çok esirgeyici Allahü teâlâya mutlaka abd olarak gelecektir. ( Meryem sûresi: 93)
2. Köle.
Üzerinize, sizi Allahü teâlânın kitâbı ile yöneten bir abd bile vâli tâyin edilse, onu dinleyin ve itâat edin. (Hadîs-i şerîf-Müslim)


ABDEST: Namaz ve diğer bâzı ibâdetlerin yerine getirilebilmesi için yapılması lâzım gelen yüzü, dirseklerle berâber kolları yıkamak, başın dörtte birini mesh etmek ve topuklarla berâber ayakları yıkamaktan ibâret temizlik. Namazın dışındaki farzlardan biri.
Abdest, Kur'ân-ı kerîmde şu âyet-i kerîme ile farz kılınmıştır:
"Ey îmân edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerle berâber ellerinizi yıkayın ve başlarınızı meshedin ve her iki topukla berâber ayaklarınızı yıkayın." (Mâide sûresi: 6)
Her kim abdest aldıktan sonra, benim üzerime on kerre salât ü selâm getirse, Hak teâlâ, o kişinin hüznünü giderip mesrûr eder, duâsını kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel veled İlmihâlî)
Her ne zaman ümmetimden biri abdest alırken, Bismillah deyip elini yıkarsa, eliyle yaptığı (küçük) günahların hepsi afv olur. Ağzına, yüzüne ve diğer âzâlarına su verdikçe, bütün günâhları dökülür. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel veled İlmihâli)
Abdest üzerine abdest almak, nûr üstüne nûrdur. (Hadîs-i şerîf-Keşfül-hafâ)
Hanefî mezhebine göre abdestin farzları dörttür: Yüzü bir kerre yıkamak. İki kolu dirsekleri ile birlikte, bir kerre yıkamak. Başın dörtte bir kısmını mesh etmek, yâni yaş eli başa sürmek. İki ayağı, iki yandaki topuk kemikleri ile birlikte bir kerre yıkamaktır. Ayrıca abdestin sünnetleri, edebleri vardır. (İbn-i Âbidîn)
Abdestsiz olarak şu üç şeyi yapmak haramdır: Namaz kılmak, Kâ'be'yi tavâf etmek, üzerinde bir kılıf bulunmaksızın Kur'ân-ı kerîme ve bir âyet-i kerîmeye dokunmak. Câmiye abdestsiz girmek ise mekruhtur. (Şürnblâlî)
Abdestli olarak ölen ölüm acısı çekmez. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)


ABDİYYET: Kulluk makamı. Evliyâlığın en yüksek makâmı, derecesi. İyilikleri Allahü teâlâdan bilip kendinden bilmemek.
Allahü teâlânın lütf ve ihsânı ile Abdiyyet derecesine ulaşmak istiyen kimsenin, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve selleme tam olarak uyması lâzımdır. Bu yüce zirveye o yüce peygambere tam uymakla kavuşulur. Bu, Allahü teâlânın bir lütfu olup, onu d ilediğine ihsân eder. (İmâm-ı Rabbânî)


ABES: Boş, faydasız şey. Namazda abes hareketler mekruhtur. Elbise ile oynamak gibi. Namazda faydalı hareketin meselâ eli ile alnındaki teri silmenin zararı olmaz. Pantolonun tozunu silkmek, mekruhtur. Kaşınmak abes değilse de, bir rüknde, eli üç kere kaldırmak, namazı bozar . (İbn-i Âbidîn)
Abesle meşgul olmak insanı lehv ve la'ba (oyun ve eğlenceye) sürükler. Bâzı lüzumsuz şeyler insanın abes işlere dalmasına sebeb olur. (Murâd-ı Münzâvî)


ÂB-I HAYÂT: Hayat suyu. Saf ve berrak su. İnce ve derin mânâlı söz. Tasavvufta mürşid-i kâmil denilen evliyâ zâtların, insanların mânen canlı, kalblerinin uyanık olmalarına vesîle olan mübârek sözleri, mânevî nazarları (bakışları) ve kıymetli kalblerinden fışkır an teveccüh. Bir şeyin kıymetini kuvvetli bir şekilde ifâde için de kullanılır. Âb-ı hayevân, Âb-ı Hızır, Âb-ı zindegânî, Âb-ı bekâ da denir.
Evliyânın bâtınları, kalbleri âb-ı hayâttır. Bir katre (bir damla) tadan, ölümsüz hayâtı bulmuş ve sonsuz seâdete, mutluluğa kavuşmuş olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Her sözünüz kalbime âb-ı hayât katresi, Senden başka rûhumun yok kurtuluş çâresi (Lâ Edrî)
Âb-ı hayât olmayıcak kısmet ey gönül Bin yıl gerekse Hızır ile Seyr-i Skender et.
(Zeyneb Hâtun)


ÂBİD: İbâdet eden. Farzları ve vâcibleri yerine getirdikten sonra çeşitli nâfile ve yapılması sevab olan işlere de devam eden. Çokluk şekli, ubbâd'dır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Tevbe edenler, âbidler, hamd edenler (cihâd veya ilim öğrenmek için) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, emr-i mârûf nehyi anil münker yapanlar ve Allahü teâlânın sınırlarını koruyanlar (yok mu? İşte onlar da Cennet ehlidir. Habîbim) Sen o mü'minlere dahi Cenneti müjdele. (Tevbe sûresi: 112)
Allahü teâlânın haram kıldığı (yasak ettiği) şeylerden sakın, insanların en âbidi olursun. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-necât)
Âbidin en büyük maksadı, âhiret sevâbına kavuşmaktır. Âbid, ibâdetinden öyle zevk alır ki, ibâdetten bir an men' edilse, onun için en büyük eziyet olur. Hattâ âbidlerden biri; "Ölümden korkmuyorum, ancak gece ibâdetime mâni olacak diye korkuyorum" de miştir. Diğeri de; "Allahım mezarımda da bana ibâdet imkânlarını ihsân et" diye duâ etmiştir. (İmâm-ı Gazâlî)


ACEM: Arab olmayan. Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise, topraktandır. Allah katında en kıymetliniz takvâsı (Allahü teâlâdan korkarak haramlardan, günâhlardan sakınması) çok olanınızdır. Arab'ın Acem'e bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hişâm)


ÂCİR: Malını kirâya veren. Kirâdaki binânın ve eşyânın tâmiri ve zamanla tıkanmış boruların tâmiri âcire âittir. Tâmir etmezse, kirâcı evden çıkabilir. Fakat yaptırmaya âciri cebr edemez (zorlayamaz). Ev sâhibinin izni ile kendi yaparsa, parasını kesebilir. Kendiliğinden yapar sa kesemez. Kullanmak için lâzım olan şeylerin (meselâ hamur ocağı) tâmir parasını kirâdan kesemez. (Ali Haydar Efendi)
Kirâ müddeti bitince, âcir uzatmaz ise, kirâcı çıkar. Malı, olduğu gibi teslim etmesi lâzımdır. Teslim etmezse gasb etmiş olur. Fakat kullanma sebebiyle herkes için âdet (ve mümkün) olan yıpranma ve bozukluklar kabahat sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)


ÂCİZ: Gücü yetmeyen, güçsüz, zayıf. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir (gücü yeter). Eğer gücü yetmezse âciz ve noksan olurdu. Âcizlik ve noksanlık Allahü teâlâ için düşünülemez. (Teftâzânî)
İnsanın felâkete uğraması iki sebeptendir: Birincisi âciz olan nefsine (kendine) güvenmesi. İkincisi kendisi gibi âciz olan başka bir mahlûka güvenmesidir. (Abdülhakîm Arvâsî)
En iyi kul, Allahü teâlânın karşısında şükürden âciz olduğunu bilendir. (Abdullah Harrâz)


ACÛZE: İhtiyar, çok yaşlı kadın. Yaşlı bir kadın Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme geldi. Resûl-i ekrem; "Acûze Cennet'e giremez!" buyurdu. Bunun üzerine kadın ağlamaya başladı. Bunu görenPeygamber efendimiz; "Sen o gün yaşlı değil, genç olursun" buyurdu ve gönlünü aldı. (İhyâu ulûmiddîn)
Kızların, kadınların, acûzelerin beş vakit namaz, Cumâ, bayram namazları ve va'z dinlemek için câmiye gitmeleri câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)


ÂDÂB: Edebler, güzel huylar, iyi haller ve davranışlar; her konuda haddini bilip sınırı aşmamak. Müfredi (tekili) edeb'dir (Bkz. Edeb).
Âdâba riâyetsiz hizmetin faydası yoktur. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)


ADAK: Nezr, Allahü teâlânın rızâsının elde edilmesi veya bir isteğin yerine gelmesi veya bir belâ ve musîbetin giderilmesi maksadıyla Allahü teâlâ için oruç tutmak, kurban kesmek gibi başlıbaşına ibâdet olan veyâ benzeyen bir şeyi kendisine vâcib kabûl etm e. (Bkz. Nezr)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki:
Adaklarını yerine getirsinler." (Hac sûresi: 29)
Adak ibâdettir. Allah için yapılır. Kul için yapılmaz. Adak edilen şeyin farz veya vâcib olan bir ibâdete benzemesi veya başlıbaşına bir ibâdet olması lâzımdır. Namaz, oruç, hacca gitmek, köle âzâd etmek vb. adak edilir. Abdest almak, ölü kefenlemek, ezan okumak, mekteb ve câmi yapmak başlıbaşına ibâdet olmadıkları için adak yapılmazlar. Adak iki türlüdür: 1) Mutlak adak: Allahü teâlâ için bir sene oruç tutacağım demek gibi. Düşünmeden, söz arasında dilinden çıkmış olsa da yerine getirmek vâcibtir. 2) Şarta bağlı adak. Hastam iyi olursa Allah için şu kadar sadaka vermek, sevâbını meselâ Seyyid AhmedBedevî hazretlerine bağışlamak nezrim, adağım olsun demek gibi. Hasta iyi oldukdan sonra bunları yapmak lâzım olur. Adağı yerine getirmek vâcibdir. Bâzı âlimler farzdır, dedi. (İbn-i Âbidîn)


ADÂLET: Her işte hakkı gözetme ve orta yolu tutma. Haklıya hakkını verme. Haksızlıktan sakınma. Zulmün zıddı, kânun önünde eşitlik.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Bir millete olan öfkeniz, sizi adâletten alıkoymasın. Âdil olunuz! (Mâide sûresi: 8)
Muhakkak ki Allahü teâlâ adâleti, ihsânı (iyilik yapmayı) ve akrabâya muhtac oldukları şeyleri vermeyi emreder... (Nahl sûresi: 90)
Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmağı, bir sene devâmlı gazâ etmekten daha çok severim. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Bir saat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nâfile ibâdet yapmaktan daha iyidir. (Hadîs-i şerîf-İslâm Ahlâkı)
Adâlet mülkün temelidir. (Hazret-i Ömer)
Adâlet üç kısımdır:
a) Allahü teâlâya kulluk etmek. Bunda sâhibinin hakkını gözetmek vardır. Her insanın yaradanına karşı borçlu olduğu bu kulluk vazîfesini yerine getirmesi vâcibdir.
b) İnsanların hakkını gözetmek.
c) Vefât eden geçmişlerin hakkını gözetmek yâni onların borçlarını ödemek ve vasiyetlerini yerine getirmek. (Kınalızâde Ali Efendi)
Adâlet-i ictimâiyye: Sosyal adâlet; Herkesin; çalışması, bilgi ve kâbiliyeti, gördüğü iş nisbetinde ve derecesinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi. (Bkz. Sosyal Adâlet)


ADÂVET: Düşmanlık, sebebsiz olarak bir kimseye düşmanlık etmek, husûmet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Sen kötülüğü, en güzel haslet ne ise onunla önle (Öfkeye sabr ile, cehâlete ilim ile, kötülüğe afv ile karşılık ver) . O zaman (görürsün ki) seninle arasında adâvet bulunan kimse bile sanki yakın dostun olmuştur. (Fussilet sûresi: 34)
Kıymetli ömrünü dâimâ adâvet ve husûmet sebebiyle keder ve huzursuzlukla geçiren kimselere yazık. (Ahmed Rıfat)
Üç şey adâvete sebeb olur: Mal hırsı, insanların ikramlarına düşkünlük göstermek, insanların göstereceği îtibâra önem vermek (Ebû Osman Hîrî)


ADEM:
1. Yokluk, varlığın zıddı. Kâinâtın aslı ademdir. Âlemler yâni her şey var olmadan önce ademde idiler. (Kemahlı Feyzullah Efendi)
2. Tasavvufda sâlikin (tasavvuf yolcusunun) kendisini kaplayan mânevî hal sebebiyle kendinden geçmesi hâli.

ÂDET:
1. Bir şehir ve memleketteki insanların, yapageldikleri usûller, gelenekler, alışılmış şeyler. An'ane, örf. (Bkz. İlgili maddeler)
Her memleketin âdeti başka başkadır. Hattâ bir memleketin âdeti zamanla değişir. Bulunduğu şehrin dîne uygun olan âdetine uymamak şöhret ve tahrîmen (harama yakın) mekrûh olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yaptığı ve kaçındığı şeyler iki kısımdır: Birisi, ibâdet olarak yaptığı ve kaçındığı şeylerdir ki, her müslümanın bunlara tâbi olması, uyması lâzımdır. İkincisi bulundukları memleketin âdeti olarak yaptığı şe ylerdir. Bunları yapmak mecbûrî değildir. Âdete bağlı şeylerde de Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak dünyâ ve âhirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saâdetlere ve hayırlara yol açar. (Abdülhakîm Arvâsî)
Müslüman olmayanların yaptıkları ve kullandıkları şeylerden haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak günâh değildir. Pantolon, çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek, herkes in önüne ayrı tabaklar içinde koymak, ekmeği bıçakla dilimlere ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri kullanmak hep âdete bağlı şeyler olup, mübâhdırlar. Bunları kullanmak bid'at (günâh) olmaz. Böyle âdetlerden faydalı olmayanları, çirkin ve kötülenmiş olanları kullanmak ve yapmak haram olur. (Abdülgani Nablüsî, İbn-i Âbidîn)
2. Kitab, sünnet, icma' ve kıyasdan sonra ikinci derecedeki dînî delillerden biri. Dînin ve aklın beğendiği şeyler.
Dinde nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) ile açıkça bildirilmiş olmayan bir hükmü anlamak ve bildirmek için umûmî âdetler delîl olur. Âdetin umûmî olması için Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm zamânından kalma ve müctehidlerin (Kur'ân-ı kerîm ve had îs-i şerîfden hüküm çıkarabilen derin âlimlerin) kullanmış olmaları ve devamlı olmaları lâzımdır. Muâmelâttaki (ticâret, rehin, hîbe, mîras, kirâlama, vekâlet v.s.) hükümler için bir beldenin nass'a aykırı olmayan âdetleri delil olur. Bunları fıkıh âlimleri anlıyabilir. Zamânın değişmesi ile örf ve âdete dayanan ahkâm (hükümler) değişebilir. Nass'a (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere) dayanan ahkâm (hükümler) zamanla değişmez. Böyle hükm-i küllî (genel hükümler) değişmeyip, bu hükmün hâdiselere tatbîki zamanla değişebilir. (İbn-i Âbidîn, Ali Haydar Efendi)
Âdet Görme: Aybaşı hâli. Kadınlardan ve ergenlik, evlenme çağına gelmiş olan kızlardan her ay belli günlerde kan gelmesi hâli. (Bkz. Hayz)
Âdet Zamânı: Kadında ve ergenlik çağına gelmiş olan kızlarda hayız (âdet) kanı görüldüğü andan kesilmesine kadar olan günlerin sayısı.
Hanefî mezhebinde âdet zamânı en çok on gündür. En az üç gündür. Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde en çoğu on beş gün, en azı bir gündür. (İbn-i Âbidîn)
Bir kadının âdet ve temizlik zamânı çok defâ her ay aynı gün sayısında olur. Burada bir ay demek, bir âdet görmenin başından, ikinci âdet görmeye kadar geçen zaman demektir. Âdet zamânı belli olan kadın, bir kerre başka sayıda âdet kanı görürse, âdet zamânı değişir. (İbrâhim Halebî)
Âdette Bid'at: Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesi zamânında olmayıp, ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ve kasdı olmaksızın sonradan meydana çıkarılan şeyler.
Âdette bid'at, hadîs-i şerîfde dalâlet (sapıklık) olarak bildirilen bid'atlardan değildir. Bunların kullanılması günâh değildir. Un eleği, çatal, kaşık kullanmak ve kahve içmek gibi şeyler âdette bid'attir. (Hâdimî)
Âdet-i İlâhiyye: Sünnet-i ilâhî; Allahü teâlânın kânûnu. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmak için arada bulundurduğu sebebler. Bu sebebler tecrübe ile anlaşılır.
Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyledir ki, her şeyi bir sebeble yaratmaktadır. Fakat sebeblerin, vâsıtaların, O'nun yaratmasına hiç te'sirleri yoktur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Rızık, maâşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak farzdır. Çünkü Ef'âl-i ilâhiyye (Allahü teâlânın işleri) sebebler altında meydana gelir. Âdet-i ilâhiyye böyledir. Sebebleri aramak ve öğrenmek istememek âdet-i ilâhiyyeyi bozmak olur. (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü teâlâ her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Bir iş yapmak ve bir şeyi elde etmek için bu işin sebeblerine yapışmak lâzımdır. Meselâ buğday elde etmek için tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanın işleri, Allahü teâlânın bu âde t-i ilâhiyyesi içinde meydana gelmektedir. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
Âdet-i ilâhiyye şöyledir ki, insan nasıl yaşadı ise, öyle can verir. Bunun aksi olmuş ise de nâdirdir. Mûcize ve kerâmet gibi şeyler ise, âdet-i ilâhiyye dışında meydana gelir. (Şerefeddîn Yahyâ Münîrî)
Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesindendir ki, fitne ve fesad sebebiyle gelen zelzele, kıtlık gibi musîbet ve felâketler umûmî olur. İyi kötü herkese gelir. Sebeb olanlara cezâ, sebeb olmayanlara, mâzur görülenlere yâni fitnenin çıkıp yayılmasına mâni olamayarak, kalbleri ile buğz edenlere şehîdlik nasîb olmak üzere mükâfâtdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Âdet-i İslâm: İslâm âdeti. Küfür alâmeti olmayan ve en az iki müslüman tarafından kullanılan âdetle ilgili şeyler.
Haramlar âdet hâline gelirse yine helâl olmazlar. Küfür alâmetleri âdet olup müslümanlar arasında yayılsa da, yine âdet-i İslâm olmazlar. Küfür alâmeti olmakdan çıkmazlar. (Abdülhakîm Arvâsî)


ÂDİL:
1. Adâletli; hakkı gözeterek iş yapan, zulüm ve haksızlık etmeyen. (Bkz. Adâlet)
Cennet'te bir derece vardır ki, oraya ancak üç zümre nâil olacaktır (kavuşacaktır). Âdil hükümdâr, akrabâyı ziyâret eden (kimse) , sabırlı ve çocuklarına yaptığı harcamaları başlarına kakmayan hâne reisi. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
Cennet'te öyle bir köşk vardır ki, etrâfı kalelerle ve yeşilliklerle çevrilmiştir, ayrıca beş bin de kapısı vardır. Orada ancak nebî, sıddîk, şehîd ve âdil hükümdâr barınır. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
2. Îtikâdı doğru olan, büyük günâh işlemeyen ve küçük günâha devâm etmeyen yâni İslâmiyet'e uymaya çalışan sâlih müslüman.
Bid'at sâhibleri yâni îtikâdda Ehl-i sünnetten ayrılmış olan yetmiş iki fırkanın hepsi, ehl-i kıble oldukları, her ibâdeti yaptıkları hâlde, âdil değildir. Çünkü (bunlar), ya mülhid (dinden çıkmış) olarak îmânlarını kaybetmişler, yâhud bid'at sâhibi oldukları için büyük günâha girerek âdil olma vasfını kaybetmişlerdir. (Abdülganî Nablüsî)
Eshâb-ı kirâmın hepsi, Resûlullah efendimizin sohbetinde bulunmuşlar ve O'na yardımcı olmuşlardır. Hepsi âlim ve âdil idi. (Abdülazîz Dehlevî)
Ramazân-ı şerîf ayı, Ramazân hilâlinin görülmesi, buna iki âdil kimsenin şâhidlik etmesi ve hâkimin (kâdının) îlân etmesi ile başlar. (Abdülazîz Hulvânî)


ÂD KAVMİ: Hûd aleyhisselâmın kavmi (Bkz. Hûd Aleyhisselâm). Bu kavim Nûh aleyhisselâmın torunlarından Âd'ın evlâdından çoğaldıkları için bu adı almışlardır. Bu kabile, Yemen'de Hadramûd bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkâf denilen yeri yurt edindi. Yemen ile Şâm arasında yerleştikleri de rivâyet edilmiştir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Âd kavmine, kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. Hûd (aleyhisselâm) onlara; "Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?" dedi" (A'râf sûresi: 65)
Kur'ân-ı kerîmde Hûd aleyhisselâm için "Âd kavminin kardeşi" buyrulması din kardeşliği sebebiyle değildir. O kavmin içinden yetiştiği, onlarla aynı soydan geldiği içindir. Çünkü dînî inanç ve ibâdetleri bakımından Hûd aleyhisselâmın, kavmi ile bir y akınlığı ve benzerliği olmamıştır. (Senâullah Dehlevî)


ADN CENNETİ: Yedi kat göklerin üzerinde yaratılan sekiz Cennetten derece bakımından en yüksek olanı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İmân ehli, altın bilezikler ve inci ile süslenecekleri Adn ismindeki Cennetlere girerler. (Fâtır sûresi: 33)
Allahü teâlâ Adn ismindeki Cenneti, günâh işleyecekleri zaman, Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünüp, O'ndan hayâ ederek günahtan kaçınan kimseler için hazırladı. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Adn Cenneti'ne peygamberler, şehîdler ve sıddîklar girecektir. Peygamber efendimizin derecesi olan Vesîle, Adn Cenneti'ndedir. (İmâm-ı Birgivî)


ÂFÂK: İnsanın dışı ve dışındaki şeyler. Ufk'un çokluk şeklidir.
Âfâk ve enfüste zâhir olan (görünen) şeyler, Hak teâlânın varlığını ve her şeye kâdir olduğunu gösteren âyetler (işâretler, deliller)dir. (Muhammed Ma'sûm)


ÂFÂKÎ:
1. İnsanın dışındaki şeyler. Akla, hayâle gelen her şey, hattâ keşif ile anlaşılan bilgiler, ister âfâkî olsunlar, ister enfüsî olsunlar, yâni insanın içinde bulunsunlar hepsi mâsivâdır, Allah'tan başkadır, mahlûktur. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Uzak memleketlerden hac ibâdetini yapmak için gelenler.
Haccın vâciblerinden biri de; âfâkî olanların, Mekke'den ayrılacağı son gün tavâf-ı sadr yâni vedâ tavafı yapmasıdır. Bu tavaf hayızlı kadına vâcib değildir. (Burhâneddîn Merginânî)
Âfâkî olanların Mekke'ye varınca hemen Mescid-i Harâm'a girip, tavâf-ı kudum yapmaları sünnettir. (İbn-i Âbidîn)

AFÎF: Temiz, iffetli, nâmuslu, haramdan (günahtan) sakınan. (Bkz. İffet)

ÂFİYET:
1. Sağlık, sıhhat, bedende hastalık bulunmaması. Allahü teâlâdan âfiyet isteyiniz. Îmândan sonra âfiyetten daha büyük nîmet yoktur. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Yâ Rabbî! Senden sıhhat ve âfiyet ve emânete hiyânet etmemek ve güzel ahlâk ve kadere rızâ göstermeyi istiyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Merhametin hakkı için bunları bana ver. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-müfred)
Dert ve belâ gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, kurtarması ve âfiyet vermesi için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat, selâmet ve âfiyet istiyenleri sever. (Ahmed Fârûkî)
2. Günah işlememek. Yâ Rabbî! Bana ilim ver, hilm (yumuşaklık) ile zînetlendir. Takvâ (haramlardan sakınmak) ihsân eyle. Âfiyet ile beni zînetlendir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Büyüklerden biri, hep duâ eder, Allahü teâlâdan bir günlük âfiyet isterdi. Adamın biri bu zâta; "Sen hergün âfiyette değil misin?" dedi. "Allahü teâlâdan öyle bir gün istiyorum ki, sabahtan akşama kadar Allahü teâlâya hiçbir günah işlemiyeyim. Âfiyet le geçen gün böyle olur." buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)


AFOROZ: Hıristiyanlık ve yahûdîlikte, dinden ve cemâatten uzaklaştırma cezâsı.
Galile, Kopernik ve Newton dünyânın döndüğünü İslâm âlimlerinin kitaplarından öğrenip açıklayınca, papa tarafından aforoz edildiler. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Alman imparatoru IV. Henri, papa tarafından aforoz edilince, af dilemek için Vatikan'a geldi. Günlerce karlar üzerinde bekleyip papadan özür diledi. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)


AFÜVV (El-Afüvv): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Afvı çok olan, günâhlardan, hatâ ve kusurlardan dolayı cezâlandırmayan, günahları affedip amel defterinden silen.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Siz bir hayrı, iyiliği açıklar veya gizlerseniz, yâhut (size yapılan) bir kötülüğü affederseniz biliniz ki, Allahü teâlâ Afüvv'dür ve her şeye kâdirdir. (Âyet-i kerîmede mazlûmun zâlimi affetmesi teşvik edilmektedir.) (Nisâ sûresi: 149)
Allah'ım! Beni affet. Çünkü sen Afüvv'sün, Kerîm (lütûf ve ihsân sâhibi) sin. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)


AFV:
1. Bağışlama. Allahü teâlânın, ihsânı ile, âsî ve günâhkâr kullarının kusur ve günâhlarını bağışlaması. Bir kimse din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerce melek o kimse için duâ eder. O işi yapmağa giderken, her adımı için bir günâhı afv olur ve kendisine kıyâmette nîmetler verilir. ( Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Allahü teâlânın sevgili kullarına, dünyâ sıkıntılarının ve belâlarının gelmesi, bunların günâhlarının afv olması için keffârettirler, sebebdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Bir kimsenin, düşmanından veya suçludan intikâm almaya, karşılığını yapmaya gücü yettiği halde bir şey yapmaması, intikâm almaması.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(İnsanlara karşı) afv yolunu tut. Ma'rûfu (yâni aklın ve dînin beğendiği şeyleri, Allahü teâlâdan korkarak günahlardan sakınmayı, sıla-i rahmi (akrabâyı, yakınları gözetmeyi, onları ziyâret ederek gönüllerini almayı ve onlara yardım etmeyi), harama b akmamayı; dili çirkin ve günah sözlerden korumayı) emret ve câhillerden yüz çevir. (A'râf sûresi: 199)
Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulm edenleri afv etmek, kendini mahrum edenlere ihsân (iyilik) etmek, güzel huylu olmaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
... Allahü teâlâ, afv edenleri azîz eder. Allah rızâsı için afv edeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Mûsâ bin İmrân (aleyhisselâm) ; "Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir?" dediğinde, gücü yettiği zaman affedendir, buyuruldu. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Kıyâmet günü, hak sâhibi hakkını afv etmezse, bir dank (yarım gram gümüş) hak için cemâat ile kılınıp kabul olmuş yedi yüz namaz sevâbı alınıp, hak sâhibine verilecektir. (İbn-i Âbidîn)


ÂGÂH: Haberdar, uyanık. Gaflette olmayan, kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.
İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin hülâsası, özü de kalbin her zaman Allahü teâlâdan âgâh olmasıdır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)


AHBÂR: Haberler. Haberin çokluk şekli. (Bkz. Haber)
1. Bir kavim, kabîle, şahıs, ülke, bölge, şehir veya bir hâdise hakkında nakledilen bilgiler.
2. Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde, geçmişte olanlara, gelecekte ve âhirette olacaklara dâir bildirdiği şeyler.
Ahbâr, şâriin (dînin sâhibinin, Allahü teâlânın) bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ve tecrübe (deney) ile anlaşılmaz. Ahbârda değişiklik olmaz. (Taşköprüzâde)


AHD: Söz vermek. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Rabbinizle ve diğer insanlarla olan ahdinize vefâ ediniz, zîrâ kıyâmette ahd sâhibinden, ahdini bozmasının sebebi sorulur. (İsrâ sûresi: 34)
Bir kimseye sövmekten, verdiği sözü yerine getirmemekten ve ahdi bozmaktan sakınmalıdır. (İmâm-ı Birgivî)
Ahde Vefâ: Sözünde durma, sözünü yerine getirme.
Verdiği sözde durmayıp cayan gaddâr (zâlim), hâin kimse için kıyâmet günü bir sancak dikilir ve; "Dikkat olunsun bu sancak falan oğlu falanın ahde vefâsızlık alâmetidir" denilerek teşhîr edilir (gösterilir) . (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim, Sünen-i Ebû Dâvûd, Sünen-i Tirmizî)
Ahde vefâsızlığın yaygın hâl aldığı bir millette cinâyet çok olur... (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ebû Ya'lâ, Beyhekî, El-Müstedrek)
Ahd-i Atik: Eski ahd. Hıristiyanlarca Mûsâ aleyhisselâma inen kitab. Bu ismi ilk olarak hıristiyanlar kullanmışlardır. Hıristiyanların Kitab-ı mukaddes denilen kitabları Ahd-i Atîk ile Ahd-i Cedîd'den meydana geldiğinden onlar da Ahd-i Atîk'i kutsal kabul etmekt edirler. Yahûdîler, Ahd-i Atîk yerine Tanah demektedirler. Bugün elde mevcut olan Ahd-i Atîk, hazret-i Mûsâ'dan asırlarca sonra yazılmıştır.
Çocuklara Kitâb-ı Mukaddesi okuturken çok dikkat ediniz. Çünkü Kitâb-ı Mukaddesin içinde, gayr-i ahlâkî fuhuş hikâyeleri mevcuttur. Bunları okuyan çocuklarda, âile fertleri arasındaki münâsebetler hakkında, çok hatâlı fikirler hâsıl olabilir. Bilhass â, Ahd-i Atik kısmında bulunan bu fuhuş münâsebetleri, Kitâb-ı mukaddesten çıkarılmalı ve ancak ondan sonra çocuklara okutmalı. (Plain Truth)
Bugün hıristiyanların ellerinde bulunan İncillerde ve Ahd-i Atik'te de bütün tahriflere (değişikliklere) rağmen, Îsâ aleyhisselâmdan sonra bir peygamber geleceği yazılıdır. (Rahmetullah Efendi)
Ahd-i Cedîd: Hıristiyanların kutsal kitabı olan Kitâb-ı mukaddes'in ikinci bölümü.
İncîl'in Ahd-i Cedîd kısmında doğrudan doğruya bir insanın anlattıkları hikâyeler, herhangi bir işin nasıl yapıldığını gören kimselerin görgü şâhidliği vardır. Sırf insan sözü olan bu kısımlar, kilise tarafından insanlara Allah sözüymüş gibi nakledil mektedir. (Kenneth Gragg)
Ahd ü Mîsâk: Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini (neslini) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurduğunda onların; "Evet, sen Rabbimizsin!" diye söz vermeleri.
Ben, Rabbime verdiğim ahd ü mîsâkı hatırlıyorum. (Hazret-i Ali)


AHDNÂME (Ahidnâme): Devlet başkanının emriyle, bâzı devlet, topluluk ve şahıslara özel haklar tanımak maksadıyle hazırlanan belge.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, hıristiyanlarla ilgili olarak, hazret-i Ali'ye yazdırdığı ahidnâmenin bir kısmı şöyledir:
Her kim ki, bu ahidnâmenin aksine hareket ederse, ister sultan, ister başkası olsun, Allahü teâlâya karşı isyân ve dîn-i İslâm ile istihzâ (alay) etmiş sayılır ve Allahü teâlânın lânetine lâyık olur. Bütün hıristiyanlar benim himâyem (korumam) altındadır. Onlara zor kullanmayın. Onların dînî reislerini makâmlarından indirmeyin. Onları, ibâdet ettikleri yerden çıkarmayın. Bunların, manastırlarının ve kiliselerinin hiç bir tarafını yıkmayın. Onları, dâimâ merhamet ve şefkat kanatları altında himâye edin!.. (Feridun Bey-Mecmu'a-i Münşeâtüs-Salâtîn)


AHFÂ: Çok gizli, âlem-i emrin (madde ve ölçü olmayan ve arşın üstündeki âlemin) beşinci ve son latîfesi (makamı, mertebesi).
İnsana Âlem-i sagîr yâni küçük âlem denir. Âlem-i sagîr on kısımdan meydana gelir. Bunların beşi Âlem-i emrdendir. Bu beş mertebe; kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâdır. Bunların asılları, kökleri Âlem-i kebîrde (İnsanın dışındaki âlemde)dir. Ahfâ latîfes i, mertebelerin en sonu ve en yukarıdaki mertebedir. (İmâm-ı Rabbânî)


ÂHİR (El-Âhiru): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın (varlıkların) yok olmasından sonra, bâkî olan (varlığı devâm eden) yalnız kendisi kalan, hiç yok olmayan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O (Allahü teâlâ) her şeyin başlangıcıdır. (Hadîd sûresi: 3)
El-Âhiru ismi şerîfini söyliyenin gönlü temizlenir. Safâya kavuşur. Günde yüz defa söylenirse, Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbden çıkar. (Yûsuf Nebhânî)
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
A -2-

ÂHİR ZAMAN: Dünyânın son zamânı, son devresi. Genel olarak Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) teşriflerinden, özel olarak hicrî bin senesinden sonraki zaman.
Âhir zamanda fitne ve belâ devâmlıdır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Âhir zaman yaklaştıkça, îmânın olmadığını gösteren hâller ve işler, bid'atler (dinde olmayıp, ibâdet maksadıyla yapılan şeyler) çoğalır. İslâmiyet unutulur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir zaman gelecek ki, ümmetimde (bana tâbi olanlarda, uyanlarda) müslümanlığın yalnız adı kalacak. Mü'min olanlar (inananlar) yalnız bir kaç İslâm âdetini yapacak. Îmânları kalmayacak. Kur'ân-ı kerîm yalnız okunacak, emirlerinden ve yasaklarından haberleri bile olmayacak. Düşünceleri yalnız yiyip içmek olacak. Alahü teâlâyı unutacaklar. Yalnız paraya tapınacaklar. Kadınlara köle olacaklar. Az kazanmak ile kanâat etmeyecekler. Çok kazanınca, doymayacaklar." (Kurtubî, Mektûbât) Âhir zaman ümmetleri dünyâ fânî bilmezler Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar.
(Ahmed Yesevî)

ÂHİR ZUHUR: Cumâ namazının dört rekat son sünneti ile iki rekat vaktin sünneti arasında kılınan dört rekatlık namaz.
Şehirde bir kaç câmide Cumâ namazı kılınabilir. Fakat Hanefî mezhebinin bâzı âlimleri ile üç mezhebin çoğunluğu bir câmiden fazla yerdeCumâ kılınmaz dedi. Bunun için şehir olduğu ve Cumâ'nın kabûl olması şüpheli bulunan yerlerde "Üzerime son farz ola n kılmadığım öğle namazını kılmaya" diye niyyet ederek âhir zuhur kılmalıdır. (Abdülhak-ı Dehlevî)

ÂHİRET:İnsanın ölümü ile başlayan ebedî (sonsuz) hayat. Âhirete îmân, inanılması lâzım olan altı esastan beşincisidir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kim de mü'min olduğu hâlde âhireti ister ve onun için gereken şekilde çalışırsa, işte onların çalışmaları makbûl olur. (İsrâ sûresi: 19)
Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış. Âhiret için orada sonsuz kalacağına göre çalış. Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itâat et. Cehennem'e dayanabileceğin kadar günâh işle. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel Veled)
Sizden öncekiler, âhiret işleri ile uğraşıp, sâdece artan zamanlarını dünyâ işlerine harcarlardı. Siz ise, bugün hep dünyâ işleri ile uğraşıyor, zaman kalırsa âhiret işlerini yapıyorsunuz. (Avn bin Abdullah)
Âhireti düşünmek akıllılığın alâmeti, kalbin canlılığıdır. (Ebû Süleymân Dârânî)
Bir kalbde, âhiret arzusu çoğaldıkça, dünyâ düşüncesi o kalbden kaybolur. (Ali Müzeyyen)
Allahü teâlânın bildirdiği bir âhiret günü bin dünyâ senesi kadardır. Böyle olduğu Hac sûresinde açıkça bildirilmiştir. Niçin bu kadar zaman olduğunu ancak Allahü teâlâ bilir. Çünkü âhirette, dünyâda bulunan gece, gündüz, ay ve sene yoktur. (Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)
Âhiret Âlimi: Dünyâlığa, mala, mevkiye kıymet vermeyen, ilim ile dünyâlık elde etmeye çalışmayan, âhireti dünyâya tercih eden, ilmiyle amel eden, işi sözüne uyan, ibâdet ve tâate teşvik eden, ilmi âhiretine faydalı olan tevâzu sâhibi âlim.
Denildi ki, şunlar Âhiret âlimlerinin alâmetlerindendir: Haşyet (Allah korkusu), tevâzu (alçak gönüllülük), güzel ahlâk ve zühd (dünyâya rağbet etmemek). (İmâm-ı Gazâlî)

AHKÂM: Hükümler. Allahü teâlânın emirleri ve yasakları. Hükm'ün çokluk şeklidir.
Peygamberler aleyhimüsselâm, Allahü teâlânın kendilerine melek (Cebrâil) ile bildirdiği ahkâmı kendi zamanındaki insanlara noksansız olarak bildirmişlerdir. (Abdülganî Nablüsî)
Kur'ân-ı kerîm, bütün peygamberlere aleyhimüsselâm gönderilmiş olan ahkâmı ve daha fazlasını kendisinde toplamıştır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Îmân ve ahkâm bilgilerini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyen, kulluk vazîfesini yapmamış olur. (İmâm-ı Gazâlî)
Ahkâm-ı Şer'iyye: İslâm dîninde bir işin yapılması veya yapılmaması gerektiğini bildiren hükümler. Emirler ve yasaklar. Bunlara Ahkâm-ı ilâhiyye, Ahkâm-ı İslâmiyye ve Ahkâm-ı Kur'âniyye de denir.
Ahkâm-ı şer'iyye sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mübah, haram, mekruh, müfsid (Bkz. İlgili Maddeler). (İbn-i Âbidîn)
Bütün insanlara her şeyden önce lâzım olan, îtikâdı (inancı) düzeltmektir. Yâni doğru bir îmân sâhibi olmaktır. İkinci olarak, ahkâm-ı şer'iyyeyi öğrenmektir. (Ahmed Fârûkî)
Beden, ahkâm-ı şer'iyyeyi yapmakla süslenince, nefs dünyâ kötülüklerinden ve zararlarından kurtulur. (Ahmed Fârûkî)
Îmân muma benzer. Ahkâm-ı şer'iyye mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca da îmân söner. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Haram işlememek ve bütün ahkâm-ı İslâmiyyeyi yerine getirmek kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Bir çok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır, hastalara ise güçtür. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahkâm-ı Fıkhiyye: Fıkıh ile ilgili hükümler. Bedenle yapılması ve sakınılması lazım gelen şeyler, emirler ve yasaklar. (Bkz. Fıkh)
Her müslümanın kendisine lâzım olan ahkâm-ı fıkhiyyeyi öğrenmesi ve yapması lâzımdır (Yûsüf Sinâneddîn Âmesi).
Ahkâm-ı fıkhiyye dört büyük kısma ayrılır: 1- İbâdât (Namaz, oruç, zekât, hac, cihad), 2- Münâkehât (Evlenme, boşanma, nafaka ve dalları), 3- Muâmelât (Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs), 4- Ukûbât (Cezâlar). (Ahmed Zühdi Efendi)
Ahkâm-ı İctihâdiyye: Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte açıkça bildirilmeyip, müctehid denilen âlimlerin açıkça bildirilenlere benzeterek elde ettikleri hükümler.
Ahkâm-ı Mâneviyye: Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgiler, tasavvuf bilgileri.
Peygamber efendimizin vazîfelerinden biri de, Kur'ân-ı kerîmin ahkâm-ı mâneviyyesini, ümmetinin yüksek (olgun) olanlarının kalblerine akıtmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

AHLÂK: İnsanda yerleşmiş huylar. Hulkun çokluk şeklidir. (Bkz. Hulk)
İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Câmi'us-sagîr, Künûz-üd-dekâik)
İnsanları memnûn etmek için malınız yetmez. Ancak güleryüz ve güzel ahlâkla onları memnun edebilirsiniz. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Allahü teâlânın en sevdiği şey, güzel ahlâktır. (Hadîs-i şerîf - Ahlâk-ı Celâlî)
İçinizde en sevdiğim kimse, ahlâkı en güzel olanınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-müfred)
İslâm âlimlerinin çoğuna göre insanlar iyiliğe, yükselmeğe elverişli olarak doğar. Sonra nefsin kötü arzûları ve güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak kötü huyları meydana getirir. (Ali bin Emrullah)
Ahlâk İlmi: Kötü huylardan uzaklaşıp, güzel huylar edinme yollarını öğreten ilim.
Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli, en lüzumlu bir ilimdir. Çünkü rûhun kötülükleri bu ilim ile temizlenebilir. Rûhun iyi huyları, sıhhati, kuvveti bununla kolayca elde edilir. Kuvvetli rûhlar ahlâk ilmi sâyesinde güzel ahlâk sâhibi olur. Kirlenmi ş, hasta rûhlar da, bu ilim yardımı ile temizlenir, iyi ahlâka kavuşur. (Ali bin Emrullah)
Ahlâk-ı Hasene: Güzel huylar. Dînin ve aklın beğendiği huylar.
Ahlâk-ı hasenenin alâmeti, insanlardan gelen sıkıntı ve eziyete katlanmaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Ahlâk-ı hasenenin on alâmeti vardır: Çok îtirâz etmemek. Adâlet sâhibi olmak. Kendini beğenmemek. İnsanların ayıplarını örtmek. Müslüman kardeşinin kusurunu görünce hüsn-i zân etmek (onu iyiye yorumlamak ve hakkında iyi düşünmek). Başkasından gelen e ziyet ve sıkıntılara katlanmak. Nefsine (kendine) zulmetmemek. Kendi ayıplarına bakıp başkalarının ayıplarını araştırmamak. Herkese karşı güler yüzlü, yumuşak ve tatlı sözlü olmak. (Yûsuf bin Esbat)
Ahlâk-ı İlâhiyye: Allahü teâlânın sıfatlarına ve isimlerine uygun sıfatlarla sıfatlanmak. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak.
"Velî olmak için ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmalıdır." demişlerdir. Bu sıfatlar evliyâda meydana gelir. Fakat bu benzerlik yalnız isimdedir ve uygunluk sıfatların topluluğundadır. Yoksa sıfatların husûsiyetlerinde berâber olunmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın bir ismi "Melik"tir. Bu, her şeye hâkim, gâlib demektir. Talebe tasavvuf yolunda ilerlerken, kendi nefsine hâkim, gâlib olur ve başkalarının kalblerine tesir etmeğe başlarsa ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmış olur. Allahü teâlânın bir i smi de Semi'dir. Yâni işiticidir. Talebe, doğru sözü herkesten kabul eder ve gizli hakikatleri, can kulağı ile duyarsa, bu sıfatla huylanmış olur. Bir sıfatı da "Basîr"dir. Yâni Allahü teâlâ herşeyi görür. kalb gözü açılır ve firâset ışığı ile kendi ayıblarını ve başkalarının iyi huylarını görürse yâni başkalarını kendisinden daha üstün görürse ve Allahü teâlânın her an gördüğünü göz önünde bulundurarak, hep Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yaparsa, bu sıfatla huylanmış olur. Bir sıfatı da "Muhyî"dir. Yâni Allahü teâlâ dirilticidir. Talebe unutulmuş sünnetleri canlandırır, meydana çıkarırsa, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bir sıfatı da "Mümit" öldürücü demektir.Talebe sünnetlerin yerine yerleşmiş olan bid'atleri, dinde sonradan çık arılıp din diye yapılan şeyleri men eder yok ederse, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bütün sıfatlar bunlar gibidir. (Hâce Muhammed Pârisâ)
Ahlâk-ı Zemîme: Kötü ahlâk. Dînin ve aklın beğenmediği huylar.
İnsana dünyâda ve âhirette zarar veren her şey, ahlâk-ı zemîmeden meydana gelmektedir. Zararların, kötülüklerin başı kötü huylu olmaktır. (Ali bin Emrullah)
Ahlâk-ı zemîme kalbi, rûhu hasta eder. Hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne sebeb olur. En kötü huy, küfür yâni îmânsızlıktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kendinde ahlâk-ı zemîme bulunan kimse, buna yakalanmasının sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeye, bunun zıddını yapmaya çalışmalıdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması zordur. Kötü şeyler nefse tatlı gelir. (Hâdimî)

AHMAK: Aklı az, görüşü kısa olan.
Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah'ın rahmetini bekler. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Anadan doğma körlerin görmesini sağlamak, hattâ ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım. (Îsâ aleyhisselâm)
Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriyâ sana iyilik yapayım derken, zararı dokunur. (Hazret-i Ömer)
Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur. (İbn-i Hibbân)
Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Ca'fer-i Sâdık)
Bile bile hatâda ısrâr eden ahmaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmasıdır. (Sırrî-yi Sekatî)
Mahlûkâtın, yaratılmışların en ahmağı nefistir. Çünkü dâimâ kendi aleyhine, zararına olan şeyleri ister. (İmâm-ı Rabbânî)

AHMEDİYYE:
1. Evliyânın gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bu yola Müceddidiyye-i Ahmediyye de denir.
Ahmediyye yolunun büyüğü İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir nasîhatlerinde şöyle buyurdu:
Her şeye kalbi bağlamaktan kurtulmadıkça, Hak teâlâya bağlanılamaz.
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, sonra tasavvuf yolunda ilerlemek, ihlâsı elde etmektir.
İhlâs ile yapılan bir iş, senelerle yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder.
Dünyâya düşkün olanlar âhirette zarar görür.
2. Hindistan'da Gulam Ahmed Kâdiyânî tarafından kurulan sapık bir yol. (Bkz. Kâdiyânîlik)

AHRÂRİYYE: Evliyânın büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Ahrâriyye yolunun büyüğü Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdu:
Bizim yolumuzda el helâl kârda (işte), gönül ise hakîkî yârda yâni Allahü teâlâdadır.
Biz bu yolu, tasavvuf kitablarından değil, Allahü teâlânın kullarına hizmetten elde ettik.
İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, hiçbir zaman Allahü teâlâyı unutmamaktır.
Söz, değerli bir şeydir. Fakat zamânında ve yerinde olmalıdır.

AHSEN-İ TAKVÎM: En güzel boy ve sûret. Bedenen ve rûhen en güzel olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz insanı ahsen-i takvîm üzere yarattık. (Tîn sûresi: 4)

AHVÂL: Hâller. Tasavvuf yolunda bulunan kimselerin, kalblerinde meydana gelen değişmeler. Hâl'in çokluk şeklidir. (Bkz. Hâl)
Kalbe gelen bütün mânevî ahvâli, keşifleri (buluşları) bize verseler fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süslemeseler kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet îtikâd ı ile şereflendirseler hiç üzülmem. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

AHZÂB GAZVESİ (Harbi): Hendek gazvesinin diğer adı.
Hendek gazvesinde, müslümanlara karşı Kureyş, Gatafan ve yahûdîlerden meydana gelen birkaç düşman kuvveti birleşip savaştığı için bu harbe Ahzâb gazvesi denmiştir. (İmâm-ı Süyûtî, Begâvî)

AKÂİD: Akîdeler. Akîde kelimesinin çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.
Âkıl ve baliğ olan (ergenlik yaşına ulaşan) erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Ehl-i sünnetin akâidde iki kolu vardır: 1) Mâturîdiyye mezhebi. 2. Eş'ariyye mezhebi. Birincisinin imâmı Ebû Mansur Mâturîdî, ikincisininki İmâm-ı Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretleridir. İkisinin bildirdiği îmân esasları aynıdır. Yalnız aralarında, teferru atla ilgili, îzah, ifâde ve uslub tarzından doğan cüz'î farklılıklar vardır. (Taşköprüzâde) Hudâ Rabbim nebim hakkâ Muhammeddir Resûlüllah Hem İslâm dînidir dînim, kitâbımdır kelâmullah Akâidde, Ehl-i sünnet oldu mezhebim, hamdolsun Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah
(İbrâhim Hakkı Erzurumî)
Akâid İlmi: Îmân esaslarını anlatan ilim dalı.
Akâid ilmi, îmânın esaslarını geniş ve derin olarak anlatır. Bu ilme önceleri Fıkh-ı ekber, sonraları Kelâm ilmi denildi. Akâid ilmi ile ilgili ilk eser İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin yazdığı El-Fıkhu'l-Ekber'dir. Daha sonra Ehl-i sünnet îtikâ dını anlatan pekçok eser yazıldı. (Muhammed Muhyiddîn)

AKÇE: Osmanlı Devletinin ilk zamanlarından îtibâren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten yapıldığı için ak (beyaz, parlak) para mânâsına akçe denildi. Buyurdu akçeye sikke kazalar Ki Osman bin Ertuğrul yazalar
(Hadîdî)

AKD: Anlaşma, sözleşme. Nikâh, hibe (bağış), vasiyet, alış-veriş gibi işlerde taraflardan birinin teklifi, diğerinin kabûlü ile gerçekleşen sözleşme.
Ticâret, vekâlet ve bütün akdlerde, senet yazmak şart değilse de, ödünç vermekte lâzım, nikâhta ise müstehâbdır. (İbn-i Âbidîn)

ÂKIL: Akıllı kimse; iyi ve kötüyü, faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen kimse.
Çocuk yedi yaşında âkıl olur. Yedi ile onbeş yaş arasında iken akıllı çocuk denir. (Hamza Efendi)
Âkıl olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır, hükümsüzdür. (İbn-i Âbidîn)
Âkıl olan bir çocuk, şeker, meyve gibi kendine yarar şey isterse ona satmak câiz değildir. Çünkü velîsi izin vermemiş demektir. Eğer, tuz, pirinç gibi evle ilgili bir şey isterse, satmak sahîh (geçerli, doğru) olur. Çünkü velîsinin izin verdiği anlaş ılır. Bunun izin ile alış-veriş etmesi câizdir. Çocuk akıllı olmamış ise, velîsinin izni olsa da, alış-veriş etmesi sahîh olmaz. (Hamza Efendi) Âkıl isen kıl namazı çün seâdet tâcıdır Sen namazı şöyle bil ki mü'minin mîrâcıdır.
(Seâdet-i Ebediyye)
Âkıl-Bâliğ: Faydalı ve zararlı olanı birbirinden ayırabilen ve evlenme çağına gelip gusül abdesti almaya başlayan akıllı kimse.
Âkıl bâliğ olduktan sonra kişi yetim sayılmaz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ul-Ehâdîs)
Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları inanılacak şeyleri öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette yâni öldükten sonraCehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya ba ğlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Her müslümanın, çocuğuna âmentüyü (îmânın altı şartını) ezberletmesi, mânâsını, farzları (emirleri) ve haramları (yasakları) öğretmesi lâzımdır. Âkıl bâliğ olunca; îmânı, İslâm'ı bilmeyen kimse müslüman olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Âkıl bâliğ her müslümanın, her gün beş vakit namaz kılması farzdır. Kız ve oğlan çocuk yedi yaşına gelince, namaz kılmalarını emretmek velîsi üzerine vâcib (lâzım) olur. Oruç tutmaları için de emreder. On yaşına gelince, namaz kılmaları için el ile h afifçe vurulur. Sopa ile dövülmez. Falaka ile vurulmaz. El ile üçten fazla vurulmaz. Velîsinden başkası döğmez. (İbn-i Âbidîn, Ebû Bekr Râzî el-Cessâs)

ÂKILE: Kâtilin, öldürme işindeki yardımcıları, bunlar yoksa öldürmede kendisine yardım eden kabîlesi (köylüleri, şehirlileri) ve akrabâsı.
Kâtilin cinâyeti işlemesine mâni olmadıkları, bilakis bu hususta onu koruyup, gözettikleri ve kâtil, onlardan kuvvet alarak bu suçu işlediği için âkıle, cinâyete karışmış gibi olurlar. Kâtil ile birlikte diyeti (para cezâsını) yüklenmeleri bu sebepte ndir. (Kıvâmuddîn Kâkî)
Kâtilin ödeyeceği diyet, ödemeleri için âkıleye taksim edilir, paylaştırılır, üç senede alınır. Kadın, deli ve çocuk âkıleye katılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Müslüman olan kâtilin âkılesi ve vârisi (öldüğünde malından mîrâs alacak kimse) yoksa, diyetini beytülmâl verir. Yâni hükûmet verir. Beytülmâl yoksa, kendi üç senede öder. (İbn-i Âbidîn)

ÂKİBET:
1. Son, netîce. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim!) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da bakın ki (peygamberleri) yalanlıyanların âkibeti nasıl olmuştur. (En'âm sûresi: 11)
Niyet hayır ise âkıbet de hayır olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Dünyâda zafer, âhirette sevâb ve kurtuluş.
Kur'ân-ı kerîmde buyruldu ki:
O hâlde (Habîbim) sen de (Nûh gibi, kavminden gelen eziyetlere ve peygamberlik vazifesinin ağırlığına) sabret. Âkibet; hiç şüphesiz, takvâya erenlerindir (günâhlardan sakınanlarındır). (Hûd sûresi: 49)

AKÎDE: İnanılacak şey. (Bkz. Akâid ve Îtikâd)

AKÎKA: Çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükr niyeti ile kesilen hayvan.
(Çocuk doğduğunda) yedinci günü akîka hayvanı kesilir, ismi konur, saçı traş edilir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Ahmed bin Hanbel)
Akîka, erkek çocuğu için iki, kız çocuğu için bir koyun kesmektir. (Hadîs-i şerîf-Şir'ât-ül-İslâm)
Hicretin sekizinci yılında, oğlu İbrâhim dünyâya gelince, yedinci günü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem İbrâhim'in başını traş ettirip, saçının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve akîka olarak iki koç kesti. Saçlarını gömdü. (İmâm-ı Kastalânî)
Çocuğa yedinci günü isim koymak ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı kesmek müstehâbdır. Akîka hayvanı, kurbanlık hayvan gibi olmalıdır. Son ra da kesilebilir. Hanefî mezhebinde, etleri pişmiş veya çiğ olarak, zengin, fakir herkese verilebilir. (Seyyid Alizâde)
Akîka, çocukları belâlardan, hastalıklardan korur. Akîkası yapılanlar, kıyâmette anaya babaya ayrı bir şefâat ederler. (Seyyid Alizâde)

AKL (Akıl): İdrâk kuvveti, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan kuvvet.
... Akıl, sâhibini iyiliğe götürür, kötülükten alıkor. Aklı olgunlaşmadıkça kişinin dîni doğru ve îmânı kâmil (olgun) olmaz. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Sizin akılca en üstününüz, Allah'tan en çok korkanınızdır. En güzeliniz, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edeninizdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Kişi güzel ahlâk ile gündüz oruç tutup gece ibâdet edenler derecesine ulaşır. Fakat akılca kâmil (olgun) olmadıkça, ahlâkı kâmil olmaz. Aklı olgunlaşınca, îmânı da olgunlaşır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Akıllı kimsenin, dünyâ ile ilgili bir menfaati kaçırdığı zaman, bunu kendine gam ve üzüntü yapması uygun değildir. Çünkü üzülmekle ele bir şey geçmez. Fazla üzülmek akla zarar verir. (İbn-i Hibbân)
Akıl göz gibidir, din bilgileri ışık gibidir. Akıl yalnız başına din bilgilerini, faydalı ve zararlı şeyleri anlayamaz. Bunun için Allahü teâlâ, peygamberleri ile râzı olduğu, beğendiği yol olan İslâmiyet'i bildirdi. Aklın eksikliği peygamberlerin gö nderilmesiyle tamamlandı. (İmâm-ı Rabbânî)
Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdi r. İnanmaktan başka çâresi yoktur. (İmâm-ı Gazâli)
Akl-ı Feâl: İşrâkiyye (Yeni Eflâtunculuk) felsefesinde ukûl-ı aşerenin (on akılın) sonuncusu olup, yaşadığımız âlemle alâkalı akla verilen ad. Öldürme ve yaratma işlerine bakan mertebe.
Felsefecilerin akl-ı feâl dedikleri yalnız onların hayâllerinde bulunup, kısa akılları ile ortaya attıkları bir şeydir. İslâm bilgilerine uymamaktadır. Bunların bozuk inanışlarına göre, insan sıkışınca Akl-ı feâle yalvarır, Allahü teâlâdan bir şey is temez. Allahü teâlânın dünyâda olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur derler. Bunlar sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdırlar. (İmâm-ı Rabbânî)
Akl-ı Meâd: Ebedî rahata kavuşmak, Cennet'te ebedî kalmak ve Cehennem azâbından kurtulmak için hâlini ıslâh etmeyi, düzeltmeyi düşünen, uzak görüşlü, dünyâya değil, âhirete değer veren akıl.
Akl-ı meâd, peygamberlerde (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) ve evliyâda bulunur. Akl-ı meâdı kuvvetlendiren şeyler, ölümü ve âhireti düşünen kimselerle bulunmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimsenin nefsi mutmainne olunca yâni bütün varlığı ile Rabbine dönüp İslâmiyet'in emirlerine baş kaldıramaz hâle gelince, aklı da, akl-ı meâd olur. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî) (Bkz. Akl-ı Selîm)
Dâimâ Allah adamları ile berâber olmak, akl-ı meâdın artmasına sebeb olur. (Behâeddîn-i Buhârî)
Akl-ı Meâş: Yemek, içmek, evlenmek, helâl, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin râhatını ve nefsin menfaatini düşünüp, âhireti düşünmeyen akıl; akl-ı meâdın zıddı.
Akl-ı meâş, dünyânın geçici lezzetlerine bakarak, (büyüklenmek, kıskanmak, kendini beğenmek, kin ve düşmanlık gibi) hâlleri kalb hastalığı saymaz. Akl-ı meâş kısa görüşlüdür. Akl-ı meâşı, mala düşkün ve dünyâya bağlı olanlar beğenir. (İmâm-ı Rabbânî)
Akl-ı Sakîm: Kısa görüşlü akıl. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve çok kere pişmanlığa sebeb olan akıl.
Akl-ı sakîm bâzan doğruyu bulur, bâzan yanılır. Yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, mütehassıs (uzman) olduğu dünyâ işlerinde bile çok hatâ eder. Bu sebeble din ve sonsuz olan âhiret işlerinde akl-ı sakîme güvenilmez. Düşündükleri şeyle rde ve yaptıları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye ve pişmanlığa, zarâra, sıkıntıya sebeb olur. (Abdülhakîm Arvâsî) Herşeyi akl-ı sakîmle çözmek isteyen kişi, Tahta ayak takmış kimselere benzer. Kısa aklına uydurmak ister her işi, Dün yaptığını, bugün bozmak ister.
(İmâm-ı Rabbânî)
Akl-ı Selîm: Selîm akıl, hiç yanılmayan, hatâ etmeyen akıl.
Selîm akıl, peygamberlerde aleyhimüsselâm bulunur. Onlar her başladıkları işte muvaffak (başarılı) olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları). Tâbiînin (Eshâb-ı kirâmı gören b üyükler), Tebe-i tâbiînin (Tâbiîni görenler) ve din imâmlarının ecmaîn akılları, derece bakımından peygamberlerin akıllarından sonra gelir. Bunların akılları, din bilgilerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. Bu bilgileri bunlara isbât etmeğe, açıklamağa lüzûm olmadığı gibi, tenbih etmeğe, haber vermeğe de lüzum yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'i işitmeyen çok kimse vardır ki, akl-ı selîmleri olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin mensuplarına aldanmamışlar, astronomide, fen bilgilerinde ve bilhassa tıb ilminde gördükleri nizamlı (düzenli) hâdiselerin (olayların) birbirlerine bağlantılarını düşünerek hilkatin (yaratılışın) sırlarını, bu hesâblı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selîmleri sâyesinde İslâmiyet'in bildirdiği güzel ahlâkın bir çoğunu bulup, müslüman gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. Allahü teâlâ bunları îmân etmelerine sebeb olacak rehberlere ve kitablara kavuşturacağını Ankebût sûresinde vâdetmektedir. (Abdülhakîm Arvâsî)

AKLÎ VE NAKLÎ İLİMLER:
Fen ve din bilgileri. (Bkz. Ulûm-u Akliyye ve Ulûm-u Nakliyye)

AKRABÂ: Aralarında neseb (soy), süt ve evlilik bakımından yakınlık bulunanlar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Akrabâna (onları gözetmek, ziyâret etmek ve yardım etmek) , fakîre ve yolcuya (durumlarına göre zekât ve yiyecek vermek sûretiyle) hakkını ver! Elindekini isrâf etme. (İsrâ sûresi: 26)
Ey ümmetim! Beni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, fakîr akrabâsı varken, başkalarına verilen zekâtı Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Akrabânıza yardım ve iyilik ediniz. Hâllerini, hatırlarını sorunuz. Muhtâç iseler ellerinden tutunuz. Onları incitmekten çok sakınınız. Babanızın emrinden sakın çıkmayınız. Amcanızın derdiyle dertleniniz. Dayınızın hâlinden gâfil olmayınız. Diğer akr abânızı akrabâlık derecesine göre arayınız ve onlara yardımcı olunuz. Böyle yaparsanız Allahü teâlânın ikrâm ve ihsânlarına kavuşursunuz. (Muhammed Rebhâmî)

AKTÂB: Kutublar. Tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli zâtlar Kutb'un çokluk şeklidir. (Bkz. Kutub)

ÂL: Âile, akrabâ, tâbî. (Bkz. Ehl-i Beyt) Duâ olsun âline dahî eshâbına Tâbiîn, ensâr ve hem ahbâbına. (Süleymân Çelebi)
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
B -1-

BÂB:
1. Kapı. Mescîd-i Nebî'nin şimdi beş bâbı vardır. İkisi batı duvarında olup, kıbleye yakın olana Bâb-üs-selâm, kuzey köşesine yakın olana Bâb-ür-rahme adı verilir.
2. Bir kitâbın bölümlerinden her biri. Riyâd-un-nâsihîn kitâbı ikinci kısım ikinci bâbı birinci faslında diyor ki: Tövbe kalb ile, dil ile ve günâh işliyen âzâ ile olmalıdır. Kalb pişmân olmalı, dil duâ etmeli ve yalvarmalı, âzâ da günâhtan çekilmelidir.
3. Bozuk bir yol olan Bâbîliğin kurucusu Ali Muhammed'in kendisine verdiği ad. (Bkz. Bâbîlik) El-Bâb Ali Muhammed kendisinin beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyledi, daha sonra da peygamberlik iddiâsında bulundu. El-Bâb Ali Muhammed'in kendisine bâb demesi sebebiyle kurduğu bozuk yola Bâbîlik adı verildi. (Muhammed Ebû Zühre)
Bâb-ı Cibrîl: Peygamber efendimizin Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidinin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı. Bu kapıya, hazret-i Osman'ın evinin karşısında bulunması sebebiyle Bâb-ı Osmân; Resûlullah efendimiz hazret-i Osm an'ın evini ziyâret etmek üzere bu kapıdan girip çıkmayı âdet edindikleri için Bâb-ün-Nebî de denilmiştir. Peygamber efendimiz Kureyzâ yahûdîleri üzerine sefer düzenlendiği zaman, Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize yardım için geldiğinde Bâb-ı Cibrîl önünde beklemişti. (Eyyûb Sabri Paşa)
Bâb-ür-Rahme: Rahmet kapısı. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin yaptırdığı mescidin batı duvarındaki iki kapıdan biri. Bâb-ül-Âtike ve Bâb-üs-Sûk diye de bilinir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir Cumâ günü hutbede iken batı tarafındaki kapıdan gelen bir kimse; "Yâ Resûlallah! Susuzluktan hayvanlarımız, âile ve çocuklarımız perişân oldu. Bizim için cenâb-ı Hakk'a duâ edin de yağmur ihsân buyu rsun" deyince, Peygamber efendimiz mübârek ellerini kaldırıp duâ buyurdular. Bu sırada Sel dağının üzerinde rahmet alâmetleri (bulutları) belirip yağmur yağdı. Bu sebeple bu kapıya Bâb-ür-Rahme denildi. (Ebû Abdullah Tilemsânî)
Bâb-üs-Selâm:
1. Mekke-i mükerremede bulunan Mescid-i Haram'ın doğu tarafına açılan kapı. Bâb-ı Şeybe de denir. Peygamber efendimiz 35 yaşında iken, yağan yağmur ve seller sebebiyle Kâbe-i muazzama tahrîb olmuştu. Yeniden inşâ edilmesi sırasında Hacer-ül-Esved taşının yerine konulması husûsunda kabîleler arasında anlaşmazlık ç ıktı. Nihayet Bâb-ı Şeybe kapısı tarafından ilk gelecek kimsenin hakemliğini kabûl etmek üzere anlaştılar. O kapıdan ilk olarak Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler. Peygamber efendimizin hükmüne râzı olup Hacer-ül-Esved'i yerine koydular. Anla şmazlığa son veren Muhammed aleyhisselâm bu kapıdan Kâbe-i muazzamanın yanına geldiği için Bâb-üs-Selâm adı verildi. (İbn-i Hişâm ve Abdülhak Dehlevî)
2. Peygamber efendimizin Medîne-i münevverede yaptırdığı Mescid-i Nebî'nin batı duvarında kıbleye yakın olan kapısı. Bâb-ı Mervân diye de bilinen bu kapı, Mescid-i Nebî'nin beş kapısından en büyüğü ve en zînetlisidir (süsl üsüdür). Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem vefâtından önce Eshâb-ı kirâmın evlerinden mescide açılan kapıların kapatılmasını emir buyurduğunda, sâdece Ebû Bekr-i Sıddîk'in (r.anh) kapısının açık kalmasını istemişti. Bâb-üs-Sıddîk adıyla bilinen bu kapı, Bâb-üs-Selâmın sol tarafından üçüncü küçük kapıdır. (Eyyûb Sabri Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa)
Bâb-üt-Tevessül: Peygamber efendimizin Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidin kuzeye açılan kapısı. Bu kapı Osmanlı sultanlarından Abdülmecîd Han tarafından yeniden yaptırıldığından Bâb-ı Mecîdî diye de bilinir. Hicretin ikinci senesi Receb ayında, kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi emr olununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp, karşısına, Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Bâb-üt-Tevessül denmektedir. (Eyyûb Sabri Paşa) İlk Mescid-i Nebî'nin üç kapısı vardı. Mihrâbı Bâb-üt-Tevessül yerinde idi. Şimdiki mihrâbın yerinde bulunan kapısından cemâat girer çıkardı. (Eyyûb Sabri Paşa)

BÂBÎLİK: 19. yüzyılın ikinci yarısında İran'da el-Bâb Ali Muhammed isminde bir acem tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Kendisinin Mehdî olduğunu iddiâ eden, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyleyen Ali Muhammed'e el-Bab, onun yoluna da Bâbîlik denildi. Daha sonra Behâîlik adıyla devâm etti. (Bkz. Behâîlik)

BÂĞÎ: Âsî. Haksız olarak devlet başkanına isyân eden. Çoğulu buğât'tır. Bâğîler başkaldırınca, devlet başkanı onların isyân etme sebeblerini araştırır. Niçin isyân ettiklerini sorar ve kendisine itâate dâvet eder. Şâyet bâğîler, yapılan dâveti kabûl etmeyip, harbe başlarsa, devlet başkanı, onların topluluklarını dağıtınc aya kadar harb eder. (İbn-i Âbidîn) Haksız olarak devlet başkanına baş kaldıran bâğîler döğüşürken öldürülünce, namazları kılınmaz. Bunları yıkamak da câiz değildir. (İbn-i Nüceym)

BAHÎL: Cimri. (Bkz. Cimrilik) Bahîl, Allahü teâlâdan, Cennet'ten ve insanlardan uzaktır. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî) Cömert olan câhil, Allahü teâlâya, bahîl olan âbidden (çok ibâdet edenden) daha sevimlidir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî) Allahü teâlâ kıyâmet günü, üç kimse ile konuşmayacak, hepsine çok acı azâb yapacaktır. Zinâ eden ihtiyâr, başa kakan bahîl ve kibirli olan fakir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

BAHT: Tâlih, nasîb, kısmet. Bahtı açık olan ve işi rast gelen her kişi mutlu sayılmaz. Bahtlı, ancak cenâb-ı Hakk'ın, emirlerine uymakta ve yasaklarından kaçınmakta muvaffak (başarılı) ettiği kalben huzûrlu kimsedir. (Ahmed Rıfat)

BAHTİYÂR: Tâlihli, mes'ûd, mutlu. Bahtiyâr kişi, her zaman bulunduğu hâlden memnun, dâimâ nasîbine râzı ve şükredici olup, kimseye ihtiyâcını arzetmez. (Ahmed Rıfat) Ey mes'ûd ve bahtiyâr kardeşim! Amel ve ibâdet, niyet ile dürüst ve doğru olur. Kâfirlere karşı muhârebeye giderken, önce niyeti düzeltmelidir. Ancak, bundan sonra sevâb kazanılır. Muhârebeye gitmekten maksad; Allahü teâlânın ismini, dînini yaymak ve yükseltmek ve din düşmanlarını zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

BÂİN:
1. Ayırıcı. Talâk-ı bâin.
2. Tasavvuf'ta bir terim. İnsanlardan uzak olan. (Bkz. Kâin ve Bâin) Bâin Talak:Boşamada kullanılan sözleri söyler söylemez, evliliği sona erdiren boşama. (Bkz. Talâk)

BÂİS (El-Bâisü): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Öldükten sonra, kabirlerinde çürümüş ve dağılmış olan cesedleri diriltip mahşere, (arasât meydanına) sevkeden, gönderen. Kim uyumazdan önce elini göğsüne koyar ve yüz kerre el-Bâisü ismi şerîfini söylerse, Allahü teâlâ onun kalbini nurlandırır, ilim ve hikmet ile doldurur. (Yûsuf Nebhânî)

BÂKÎ (El-Bâkî): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Devamlı, ebedî, sonsuz. Varlığının sonu olmayan. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: (Ancak) celâl ve ikrâm sâhibi olan Rabbinin zâtı bâkîdir. (Rahmân sûresi: 27) Allahü teâlâ kadîmdir, ezelîdir. Varlığından evvel yokluk olamaz. Kadîm ve ezelî olan, öncesi, başlangıcı olmayan bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk (sonradan yaratılmış) olan, fânî (yok olucu) ve muvakkat (geçici) olur. (İmâm-ı Rabbânî). El-Bâkî ismi şerîfini bin kerre söyleyen kimse, zarar ve kederden korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

BÂLİĞ: Bülûğa eren, ergenlik çağına gelen. Cünüp olup, gusül (boy) abdesti almağa başlayan, evlenecek yaşa gelen erkek. (Bkz. Âkıl-Bâliğ)

BÂLİĞA: Bülûğa eren, ergenlik çağına gelen. Hayız (regl) görmeye başlayan, evlenecek yaşa gelen kız. (Bkz. Âkıl Bâliğ) BÂRÎ (El-Bâri):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaradan, yoktan var eden. Yarattıklarını farklı şekiller ve özelliklerle birbirinden ayıran. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Allahü teâlâ Bârî'dir. (Haşr sûresi: 24) Yedi gün arka arkaya yüz defâ el-Bârî ism-i şerîfine devam eden belâlardan selâmet bulur, kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

BARNABAS İNCÎLİ: Hazret-i Îsâ'nın havârîlerinden biri olan Barnabas'ın, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini doğru şekilde yazıp derlediği İncil. Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ tarafından göğe kaldırılınca, hakîkî İncil kaybolup İncil adıyla bir takım kitaplar yazıldı. Bunun üzerine Barnabas, hazret-i Îsâ'dan görüp işittiklerini bir araya getirdi. Barnabas İncîli denen bu kitap hazret-i Îsâ'da n sonra ilk üç yüz senede elden ele dolaşıp okundu. Mîlâdî 325 senesinde İznik rûhânî meclisi, İbrânice yazılı İncillerin kaldırılmasına karar verince, Barnabas İncîli ve nüshaları yakıldı. Pâkistan Kur'ân-ı kerîm Cemiyeti büyük bir gayretle imhâ edilmeyen bir İngilizce nüshasını bulup, tekrar basmaya muvaffak olmuştur. (Müslimmerks Mecmûası-Pâkistan) Barnabas İncîli'nden bir bölüm şöyledir: "Ben bu dünyâya, cenâb-ı Hakk'ın dünyâya selâmet getirecek olan Resûlünün (Muhammed aleyhisselâmın) yolunu hazırlamak için geldim. Fakat sizler dikkat ediniz. O gelinceye kadar bir çok yalancı peygamberler çıkabilir. Benim İncîl'im bozulabilir." ( 72. Bâb) BA'S:Dirilme, diriltme, diriltilme. Kıyâmet koptuktan sonra Allahü teâlâ tarafından ölülerin diriltilmesi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ kabirlerde olanları elbette ba's eder. (Hac sûresi: 7) Ölüler, kefenleri ile ba's olunur. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî) Ba'se inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi bir araya gelecek, rûhlar bedenlerine girip, herkes mezârlarından kalkacaktır. (Kemahlı Feyzullah Efendi) Ba'se inanmıyan birini görürsen, ona de ki: "Ben inanıyorum. Senin dediğin doğru çıkarsa, benim hiç zarârım olmaz. Benim dediğim doğru olunca, sen sonsuz olarak ateşte yanacaksın!" (Hazret-i Ali) İsrâfil aleyhisselâm, sûr'a (bizce nasıl olduğu bilinmeyen boruya) iki defâ üfürecektir. Birincisinde; Allahü teâlâdan başka her diri (canlı) ölecektir. İkincisinde; hepsi tekrar ba's olunacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

BASAR: Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri. Allahü teâlânın Basar sıfatı ezelî ve ebedîdir. Zâtı ile kâimdir. O'nun basar sıfatı, göze, herhangi bir âlete ve ışığa bağlı değildir. Karanlık bir gecede kara karıncanın siyah bir taş üzerinde yürüdüğünü görür. (İmâm-ı Birgivî)

BASÎR (El-Basîr): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Gizli ve açık her şeyi hakkıyle görücü. (Bkz. Basar) Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Şüphesiz O, semî'dir (her şeyi hakkıyle işitendir) , Basîr'dir. (İsrâ sûresi: 1) Bir kimse Cumâ namazından sonra yüz kerre el-Basîr ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ onun kalb gözünü açar. (Yûsuf Nebhânî)

BASÎRET: İşlerin iç yüzünü görebilme; kalb gözü. Gözü âmâ (görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ basîreti kör olan kişidir. (Hadîs-i şerîf-Deylemî) Allahü teâlâ mü'minlere basîretler ve nûrlar lütûf eylemiştir. Onlar bu sâyede işlerin iç yüzünü anlarlar. Resûlullah efendimizin "Mü'min Allah'ın nûru ile nazar eder" hadîs-i şerîfi bu mânâda anlaşılmalıdır. (İmâm-ı Kuşeyrî)

BÂSİT (El-Bâsit): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından bâzısına rızkı az, bâzısına çok veren, sadakaları kabûl edip sevâb veren. Bâzısının rûhunu kabzeden (alan) bâzısının ömrünü uzatan, bâzısının kalbini daraltıp hayırlara (iyiliklere) rağbetsiz, bâzısınınkini ise geniş yapıp, hayırlara arzulu kılan. Bir kimse ellerini açıp, el-Bâsit ismi şerîfini söylese geçimi genişler. Bol rızka kavuşur. (Yûsuf Nebhânî)

BAST: Tasavvufta gönül ferahlığı, rûhen rahatlama. Sıkıntı ve gönül darlığının zıddı. Kabz ve bastın ikisi de kalbe gelen hâllerdendir. Sanki yolumuzun erkânından, şartlarındandırlar. (İmâm-ı Rabbânî) Kabz (Gönül darlığı) ve bast insanı uçuran iki kanat gibidir. Kabz, sıkıntı hâsıl olunca, üzülmeyiniz. Bast hâli gelince de sevinmeyiniz. (İmâm-ı Rabbânî) Güzel sesle, tecvîde uyarak okunan Kur'ân-ı kerîmi dinlemek, kalbdeki kabzı (sıkıntıyı) bast hâline çevirir. (Muhammed bin Mahmûd)

BÂT SATIŞI: Şartsız, kesin satış, alış-verişte şart koşmama. Bât satışında ikrah (zorlama), muhayyerlik gibi şartlar bulunmaz ve satın alınan mal geri verilmez. (İbn-i Âbidîn)

BÂTIL:
1. Fânî, geçici, devamlı olmayan, yok olan. En güzel söz, (şâir) Lebîd'in "Allahü teâlâdan başka her şey bâtıldır" sözüdür. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)
2. Abes, boş, boşuna, sebebsiz yere, yok yere. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz bâtıl olarak yaratmadık. (Bilâkis, kudretimize ve birliğimize delîl olsunlar diye yarattık.) (Sâd sûresi: 27)
3. Hırsızlık, gasb, kumar gibi dînin helâl etmediği, izin vermediği kazanç yolu. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Aranızda birbirinizin mallarını bâtıl (yollar) ile yemeyin. (Bekara sûresi: 188) Bir kimsenin malını içki, kumar ve zinâ gibi dînin yasakladığı şeylere harcaması da bâtıl (yol) ile yemektir. (Yûsuf Sinânüddîn)
4. Şirk, putlara tapmak. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Hak (İslâmiyet) gelince bâtıl gider. Bâtıl her zaman gidicidir. (İsrâ sûresi: 81)
Bâtıl Satış: Sahîh olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veya bir kısmı bulunmayan satış, alış-veriş. Satılacak malın mütekavvim olması (kullanılmasına dînen izin verilmesi, kıymetli ve kullanılabilir olması) bu şartlardandır. Buna göre; domuz, içki ve denizdeki balık mütekavvim değildir. Bâtıl satışlar câiz değildir, haramdır, günâhtır. Bâtıl satışla müşteri malı teslim alsa bile mülkü olmaz. (İbn-i Âbidîn) Mülkü olmayan şeyi satmak bâtıldır. Meselâ havadaki kuşu, denizdeki balığı yakalamadan satmak bâtıldır. (Mecelle)

BÂTIN:
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). His (duyu) organları ile hissedilemiyen, hayâl gücü ile hayâl edilemiyen, akıl ile anlaşılamayan. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ Bâtındır. ( Hadîd sûresi:3 )
2. Kalb ve rûh, iç âlem, gönül. Bütün âzâları (organları) İslâmiyet'in emirlerini yapmakla süsledikten sonra, bâtına teveccüh etmeli (yönelmeli), böylece yapılan ameli, ibâdeti gafletten, Allahü teâlâyı unutarak yapmaktan uzak tutmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî) Bu dünyâda, amel, ibâdet lâzımdır. Bu amellerin, bâtına çok yardımı vardır. Bâtının ilerlemesi, zâhirin (görünüşün, bedenin) İslâmiyet'e uymasına bağlıdır. O hâlde bu dünyâda her zaman, zâhir de bâtın da İslâmiyet'e muhtaçtır. Bedenin işi İslâmiyet'e uymak, bâtının işi de, İslâmiyet'in (ona uymanın) meyvelerini toplamaktır. (İmâm-ı Rabbânî) Öyle yaşayınız ki, etrâfınızda bulunanların bâtınları toparlansın. (İmâm-ı Rabbânî)

BÂTINİYYE: Mecûsîlikteki ve çeşitli bâtıl dinlerdeki inanışları İslâm dînindenmiş gibi göstermeye çalışan İranlı Meymûn bin Deysân el-Kaddah tarafından kurulan bozuk yol. Bâtıniyye; "Kur'ân-ı kerîmin zâhirî, açık ve anlaşılır mânâsı olduğu gibi, bâtınî, gizli mânâsı da vardır. Bâtınî mânâsı lazımdır. Zâhirî, görünen mânâsı lazım değildir." derler. Bu fırka, Seb'iyye, Hurremiyye, Muhammire, Ta'limiyye, Karamita, Bâbeki yye, Haşhâşiyye, İsmâiliyye isimleriyle de anılır. (Şehristânî, Ebû Zühre) Bâtıniyye fırkasında olanlar; Kur'ân-ı kerîmin zâhir mânâsını bırakıp bâtın dedikleri kendi uydurdukları şeylere inandılar. Hâlbuki Peygamberimiz, Kur'ân-ı kerîmin zâhir, açık mânâsını bildirdi. Zâhir mânâyı bırakıp gizli mânâ uydurmak küfr olur. (Şehristânî) Kur'ân-ı kerîmin âyetlerine, kelimelerin açık, meşhûr mânâları verilir. Bu mânâları değiştirerek bâtınîlere uyanlar, kâfir olur. (İmâm-ı Birgivî, Nesefî)

BÂYİ': Satan, satıcı, dînimizce satış yapabilme ehliyetine sâhib kimse. Bâyi'in satış yapabilmesi için akıllı olması şarttır. Bâyi', malın aybını müşteriden (alıcıdan) gizlememeli, hepsini olduğu gibi göstermelidir. Resûlullah, buğday satan birisinin buğdayına mübârek parmaklarını sokup içinin yaş olduğunu görünce; "Bu nedir?" buyurdu. Buğday satan kimse; "Yağmur ıslatmıştır" deyince; "Niçin saklayıp göstermiyorsun? Hîle eden bizden değildir" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)

BAYRAM:
1. İslâm dîninin bildirdiği ve müslümanların neşelenip sevindikleri Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramı. Resûlullah efendimiz, Medînelilerin câhiliyye âdetlerinden kalma bayramları kutladıklarını görünce; "Allahü teâlâ size onlardan daha hayırlı iki bayram (Ramazan ve Kurban bayramı) ihsân buyurdu" diyerek, sevinç ve neş'e günlerini göstermiştir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd) Rahmet kapıları dört gece açılır: O gecelerde yapılan duâ, tövbe red olmaz. Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramının birinci geceleri, Şâban (ayının) on beşinci (Berat) gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb) Arabî aylardan Şevvâl ayının birinci günü Ramazan (Fıtr) bayramı, Zilhicce ayının onuncu günü Kurban bayramıdır. Ramazan bayramı üç, Kurban bayramı ise dört gündür. Bu günlere; günâhlar affedildiği ve müslümanların sevinçli, neş'eli günleri tekrar ge ri geldiği için (İyd) yâni bayram denildi. (Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ)
2. Cumâ günü. Günlerin en kıymetlisi Cumâdır. Cumâ günü, bayram günlerinden ve aşûre gününden daha kıymetlidir. Cumâ, dünyâda ve Cenet'te mü'minlerin bayramıdır. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsıhîn) Cumâ, mü'minlerin ve gök ehlinin bayramıdır, Cennet'te bayram günüdür. (Hadîs-i şerîf-Huccet-ül-İslâm)
3. Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh işlemeden, haram lokma yemeden geçirilen günler. Hazret-i Ali bir kalabalığı eğlence içinde görüp böyle eğlenip neş'elenmelerinin sebebini sorduğunda onlar; "Bugün bayramımızdır" dediler. Bunun üzerine hazret-i Ali de; "Günâh işlemediğimiz günler de bizim bayramımızdır" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî) Bayram bineklere binenler için değildir Ancak hatâ ve isyânı bırakanlar içindir. (Behlül Dânâ)
4. Müslümanın rûhunu teslim (vefât) edeceği zaman rahmet meleklerini ve Cennet hûrîlerini görmenin zevkiyle can verme vakti.
Bayram Namazı: Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramının birinci günü güneş doğduktan yaklaşık 45 dakika sonra erkeklerin cemâat hâlinde kılmaları vâcib olan iki rek'atlik namaz. Bayram namazının şartları, Cumâ namazının şartları gibidir. Burada namazdan sonra okunan hutbe sünnettir. (İbrâhim Halebî)

BAYRAMİYYE: Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bayramiyye yolu bir koldan Bâyezîd-i Bistâmî'ye diğer koldan Hasen-i Basrî'ye ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyet'i yaymak için çalıştı. Vefâtından sonra Bayramiyye yolunu talebelerinden Akşemseddîn ile Bıçakçı Ömer Efendi devâm ettirdiler. (Hüseyin Vassâf) Bayramiyye yolunda esâs maksad, Allahü teâlâdan başka herşeyin sevgisini kalbden çıkarmak ve gönlü Allah sevgisi ile doldurmaktır. Buna gönle varmak denir. (Sâdık Vicdânî)

BÂZGEŞT: Nakşibendiyye yolunda on bir temel esastan biri. Sâlik'in (tasavvuf yolcusunun) Kelime-i tevîhdden sonra kalbinden; "İlâhî! Maksûdum Sensin. Matlûbum (maksadım) Senin rızândır."demesi. Bâzgeşt, zikr (Kelime-i tevhîdi söylemek ile hâsıl olan kalb uyanıklığının devam etmesi, kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlılıktan kurtulması içindir. Kelime-i tevhîd söylemek, kalbdeki her türlü düşünceyi giderir. Yalnızca Allahü teâlâyı anmak ka lır. Böylece kalb, Allahü teâlâyı anmaktan başka her şeyden boşalır. (Şeyh Ali bin Vâiz Hirevî)
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
B -2-

BEDBAHT: Tâlihsiz. Bahtıkara.
Beş şey bedbahtlık alâmetidir: Kalb katılığı, Allah korkusundan ve günâhlarını hatırlayarak ağlamamak, utanmamak, dünyâya fazla rağbet etmek, uzun emelli olmak. (Fudayl bin Iyâd)
Evlâd, ana baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi her şekli alabilir. Küçük iken, hiç bir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Ço cuklara îmân, Kur'ân ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmağa alıştırılırsa, din ve dünyâ seâdetine ererler. Bu seâdette anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. (İmâm -ı Gazâlî)

Allahü teâlânın beğenmediği şeyleri isteyen ne kadar bedbaht ve zavallıdır. (İmâm -ı Rabbânî)

BEDDUÂ: Bir kimsenin aleyhine yapılan duâ.
Kendinize, evlâdınıza, bedduâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine râzı olunuz. Nîmetlerini artırması için duâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
annenin, babanın çocuğuna olan ve mazlûmun zâlime olan bedduâları red olunmaz. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-i Mâce)

BEDEL: Bir şeyin yerini tutan, yerine geçen; başkasının yerine iş yapan kimse.
Hasta için hacca gitmek farz değildir. Hac farz olduktan sonra gitmeyip de sonraki seneler hastalanan kimse, yerine başkasını kendi memleketinden bedel göndermesi veya bunun için vasiyyet etmesi lâzımdır. Sonraki seneler iyi olup kendisi giderse, teh ir günâhı afv olur. (İbn-i Hümâm)

BEDEVÎ: Sahrada, çölde ve vahada göçebe halde yaşayanlar. Medîne-i münevvere çevresindeki Müzeyne, Cüheyne, Eslem, Eşca' kabîleleri bedevî idi. Peygamber efendimiz Hudeybiye sulhünün yapıldığı sene umre için Mekke'ye gitmeye karar verdikleri sırada, Kureyş'in herhangi bir taarruz (saldırı) ihtimâline karşı bu kabîlelerin de berâberlerinde bulunmasını istediler. Fakat bedevîler korkularından bu şerefli dâvete uymayıp özür dilediler. Bu sebeple Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu:
(Henüz kalplerinde îmân yerleşmemiş olan Kureyş müşriklerinden korkarak) geri kalan bâzı bedevîler sana; "Mallarımız ve âilelerimiz bizi (seninle gitmekten) alıkoydu. Bu sebeple Allahü teâlâdan bizim için af ve mağfiret dileyiver" diyecekler. Onlar kalblerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler (Yoksa, senin kendileri için istiğfâr etmene veya etmemene aldırmazlar) . (Feth sûresi: 11) (Senâullah Dehlevî, Taberî)

BEDEVİYYE:Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.Bedeviyye yolunun büyüğü Seyyid Ahmed Bedevî (r.aleyh) talebelerine buyurdu ki:
Allahü teâlânın kullarından birine bir musîbet gelince, sakın sevinmeyin. Gıybet ve dedikodu yapmayın. İnsanlar arasında söz taşımayın. Size eziyet vereni ve zulmedeni affedin. Kötülük yapana iyilikle karşılık verin. Size vermiyene siz verin. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

BEDÎ' (El-Bedî'):Allahü teâlânın esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Daha önce benzeri olmayan, görülmemiş, işitilmemiş, bilinmeyen şeyleri yoktan var eden, yaratan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Allah) göklerin ve yerin Bedî'idir. O, bir şeyin olmasını irâde edince (dileyince), ona "ol" der, o da olur. ( Bekara sûresi: 117)
El-Bedî' ismi şerîfini yetmiş bin kerre söyleyen kimse, kendisine gelecek olan musîbetten kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
Bedî' İlmi:Lafz (söz) ve mânâ ile ilgili bâzı san'atlar ile sözün süslenmesini öğreten ilim. Kur'ân-ı kerîm Bedî', Meânî ve Belâğat ilimlerinin incelikleri ile doludur. Arabî lisânın inceliklerini bilmiyen kimse, arabî okuyup yazsa bile Kur'ân-ı kerîmi anlıyamaz. Bu incelikleri bilenler bile anlıyamamış, çok yerlerini onlara Peygamber efendi miz açıklamıştır. (Abdülganî Nablüsî)

BEDR GAZVESİ:Peygamber efendimizin Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaş. Bu muhârebede müslümanlar üç yüz on üç, müşrikler bin kişiydi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Bedr muhârebesinde düşmana nisbetle daha az ve zayıf olduğunuz hâlde, Allahü teâlâ size yardım etti, kesin zafer verdi. Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız. (Âl-i İmrân sûresi: 123)
Bedr harbinde Eshâb-ı kirâm güç durumda kaldıkları sırada sevgili Peygamberimiz; "Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin yardımı lütfet!" diye duâ ettiğinde, Enfâl sûresinin 9. âyet-i kerîmesi nâzil olup (inip), meleklerin müslümanlara yardım için gönderildikleri şöyle bildirilmiştir: "O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size; "Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile (meleklerle) imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu. (İbni Abbâs, Taberî, Kurtubî)
Cebrâil (aleyhisselâm) bana gelip dedi ki: "Bedr Gazvesi'nde bulunanları nasıl sayarsınız?" Ben; "Onlar ümmetimin en hayırlıları (üstünleri) " dedim. Cebrâil (aleyhisselâm) ; "Meleklerden (o muhârebede) hazır bulunanlar da bizim yanımızda aynen böyle olup, meleklerin en hayırlılarıdır" dedi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Bedr Gazvesi'nde her birimiz bir müşrikin başına kılıcımızı salladığımız zaman, daha kılıç hedefine varmadan, kâfirin kellesinin bedeninden ayrılıp yere yuvarlandığını görüyorduk. (Sehl radıyallahü anh)

BEHÂÎLİK:Müslüman görünüp İslâmiyet'i içerden yıkmak için çalışan El-Bâb Ali Muhammed ismindeki bir acemin talebesi olan Behâullah'ın, kurduğu bozuk yol.
Behâîlere göre namaz, Hayfa'ya karşı durup, Allah'ı düşünmektir. Namaz ferdî olup duâdan ibârettir. Oruç, 2 Mart-21 Mart arası on dokuz gün tutulur. 21 Mart günü Oruç bayramı olup, Behâî yılının ilk günüdür. Hacları, El-Bâb Ali Muhammed'in Şirâz'daki evini veya Behâullah'ın Bağdâd'daki evini gidip görmektir. On dokuz sayısını kutsal sayan Behâîleri umûmî adâlet evi dedikleri, yüksek meclislerine seçilen on dokuz kişi idâre eder. Her Behâî, senelik kazancının beşte birini bu hey'ete vermeye mecbur tutulur. (Muhammed Ebû Zühre)

BEKÂ:
1. Allahü teâlânın sıfatlarından. Allahü teâlânın varlığının sonsuz olması, hiç yok olmaması.
2. Bekâ-billah.
Fenâ ve bekâdan ilk bahs eden Ebû Saîd Harrâz'dır. (Molla Câmî)
Bekâ-Billah:Dâimâ Allahü teâlâyı anma ve hatırlama hâli üzere olma. Hakîkî kulluk derecesi. Fenâ fillah'tan sonraki makam.
Hakk'ul-yakîn bilgisi (hakîkate kavuşmak) bekâ-billah makâmında hâsıl olur. (Ahmed Fârûkî)
Bekâ-billaha kavuşmadan önce huzûrun, yâni her an Allahü teâlâ ile olma hâlinin devam etmesi mümkün değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvufta fenâ ve bekâ'dan ilk bahs eden Ebû Saîd-i Harrâz'dır. (Molla Câmî)

BEKTÂŞÎLİK:Evliyânın büyüklerinden Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bektâşîlik; Hacı Bektâş-ı Velî, Lokman-ı Horasânî, Hâce Ahmed Yesevî, Yûsuf-i Hemedânî ve Ebû Alî Fârmedî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî vâsıtası ile Bâyezîd-i Bistâmî'ye, ondan Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine ulaşır. Bektâşîler, Resûlullah efendimizi ve Ehl- i beytini çok sever ve birbirlerini kardeş bilirlerdi. (A. Rıfkı Efendi)
Müslümanları aldatmak için kendilerine kıymetli bir isim takan yalancılardan biri de, Bektâşî tarîkatı adı altında toplanan hurûfîlerdir. Hakîkî Bektâşîlik, bir kaç asırdan sonra bütün tekkeleriyle berâber sapık hurûfîlerin eline geçerek bozulmuştur. (Tokatlı İshak Efendi) (Bkz. Hurûfîlik)

BELÂ:Allahü teâlânın insanları imtihan etmek, denemek için verdiği maddî ve mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet, âfet.
Kulumu bir belâ ile ibtilâ (imtihân) ettiğim vakit sabreder ve ziyâretçilerine beni şikâyette bulunmazsa, ona etinden iyi et, kanından iyi kan veririm. İyileştiği vakit günahsız olarak iyileşir. Onu öldürürsem rahmetime yâni Cennet'ime gider. (Hadîs-i kudsî-Muvattâ)
Şüphe edilen altını, ateşle muâyene ettikleri gibi, Allahü teâlâ insanları, dertle, belâ ile imtihan eder. Bâzısı belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Bâzısı da bozuk olarak çıkar. (Hadîs-i şerîf-Kimyâ-ı Seâdet)
Mü'mine; dert, belâ, üzüntü, hastalık, eziyet gibi sıkıntı verici şeylerden biri gelirse, Allahü teâlâ bunu günâhlarına keffâret (bedel) eyler. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Peygamberler (aleyhimüsselâm) hep dert ve belâ içinde yaşadı. Hattâ "Belâlar, mihnetler (sıkıntılar) en çok peygamberlere, sonra evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir" buyruldu. (Ahmed Fârûkî)
Dert ve belâ gelince Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat, selâmet ve âfiyet istiyenleri sever. (Ahmed Fârûkî)
Birinize dert ve belâ gelince Yûnus Peygamberin duâsını okusun. Allahü teâlâ onu muhakkak kurtarır. Duâ şudur: "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn." (Senâullah Dehlevî)
Bir kimse sıkıntı ve belâya uğrarsa; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil'azîm" desin. (Ca'fer-i Sâdık) Kazâ gelmez Hak yazmasa Belâ gelmez Kul azmasa (Atasözü)

BELÂGAT:
1. Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesi.
Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcâza (az sözle çok mânâ ifâde etme özelliğine) sâhip bir kitap, yalnız Türkçeye değil, hiç bir dile hakkıyla çevrilemez. (H. Hüsnü Erdem)
Kur'ân-ı kerîmin aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Fakat meâl (geniş açıklamalı) olarak tercümesi mümkündür. (H. Hüsnü Erdem)
2.Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesini öğreten edebî ilmin adı.

BELÂDET:İyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıramama; ahmaklık. (Bkz. Ahmak)

BELKIS:Süleymân aleyhisselâm zamânında Yemen'de Sebe' şehrinde hüküm süren Himyerîlerden bir kadın sultan. Süleymân aleyhisselâm babası Dâvûd aleyhisselâmın yerine geçti. Sultan ve sonra peygamber oldu. Mescid-i Aksâyı yaptı. Yedi senede tamamladı. Sonra hükümet sarayını yaptı. Bundan sonra Belkıs'ı Filistin'e çağırdı. Belkıs geldi. Görüştüler ve Belkıs î mân etti. Süleymân aleyhisselâm Belkıs ile evlendi. Belkıs'ın Süleymân aleyhisselâm ile mektuplaşması ve Kudüs'e gelmesi Kur'ân-ı kerîmde Neml sûresinde uzun bildirilmektedir. (M. Sıddık bin Saîd)

BENÎ ÂDEM (Âdemoğlu):İnsanoğlu.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey Benî Âdem! Yiyin, için, isrâf etmeyin. Çünkü Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez. (A'râf sûresi: 31)
(Ey Benî Âdem!) Şeytana itâat etmeyin, o size ap-açık bir düşmandır diye size Kur'ân-ı kerîmde bildirmedim mi? (Yâsîn sûresi: 60)
Allah katında Benî Âdem'den daha şerefli bir varlık yoktur. (Hadîs-i şerîf-Şa'bul-Îmân)
Ey Benî Âdem! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan; yiyerek yok ettiğin, giyerek eskittiğin ve Allah için vererek sonsuz yaşattığındır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim) Mağrûr olma Benî Âdem! Ölmemeğe çâren mi var? Yakası yok ak gömleği, Giymemeğe çâren mi var? (Yûnus Emre)

BENÎ HÂŞİM (Hâşimoğulları):Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelenler.
Allahü teâlâ, İsmâil (aleyhisselâm) evlâdından Kinâne ismindeki kimseyi ve onun sülâlesinden, Kureyş adlı zâtı beğenip, seçti. Kureyş evlâdından da, Benî Hâşim'i seçti. Onlardan da, beni beğenip seçti. (Hadîs-i şerîf-İmâm-ı Müslim)
...Ey Benî Hâşim! Nefslerinizi ateşten (Cehennem'den) koruyunuz. Ey kızım Fâtıma, nefsini ateşten kurtar. Çünkü sizleri kurtarmak için Allahü teâlânın sizinle ilgili irâdesini önleyecek hiçbir şeye sâhib değilim. ( Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Kureyş kabîlesi; Hâşimî, Emevî, Nevfel, Abdüddâr, Esed, Teym, Mahzûm, Adiy, Cumah ve Sehm adında on kola ayrılmıştı. Zemzem dağıtmak ve Kâbe'yi tâmir ve tezyîn (süsleme) işi, Benî Hâşim'e verilmişti... (Muhammed Nişancı)

BENÎ İSRÂİL (İsrâiloğulları):Ya'kûb aleyhisselâmın, on iki oğlundan gelen evladı ve torunları. Ya'kûb aleyhisselâmın diğer adı İsrâîl olduğu için, soyundan gelenler bu isimle anılmışlardır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Îsâ bin Meryem de bir zamanlar şöyle demişti: "Ey Benî İsrâil! Ben size Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Benden evvel (gönderilmiş olan) Tevrât'ın tasdîkçisi, benden sonra gelecek bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, ki o peygamberin ismi Ahmed'dir (Muhammed'dir) . (Saf sûresi: 6)
Benî İsrâil yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur... (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizi-Milel-Nihâl Tercümesi)
Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâil'in peygamberleri gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Benî İsrâil Yûsuf aleyhisselâmdan sonra Mısır'da çoğaldı. Fakat burada zulüm ve hakâret gördüler. Bu durum Mûsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti. Mûsâ aleyhisselâm onları Mısır'dan alıp Şeria vâdisinin doğusundaki bölgeye yerleştirdi. Zamanla h azret-i Mûsâ'nın dînine uyanlar azaldı. Hazret-i Îsâ gelince, Mûsâ aleyhisselâma verilen Tevrat'ın hükmünü kaldırdı. Benî İsrâile, hazret-i Îsâ'nın dînine uymak lâzım oldu. Fakat onlar, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrat'a uymakta inad ettiler. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm son peygamber olarak gelince de Îsâ aleyhisselâmın dîninin hükmü kalktı. Herkesin İslâmiyete uyması lâzım oldu. Fakat Benî İsrâil Peygamber efendimizi kıskandıklarından O'nun peygamberliğine ve İslâmiyete inanmadılar. (Harputlu İshak Efendi, Nişancızâde, Rahmetullah Efendi)

BENCİLLİK:Kendini beğenmek, kendini büyük görmek, enâniyet. (Bkz. Enâniyet)

BENÛL-AHYÂF:İslâm mîrâs hukûkunda Eshâb-ı ferâiz adı verilen (Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini, paylarını bildirdiği) kimselerden ana bir erkek ve kız kardeşler.
Benûl-Ahyâf tek kişi olduğunda hissesi mîrâsın altıda biridir. Birden fazla oldukları zaman mîrâsın üçte birini alıp aralarında paylaşırlar. Erkek ve kadın aynı miktârda alır. Ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu, yâhut babası, dedesi varsa, Benûl-Ahyâf mîrâs alamaz. (Abdürreşîd Secâvendî)

BENÛL-ALLÂT:İslâm mîrâs hukûkunda baba bir, ana ayrı kardeşler.
Benül-a'yân (ana-baba bir erkek ve kız kardeşler) ve Benûl-allât; oğul, oğlun oğlu, baba, dededen biri bulunduğu zaman vâris, mîrasçı olamazlar. (Secâvendî)

BENÛL-A'YÂN:İslâm mîrâs hukûkunda; ölenin aynı ana ve babadan olan erkek ve kız kardeşlerinden her biri. Benül-A'yân; oğul, oğlun oğlu, baba ve dededen biri bulunduğu zaman vâris olamaz. (Abdürreşîd Secâvendî)

BERÂÂT SATIŞI:Zekât toplayan âmillerin (memurların), köylüden alacakları zekât ve uşrun cins ve miktârını gösteren ve berâât adı verilen senedlerin satışı (Bkz. Bey') .Berâât satışı câiz değildir. Zîrâ verilen senetlerdeki yazılı mal mevcûd değildir. (İbn-i Âbidîn).

BERÂET (Berât):
1. Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının anlaşılması.
Allahü teâlâ dört kimseyi dört şeyle töhmetten (iftiradan) berât ettirmiştir. Yusuf aleyhisselâmı şâhitle, Mûsâ aleyhisselâmı elbisesini taşıyan taşla, hazret-i Meryem'i çocuğunu konuşturmakla, hazret-i Âişe'yi Nur sûresi 26. âyet-i kerîmesiyle berât ettirmiştir. Hazret-i Âişe'nin berâeti için birçok âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Muhammed bin Hamza)
2. Kurtuluş vesîkası.
Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümâ bir gün Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem huzûruna geldi. Peygamber efendimiz ona çok iltifat ederek; "Kıyâmet günü herkesin berâeti, her işi ölçüldükten sonra verilir. Abdullah'ın berâeti ise dünyâda verilmiştir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Tezkiye-i Ehl-i Beyt)
Âhirette pek çok kimse, hesâba çekilmeden Cennet'e girerler. Onlar için mîzân (terâzi) kurulmaz. Onlara verilen sayfalar üzerine; "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah. Bu filânın oğlu filânın Cennet'e girmesinin ve Cehennem'den kurtulmasının ber âetidir" yazılır. (İmâm-ı Gazâlî)
Berâet-i Zimmet:Aksine bir delil bulunmadığı müddetçe şahsın suçsuz ve borçsuz olması. Berâet-i zimmet asıldır. Meselâ bir kimse başka bir kişi üzerinde şu kadar alacağım vardır diye iddiâ etse, borçlu olduğu iddiâ edilen kimse borcunu inkâr etse ve borcu olmadığına dâir yemin etse onun sözüne bakılır. Çünkü her şahıs zimmetten yâni bo rcdan ârî (uzak) olarak yaratılmış olduğu için, Berâet-i zimmet asıldır. (İbni Nüceym-i Mısrî)

BERÂT GECESİ:Şâban ayının on beşinci gecesi.Berât gecesini büyük nîmet, fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir. Şâban'ın on beşinci gecesidir. Kadr gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibâdet yapınız. Yoksa kıyâmet günü pişmân olursunuz! (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Berât gecesinde çok duâ etmeli, kötü sondan, îmânsız ölmekten Allahü teâlâya sığınmalı, Cehennem ateşinden kurtuluş berâtı, bereket, rahmet, mağfiret ve âfiyet dilemelidir. (Muhammed Rebhâmî)

BEREKÂT:Bereketler, hayırlar, iyilikler, bolluklar. Bereket'in çokluk şekli. (Bkz. Bereket)

BEREKET:
1. Allahü teâlânın bol nîmet vermesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Böylece İbrâhim'i ve (kardeşi oğlu) Lût'u (Irak'daki Nemrûd'dan) kurtarıp, içinde âlemlere (ağaçlar, tatlı meyveler, ırmaklar vb. şeylerle veya pek çok peygamber çıkarmak sûretiyle) bereketler verdiğimiz arza (Şam diyârına) çıkardık. (Enbiyâ sûresi: 71)
Bir kadın, Resûlullah'a hediye olarak bal göndermişti. Resûlullah efendimiz balı kabûl edip boş kabı geri gönderdi. Kab bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek; "Yâ Resûlallah! Hediyemi niçin kabûl etmediniz. Acaba günahım nedir?" deyince, Resû lullah efendimiz; "Senin hediyeni kabûl ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği berekettir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)
Senenin bereketi, bahârından belli olur. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Hayır, fayda.
Şeytan her işinizde sizinle berâber bulunur. Hattâ yemekte bile. Birinizin lokması düşerse, onu alıp tozunu temizleyip yesin. O lokmayı şeytanlara bırakmasın. Çünkü bereketin hangi lokmada olduğu bilinmez. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Ticârete hiyânet karışınca bereket gider. (Hadîs-i şerîf-Tergîb vet-Terhîb)
Bir kimse Allahü teâlâ emr ettiği için çalışır, rızkını helâl yoldan ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızık ona bereketli olur. (Seâdet-i Ebediyye)
Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına vesîle olur. Bereketli olmayan çok mal vardır ki, sâhibinin dünyâda ve âhirette felâketine sebeb olur. O halde malın çok olması değil, bereketli olmasını istemelid ir. (İmâm-ı Gazâlî)
3. Rahmet.
Kur'ân-ı kerîm okunan eve bereket gelir. Melekler oraya toplanır. Şeytanlar oradan kaçar. (Ebû Hüreyre)
Kur'ân-ı kerîm okunan eve bereket iner. Bu zaman yapılan duânın kabûl olması umulur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

BERR:
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhsân eden, iyilik eden, yâni her iyilik kendisinden olan, îmân edip, iyi ameller yapmayı nasîb edip, bunlara karşılık âhirette sevâb ve dünyâda sıhhat, kuvvet, mal, makam, evlâd ve yardımcı lar veren.
2. Îtikâdı doğru, amelleri ibâdetleri iyi, ahlâkı güzel, ihlâslı sâlih müslüman. Çoğulu Ebrârdır. (Bkz. Ebrâr)

BERZÂH ÂLEMİ:
1.Dünyâ ile âhiret arasındaki âlem; kabir âlemi.
Berzâh âleminde ölülerin hâli, dirilerin hâli gibi değildir. Dünyâ hayâtında hem his (duygu), hem de irâde (istek) ile hareket vardır. Berzâh hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir, elem (acı) ve azâb duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir. (Ahmed Fârûkî)
2. Tasavvufta âlem-i misâle verilen ad. (Bkz. Âlem-i Misâl)
Berzâh âlemi, âlem-i ervâh (ruhlar âlemi) ile âlem-i ecsâd (madde âlemi) arasında yer alır. Ayna gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve mânâlar bu âlemde latîf şekillerde görünürler. Çünkü iki âlemdeki her hakîkate ve her mânâya uygun birer şekil, heyet, görünüş bu âlemde bulunur. Bu âlemde kendiliğinden hiçbir hakîkat, hiçbir madde ve mânâ yoktur. Buradaki şekiller, heyetler, öteki âlemlerden aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir şekil ve sûret yoktur. Aynada bir şekil görünürse, başka yerden gelen görünüştür. Âlem-i misâl de böyledir.
Berzâh-ı Kübrâ: Kabirden kalkıp, mahşer yerinde hesâbın görülüp Cennet veya Cehenneme gidilinceye kadar geçen zaman. Berzâh-ı kübrâda, insanların dağılmış, çürümüş, erimiş parça ve kemikleri bir araya getirilir. (Muhammed Ma'sûm)
Berzâh-ı Sugrâ:Kabre konduktan kıyâmet kopup kabirden kalkıncaya kadar olan zaman. Ervâh (rûhlar) ve berzâh-ı sugrâ, fazla düşünmeye ve üzerinde inceleme yapmaya gelmez. Bu konuda zan ve tahmin ileri sürmek doğru değildir. Nasslar (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler) ile sâbit olanlara (bildirilenlere) kısaca îmân etmek lâzımdır. On un etrâflı olarak bilinmesini Allahü teâlânın ilmine havâle etmelidir, bırakmalıdır. (Ahmed Fârûkî)

BESMELE:Bismillâhirrahmânirrahîm sözü. Kur'ân-ı kerîme saygı göstermek, E'ûzü okuyarak başlamakla olur ve Kur'ân-ı kerîmin anahtarı Besmeledir. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Yâkûb-i Çerhî)
Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun annenin, babasının ve hocasının Cehennem'e girmemesi için senet yazdırır. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Dürr-ül-Mensûr)
Cehennem'de azâb yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen Besmele okusun! Besmele on dokuz harftir. (Abdullah ibni Mes'ûd)
Besmelenin mânâsı: "Her var olana, onu yaratmakla iyilik etmiş ve varlıkta durdurmakla, yok olmaktan korumakla iyilik etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile bu işi yapabiliyorum. Ârifler (evliyâ), O'nu ilâh olarak tanıdı. Âlemler, O'nun merhâmeti ile rızık buldu. Günah işliyenler, O'nun rahmeti ile Cehennem'den kurtuldu" demektir. (Yâkûb-ı Çerhî)
Besmele öyle bir sözdür ki ağzı temizler, kalbden gamı ve sıkıntıyı giderir. (Abdülkâdir Geylânî)
Abdest almağa, yemeğe, içmeğe ve her mübârek işe başlarken Besmele çekmek Peygamber efendimizin âdet-i şerîflerinden olup sünnettir. (İbn-i Âbidîn) Besmeleyle başlıyalım kitâba Allah adı en iyi bir sığnakdır Nîmetleri sığmaz ölçü hisâba Çok acıyan, afvı seven bir Rab'dır. (Seâdet-i Ebediyye)

BEŞER:İnsan, âdemoğlu (Bkz. Benî Âdem).

BEŞÎR:
1. Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Muhammed!) Biz seni; mü'minleri, inananları beşîr, kâfirleri de azâb ile korkutucu, uyarıcı olarak gönderdik. (Bekara sûresi: 119)
2. Kabirde mü'minlere suâl soran melekler.
Kabirlerde kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine münker ve nekir denir. Mü'minlere soranlara ise mübeşşir ve beşir denir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

BETÛL:Peygamber efendimizin mübârek kızı hazret-i Fâtımâ'nın lakabı.
İlimde ve ictihâdda hazret-i Âişe, zühd (dünyâya rağbet etmemekte) ve dünyâdan kesilmekte, uzak durmakta ise, hazret-i Fâtıma daha ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımâ'ya Betûl denilmiştir. (Abdülkâdir-i Geylânî)

BEVÂDİH:Tasavvufta, insan kalbine gayb âleminden âniden gelen şeyler.
Bevâdih kalbe gelen ferahlık ve sevinçtir. Sâhibini güldürür. Yâhut hüzün ve kederdir; sâhibini ağlatır. Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin; "Bir zaman güldüm, bir zaman ağladım. Ve şimdi ne gülüyor ne ağlıyorum." buyurması bevâdih hâline işârettir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

BEY':Satmak, satış yapmak, alış-veriş. İki kişinin mallarını gönül rızâsı ile değişmeleri.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ bey'i, helâl ve fâizi haram kıldı. (Bekara sûresi: 275)
Bey' ve şirâ (alış-veriş) bilgilerini öğrenmeden ticâret yapmak helâl olmaz. Her tâcirin bir fıkıh âlimi bulup, işlerini buna danışarak yapması, böylece fâizden ve fâsid (bozuk) alışverişten kurtulması lâzımdır. (Ebü'l-Kâsım Semerkandî)
Bir kimse İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinden sordu ki: "Vakitlerimi ibâdet ile geçirmek istiyorum. Bana bir şey yaz da, hep onu yapayım?" İmâm-ı a'zam rahmetullahi aleyh, bey' ve şirâ bilgilerini yazıp verince; "Bu tüccarlara lâzım olur. Ben evim de oturup ibâdet ile meşgûl olacağım" dedi. Cevâbında; "Yiyecek ve giyecek lâzım olmayan kimse var mı? İslâmiyet'in alış-veriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerinin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azâba yakalanır ve çok pişman olur" buyurdu. (Kerderî, M.Rebhâmî)
Bey'-i Bâtıl:Sahih olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veyâ bir kısmı bulunmayan alış veriş. (Bkz. Bâtıl)
Bey'-i bil Vefâ (Vefâ ile Satış):Alıcı ve satıcının, satıştan vazgeçmek hakkına sâhip olduğu alış-veriş.
Bey'-i Fâsid:Aslı İslâmiyet'e uygun, fakat sıfatı uygun olmayan satış.
Bir kimse satın aldığı bir malın bedeli olan paranın yarısını peşin verip, yarısını da yolcum gelince vereyim dese, bu alış-veriş Bey'-i fâsid olur. Çünkü yolcunun geleceği târih yâni paranın kalan kısmının ödeneceği târih belli değildir. Bu durum is e, satışın sıfatı bakımından uygun olmaması demektir. (Zeylaî)
Bey'-i fâsid, câiz değildir ve haramdır. Büyük günâhtır. Fâsid satışla alınan mal, müşteri teslim alınca, kendi mülkü olursa da, yemesi, giymesi haramdır. Alanın ve satanın bu satışı bozması, geri vermesi vâcibdir. Geri çevirmezlerse, vâcibi terk ett ikleri için günâha girerler. (Hamzâ Efendi)
Bey'-i Mekrûh:Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun ise de kendisine dînin yasak etmiş olduğu bir şey karışmış olan satış.
Satın almıyacağı bir malın fiyatını, başka müşteriler arasında yükseltmek, iki kişi bir malın fiyatında uyuşmuş iken bu malı, daha yüksek fiyatla satın almak istemek Bey'-i mekrûhdur.
Bey'-i Mevkûf:Aslı ve sıfatı sahîh ise de başkasının hakkı karışan alış-veriş.
Bey'-i Sahîh:Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun olan satış; doğru ve sıhhatli alış-veriş. Bey'i sahîhin geçerli olması için, alıcı ve satıcının aynı kimse olmaması, yâni bir kimsenin hem satıcıya, hem alıcıya vekil olarak kendi kendine satış yapmaması, satanın ve alanın akıllı olmaları, akd yapılması yâni birinin îcâb (teklif) edip karşıs ındakinin, onu; ayrılmadan önce kabûl etmesi yâni söz kesilmesi, mebî'in (satılan malın) ve semenin (bedelin) mütekavvim (kıymetli, kullanılması mübâh ve mümkün olan) mal olmaları lâzımdır. Satılan malın felsin îtibârî kıymetinin yâni (piyasadaki yarım gram altının kuruş cinsinden değerinin on beşte birinden aşağı olmaması lâzımdır. (Bkz. Fels) (İbn-i Nüceym)

BEYÂN:Açık olmak, açıklamak, bildirmek. Konuşma, yazma, anlama, anlatma, ifâde etme.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Allahü teâlâ) insanı yarattı. Ona beyânı öğretti. (Rahmân sûresi: 3-4)
Beyânın öylesi vardır ki büyüleyici bir tesire sâhiptir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Beyândan bilmediklerimizle bizleri nîmetlendiren Allahü teâlâya hamd olsun. ( Ahmed Mekkî Efendi)
Beyân İlmi:Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten belâgat ilminin teşbîh (benzetme), mecâz, kinâye gibi konularını anlatan ilim. (Bkz. İlm-i Beyân)

BEYT-İ MA'MÛR:Meleklerin kıblesi. Göklerde meleklerin devâmlı tavâf ettikleri yer, makam. Beyt-ül-ma'mûrda her gün yetmiş bin melek namaz kılar. Bir kere namaz kılana bir daha sıra gelmez. Meleklerin büyüklerinden Kerûbîyân melekleri gece ve gündüz tesbih ederler, hiç usanmaz ve yorulmazlar. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Münzir)
Beyt-i ma'mûr üçüncü, altıncı veya yedinci kat semâdadır. Onun gökyüzündeki kıymeti, Kâbe-i Muazzamanın yeryüzünde kıymeti gibidir. (Sa'lebî)
Beyt-i ma'mûr, Beyt-i Harâm'ın (Kâbe'nin) üst tarafına düşmektedir. Yere düşecek olsa, onun üstüne düşer. Orayı her gün daha önce hiç görmemiş yetmiş bin melek ziyâret eder. (Ezrâkî)

BEYTÜ'L-MUKADDES (Beyt-ül-Makdis):
Kudüs'deki Mescid-i Aksâ. (Bkz. Mescid-i Aksâ)

BEYTULLAH:
1. Mekke-i mükerremede Mescid-i harâmın ortasında bulunan mukaddes binâ. Kâbe-i muazzama; müslümanların kıblesi; Fazîlet ve kıymetini bildirmek için Beytullah buyurulmuştur.
Rivâyet edildiğine göre, Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma buyurdu ki:
Ey Âdem! Sen sağ oldukça Beytullah'ı tâmir et. Senden sonra gelecek peygamberler ve ümmetler de zaman zaman onu tâmir edecekler. En son peygambere kadar bu böyle sürüp gidecek. (Ezrâkî)
2. Câmi, mescid.
Beytullah olan câmi ve mescidlerde ibâdet etmeyip, dünyâ kelâmı ile meşgul olmak tahrîmen mekruhtur. Yâni harama yakın günahtır. Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi câmide dünyâ kelâmı konuşmak da, insanın sevâblarını giderir. (Tahtâvî)

BEYTÜLMÂL:İslâm devleti hazînesi, mâliye teşkîlâtı.
Beytülmâl, devlet gelirlerini muhâfaza eder, gerekli yerlere sarfeder, devletin gelirleri ile giderleri arasında dengeyi sağlamaya çalışır ve bütçenin bütün vazîfelerini görürdü. (İsmâil Nablüsî)
Beytülmâlın gelirleri dört yoldan sağlanırdı:
1) Zekât malları,
2) Ganîmetin, çıkarılan mâden ve defînelerin beşte biri,
3) Gayr-i müslimlerden haraç ve cizye olarak alınan mallar,
4) Vârisi olmayan zenginlerin bıraktığı mal ve yerde bulunup sâhibi b ulunmayan mallar. (Îmâm-ı Serahsî)
Beytülmâlden, ayırım yapmadan bütün fakirler, zekât me'murları, âlimler, öğretmenler, vâizler, din dersi öğrenen talebeler, borçlular, seyyidlerle şerîfler yâni Peygamber efendimizin soyundan gelenler ve askerlerin hepsi haklarını alırlardı. (Abdülganî Nablüsî)
İmâm-ı Ebû Yûsuf bir suâle bilmiyorum deyince; "Hem Beytülmâlden maaş alıyorsun, hem de cevap vermiyorsun" dediler. Bunun üzerine İmâm-ı Ebû Yûsuf; "Beytülmâlden, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beytülmâlde bulunanların hiç biri yetişmezdi" dedi. (Taşköprüzâde, İbn-i Hacer)
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
B -3-

BEYYİNE:Açık delîl.
1. Kur'ân-ı kerîm.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Mekkeliler! Bu kitâbı, Kur'ân-ı kerîmi) "Bizden evvel kitap yalnız iki taifeye (yahûdî ve hıristiyanlara) indirildi. Biz ise (konuştuğumuz dilde olmadığından) onu okumaktan gâfilleriz" dememeniz için yâhut; "Bize de kitab indirilseydi, muhakkak onlardan daha fazla hidâyete ererdik" dememeniz içindir. İşte size Rabbinizden (konuştuğunuz dilde) apaçık bir beyyine, bir hidâyet ve bir rahmet gelmiştir. Artık Allahü teâlânın âyetlerini inkâr eden ve onlardan yüz çevirenlerden daha zâlim kimdir?Elbette biz âyetlerimizden yüz çevirenleri, bu kabahatleri sebebiyle şiddetli bir azâb ile cezâlandıracağız. (En'âm sûresi: 156-157)
2. Mûcize.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Semûd (Kavmine) de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik) . O, dedi ki: "Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. İşte size, Rabbinizden (benim peygamberliğimi ve sözümün doğruluğunu gösteren) bir beyyine geldi (ki, Allahü teâlânın kudretiyle vâr olan) işte bu devedir. Onu (kendi hâline) bırakın, Allahü teâlânın arzında otlasın. Ona bir fenâlıkla dokunmayın ki, sonra acıklı bir azâba uğrarsınız." (A'râf sûresi: 73)
3. Delil, şâhid.
Tevâtür (yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun verdikleri haber) ile bildirilenlere uymıyan beyyine kabûl olunmaz. (Ali Haydar Efendi)
4. Âdil olan iki erkek veya bir erkek ile iki kadın şâhid.
Beyyine müddeî (dâvâcı) içindir Yemin ise dâvâlıya âittir. (Hadîs-i şerîf-Câmi'us-Sagîr)
Allahü teâlânın hakkı bulunan bir günâhı işliyeni gören kimsenin, bir şâhid yanında ta'zîr (suçluyu sözle azarlama) yapması lâzımdır. Bir müslümana fâsık diyen kimsenin ta'zîr edilmesi; o müslümanın hakkının korunması içindir. Bir kimse, kendini, ta' zîrden kurtarması için beyyine ile sözünü isbât etmesi lâzımdır. (İbni- Âbidîn)
5. Peygamber efendimizin isimlerinden. (Bkz. Beyyine Sûresi)

BÎ'A:Hıristiyanların mâbedi, tapınak, kilise.
Bî'adaki küfür alâmetleri boşaltılırsa, namaz kılmak mekruh olmaz. (Alâüddîn Haskefî)
Bî'aya gidip hazret-i Îsâ'dan, Meryem anadan bir şey isteyenin îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

BÎ'AT (Bey'at):
1. Sözleşme, söz verme, teslimiyet.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey Resûlüm! Mü'min kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, kız çocuklarını öldürmemek, herhangi bir iyilik husûsunda sana isyân etmemek üzere, seninle bî'atleşmeye geldikleri zaman bî'atlerini kabûl et. Onlar için Allah'tan mağfiret (günahlarının affını) dile. Muhakkak ki Allahü teâlâ tövbe edeni affedici, tâatle, beğendiği işleri yapanlara pek merhametlidir. (Mümtehine sûresi: 12)
2. Devlet başkanı durumunda olan kimseye, senin başkanlığını, idâreciliğini kabûl ettim, iyi ve faydalı her sözüne itâat edeceğim, şeklinde söz vermek, bağlılığını bildirmek.
Bu çeşit bî'at, Peygamber efendimizin vefâtından sonra Benî Sakîfe denilen yerde hazret-i Ebû Bekr halîfe seçilirken görülür. Burada Ebû Bekr'e ilk bî'atı, hazret-i Ömer yaptı. Bundan sonra İslâm devletlerinde devlet başkanına itâat edilmesi ve sözün ün dinlenmesi için bî'at esas oldu. Zamanla bî'at için merâsimler yapıldı. Bu, çeşitli devirlere ve devletlere göre farklılık gösterir. Osmanlı Devletinde de, bî'atın önemli bir yeri vardı. Her pâdişâhın tahta çıkışında merâsimler yapılırdı. Resmî bî'at, Topkapı Saray-ı Hümâyûnunda Bâbüssaâde önünde icrâ olunması eskiden beri âdetti. Bî'at sırasında el tutuşmak âdeti, zamanla kaldırılmış, yerine etek öpmek usûlü getirilmiştir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
3. Tasavvufta bir terim.
Bî'at tâbiri tasavvufta üç mânâyı ifâde eder: Birincisi, büyük bir zâtın yanında, günah işlememek için söz vermektir. Buna tövbe bî'atı denir. Büyük günâhlardan biri işlenince, bu bî'at bozulur. Yeniden bîat etmek lâzımdır. İkincisi, intisâb etmek, b ağlanmak, bereketlenmek için bir velîye veya onun hakîkî mensuplarına bîat etmektir. Onlar için bildirilen müjdelere ve şefâatlarına kavuşulur. Bî'atin üçüncü mânâsı, evliyâ zâtlardan gelen feyizlere, mânevî bilgilere kavuşmak, onlardan faydalanmak için yapılır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Bî'at-ı Rıdvân:Hudeybiye'de Semûre ismindeki ağacın altında 400 Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimize, emirlerini kayıtsız şartsız yerine getireceklerine dâir verdikleri söz.
Kur'ân-ı kerîmde Bî'at-ı Rıdvân yapanlar hakkında meâlen buyruldu ki:
Andolsun ki, Allahü teâlâ, seninle o ağacın altında bî'at ettikleri vakit mü'minlerden râzı olmuştur. (Feth sûresi: 18)
Ağaç altında gerçekten bî'at edenlerden hiç biri, Cehennem'e girmeyecektir. (Hadîs-i şerîf-Tezkiye-i Ehl-i Beyt).

BÎ-ÇÛN VEBÎ-ÇİGÛNE:Hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlaşılamayan. Allahü teâlânın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk olunamayacağını ifâde eden bir terim.
Allahü teâlâ bî-çûn ve bî-çîgûnedir. Akıl neyi düşünür neyi tasavvur (hayâl) ederse etsin, O değildir. Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâyı anlatan en iyi kelime, en geniş ibâre, Şûrâ sûresi on birinci âyetindeki: "Onun benzeri gibi hiç bir şey yoktur." sözüdür ki, buna Fârisî dilinde "bîçûn ve bî-çîgûne" denir. (İmâm-ı Rabbânî)

BİD'AT:Sonradan ortaya çıkan şey, ilk defâ benzersiz bir şey ortaya koymak.
Peygamberimizin ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan söz, yazı, usûl ve işler, reformlar.
Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız. Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir. Yoldan çıkmaktır. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Bir millet, dîninde bir bid'at yaparsa, Allahü teâlâ, buna benzeyen bir sünneti yok eder. Kıyâmete kadar bir daha geri getirmez. (Hadîs-i şerîf-Dârimî)
Sünnete giden yol; bid'atten kaçmak, Eshâb-ı kirâmın icmâ'ına (söz birliğine) uymak, bozuk din adamlarından uzaklaşmak, bir Allah adamını tanımak ve eserlerini okumaktır. (Ebû Ali Hasen Cürcânî)
Değiştiremeyeceğim bir bid'atı görmektense, mescidde söndüremiyeceğim bir ateşi görmeyi tercih ederim. (Ebû İdrîs Havlânî)
Bid'atin terki, sünneti yerine getirmekten iyidir. Bid'atin yaygın olduğu, sünnetin terk edildiği bu karanlık zamanda, ilim öğrenmek, öğretmek ve yaymak en önemli iştir. Resûlullah'ın sünnetini ihyâ etmek maksadların en büyüğüdür. Bu dünyâ amel, iş, ibâdet yeridir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bid'at Ehli:Peygamberimizin ( s.a.v. ) ve Eshâb-ı kirâmının yolundan (Ehl-i sünnet îtikâdından) ayrılanlar. Bid'at sâhibi. Îtikâdda (îmânda) ve amelde (ibâdette) dinde olmayan yenilikler ortaya çıkaran kimseler, dinde reformcular.
Allahü teâlâ, bid'at ehlinin orucunu, haccını, ömresini, cihâdını, adâletini kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Bid'at ehli, bid'atinden vazgeçinceye kadar, Allahü teâlâ tövbesini kabul etmez. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Bid'at ehli ile oturup kalkmayınız. Çünkü o, kalbi hasta yapar. (Hasan-ı Basrî)
Yabancı kadın, bid'at ehli ve fâsıkla berâber olmaktan çok sakının. (Ebü'l-Hüseyin Nûri)
Bid'at ehli ile oturmayınız. Onlarla sohbet etmeyiniz. Çünkü sizi dalâlete (yanlış yola, sapıklığa) düşürebilirler. (Abdullah bin Zeyd)
Bid'at Fırkası:Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmının yolundan ayrılanlar. Hadîs-i şerîfte Cehennem'e gidecekleri bildirilen yetmiş iki fırkadan her biri.
Bid'at-ı Hasene:Resûlullah'ın ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olmayan minâre, medrese, mektep yapmak, İslâmî ve faydalı kitaplar yazmak gibi güzel şeyler. (Bkz. Sünnet)
Bid'at sâhibi:Bid'at ehli. Bid'at sâhiplerinin en kötüsü, Resûlullah'ın Eshâbına buğz ve düşmanlık edenlerdir. Bid'at ehline hürmet etmek İslâm'ın yıkılmasına yardım etmek olup, amellerin sevâbını giderir. Bid'at ehline Resûlullah lânet edip; "Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerine olsun" buyurdular. Bid'at ehliyle arkadaşlığın zarârı, kâfirle arkadaşlığın zarârından çoktur. Bid'at sâhibine buğz ile ondan yüz çevirenin kalbini, Allahü teâlâ emniyet ve güven ile doldurur. (İmâm-ı Rabbânî)
Bid'at-ı Seyyie:Resûlullah'ın ve Eshâbının zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebeb olan bozuk inanış ve ibâdet olarak yapılan işler.

BİLLÂHİ:"Allahü teâlâya yemîn ederim" mânâsına, yemîn sözlerinden biri. (Bkz. Yemîn)

BİRR:Hayır, iyilik, Allahü teâlânın emirlerine uymak.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Birr ve takvâ (haramlardan, günâhlardan kaçınmak) da birbirinize yardım edin. (Mâide sûresi: 2)

Bİ'SET:Gönderme, gönderilme. Bir peygambere peygamber olduğunun bildirilmesi.
Peygamber efendimiz kırk yaşında iken mîlâdî 610 senesi Ramazan ayının on yedinci Pazartesi günü Cebrâil ismindeki melek tarafından Peygamber olduğu kendisine bildirildi. Bu seneye Bi'set senesi denir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Beş vakit namaz, bi'setin on ikinci senesinde ve hicretten bir sene ve bir kaç ay önce Mîrâc gecesinde farz oldu. (Muhammed Rebhâmî)

BOLİS ÇUKURU:Kendini beğenenlerin, kibirlilerin, büyüklük taslayanların, Cehennem'de şiddetli azâba uğrayacakları yer.
Kıyâmet günü, dünyâdaki kibir sâhibleri küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi, fakat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr görecektir. Cehennem'in en derin ve azâbı şiddetli olan Bolis çukuruna sokulacaktır. Ateş içinde gayb olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine Cehennem'dekilerin irinleri verilecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

BORÇ:Bir kimsenin başka birine bir şey yapmasını veya vermesini gerekli kılan yükümlülük.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Sadakalar (zekâtlar) Allahü teâlâdan bir farz olarak, fakirlere (nafakasından fazla fakat nisâb miktarından az malı olana) , miskînlere (bir günlük nafakasından fazla bir şeyi olmayan müslümana) , zekât memurlarına, müellefe-i kulûba (kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenlere) efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince âzâd, serbest olacak kölelere, borçlulara, cihâd ve hac yolunda olup muhtac kalanlara, kendi memleketinde zengin ise de bulunduğu yerde yanında mal kalmamış olan ve çok alacağı varsa da alamayıp, muhtaç kalanlara verilir. (Tevbe sûresi: 60) (Hazret-i Ebû Bekr devrinde müellefe-i kulûba zekât verilmesine lüzum kalmadı. Bu sebeple zekât diğer yedi sınıftaki müslümanlara verilmektedir.)
Ey îmân edenler! Belirli bir vâde ile birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın (sened yapın) ... (Bekara sûresi: 282)
Kendisi veya çoluk çocuğu muhtâc iken veya borcu var iken verilen sadaka kabûl olmaz. Borç ödemek; sadaka vermekten, köle âzâd etmekten ve hediye vermekten daha mühimdir... (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
En iyiniz, borcunu iyi ödeyeninizdir. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafa)
Acele etmek şeytandandır. Beş şey bundan müstesnâdır: Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak, günâh yapınca hemen tövbe etmek. (Hadîs-i Şerîf-Tirmizî)
Bir kimse, malı olduğu hâlde, borcunu ödemeği bir saat geciktirirse, zâlim ve âsî olur. Borç ödememek öyle bir günâhtır ki, uykuda bile durmadan yazılır. (Seyyid Alizâde)

BOŞAMAK:Nikâh bağını çözmek, evliliğe son vermek. (Bkz. Talâk)

BRAHMA DÎNİ(Brahmanizm): Hindistan'da mîlâddan asırlarca önce ortaya çıkmış, Allahü teâlânın varlığına inandığı gibi, başka tanrıları (ilâhları) da kabûl eden ve bütün peygamberleri inkâr eden bozuk yol ve inanış.
Bugün Hindistan'da yayılmış olan Brahma ve Buda dinlerinde, geçmiş peygamberlerin kitaplarından, sözlerinden alınmış kıymetli bilgilerin bulunduğu görülmektedir. Brahmanizm ve Budizm dinleri, hıristiyanlık dîni gibi, eski peygamberlerin aleyhimüsselâ m bildirdiği doğru dinlerin bozulmuş, değiştirilmiş hâlidir. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Brahmanizmde tenâsüh yâni insan öldükten sonra, rûhunun tekrar başka bir şekilde dünyâya geleceği inancı vardır. Hindistan'daki Ganj nehrini mukaddes sayarlar. Bu sebeple suyunu içer ve ölülerini bu nehre atarlar. Brahmanizme mensup olanların bir kıs mı ateşe, bir kısmı ineğe ve diğer bir kısmı timsaha taparlar. (Herkese Lâzım Olan Îmân)

BREHMEN:Brahmanizm denilen bozuk yola mensûb kimse.

BUDA:Budizm'in kurucusu. Mîlâddan altı asır evvel yaşamış olup, asıl adı Guatama veya Gotama'dır. (Bkz. Budizm)

BUDİST:Budizm adlı bozuk dîne mensûb olan. (Bkz. Budizm)

BUDİZM:Hindistan'da M.Ö. altıncı yüzyılda yaşamış olan Buda'nın kurduğu, Uzakdoğu ülkelerinde yaygın bozuk bir inanış. Bu inanışta olanlara Budist denir.
Bugün Hindistan'da yayılmış olan Brahma ve Buda dinlerinde oradaki eski peygamberlerin kitablarından, sözlerinden alınmış kıymetli bilgilerin bulunduğu görülmektedir. Brahmanizm ve Budizm de hıristiyanlık dîni gibi eski peygamberlerin aleyhimüsselâm bildirdiği doğru dinlerin bozulmuş, değiştirilmiş şeklidir. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Cehennem'in beşinci tabakası olan Hutame'de; ateşe, öküze tapanlar, Budistler, Brahmanlar yanacaktır. (Senâullah Dehlevî)
Budizmde Buda, tanrı yerine konulmaktadır. Esâsen Buda, kendisinin insan olduğunu söylemiş ve ilâhlık iddiâsında bulunmamıştır. Ancak ölümünden sonra ona tâbi olanlar onu tanrılaştırmış, adına tapınaklar kurup ona tapmışlardır. (Herkese Lâzım Olan Îmân)

BUĞÂT:Bâğîler, âsîler. Haksız olarak devlete isyan eden, karşı gelenler. Bâğî'nin çokluk şeklidir. (Bkz. Bâğî)

BUĞD-I FİLLÂH (Buğz-ı Fillah):Allahü teâlânın düşmanlarını Allahü teâlâ için sevmemek ve onlardan uzaklaşmak. (Bkz. Hubb-i Fillâh-Buğd-i Fillâh)

BUĞZ:Sevmeme, nefret etme, düşmanlık.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar (İbrâhim aleyhisselâm ve berâberindeki mü'minler) kâfirlere dediler ki: "Biz sizden ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduğunuz putlarınızdan uzağız. Bizden sevgi beklemeyiniz. Allahü teâlâya bir olarak inanıncaya kadar bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz dâimâ âşikârdır (Putlara tapmayı terk ederseniz, sizi severiz) . (Mümtehine sûresi: 4)
Günâh işleyeni eliniz ile men ediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile buğz ediniz, bu ise îmânın en aşağı derecesidir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Müslümanlığın alâmeti, kâfirlere buğz ve inâd etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse bir âlime buğz etse veya söğse bu yaptığı sebebsiz ise, o kimsenin küfründen (îmânının gitmesinden) korkulur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Birbirinize düşman değil kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin. (Abdülkâdir-i Geylânî)

BUHÂRÎ-İŞERÎF:İslâm dîninde Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli, en üstün kitap. Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadîs kitabının birincisi.
Bir kimse Buhârî-i şerîfi hangi niyetle baştan sona kadar okuyup bitirirse, maksadı, en güzel şekilde hâsıl olur. Tâûn hastalığı zamanlarında bir evde okunsa, Allahü teâlâ o evde bulunanları tâûndan korur. Bu kitap hangi evde bulunursa, evi yanmaktan , hangi gemide bulunursa, Allahü teâlâ o gemiyi batmaktan korur. (Tâcüddîn Subki)

BUHL:Cimrilik. Cömertliğin zıddı. (Bkz. Cimrilik)

BURAK:Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece (mîrac gecesinde) üzerine bindiği ve kendisini Mekke'den Kudüs-ü şerîfe kadar götüren (taşıyan) Cennet hayvanı. Burak, dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği ve dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi.
Bana Burak getirildi. O, katırdan küçük, merkepten büyük, uzun ve beyaz bir hayvandır. Ayağını gözün görebildiği yerin ötesine kadar (rahatça) atabiliyordu. Ona bindim. (Hadîs-i şerîf-Şifâ-i Şerîf)

BURHÂN:
1. Bir dâvâyı isbat eden kesin delîl.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Yahûdîler ve hıristiyanlar) dediler ki: "Yahûdî ve Nasrânî olanlardan başkası aslâ Cennet'e girmeyecek!"Bu onların kuruntularıdır. (Habîbim onlara) söyle: Eğer (bu iddiânızda) doğru kimseler iseniz, burhânınızı getiriniz. (Bekara sûresi: 111)
2. Mantık ilminde mukaddime denilen ve kesin netîceye ulaştıran iki cümle (söz).
Burhân-ı İnnî:İnneli (elbetteli) delîl. Eserden müessire (o eseri yapana), san'attan san'atkâra ve netîceden sebebe götüren delîl. Kelâm (akâid) ilminde daha çok bu delîl kullanılır.
"Âlem hâdisdir (sonradan var olmuştur). Her hâdisin bir sânı'ı (yapanı) vardır" cümleleri, isbat edilmek istenen "Âlemin sânı'ı (yaratıcısı) Allahü teâlâdır" sözü için burhân-ı innîdir. (Teftâzânî)
Burhân-ı Limmî:Limeli (niçinli) delîl. İlletten sebebden ma'lûle (illetin bulunduğu şeye), müessirden (eseri yapandan) esere, san'atkârdan san'ata, sebebden netîceye götüren delîl. Görülen ateşten dumanın varlığına hükmetmek böyledir.
Burhân-ı Tatbîk:Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve kadîm (ezelî), olduğunu (başlangıcının olmadığını) isbâtta kullanılan delîllerden biri.
Allahü teâlâ, kadîm, ezelî ve ebedî olmasaydı, hâdis (sonradan yaratılma) olsaydı, O'nu yaratan bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı kadîm (bir başlangıcı yok) ise, Allah O'dur. Hâdis (bir başlangıcı var) ise, O'nu yaratan biri lâzım olur. Böylece, ka dîm olmayan yaratıcılar zinciri mevcut olur. Bu zincire teselsül denir. Teselsül ise, muhâldir (imkânsızdır), olacak şey değildir. Teselsülün muhâl olduğu Burhân-ı tatbîk ile isbât olunur. Bir şeyin sonsuz yaratıcılarını, birinciden başlayarak, sonsuz şekilde, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlayarak, ikinci bir sıra daha düşünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir noksan olduğu için, kısadır. Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra sonsuz olamadığı için, bundan bir fazla o lan birinci sıra da sonsuz olamaz. Yâni, bir ucu sonsuza giden yarım doğru düşünülebilir. Fakat böyle bir şey mevcut olamaz. Teselsül olamaz. Sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu tek yaratıcı ezelîdir, ebedîdir, son suz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından değildir. Âkıl ve bâliğ olan kimse, Allahü teâlânın sonsuz var olduğunu ve başka her şeyin yoktan var edildiklerini işittikten sonra, aklını kullanmayıp, düşünmeyip, buna inanmazsa veya aklını kullanıp, düşünüp de bunu aklı kabûl etmez, fenne uygun değildir diyerek red ederse îmânsız demektir. (Ahmed Âsım)
Burhân-ı Temânü:Kelâm ilminde Allahü teâlânın varlığını ve birliğini isbâtta kullanılan delîl.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, âlemdeki nizâm bozulur karma karışık olurdu. (Enbiyâ sûresi: 22) Bu âyet-i kerîmede Burhân-ı temânü'ye işâret edilmektedir. Yâni âlemin yaratıcısının iki olduğu farz edilse, bu iki yaratıcının fiill eri (işleri), birbirinden, ya farklı veya aynı olur. Birbirinden farklı olursa, âlemin karmakarışık olması lâzım gelir. Yâni göklerin ve yeryüzünün bu husûsî nizâmından (düzeninden) çıkmasını ve yok olmasını veya birbirine zıt şeylerin aynı anda bir yere toplanmasını îcâbettirir. Meselâ iki ilâhtan birisi, Zeyd ismindeki insanın hareket etmesini, diğeri de o anda hareket etmeyip sükûnunu (hareketsizliğini) irâde etse (dilese), ilâh oldukları için ikisinin kudreti birlikte Zeyd'e te'sir edince, cem'i zıddeyn (iki zıddın bir araya gelmesini) îcâbettirir. Bu ise, mümkün değildir. Çünkü cem'i zıddeyn, muhaldir (mümkün değildir). Yâni Zeyd aynı anda hem hareketli, hem hareketsiz olamaz. Ya hareketlidir, ya hareketsizdir. O halde Allah tektir, O' ndan başka ilâh yoktur. Her şeyi yaratan, durduran ve hareket ettiren O'dur. ( Seyyid Şerîf, Muhammed Rebhâmî)

BÜDELÂ:Bedeller. Ricâlü'l-Gayb denilen Allahü teâlânın insanlardan gizlediği evliyâ zâtlar. Bedîl'in çokluk şeklidir. Ebdâl de denir. (Bkz. Ebdâl)

BÜHTÂN:İftirâ. Bir kimseye onda olmayan bir kusuru isnat etme.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Mü'min erkek ve mü'min kadınlara, işlemedikleri (bir günâhı, bir suçu isnâd etmek sûretiyle) ezâ edenler, muhakkak bir bühtân ve apaçık bir günâh yüklenmişler (cezâya müstehak olmuşlardır) . (Ahzâb sûresi: 58)
Bir kimse için söylenen kusûr, onda varsa, bu söz gıybet, yoksa bühtân olur. (Hadîs-i şerîf-Sâhih-i Müslim)
Nâmuslu bir kadının nâmûsuna bühtân etmek, yüz senelik ameli (n sevâbını) yok eder. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Her yere burnunu sokma! Ya bir kazâya, yâhut bir bühtâna uğrarsın. (Muhammed Hâdimî)
Sâliha bir kadında bulunması gereken şartlar altıdır: Allahü teâlâdan başka, hiç bir şeye ibâdet etmemek. Hırsızlık etmemek. Zinâ etmemek. Çocuğunu öldürmemek. Bühtân etmemek. Peygamber efendimizin her emrine itâat etmek. (Ahmed Fârûkî)
Bühtân, kötü sıfatların, fenâ ahlâkın en şiddetlisidir. Çünkü bunda yalan vardır. Yalan ise her dinde haramdır. (Ahmed Fârûkî)

BÜRÛZ:Zâhir olmak. Görünmek, ortaya çıkmak. Olgun bir velînin sevenlerinde bâzı sıfatlarının zâhir olması, görünmesi.
Bir velî, sevenini terbiye etmek, yetiştirmek için, onda bürûz etmeksizin, Allahü teâlânın verdiği bir kuvvetle, kendi yüksek sıfatlarını (hâllerini), o kimseye aks ettirir, aktarır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

BÜYÜ:Sihir. İlme, fenne uymayan gizli sebebler kullanarak garib işler yapmayı sağlayan ilim. (Bkz. Sihir)
...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)
Müslüman büyü yapmaz. Allah saklasın îmânı gittikten sonra, büyüsü te'sir eder. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Fâtiha (Elhamdü), Âyet-el-Kürsî ve dört Kul, yedişer kerre okunup hastaya üflenirse, bütün âfetler, dertler için, büyü ve nazar (göz değmesi) için iyi gelir. Tuz üzerine okunup, suda eritip içirmek de tecrübe edilmiştir. Dört Kul, Kâfirûn, İhlâs ve M uavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûreleridir. (Muhammed Osman Sâhib)
Semâvî dinler (Hak dinler), büyüyü yasaklamıştır. Bu arada, İslâmiyet de, kendinden önceki bütün dinleri neshetmiş, büyüyü (sihiri) de yasaklamış ve çok çirkin bir iş olarak vasıflandırarak, müslümanların büyü yapmaktan ve yaptırmaktan kesinlikle uza k durmalarını emretmiştir.
Modern fen ilimleri, büyüyü kendi metodları icâbı olarak reddederler. Bu hâl, o ilimlerin sahâsına girmeyen ve metodlarıyla incelenemeyen şeylerin yok olduğu mânâsına gelmez. Ancak, konuları ve hüküm verme sâhalarının dışında olduğunu gösterir. Bu ba kımdan büyü, daha pekçok şey gibi, modern bilimlerin sâhası dışında kalmakta veya varlığı yokluğu laboratuvar teknikleriyle bugün için îzah ve ispat edilememektedir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
Büyü insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb olur. Yâni cesede ve rûha tesir eder. Kadın ve çocuklara tesiri daha çoktur. Büyünün tesiri kesin değildir. İlâcın te'siri gibi olup, Allahü teâlâ isterse tesirini yaratır; istemezse, hiç t esir ettirmez. Büyücü istediğini elbette yapar, büyü muhakkak tesir eder diye inanmamalı, böyle düşünmemelidir. Böyle inanan kimsenin îmânı gider. Büyü, Allahü teâlâ takdir etmişse tesir edebilir, demelidir. (Abdülhakîm Arvâsî)
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
C -1-

CÂFERİYYE: Hazret-i Ali'nin torunlarından Ca'fer-i Sâdık'a bağlı olduklarını iddiâ eden, bozuk İmâmiyye fırkasının otuz ikinci kolu.
Ca'ferîlerin Ehl-i beyti seviyoruz demeleri, hıristiyanların hazret-i Îsâ'yı seviyoruz demelerine benzer. Çünkü hıristiyanlar hazret-i Îsâ'nın dînini bozup değiştirdikleri gibi, Ca'feriyyenin inanışları da İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık'ın yoluna hiç uymamakt adır. (İmâm-ı Rabbânî)

CÂHİL:
1. Allahü teâlâyı unutmuş olan; gâfil, bilgisiz. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Câhiller, ahmaklar, dünyâdaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmânlarını verdi. Âhiretlerini satıp, dünyâyı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alış-verişlerinde bir şey kazanmadılar. Bunlar ticâret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etti. (Bekara sûresi: 16)
Âlim olduğunu söyleyen kimse, câhildir. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Âlimin uykusu câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Âhir zamanda ibâdet edenlerin çoğu din câhili olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Aklın eremediği ve yanıldığı şeylerde akla uyarak doğru yoldan sapmış olan câhilleri, hâkim, feylesof ve fen adamı sanan, bunları taklid eden, yalan yanlış sözlerini hikmet, fen sanarak bunlara inanan kimseler felâkete düşerler. (İmâm-ı Rabbânî)
2.İlmiyle amel etmeyen.
Ne kadar okursan oku, ne kadar öğrenirsen öğren, ne kadar bilgi edinirsen edin, onunla amel etmedikçe câhilsin. (Sa'dî Şîrâzî)

CÂHİLİYE DEVRİ:İslâmiyet'ten önce hissin akla, kötülüğün iyiliğe hâkim olduğu, puta tapılan karanlık devir.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar hâlâ Câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Allah'tan daha güzel hüküm verecek kimdir?Fakat bunu, gerçek anlayış sâhibi olan bir kavim (toplum) bilir. (Mâide sûresi: 50)
Câhiliye devrinde en ileride olanınız, İslâm'a girince en ileriniz olur. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfe radıyallahü anh, Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Resûlallah! Biz câhiliye devrinde kötü kimselerdik. Allahü teâlâ senin şerefli vücûdun ile, İslâm nîmetini, iyilikleri bizlere ihsan etti. Bu seâdet günle rinden sonra yine kötü zaman gelecek mi?" diye sorunca; "Evet gelecek" buyurdu. Bu şerden sonra hayırlı günler yine gelir mi dedi, yine; "Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur" buyurdu (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Habeşistan'a ikinci hicret esnâsında Habeş hükümdârı Necâşî'nin kendisine bâzı soruları üzerine kâfile başkanı Câfer bin Ebî Tâlib şöyle buyurdu: "Ey hükümdâr! Biz Câhiliye devrinde putlara tapardık, ölmüş hayvan leşi yer, her türlü kötülüğü işlerdik . Kuvvetlilerimiz zayıflara zulm eder ve merhamet nedir bilmezdik. Allahü teâlâ bize, kendimizden doğru, emin, iffet sâhibi, soyu temiz bir peygamber gönderinceye kadar bu vaziyette kaldık." (İbn-i Hişâm)

CAHÎM:Cehennem'in dördüncü tabakasına verilen ad. Güneşe ve yıldıza tapanların azab göreceği Cehennem.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Cahîm ise azgınlara apaçık gösterilmiştir. Ve onlara Allahü teâlâyı bırakıp ibâdet ettikleriniz hani nerede? Size yardım edebiliyorlar mı? Yâhut kendilerini (azâbdan) kurtarabiliyorlar mı? denir. (Şuarâ sûresi: 91-93)

CÂİZ:
1. Ruhsat, izin verilmiştir, olabilir, yapılabilir, günah değildir.
Kur'ân-ı kerîmi abdestsiz ezberden okumak câizdir. Günah olmaz. Fakat abdestli okumak daha iyidir. (İbn-i Âbidîn)
2. Sahîhdir, doğrudur.
Bâyi' (satıcı) bu malı bin liraya sana sattım, dese, müşteri (alıcı) da bir şey söylemeyerek alsa câiz olur. Bâyi' malı verse, müşteri parasını verse, hiçbir şey söylemeden câiz olur. (İbn-i Hümâm)
3. Tenzîhen mekruh.
Amca, dayı kızı ile evlenmek câizdir. Bir mecbûriyet olmadıkça, yapılmaması daha iyi olur, yapılırsa da günah olmaz. (İbn-i Hümâm)
Câiz Değil:
1.Sahîh değil.
Ağaçta belirmemiş olan meyveyi satmak, akıllı olmayan küçük çocuğun alış-verişi, yâni pazarlık edip, söz kesmesi câiz değildir. (İbn-i Hümâm)
2. Mekruh.
Namaz kılmak için, Kâbe, câmi resmi bulunan seccâdeyi yere sermek câiz değildir. (Seâdet-i Ebediyye)
3.Haram.
Alkollü içkilerin damlasını bile içmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
4.Fâsid, bâtıl.
Yürüyerek namaz kılmak câiz değildir. (Fethu'l-Kadîr)
5. Küfür.
Allah göktedir, yerdedir demek câiz değildir. Şaka olarak da olsa, zünnar denilen papaz kuşağını bele bağlamak câiz değildir. (Şeyhzâde Muhammed Efendi)

CÂMEKIYYE:Hizmet karşılığı olarak alınacak ücretin veya maaşın çeki, bonosu.
Câmekıyyenin satışı câiz değildir. Çünkü ücret hak edilmiş ise de, kabz edilmemiş (alınmamış), mülk olmamıştır. (İbn-i Âbidîn)

CÂMİ':Toplayan.
1. Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed. (Bkz. Mescid)
2. Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki) zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir araya getirici insanların dağılmış bulunan et, kemik, kafa ve diğer organlarını tekrar birleştirici.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen, geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde insanları câmi'sin. Şüphesiz Allah vâdinden dönmez. (Âl-i İmrân sûresi: 9)
3. Hadîs kitaplarında yer alan sekiz bâbın hepsini içine alan kitaplar. Bu sekiz bâb şunlardır:
a) İlm-i tevhîd ve sıfat, b) Sünen, c) Rikâk, d) İlmü'l âdâb, e) Tefsîr, f) Sîre, g) İlmü'l fiten, h) İlmü'l menâkib.

CÂRİYE:Harbde esir alınıp İslâm memleketine getirilen kadın köle.
Sizden hiç biriniz, sakın memlûküne (kölesine) kölem, câriyem diye seslenmesin. Yiğidim, oğlum, kızım desin. Onlar da size efendim, desin. (Hadîs-i şerîf-En-Nihâye)
Kölenin, câriyenin nafakasını vermek (geçimini karşılamak) efendisine farzdır. (İbn-i Âbidîn)

CEBBÂR:
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarının hallerini ıslâh edip tövbeye götüren, dilediğini yaptırmaya gücü yeten.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
... Allahü teâlâ Müheymindir (her şeyi gözetip koruyandır), Azîzdir (hükmünde gâlibdir), Cebbârdır, Mütekebbirdir (kibriyâ ve azamete büyüklüğe ancak o müstehaktır). Allah müşriklerin koştukları ortaklardan münezzehtir (uzaktır) . (Haşr sûresi: 23)
Cebbâr (olan Allahü teâlâ) kıyâmet günü mülkü olan gökleri ve yerleri eline (kudretine) alır ve buyurur ki: Cebbâr benim, Melik benim. Hani cebbârlar, mütekebbirler (kendilerini büyük görenler) nerede? (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)
Sabah ve akşam el-Cebbâr ismi şerîfini okumaya devâm eden kimse zâlimlerin zulmünden korunmuş olur. Yolculukta da olsa zarar görmez. (Yûsuf Nebhânî)
2. Kibirli, zorba, gaddâr.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O peygamberler düşmanları üzerine Allah'tan zafer istediler ve her inatçı cebbâr da hüsrâna uğradı. (İbrâhim sûresi: 15)
Cennet ile Cehennem şöyle münâkaşa ettiler. Cehennem; bende cebbârlar, mütekebbirler var dedi. Cennet de bende Allah'tan korkan, zaîfler ve fakirler var dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ bunların dâvâlarını şu sûretle halletti: "Ey Cennet! Sen benim rahmetimsin. Seninle dilediğime rahmet ederim. Ey Cehennem, sen de benim azâbımsın. İstediğime seninle azâb ederim. Her ikinizi de doldurmak bana âittir. (Hadîs-i şerîf-Müslim, Riyâz-üs-Sâlihîn)
İnsanlar kibirlene kibirlene cebbârlar sırasına geçer. Cebbârın başına gelen azâb onların da başına gelir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)

CEBEL-İ NÛR: Nûr dağı. Mekke-i mükerreme yakınında Peygamber efendimize ilk vahyin geldiği mübârek dağ. Hirâ, Hirâ Nûr dağı da denir.
Peygamber efendimiz, peygamberliği bildirilmeden önce yanına yiyecek alarak Cebel-i Nûr'a gider burada bir kişinin kalabileceği büyüklükte olan ve Hirâ mağarası adı verilen yerde tefekkür ve ibâdetle meşgul olurdu. Kırk yaşında Ramazanın on yedinci P azartesi gecesi Hirâ mağarasında yine tefekkür hâlindeyken Cebrâil aleyhisselâm kendisine Alak sûresinin ilk beş âyetini getirdi. (Yûsuf Nebhânî, Kastalânî)

CEBEL-İ RAHMET:"Rahmet dağı" mânâsına, Arafat ovasındaki tepe.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Vedâ haccında Arefe günü Cebel-i rahmet denilen koyu yeşil taş yığınlarından meydana gelen tepenin eteğinde, yüzbini aşkın müslümana Kusvâ adlı devesinin üzerinde Vedâ hutbesini okuyup, Eshâb-ı kirâmıyl a vedâlaştı. (Halebî)
Âdem aleyhisselâm ile Havvâ vâlidemiz, Cebrâil aleyhisselâmın yol göstermesiyle Arafat ovasında buluştular. Âdem aleyhisselâm Cebel-i rahmet tepesi üzerinde iken, Allahü teâlâdan rahmet ve mağfiret (bağışlanmasını) dileyip duâsı kabûl oldu. Onun için bu tepe Cebel-i rahmet diye anıldı. (Altıparmak Muhammed Efendi)

CEBÎRE:Kırık ve çıkığın iki yanına bağlanan tahtalar.
Gusülde ve abdestte cebîre üzerine mesh câizdir. (İbrâhim Halebî)

CEBR:Zorlama, zor kullanma. İrâde ve ihtiyârın zıddı.
İnsanın hiç bir irâde ve ihtiyâra sâhib olmadığını, her şeyin cebr elinde esir olduğunu ve varlığının otomatik, fakat zembereği kırık bir makina gibi olduğunu iddiâ etmek yanlıştır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

CEBRÂİL ALEYHİSSELÂM:Dört büyük melekten biri. Peygamberlere vahy getirmek, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle vazîfeli melek. Buna Cibrîl, Rûh-ul-emîn, Rûh-ul-kuds, Nâmûs-ı ekber de denir.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Gerçekten Cibrîl, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın izniyle senin kalbine indirdi (Bekara sûresi: 97)
Allahü teâlâ Cebrâil'e (aleyhisselâm), filân şehri yerin dibine geçir, diye emr etti. Cebrâil, yâ Rabbî! Bu şehirdeki filanca kulun sana bir ân isyân etmedi. Hep itâat ve ibâdet ediyor deyince; Allahü teâlâ onu da berâber geçir! Zîrâ günâh işleyenleri görünce, bir kerrecik yüzünü değiştirmedi buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Cebrâil aleyhisselâm çok defâ Resûlullah'ın huzûruna, Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Benî Ümeyye'den üç kişiyi üç kişiye benzetti ve şöyle buyurdu: "Dıhye-i Kelbî, Cebrâil'e; Urve bin Mes'ûd Sekafî, Îsâ'ya; Abdül-üzza ise Deccâl'e benzer." (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Şüphesiz Allahü teâlâ bir kulundan râzı olup, onu sevdiğinde, Cebrâil aleyhisselâmı çağırır ve ona buyurur ki: "Ben falan kulumu seviyorum sen de onu sev." Cebrâil aleyhisselâm onu sever. Sonra semâda seslenip der ki:"Allahü teâlâ falan kulu seviyor, siz de onu sevin." Semâdakiler de onu sever. Sonra onun sevgisi yerdekilerin gönüllerinde yerleşir. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Âdem aleyhisselâmın boyu ve ömrü kesin olarak bildirilmedi. Bir rivâyette, bin sene yaşayıp beş yüz yaşında iken peygamber oldu. Allahü teâlâ, kendisine on kitap gönderdi. Cibrîl aleyhisselâm ona on iki sefer gelmişti. (Nişancı Muhammed Efendi)

CEBRİYYE:Hicrî birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında Cehm bin Safvân tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Buna mürcie fırkası da denir.
Cebriyye fırkası; "İnsan aslâ bir iş yapmaz, cansızlar gibi hareket eder. İnsanın kudreti, kastı, ihtiyârı (isteği) yoktur. İnsanlar iyi iş yapınca sevâb kazanmaz, kötü işlerine azâb yapılmaz. Kâfirler günâh işleyenler mâzûrdur, mes'ûl olmazlar. Çünk ü insanın her işini yalnız Allah yapıyor. İnsan istese de istemese de günah yaratıyor ve insan günâh yapmaya mecbûrdur. Günah insana zarar vermez. Âsî, fâsık kimseler azâb görmeyecektir." diyorlar. Cebriyyenin bu sözleri küfürdür ve hepsi mel'undur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Mürcie mezhebinde olanlara yetmiş peygamber lânet etmiştir." buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Cebriyye fırkası mensûblarının dediği gibi insanda irâde ve ihtiyâr olmasaydı, kötülükleri günâhları Allahü teâlâ zor ile yaptırsaydı, eli-ayağı bağlanıp dağdan aşağı yuvarlanan kimse ile yürüyerek etrâfını seyrederek inen kimsenin hareketlerinin bir birlerinden farklı olmaması gerekirdi. Hâlbuki birincinin yuvarlanması cebr ile, ikincisinin inmesi irâde ve ihtiyâr ile (kendi isteğiyle) olmaktadır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

CEDEL:Münâkaşa, mücâdele, tartışma, kavga. Mantıkda, meşhur veya doğruluğu herkesçe kabûl edilen kadiyye (önerme)lerden meydana gelen kıyas'a verilen ad.

CEFÂ:İncitmek, eziyet etmek, kötülük.
Hayâ îmândandır. Fuhuş (çirkin şeyler) söylemek cefâdandır. Îmân Cennet'e, cefâ Cehennem'e götürür. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Şu üç günah, îmânın gitmesine sebeb olur: Birincisi, îmân nîmetine kavuştuğuna şükretmemek. İkincisi, îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü, müminlere ezâ ve cefâ etmek. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Haksız yere bir müslümanı incitmek, Kâbe'yi yetmiş defâ yıkmaktan daha büyük günahtır. (Hakîm-i Tirmîzî)
Peygamber efendimizin aklı o kadar çoktu ki, Arabistan Yarımadası'nda, sert, inatçı insanlar arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabrederek, onları yumuşaklığa ve itâate getirdi. Çoğu eski dinlerini bırakıp müslüman oldu. (Yûsuf Sinânüddîn)
Her işe Besmele ile başla. Temiz ol. Dâimâ iyiliği âdet edin. Tembel olma. Namaza önem ver. Nîmete şükr, belâya sabret. Dünyâ rahatına aldanma. Kimseye kızma. Eziyet ve cefâ etme. (Akşemseddîn)

CEHÂLET:Bilmeme, bilgisizlik. Din bilgilerini bilmeme. Câhillik.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Âyetlerimize îmân edenler sana geldiği zaman şöyle de: "Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Rabbiniz, size rahmet ve merhamet vaad buyurdu. Öyle ki, içinizden kim cehâletle bir fenâlık yapmış da arkasından tövbe edip (hâlini) düzeltmişse (Allah'ın ona mağfireti vardır.) Muhakkak ki Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir. (En'âm sûresi: 54)
Cehâletten daha şiddetli bir fakîrlik yoktur. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Bilmediklerinizi sorunuz. Cehâletin ilâcı süâldir (yâni soru sorup öğrenmektir). (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Dârü'l-İslâm'da, İslâm memleketinde bulunan bir kimsenin meselâ namazın ve orucun farz, içki, kumar ve zinânın haram olduğu konusundaki cehâleti mâzeret kabul edilmez. (İbn-i Âbidîn)
Câhil, cehâletinden dolayı mâzur sayılsaydı, cehâlet ilimden üstün olurdu. (İmâm-ı Şâfiî)
On şey insanın varlığını öldürür: 1) Terbiye azlığı, 2)Cehâlet çokluğu, 3) Halktan nîmet beklemek, 4)Şehvet azgınlığı, nefis kudurganlığı, 5) Baş olma sevdası, 6)Dünyâya düşkün olmak, 7) Nefisle dostluk kurmak, 8)Çok yemek, 9) Çok uyumak, 10) Kabalık sertlik yapmak. (Bâyezîd-i Bistâmî)
Kişiye ilim olarak Allahü teâlâdan korkması, cehâlet olarak ucub, kendini, yaptığı ibâdetleri, iyilikleri beğenerek bunlarla övünmesi yetişir. Ucb artınca ahmaklık hâlini alır. İnsanın kendi ayıplarını görmesine mâni olur. (Mâcid-ül-Kürdî)

CEHD:Gayret, olanca gücü ve kuvveti sarf etmek.
İctihâd; insan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek cehd etmek demektir. Yâni, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh ve açık bildirilmemiş hükümleri ve meseleleri, açık ve geniş anlatılmış meselelere benzeterek, meydana çıkarmak için cehd etme ktir. Bunu ancak Peygamber efendimiz, O'nun Eshâbının hepsi ve diğer müslümanlardan ictihâd makâmına yükselen âlimler yapabilir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Akıllı kimse; dünyâ işini kanâat ile (ele geçenle yetinmekle), âhiret işini hırs ve acele ile, din işini ise ilim ve cehd ile yapar. (Ebû Bekr Merâgî)
Genç kardeşlerim! Benim yaşıma gelmeden evvel cehd ediniz, Yoksa benim gibi zayıflar ve benim gibi amel ve ibâdette kusûr edersiniz. (Sırrî-yi Sekâtî)
Sâlih (Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği) insanlar derecesine ulaşmanın bir yolu da, rahatlık kapısını kapatıp, cehd ve gayret kapısını açmaktır... ( İbrâhim bin Edhem)

CEHENNEM:Kâfirlerin devamlı, günahkâr müslümanların ise, günahları kadar âhirette azab görecekleri yer.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kim Allahü teâlâ ve Resûlüne ısrarla isyân eder, inkar etmek sûretiyle Allahü teâlânın koyduğu sınırları çiğneyip geçerse, onu içinde sonsuz kalıcı olarak Cehennem'e koyar. (Allahü teâlânın ve peygamberi Muhammed'in (aleyhisselâm) emirlerine aldırış etmiyenler, beğenmiyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyâçlara kâfi değildir diyenler, kıyâmette Cehennem ateşinden kurtulamıyacaklardır.) Bunlara Cehennem'de, çok acı azâb vardır. (Nisâ sûresi: 14)Ey müslümanlar topluluğu! Allahü teâlânın sizi teşvik ettiği şeye rağbet ediniz ve O'nun yasak ettiklerinden kaçınınız. Allahü teâlânın korkuttuğu şeylerden korkunuz. O'nun cezâsından, azâbından Cehennem'inden korkunuz. Şu bulunduğunuz dünyâda O'nun ateşinden bir damla kıvılcım bulunmuş olsa, bu dünyâyı sizler için yaşanmaz hâle getirir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn, Tezkîre-i Kurtubî)
Cehennem yedi tabakadır: Birinci tabaka en hafifidir. Fakat dünyâ ateşinden yetmiş kat daha şiddetlidir. Adı Cehennemdir. Burada müslümanlardan bir kısmı yanıp, günahlarından temizleneceklerdir. Kâfirlerin devamlı azab görecekleri Cehennemin diğer ta bakaları ise; Sa'îr, Sakar, Cahîm, Hutame, Lazy ve Hâviye'dir. (Bkz. İlgili maddeler) (Seâdet-i Ebediyye)
Bir şeyi arayan onun peşinden koştuğu ve bir şeyden korkan ondan kaçtığı halde, Cennet'i arayıp, Cehennem'den kaçan kimselerin bunlara hiç aldırış etmeden uyuyup kalmaları ne kadar şaşılacak şeydir. (Âmir bin Abdullah)
Cehennem'e girmek ve sonsuz olarak orada kalmak, îmânı duyduktan sonra şirk (Allah'a ortak) koşanlar içindir. (Kâdızâde)
Cennet ve Cehennem hâlihâzırda vardırlar ve ebediyyen bâkidirler (kalıcıdırlar). ( Ömer Nesefî)
Cehennem'den en son çıkacak mü'min, yedi bin âhiret senesi yanacaktır. Âhiretin bir günü, dünyânın bin senesi kadar uzundur. (Kâdızâde Ahmed Emîn Efendi)
Günahlar gaflete, Allahü teâlâyı unutmaya, gaflet ise, kalbin katılaşmasına sebeb olur. Kalbin katılaşması, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Allahü teâlâdan uzaklaşmak ise, Cehennem'e götürür. (Hâris el-Muhâsibî)

CEHL (Cehil):İlimsizlik, bilgisizlik, dînî bilgilerden haberi olmamak. (Bkz. Cehâlet)
Cehl-i Mürekkeb:Câhil olduğu hâlde, câhilliğini bilmeyip, kendini âlim zannetmek.
Sağırı, dilsizi, tedâvî ettim. Ölüyü dirilttim. Fakat cehl-i mürekkebin ilâcını bulamadım. (Îsâ aleyhisselâm)

CEHMİYYE:Cebriyye fırkasının bir kolu olup, Hicrî ikinci asırda Cehm bin Saffân tarafından kurulan bozuk fırka.
Cehmiyye fırkasında olanlar, kulların amellerinde cebr (zorlama) ve mecbûriyet altında olduklarını söyleyip, kulun yapabilme gücünü bütünüyle inkâr ettiler. Îmânın yalnızca yüce Allah'ı bilmek, küfrün de yalnızca O'nu bilmemek olduğunu ileri sürdüler . Âhirette Allahü teâlânın görülmeyeceğini söyleyip, kabir azâbını, sırat ve mîzânı inkâr etmişlerdir. (Abdülkâhir Bağdâdî)

CEHRÎ:Açıktan, alenî olarak, yüksek sesle söylemek, okumak.
Namazın vâciblerinden on dördüncüsü cehrî okunacak yerde cehrî okumaktır. (İbrâhim Halebî)
Bayram namazını kılmak için câmiye giderken bayram tekbirlerini, Fıtr (Ramazan) bayramında sessiz, Kurban bayramında cehrî söylemek sünnettir. (Mehmed Zihnî)

CELÂBİB:Uzun ve geniş örtü, manto. Cilbâb'ın çoğuludur. (Bkz. Cilbâb)

CELÂL:Allahü teâlânın kahr ve gazab sıfatlarından. Azamet, büyüklük, ululuk, hiçbir şeye muhtâç olmamak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Yeryüzünde bulunan her canlı fânîdir (yok olucudur) . Ancak celâl ve ikrâm sâhibi olan Rabbinin zâtı bâkîdir. Böyle iken Rabbinizin hangi nîmetlerini yalan sayabilirsiniz? (Rahmân sûresi: 26, 27, 28)
Hiç şüphe yok ki, kıyâmet gününde Allahü teâlâ, nerede benim celâlim için birbirini sevenler! Bugün ben onları arşımın gölgesinde gölgelendireceğim... buyuracaktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Yâ zel-celâli vel-ikrâm'ı çok söyleyin, ona çok devâm edin. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli ve büyüklüğünden korkudadırlar. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

CELÎL (El-Celîl):Celâl sâhibi mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). (Bkz. Celâl)

CELÎS-İİLÂHÎ:Allahü teâlâya yakın kimse, velî.
Celîs-i ilâhî olanlarla birlikte bulunanlar, şakî (Cehennemlik) olmaz. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

CELLE CELÂLÜH:"O yücedir" mânâsına Allahü teâlânın ismi-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince, söylenilen ta'zîm (hürmet, saygı) ifâdesi. (Bkz. Azzeİsmuhû)

CELSE:Namazda iki secde arasında hareketsiz bir miktâr oturma. (Bkz. Ta'dil-i Erkân)
Rükûda ve secdelerde ve kavmede (rükûdan kalkıp ayakta dururken) ve celsede beden tumânînet (hareketsizlik) bulduktan sonra biraz durmalıdır ki, Hanefî âlimlerinin çoğu buna vâcib demiştir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Şâfiî ve Mâlik ise farz demiştir. Bâzı Hanefî âlimleri de sünnet demişlerdir. Müslümanların çoğu bunu yapmıyor. Bu bir ameli yapana ve meydana çıkarana, Allah yolunda harb edip canını veren yüz şehid sevâbından çok sevap verilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Celse-i Hafîfe:İkinci secdeyi yapıp kıyâma kalkmadan önce olan kısa oturma.
Şâfiî mezhebinde Celse-i hafîfe sünnettir. (İbn-i Hacer)

CELVETİYYE:Evliyânın büyüklerinden Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Celvetiyye, Bayramiyye tarîkâtinin koludur. Çünkü Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin yolu, Üftâde, Hızır Dede ve Akbıyık Sultan vâsıtasıyle Hacı Bayrâm-ı Velî'ye bağlanır. Bu yol, hazret-i Ali'den geldiği için zikr-i cehrî (sesli zikir) esastır. Kelîme -i tevhîdin söylenmesine devam bu yolun esaslarındandır. Celvetiyye yolu, Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinden sonra, Selâmiyye, Hakkıyye, Fenâiyye ve Hâşimiyye adıyle dört kısma ayrılmıştır. Onun bir duâsı şöyledir: "Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuza katılanlar, bizi sevenler, ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza fâtihâ okuyanlar, bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar. Ömrünün sonlarında fakîrlik görmesinler, îmânlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler." (Hüseyin Vassâf)

CEM':Birleştirme, bir araya getirme.
1. İkindi namazını öğle namazıyla, yatsı namazını akşam namazıyla birlikte kılma.
Seferî olmayan (104 kilometreden az giden) Hanefî mezhebindeki bir yolcu, Şâfiî mezhebine uyarak iki namazı cem' edemez. (Şemseddîn Remlî)
Seferî olan (104 kilometreden fazla yola gitmeye karar veren) bir Hanefî, yolculuk sırasında, diğer üç mezhebe uyarak, araba mola verdiği zaman, öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsı namazlarını cem edebilir. (Hayreddîn Remlî)
Hanefî mezhebinde yalnız Arafat meydanında ve Müzdelife'de hacıların iki namazı cem' etmeleri lâzımdır. (Abdullah Mûsulî)
2. Tasavvufta bir makam. Fenâ ve sekr (mânevî sarhoşluk) makâmı da denir.
Cem' makamında Cenâb-ı Hakk'ın varlığı zuhur ve istilâ edip, sâlik (tasavvuf yolcusu) kendi mevhum olan varlığını yok bulur. Hallâc-ı Mansûr'un Ene'l-Hak, Bâyezîd-i Bistâmî'nin Sübhânî sözleri ve benzerleri bu makamda, Allahü teâlâdan başka hiçbir şe y görmeyince söylenen sözlerdir. Allahü teâlâ mahlûkları (yarattıkları) ile birleşik değildir. Onların aynı ve benzeri değildir. O hiçbir bakımdan yarattıklarına benzemez. Hallâc-ı Mansur; "Ene'l-Hak" demekle, "Ben Hakk'ım, Hak teâlâ ile birleştim" demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur. Onun sözünün mânâsı: "Ben yokum. Hak teâlâ vardır" demektir. (İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Ma'sûm)

Cem'ul-Cem':Tasavvufta bir makâmın adı. Sahv (uyanıklık) makâmı. Bekâ makâmı da denir.
Cem'ul Cem' makâmına kavuşanlar, hakîkî müslümanlıkla şereflenirler, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya, onları terbiye etmeye lâyık olurlar. (Muhammed Ma'sûm)
Cem'ul Cem' makâmında olanların râhatı ubûdiyette (kullukta), lezzetleri tâattedir. (Muhammed Ma'sûm)

CEMÂAT:Topluluk.
1. İbâdet etmek için bir araya gelen topluluk.
2. Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği hak yol üzere bulunan müslümanlar, Ehl-i sünnet vel-cemâat.
Şeytan, insanın kurdudur. Kenarda köşede kalmış, sürüden ayrılmış koyunu kurt yakaladığı gibi, şeytan da cemâatten ayrılanları yakalar. Sakın cemâatten ayrılmayınız. (Hadîs-i şerîf-Muhtasar fî İlm-il-Hadîs)
Cemâat rahmettir. Ayrılık azâbdır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Cemâate yapışınız. Çünkü Allahü teâlâ bu ümmeti dalâlet üzere bir araya getirmez. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Kim cemâatten bir karış ayrılırsa, İslâm ipini boynundan çıkartmıştır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Cemâat-i İslâmiyye: Ebü'l-A'lâ el-Mevdûdî'nin Pakistan'da kurduğu bozuk teşkîlât.
Cemâat-i İslâmiyye reisleri, Ümmet-i Muhammediyye'yi parçalamak ve Ehl-i sünnetin dışında sapık bir çığır açmak gâyesiyle yeni bir teşkîlât kurdular ve kendilerinden başkasının doğru yolda olmadığını söylediler. (Mevlevî Ebû Ahmed)

CEMÂL:
1. Güzellik.
Kadın ya malı, ya cemâli veya dîni için alınır. Siz dîni için alınız. Malı için alan, malına kavuşamaz. Yalnız cemâl için alan cemâlinden mahrûm kalır. (Hadîs-i şerîf-Menâic-ül-İbâd)
2. Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatı.
Allahü teâlâ kıyâmet günü mahşer yerinde, kâfirlere ve günâhı olan mü'minlere, kahr ve celâl, sâlih olan mü'minlere ise lütuf ve cemâl sıfatiyle muâmele edecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî).
3. Zât, yüz.
Resûlullah'ın mübârek cemâlini bir kere görmek ve biraz huzûrunda oturmak insanı öyle derecelere kavuşturur ki, bunlar başka türlü hiç bir şeyle ele geçmez. (Ebû Tâlib-i Mekkî)
4. Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak ve şükr etmek için nîmeti göstermek. Çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak, bunları gidermek.
Cemâl için temiz, güzel giyinmek mübahdır. Bunun için bulunduğu yerde âdet olan şeylerden haram olmıyan en iyilerini kullanmak lâzımdır. Gösteriş ve öğünmek için nîmeti göstermek, cemâl olmaz, kibir (büyüklenmek) olur. Nefsin zaîf, azgın olduğunu gös terir. (Seâdet-i Ebediyye)

CEMÎL (El-Cemîl):
Allahü teâlânın isim-i şerîflerinden. Cemâl sâhibi. (Bkz. Cemâl)
Allahü teâlâ Cemîldir, cemâl sâhiblerini sever. (Hadîs-i şerîf-Bahr-ur-Râik)

CEM'İYYET:Topluluk. Kalbde hâsıl olan mânevî toparlanma, huzur, Allahü teâlâ ile berâber olma hâli.
Beş vakit namazı cemâat ile kıldıktan sonra, bütün vakitlerinde Allahü teâlâyı zikretmek (hatırlamak, anmak) lâzımdır. Kalbde başka hiç bir şeye yer vermemelidir. Zikr yapmakta gevşeklik duyulursa, kalbin niçin dağıldığını araştırmalıdır. Bundan sonr a kalbin cem'iyyetine çalışmalı ve boyun bükerek, ağlayarak, kalbdeki karartının gitmesi için Allahü teâlâya yalvarmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Namazda, ayakta iken secde yerine, rükûda iken ayaklara, secdede burun ucuna ve otururken iki ellere ve kucağına bakılır. Bu söylenenler yapılır ve gözler etrâfa kaymaz ise, namaz cem'iyyetle kılınmış olur. (İmâm-ı Rabbânî)

CEMRE:Hacıların şeytan taşlarken attıkları taşlar veya bu taşların atıldığı yer. Çoğulu cimâr ve cemerât'tır. Minâ'da birbirlerine birer ok atımı mesâfede bulunan üç taş yığını vardır. Bunlardan birincisine Cemre-i ûlâ (birinci cemre), ikincisine Cemre-i v ustâ (orta cemre) ve üçüncüsüne Cemre-i Akabe adı verilir.
Kurban bayramının birinci günü sabahı Meş'arilharâm denilen yerden güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir. Minâ'ya gelince, Mescid-i Hîf'e en uzak olan ve Cemre-i Akabe denilen yerde sağ elin baş ve şehâdet parmaklarıyla iki buçuk metreden veya d aha uzaktan cemre yerini gösteren duvarın dibine yedi taş atılır. Sonra buradan gidip kurban kesilir. Taşlar atılırken Minâ'yı sağa, Mekke-i mükerremeyi sola almak sûretiyle önce Mescid-i Hîf'e en yakın olan Cemre-i ûlâya (birinci cemre), sonra Cemre-i vustâya (orta cemre), daha sonra Cemre-i Akâbe'ye taş atılır. Taşlar atılırken Bismillahi Allahü ekber denir. Bayramın ikinci günü öğle namazında Minâ'da okunan hutbeden sonra, üç cemreye yedişer taş atılır. Bayramın üçüncü günü de böyle yedişer taş atılır ki, hepsi kırk dokuz taş olur. Bunları öğleden önce atmak câiz değildir veya mekruhtur. Dördüncü gün de, Minâ'da fecrden (tan yerinin ağarması) güneşin batışına kadar dilediği zaman yedişerden yirmi bir taş daha atmak müstehâbdır (sevâbdır) . Böylece yetmiş taş atılır. Cemrelere hayvan üzerinde taş atmak câizdir. (İbn-i Âbidîn)

CENÂBET:Cünüplük. Gusül (boy abdesti) almayı gerektiren durum. (Bkz. Cünüb) Soğuk, sıcak dedin abdest almadın, Dünyâya daldın, namaz kılmadın. Cenâbet gezip gusül etmedin, Derse Allah, sen ne cevap verirsin?
(M. Sıddîk bin Saîd)

CENÂZE: Ölü.
Acele etmek şeytandandır. Beş şey bundan müstesnâdır. Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak, bir günâh işleyince derhal tövbe etmek. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Lemeât)
Cenâzeyi kırk adım taşıyanın kırk büyük günâhı affolur. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Cenâzeye ve cenâze çıkan yere siyah örtü örtmek ve siyah giyinmek câiz değildir. (Kâdı Hindî)
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
C -2-

CENNET:Bahçe. Âhirette müslümanların nîmet ve mutluluk içerisinde sonsuz olarak yaşayacakları yer.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Rabbinizden (af ve) mağfiret istemeye ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennet'in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da mallarını Allah yolunda verirler, öfkelerini belli etmezler, herkesi affederler. Allahü teâlâ, ihsân edenleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 133)
Dikkat edin, Cennet için hazırlanan yok mudur? Kâbe'nin Rabbi'ne (Allahü teâlâya) yemîn olsun ki, Cennet'te tehlike diye bir şey yoktur. Cennet, parlayan bir nûr, etrâfa yayılan bir kokudur. Binâları kuvvetlidir. Irmakları devamlı akar, bol ve kemâle ermiş meyve yeridir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Cennet, anaların ayağı altındadır. (Hadîs-i şerîf-Nesâî, Ahmed bin Hanbel)
Allahü teâlâ arş ve kürsî altında, yedi kat göklerin üstünde, arşın nûru ile birbirinden yüksek sekiz Cennet yaratmıştır: Birincisi, Dâr-ül Cinân, beyaz incidendir. İkincisi, Dâr-üs-Selâm, kırmızı yâkuttandır. Üçüncüsü, Cennet-ül-Me'vâ, yeşil zeberce ddendir. Dördüncüsü, Cennet-ül-Huld, kırmızı ve sarı mercandandır. Beşincisi, Cennet-ün-Naîm, beyaz gümüştendir. Altıncısı, Cennet-ül-Firdevs, kırmızı altındandır. Yedincisi Cennet-ül-Adn büyük beyaz incidendir. Sekizincisi Dâr-ül-Karâr, kırmızı altı ndandır. (Peygamberler Târihi)
Cennet'e girmek îmâna bağlıdır. Îmân da Allahü teâlânın ihsânıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbinde zerre kadar îmânı olan kimse, Cehennem'de sonsuz kalmıyacak, Allahü teâlânın rahmetine kavuşarak Cennet'e girecektir. (İmâm-ı Rabbânî) Şol Cennet'in ırmakları Akar Allah deyû deyû. Çıkmış İslâm bülbülleri, Öter Allah deyû deyû.
(Yûnus Emre)

CERBEZE:İşleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmak, ukalâlık etmek, gereksiz aklî yorumlarda bulunmak. Hikmetin aşırısı.
Cerbeze sâhiblerinin ilim meclislerindeki yerleri herkesten geri olup, belki de kapıdan dışarı olması lâzım gelir. Çünkü insanların zihinlerini karıştırırlar. Bozarlar. (Ahmed Rıfat)
Rûhun fen kuvvetini (aklı) aşırı kullanmak cerbeze olmaz. Kötü olmaz. Din bilgilerini, fen bilgilerini ve matematiği ilerletmek için ne kadar çok inceler, araştırırsa, o kadar çok iyi olur. Cerbezeli insan, mümkün olmayan şeyleri anlamağa kalkışır. M üteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlere mânâ verir. Kazâ ve kader üzerinde konuşur. Aklını, hîle, dedikodu ve maskaralık yapmak için kullanır. (Ali bin Emrullah)
Cerbeze huylu kimse, rûhun kuvveti olan aklını hiyle, dedikodu, maskaralık yapmak için kullanır. Belâdet (yâni kalın kafalı) huylu kimse, hakîkatleri anlayamaz. (Ali bin Emrullah)

CERH VE TA'DÎL:Hadîs ilmine âit iki ıstılah (terim). Cerh, yaralamak. Bir hadîs âliminin, bâzı sebeplerle râvînin (hadîs rivâyet eden kimsenin) rivâyetini (naklini) reddetmesi. Ta'dîl, düzeltmek. Bir hadîs âliminin, bir râvinin rivâyetinin kabûl edilebileceğini açı klaması.
Hadîs âlimleri, din gayretleri ve müslümanların iyiliği için, bozuk ve yalancı olanları cerh ve ta'dîl yapmışlardır. Yoksa onların maksatları müslümanları kötülemek, gıybetlerini yapmak değildi. (Tirmizî)

CERRÂHİYYE:Evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Cerrâhiyye tarîkatı, Alâeddîn Ali Köstendilî ve Şeyh Ramazan Mahfî vâsıtasıyle Halvetiyye'nin kollarından Ahmediyye'nin kurucusu olan Yiğitbaşı Ahmed Şemseddîn'e ulaşır.Nûreddîn Cerrâhî, talebelerine, Ehl-i sünnet îtikâdı üzere olmalarını ısrarla ten bih etmiş, bunun için Birgivî Vasiyetnâmesini okumalarını ve okutmalarını tavsiye etmiştir. (Hüseyin Vassaf)
Cerrâhiyye yolunun büyüğü Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin bir beyti şöyledir: Dil (gönül) beytini pâk (temiz) eden, Dervişi anka (kuşu) eden, Âlem-i ilâhiye (ilâhî âleme) giden, Mevlâ zikridir zikri.

CEVÂD:Çok cömert. Allahü teâlânın isimlerinden.
Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni İslâm dîninin bildirmesine bağlıdır. İslâmiyet'in bildirdiği ismi söylemelidir. İslâmiyet'in bildirmediği isim söylenmez. Ne kadar güzel isim olsa da, söylenmemelidir. Meselâ Cevâd denir. Çünkü, İslâmiyet Cev âd demektedir. Fakat yine cömert mânâsında olan "Sahî" ismi söylenemez. Çünkü İslâmiyet, O'na sahî dememiştir. (Seyyid Şerif, Bâkıllânî)
Yemîn, yalnız Allahü teâlânın isimleriyle olur. Başka şeylerle yemîn olmaz. Allahü teâlânın isimlerinden; Halîm, Alîm, Cevâd gibi, insanlar için de kullanılan bir isim ile yemin ederken, Allahü teâlânın ismi olduğuna niyet etmek lâzımdır. (Dâmâd)

CEVÂMİ-ÜL-KELÎM:Az kelime (söz) ile çok şey anlatma özelliği.
Bana cevâmi-ül-kelîm verildi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

CEVÂZ:Câiz olma. (Bkz. Câiz)

CEVHER:
1) Mâhiyet, asıl, öz. Varlıkta kalabilmesi için başka bir mahlûka muhtâc olmayan, kendi kendine varlıkta kalabilen.
Araz, sıfat demektir. Cevher üzerinde bulunur. Yalnız başına bulunmaz. (Seyyid Şerif)
2) Kıymetli, işlenebilir mâden. Mecâz olarak insanın istidâdı, yetişmeye elverişli olması manasına da kullanılır.
Yavrum o zamanki tövbenin, bağlılığın bir netice vermediğini sen de biliyorsun. Çünkü, Allahü teâlâyı seven ve unutmayanlardan uzak kalman, o seâdet tohumunun açılıp büyümesine mâni oldu. Fakat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeye elver işli nefis bir cevher olduğunu göstermektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

CEVR:Zulüm, haksızlık; adâletin zıddı.
Yeryüzü cevrle dolduktan sonra, benim Ehl-i beytimden (evlâdımdan) mutlaka birisi çıkar. Dünyâ daha önce nasıl zulüm ve cevr ile dolu ise o, dünyâyı adâletle doldurur. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Dînimizde, cevr edenlere azâb yapılacağı bildirilmiştir. (Muhammed Hâdimî)

CEYYİD:Başka mâdenle karışım hâlinde basılmış altın ve gümüş paralardan, karışımında altın ve gümüş miktârı fazla olanlar.

CEZÂ:İyi veya kötü karşılık.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
İyiliğin cezâsı ancak iyiliktir. (Tâatleri yapıp, günah olan şeyleri terk etmenin karşılığı pekçok sevâbdır.) (Rahman sûresi: 60)
Kim bir hayırlı ve güzel amelle (işle) gelirse, ona, on misli sevâb verilir. Kim de bir günâh ile gelirse (eğer af olunmazsa) , ona ancak misli ile (günâhı kadarla) cezâ edilir. Onlar (sevapları noksanlaştırılmak veya cezâları artırılmak sûretiyle) haksızlığa uğratılmaz. (En'âm sûresi: 160)
Allahü teâlâ onlara zulmetmez. Onlar kendilerine zulmedip, ağır cezâları hak ettiler. (Nahl sûresi: 33)
Allahü teâlâ müslüman olmayanlara namaz kılmasını, oruç tutmasını emretmemiştir. Bunlar, Allahü teâlânın emirlerini almakla (kabûl etmekle) şereflenmemişlerdir. Namaz kılmadığı, oruç tutmadığı için bunlara cezâ verilmez. Bunlar yalnız küfrün (îmânsız lığın) cezâsı olan Cehennem'i hak etmişlerdir. (Abdülganî Nablüsî)
Cezâ suçun büyüklüğüne göre değişir. Suç küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç dünyâ dertleriyle affolunabilir. Fakat, suç büyük, ağır olur ve suçlu inatçı olup saygısızlıkta bulunursa, bunun cezâsı âhirette sonsuz ve çok acı olmak lâz ım gelir. (Ahmed Fârûkî)
Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır. (Abdülhakîm Arvâsî) Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdâsı, Herkesin çektiği kendi cezâsı.
(Muhammed Sıddîk bin Saîd)

CEZBE:Çekme, çekilme. Allahü teâlânın sevdiği bir kulu kendisine çekmesi, yüksek derecelere kavuşturması. Bu da nefsi terbiye ederek, Allahü teâlâyı çok anmakla olur.
Rahmân'ın cezbelerinden bir cezbe bütün insanların ve cinnîlerin sevâbları gibidir. (Hadîs-i şerîf-Sülûk Risâlesi)
Tasavvuf yolu iki kısımdır:Cezbe ve sülûk. Sülûk uğraşarak ilerlemektir. Sülûk tamamlandıkdan sonra cezbe lâzımdır. Sülûk olmadan maksada kavuşulamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Cezbe, Allahü teâlânın ismini çok anmakla, sülûk, Lâ ilâhe illallâh sözünü çok söylemekle hâsıl olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Cezbenin sülûktan önce olması için sevilmiş olmak lâzımdır. İstenmedikçe çekilmek olmaz. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sülûk (tasavvuf yoluna girip ilerleme) yapmadan hâsıl olan cezbe noksan ve bozuk olur. (Behâüddîn-i Buhârî)

CİBRÎL:Peygamberlere vahy getirmekle vazîfeli melek Cebrâil de denir. (Bkz. Cebrâil)

CİDÂL:Kavga, çekişme, münâkaşa.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hacda kadına yaklaşmak, günâh işlemek ve (hizmetçileri, arkadaşları ve başkaları ile) cidâl yoktur. (Bekara sûresi: 197)
Başka hiç bir kusurun olmasa bile, kusur olarak cidâl sana yeter. (Ebü'd-Derdâ)
Hikmet (ilim) sâhiplerinden biri; "Yumuşak, tatlı söz, insanda gizlenmiş kin kirini temizler" demiştir. Cidâl ve inâd ise, bunların zıddıdır. Cidâl ve inâd sebebiyle söylenilen kaba ve çirkin sözler, kalbi kırar, geçimi zorlaştırır, kızmaya sebeb olu r, göğsü daraltır. (İmâm-ı Gazâlî)

CİHÂD:İnsanların, İslâmiyeti işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri veya müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna saldıran düşmanı defetmek için yapılan muhârebe yâhut mal, can, söz, neşriyat ve diğer vâsıtalarla İslâmiyeti anlatmak ve müdâfa etmek. (Bkz. Gazâ)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Mallarını, canlarını fedâ ederek din düşmanları ile Allah rızâsı için cihâd eden müslümanlar, oturup, ibâdet edenlerden daha üstündür. Hepsine de, Cennet'i söz veriyorum. (Nisâ sûresi: 95)
Allah yolunda cihâd eden kimselerin hâli, gündüzleri oruçlu olup, gecelerini ibâdetle geçiren, Allahü teâlânın âyetlerine itâat eden, namaz ve oruçtan dolayı hiç bir gevşeklik hissetmeyen kimsenin hâli gibidir ki, yine Allah yolunda cihâd eden üstündür. (Hadîs-i şerîf-Tergîb-ül-İbâd)
Cihâddan maksad, İslâm dînini yüceltmek ve din düşmanlarını zelîl etmektir. Cihâdda gâzî ve şehîdler için bildirilen sevâblar, niyet iyi ve hâlis oluncadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Cihâd üç türlü yapılır: Birincisi beden ile yâni her türlü harb vâsıtası ile yapmaktır. İkincisi, her türlü neşriyât (basın ve yayın) vâsıtaları ile İslâmiyet'i insanlara yaymak ve duyurmaktır. Bu cihâdı İslâm âlimleri yapar. Üçüncüsü ise, duâ ile ya pılan cihâddır. Bütün müslümanların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır. (Muhammed Hâdimî, Birgivî)
Cihâd-ı Ekber:Büyük cihâd. Nefsin, insan tabiatının, bedeninin kötü isteklerini yerine getirmemek için yapılan mücâdele.
Küçük cihâddan cihâd-ı ekbere döndük. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)

CİLBÂB:
Uzun ve geniş örtü, manto. Çoğulu Celâbîb'dir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey sevgili Peygamberim! Zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına cilbâblarını üstlerine giymelerini söyle... (Ahzâb sûresi: 59)
Haramdan olan cilbâb giyenin namazı kabûl olmaz (borçtan kurtulur, fakat sevâb verilmez). (Hadîs-i şerîf-Kitâbul Fıkh alel Mezâhib-il-Erbea)
Hayâ Cilbâbını Çıkarmak: Açıkça günâh işlemek.
Hayâ cilbâbını çıkaran kimse hakkında konuşmak gıybet olmaz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

CİMRİLİK:Dînin ve vicdânın, mürüvvetin (insanlığın) vermeyi emrettiği yerde vermemek. Vermek kendisine zor gelmek. Bahillik, pintilik.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlânın ihsân ettiği malda cimrilik edenler, onun zekâtını vermiyenler, iyilik ettiklerini zengin kalacaklarını mı sanıyor. Halbuki kendilerine kötülük yapmış oluyorlar. O malları Cehennemde azâb âleti olacak yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, baştan ayağa kadar onları sokacaktır. (Âl-i İmrân sûresi: 180)
Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden öncekilerin helâkına sebeb oldu. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Mehârîm)
Cimri olanlar, her ne kadar zâhid (dünyâya rağbet etmiyor) olsalar da, Cennet'e giremezler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
İki huy mü'minde bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-evliyâ)
Dînin borç ettiğini vermeyenler daha çok cimridir. Zekâtı vermeyen, çoluk çocuğunun nafakasını (geçimini) te'min etmeyenler veya bunları yük sayarak yapanlar böyledir. Bunlar tabiatlarında cimridirler. Zoraki cömerd olmağa çalışırlar veya mallarının döküntüsünü yâhut istemiyerek orta derecede vermek isterler. Yiyeceği çok olduğu halde, aç komşusuna vermemek, önünde yemek varken uzaktan bir fakirin geldiğini görüp, yemeği saklamak, mürüvvete aykırı olup, cimriliktir. (İmâm-ı Gazâlî)
Cimriliğin altında; mal sevgisi, uzun emel ve çoluk-çocuk sevgisi yatmaktadır. ( Bâhilî)
Âlimlerden bâzıları cimriyi ipekböceğine benzetmişlerdir. Bu böcek gâyet kısa olan hayâtında nefsini korumak için bütün çabasını harcıyarak bir koza yapar. Sonunda yaptığı kozanın içinde ölür de o kozadan başkaları faydalanırlar. (Ahmed Rıfat)

CİN:Ateşin alev kısmından yaratılan, her şekle girebilen; evlenme, yeme-içme, çoğalmaları bulunan ve gözle görülmeyen varlıklar. Fârisî dilinde cine peri denir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Cinleri ve insanları ancak beni bilip ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât sûresi: 56)
Ey Habîbim! Onlara de ki: "Cinlerden bir grubun Kur'ân-ı kerîm dinlediği bana bildirildi. Onlar şöyle demişlerdi." Muhakkak ki biz doğru yola götüren, akıllara durgunluk ve hayranlık veren bir Kur'ân (-ı kerîm) dinledik. O'na inandık. Rabbimize hiç bir şeyi ortak koşmayacağız. (Cin sûresi: 1,2)
Cinler çeşitli şekillere girip şaşılacak işler yaparlar. Bunlar tenâsüh (rûhun başka bedene geçmesi) değildir. Cinler insanlar gibi Peygamber efendimizin getirdiği İslâm dînine uymakla mükelleftir. (İmâm-ı Rabbânî)
Cinlerin insanlara zarar verdikleri, yardım ettikleri, insanların isteklerini yerine getirdikleri, çeşitli zamanlarda bir çok müslüman ve kâfir tarafından görülmüş ve haber verilmiştir. İbn-i Sinâ, Kânun adlı kitabında Sar'a hastalığını anlatırken, c inden bahs etmektedir. Diyor ki: "Hastalıklara bir çok maddeler (mikroblar) sebeb olduğu gibi, cinnin hâsıl ettiği hastalıklar da vardır ve meşhûrdur." (Abdülhakîm Arvâsî)
Cin hakkında bilgi, her peygamberin kitabında vardır. Süleymân aleyhisselâmın emri ile iş görürlerdi. İnsanların yanlarında bulunan Muhâfaza melekleri insanı cinden koruduğu gibi, âyet-i kerîme ve duâ okuyup Allahü teâlâya sığınanlara da birşey yapam azlar. (Abdülhakîm Arvâsî)

CİNNET:Delilik, aklın baştan gitmesi. (Bkz. Cünûn)

CİNS:Fıkıhta; çeşit, tür, kullanıldıkları yerler arasında çok fark bulunmayan şeylere ortak olarak verilen isim.
Deve hayvan sınıfının bir cinsidir. Tüylü deve, bu cinsten bir nevidir. Aslı, kaynağı başka olan veya kullanıldığı yer çok farklı olan yâhut başka isim alacak kadar değiştirilmiş bir mal başka cinsten olur. Sığır eti, koyun eti ile, keçi kılı koyun y ünü ile ve ekmek, un ile başka cinstendir. Keçi eti veya sütü ise, koyun eti veya sütü ile bir cinstendir. (İbn-i Âbidîn)
Kile (ölçek) ile satılan bir şey, kendi cinsine meselâ buğday buğdaya peşin satılırken, birinin hacmi fazla olursa fâiz olur. (Ömer Nesefî)
Tartarak satılan bir şey, kendi cinsine (meselâ beşi bir yerde denilen bir büyük altını, altın liralar karşılığında) peşin satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî (eşit) olmazsa fâiz olur. (İbrâhim Halebî)

CİRCÎS (Aleyhisselâm):
Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderildiği rivâyet edilen peygamber veya velî. Şam diyârında ve Filistin'de yaşadı. Îsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara bildirdi.
Circîs aleyhisselâm, ticâretle uğraşır, her sene zekâtını verir, bütün kazancını fakir mü'minlere sadaka olarak dağıtırdı. Musul civârında yaşayan Dâdı Veyh veya Dâdıyan adında bir kralı putlara tapmaktan vaz geçirmek için Allahü teâlâya inanmaya dâv et etti. Circîs aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmeyen kral, ona çok işkence ve eziyet ettirdi. Ağaçtan direk diktirip Circîs aleyhisselâmı bağlattı, soyup vücûdunu demir taraklarla tarayıp lime lime parçalattı. Sirke ve tuz getirip, iplik gibi baştan başa dilinmiş vücuduna döktürdü. Büyük bir demiri ateşte kızdırıp Circîs aleyhisselâmın başı üzerine koydu. Kızarmış demir beynini kaynattı ve beyni yüzüne aktı. Allahü teâlâ ona acı hissettirmedi ve eski hâline çevirip korudu. Kral, büyük bir kazanın altına ateş yaktırıp, içinde bakır erittirdi. Circîs aleyhisselâmı kazanın içine attırdı. Allahü teâlâ Circîs aleyhisselâmı bu işkenceden de korudu. Kral, Circîs aleyhisselâmın el ve ayaklarından çivileterek zindana attırdı. Allahü teâlânın yardım ıyla zindandan da kurtulan Circîs aleyhisselâmı, ağacı ikiye yarıp arasına sıkıştırttı. En sonunda zâlim kral ve avânesi Circîs aleyhisselâmı şehîd ettiler. (Taberî, İbn-i Esîr)

CİSM:
1. Boşlukta yer kaplayan şekil almış veya başka bir şekle giren madde.
Bu dünyâda her cisim kendine mahsus sıfatları, özellikleri ile tanınmaktadır. Her cism, birer elementler ve bileşikler yığınıdır. Elementler, bileşikten bileşiğe geçerek yer değiştirmekte, her cismin terkîbi bozularak, sıfatları yok olmakta, başka sı fatlı başka cisim hâline dönmektedir. Bu devamlı değişmelerde, madde yok olmuyor ise de, cisimler zamanla değişmekte, yok olup başka cisimler meydana gelmektedir. (Seyyid Şerîf)
Cisimlerin, maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. Yâni böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşların ın başlangıcı vardır demektir. Yâni hiçbir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır demektir. (Ahmed Âsım Efendi)
2. Beden, vücûd.
Dünyâ lezzetleri ve elemleri iki türlüdür. Birincisi cismin, ikincisi rûhun lezzetleri ve acılarıdır. Cisme lezzet veren her şey rûha elem verir. Cismi inciten herşey, rûha tatlı gelir. Görülüyor ki, rûh ile cesed birbirinin zıddı, aksidir. (İmâm-ı Rabbânî)

CİZYE:İslâm devletinde zımmî denilen gayr-i müslim vatandaştan, can ve mal güvenliklerinin korunmasına karşılık seneden seneye alınan vergi. Buna harâc-ur-ruûs (baş vergisi) de denir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kendilerine kitab verilenlerden Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanmayan, Allahü teâlânın ve Resûlünün haram (yasak) ettiği şeyleri haram tanımayan, hak olan İslâm dînini kabûl etmeyen kimselerle; zelîl, hakîr ve kendi elleriyle cizyelerini verinceye kadar muhârebe edin. (Tevbe sûresi: 29)
Müşrikler (putperest) den olan düşmanınıza rastladığınız zaman onları şu üç şeye dâvet ediniz: İslâmiyet'e dâvet edin. Kabûl ederlerse onları öldürmeyin. Kabûl etmezlerse, cizye vermelerini isteyin. Kabûl ederlerse öldürmeyin. Kabûl etmezlerse, Allahü teâlânın yardımına sığının ve onları öldürün. (Hadîs-i şerîf-Fedâil-ül-Cihâd)
Kâfirlerden cizye alınmasını emretmekten maksat, onları sıkıştırmak, aşağı tutmaktır. O kadar aşağı düşerler ki, cizye vermemek için kıymetli elbise giymezler. Süslü eşyâ kullanamazlar. Çok vergi vermemek için, korkarlar ve titrerler. Allahü teâlâ, k âfirlerin düşkün olup horlanmaları için cizye vermelerini emretti. Böylece onların aşağı, müslümanların da üstün, izzetli ve şerefli olmalarını sağladı. (İmâm-ı Rabbânî)

CÖMERDLİK:Dînin, vicdânın ve mürüvvetin (insanlığın) vermeyi emrettiği yerde vermek kendisine zor gelmemek.
Cömerdlik, Cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Dalları dünyâya uzanmıştır. Kim ondan bir dal tutarsa, o dal onu Cennet'e çeker. (Hadîs-i şerîf-Et-Tarîk-üs-Sâlim)
Cömerdin yemeği şifâ, cimrininki hastalıktır. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)
Cömertlik bütün ayıpları örter. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Peygamber efendimiz insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de, yok dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, Rum imparatorları, İran şahları o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat kendisi sıkıntı içinde yaşamayı severdi... (Muhammed Rebhâmî)
Cömerdlik, isrâf ile cimrilik arasında orta bir durumdur. Âzâlarla vermek kâfi değildir. Ayrıca kalbin de verme işinden râzı olması, buna karşı çıkmaması lâzımdır. (Yûsuf Sinânüddîn)
Bir kimsenin Allahü teâlâya muhabbetinin (sevgisinin) gerçek olup olmadığının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömerdlik, güneş misâli şefkat, toprak gibi tevâzu (alçak gönüllülük) olmasıdır. (Bâyezîd-i Bistâmî)

CÛD:Cömerdlik, eli açık olmak. (Bkz. Cömerdlik)

CÛKÎ:Hindistan'da yayılan ve bozuk bir yol olan Brahmanizmin, cûk denilen dört rûhânî sınıfından birine mensûb olan kimse. Hind kâfirlerinin dervişlerine verilen ad.
İslâmiyet'e uygun olmayan riyâzet (nefsin isteklerini yapmamak) ve mücâhedeler (nefsin istemediklerini yapmak) nefsin isteklerini artırır. Onu azdırır. Hindistan'daki Brehmen papazları ve Cûkî ismindeki sihirbazlar riyâzet ve mücâhedede çok ileri git miş, fakat hiç faydası olmamıştır. Hattâ nefislerinin kuvvetlenmesine, azmasına sebeb olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)

CUM'A (Cumâ):Müslümanlara mahsûs mübârek, kıymetli bir gün.
Cumartesi günleri yahûdîlere, Pazar günleri hıristiyanlara verildiği gibi, Cumâ günü, müslümanlara verildi. Bugün, müslümanlara hayır, bereket, iyilik vardır. (Hadîs-i şerîf-Rıyâdün-Nâsihîn)
Güneş, Cumâ gününden daha iyi bir gün üzerine doğmaz. Âdem (aleyhisselâm) Cumâ günü yaratıldı. Cumâ günü Cennet'e girdi. Cumâ günü Cennet'ten çıktı. Kıyâmet Cumâ günü kopar. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Cumâ günü gusl edip, namaz için câmiye gidip nâfile namaz kılan ve imâm hutbeden ininceye kadar sessizce oturup, sonra imâmla berâber Cumâ namazını kılanın, bir hafta sonraki Cumâya üç gün daha ekleyerek olan gün miktârı işlediği günâhları af ve mağfiret olunur. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Cumâ günü gusül abdesti alınız. Her akşam abdestli olarak yatınız! Her hâlinizde Allahü teâlâyı hatırlayınız, anınız. (Ebû Ali Dekkâk)
Cumâ günleri duânın kabûl olunacağı bir zaman vardır. Bu zaman, hutbe ile, Cumâ namazı içindedir diyenler çoktur. Hutbe dinlerken duâ kalbden olur. Ses çıkarmak câiz değildir. Bu zaman, her şehir için başkadır. Cumâ günü, gecesinden daha kıymetlidir. Gecesinde veya gündüzünde Kehf sûresini okumak çok sevâbdır. (Senâullah Pâni-pütî)
Cum'â Gecesi:Perşembe'yi Cumâ'ya bağlayan gece.
Allahü teâlâ Cumâ gecesinde bütün müslümanları mağfiret eder, günahlarını bağışlar. (Hadîs-i şerîf-Ebû Ya'lâ)
Cumâ gecesi ve günü bana çok salevât okuyunuz. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Cumâ gecesi, Cumâ gününe tâbidir. (Abdülkâdir-i Geylânî)
Cum'â Hutbesi:Cumânın ilk dört rek'atlik sünnetten sonra ve iki rek'atlik farzdan önce, imam tarafından cemâat huzurunda minberden Arabça olarak okunan hutbe.
Cumâ hutbesi okunurken, bir kimsenin başka bir kimseye, sus yâhut iyi dinle demesi lüzumsuzdur. (İbn-i Âbidîn)
Hatîbin, Cumâ hutbesinde emr-i ma'rûftan, dînin emirlerinden başka şeyleri, Arapça bile söylemesi harama yakın mekrûhtur. İmam efendi, içinden E'ûzü okuyup, sonra yüksek sesle, hamd ve senâ ve kelime-i şehâdet, salât ü selâm okur. Sonra vâz eder, yân i sevâba ve azâba sebeb olan şeyleri hatırlatır ve âyet-i kerîme okur. Sonra oturur. Kalktığında, ikinci hutbede vâz yerine, mü'minlere duâ eder. Dört halîfenin isimlerini söylemesi lâzımdır, müstehâbdır. Hutbeye dünyâ sözü karıştırmak haramdır. Namaz kılarken yapması haram olan şeyler, hutbe dinlerken de haramdır. (Abdülhayy Lüknevî)
Cumâ hutbesini Arapça'dan başka dil ile okumak, namaza dururken, başka dil ile iftitâh tekbîri almak gibidir. Bu ise, namazdaki diğer zikirler ve duâlar gibidir. Namaz içindeki zikirleri ve duâyı Arapça'dan başka dil ile söylemek ise tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur. Hazret-i Ömer yasak etmiştir. (Abdülhayy Lüknevî, İbn-i Âbidîn)
Cum'â Namazı:Cumâ günü öğle vaktinde câmilerde hutbeden sonra, cemâatle kılınan iki rek'atlik farz namaz.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân etmekle şereflenen kullarım! Cumâ günü, öğle ezânı okunduğu zaman, hutbe dinlemek ve Cumâ namazı kılmak için câmiye koşunuz. Alış-verişi bırakınız! Cumâ namazı ve hutbe size, başka işlerinizden daha faydalıdır. Cumâ namazını kıldıktan sonra, câmiden çıkar, dünyâ işlerinizi yapmak için dağılabilirsiniz. Allahü teâlâdan rızık bekleyerek çalışırsınız. Allahü teâlâyı çok hatırlayınız ki, kurtulabilesiniz. (Cum'a sûresi: 9-10)
Bir kimse, mâni yok iken, üç Cumâ namazı kılmazsa, Allahü teâlâ, kalbini mühürler. Yâni iyilik yapmaz olur. (Hadîs-i şerîf-Mesâbih)
Cumâ namazından sonra yedi defâ İhlâs ve (yedi) Mu'avvizeteyn (Felak ve Nâs sûrelerini) okuyanı Allahü teâlâ, bir hafta kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Sünnî)
Cumâ namazı için gusül abdesti almak, güzel koku sürünmek, yeni ve temiz giyinmek, saç, tırnak kesmek, câmide buhur (koku) yakmak, câmiye erken gelmek sünnettir. (İbn-i Âbidîn)

CÜBN:Korkaklık.
Cübn, kötü huydur. (Muhammed Hâdimî)
Cübn sâhibi olan kimse, zevcesine ve akrabâsına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir. Onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer. Harâm işleyeni görünce susar. Başkalarının malına göz diker. İşinde sebât etmez. Verilen vazîfenin ehemmiyeti ni anlamaz. (Muhammed Hâdimî)

CÜHÛD:Yahûdî.
Bir kimse kendi isteğiyle; filân şey, filân kimsededir, yâhut yoktur, kâfir olayım, cühûd olayım, diye yemîn etse; o şey, o kimsede olsun veya olmasın, o kimsenin îmânı gider. Îmânını ve nikâhını tecdîd etmesi (yenilemesi) lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)

CÜNÛN:Delilik.
Âhireti verip dünyâyı almak. Hak'tan halka yüz çevirmek. Cünûn ve sefâhettir. (İmâm-ı Rabbânî)
Cünûn hâlindeki kimse yirmi dört saatte ayılamazsa iyi olunca namazlarını kazâ etmez. (İbrâhim Halebî)
Cünûn hâlindeki kimsenin namaz kılmaması için altı namaz vakti, oruç tutmaması için bir gece ve gündüz, zekât vermemesi için bir yıl aralıksız o halde olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

CÜNÜB:Gusletmesi (boy abdesti alması) gereken kimse. (Bkz. Gusl)
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Eğer, cünüb iseniz (yıkanmak, gusül abdesti almak sûretiyle) temizleniniz... (Mâide sûresi: 6)
Kirlenince çabuk gusül abdesti alın! Çünkü Kirâmen kâtibîn melekleri cünüb gezen kimseden incinir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Resim, köpek ve cünüb kimse bulunan eve rahmet melekleri girmez. (Hadîs-i şerîf-Müslim, Zevâcir)
Namaz kılan ve kılmayan herkes, bir namaz vaktini cünüb geçirirse, çok acı azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Cünüb ve hayızlı iken câmiye girmek, hattâ câmi içinden geçmek, Kur'ân-ı kerîm okumak, dokunmak ve tutmak, Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek haramdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Bir kimse cünüb olsa, gusül abdesti almadan bir namaz vakti geçse, o kimseye ateşten gömlek giydirilecektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Cünüb olan her kadın ve erkeğin ve hayız ve nifâstan kurtulan kadınların, namaz vaktinin sonunda o namazı kılacak kadar zaman kalınca, gusül abdesti alması farzdır. (İbn-i Âbidîn)

CÜRM:Suç, günah, kabahat. (Bkz. Mücrim)
İnsanlar arasında benden üstün olanlara hürmet eder, haklarına riâyet ederim. Benden aşağı olanların sözlerine aldırış etmez, onlardan sakınırım. Emsâllerimin kusurlarını bağışlar, olgunluk ve anlayış gösteririm. Çünkü yumuşaklık fazîlettir, üstünlük tür. Cürm sâhibi olanların ise cürmleri aleyhimde çoğalsa bile, onlara katlanmayı, aldırış etmemeyi kendime bir vazîfe bilirim. (Muhammed el-Verrak) Rahmetin mücrimedir, kusûrum pek çok benim Edemem cürmüm inkâr, hâlim mâlûmun senin Yüz karası ile geldim sürüyerek zincirim Rahmetini umarım yoksa da istidâdım Sana güçlük mü var? Ey keremi bol Allahım!
(M.Sıddık Gümüş)

CÜZ':
1- Bir bütünü meydana getiren parçalardan her biri.
Her cüz aslına gider. (Celâleddin Rûmî)
2- Kur'ân-ı kerîmin yirmi sayfalık bölümlerinden her biri.
Meyyit için, çeşitli kimselerin, sessiz olarak çeşitli cüz'ler okuyup, Kur'ân-ı kerîmi hatim etmeleri ve herbirinin okuduğunun sevâbını ölünün rûhuna göndermeleri veya birinin hepsi için hediye etmesi, yâni hatîm duâsını yapması, okuyanların da âmin demeleri câiz ve çok faydalı olur. (Abdullah-ı Rûmî)
Cüz-ün Lâyetecezzâ:Maddenin yapı özelliğini taşıyan en küçük parçası, atom, zerre
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Ç

ÇÂRMÎH (Çihâr mîh): Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.
Engizisyon mahkemeleri denilen papaz cemiyetleri tarafından katledilen, çarmıha gerilen ve yakılanların sayısı, beş milyon iki yüz bindir. (Harputlu İshak Efendi)
Yahûdîlerden bir cemâat, Îsâ aleyhisselâm ve annesi hazret-i Meryem'e dil uzattılar. Îsâ aleyhisselâm bunu duyunca onlar hakkında beddûa etti. Allahü teâlâ onun bu duâsını kabûl eyledi. Hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevi rdi. Bu durumu aralarında görüşen yahûdîler hazret-i Îsâ'yı öldürmek üzere anlaştılar. Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar. Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden biri olan Yehûda (Judas) bir kaç kuruş karşılığı, Îsâ aleyhisselâmın yerini onlara haber verdi. Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için yahûdîler ile berâber eve girince, Allahü teâlâ Yehûda'yı Îsâ aleyhisselâma benzetti. Yahûdîler onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar. Çarmıha gererek asıp öldürdüler. Îsâ aleyhisselâm ise, Allahü teâlâ tarafından göğe kaldırıldı. (Senâullah Dehlevî, Ebû Hayyân Endülûsî, Ahmed Sâvî)
Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilip orada öldüğüne, fakat sonra diriltilip göğe çıktığına inanırlar. Müslümanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilmediğine, doğrudan göğe kaldırıldığına inanırlar. Bu husus, Kur'ân-ı kerîmin Nisâ sûre si 157-158. âyet-i kerîmelerinde bildirilmiştir. (Enver Şah Keşmîrî)

ÇEŞTİYYE: Evliyânın büyüklerinden Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
Çeştiyye yolunun büyüğü Muînüddîn-i Çeştî hazretleri buyurdu ki: Kurtuluş, sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp, yükselir. (Hediyye bin Abdürrahim Çeşti)

ÇIHÂR YÂR-I GÜZÎN: Peygamber efendimizin dört seçkin ve büyük halîfesi: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali.
Allahü teâlâ, hiçbir peygamberine vermediği kerâmetleri (üstünlükleri) bana verdi. Kıyâmette en önce kabirden ben kalkarım. Allahü teâlâ, dört halîfeni (Çıhâr-yâr-ı güzîni) çağır buyurur. Onlar kimlerdir yâ Rabbi? derim. Ebû Bekr'dir buyurur. Yer yarılıp Ebû Bekr, herkesten önce kabirden çıkar. Sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali kalkar. (Hadîs-i şerîf-Menâkıb-ı Çıhâr-Yâr-ı Güzîn).

ÇİLE: Dervişlerin, nefislerini terbiye ederek tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için kırk gün tenhâ bir yerde riyâzet (nefsin istemediği şeyler) ve ibâdetle meşgul olmaları.
Hak teâlâ, hepimizi her an kendinin esiri olmak şerefine kavuştursun. Hakîkî kurtuluş O'na esîr olmak, tutulmaktır. Ondan başka bir şey düşünmemek, hâtıra bir şey getirmemek, büyüklerimizin yolunda, pek kolay hâsıl olmaktadır. Hatta bu yolun büyükler inden bir kaçı kırk gün çile çekmiş, kırk gün sonra, hâtırlarına dünyâ düşünceleri gelmez olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî) Behâiyye, ne güzel götürücüdür! Yolcuları gizlice yerine götürür. Sözlerin tadı sâliklerin kalbinden Halvette çile çekmek fikrini süpürür
(Molla Câmi)
Ahrâriyye büyükleri, zamanlarında bulunmayan, halvet yâni yalnız başına kalmak, kırk gün bir yere kapanıp çile çıkarmak yerine, insanlar arasında, kalbini Allah ile bulundurmak seâdetine kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Câhil sûfiler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakta gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekmeyi ve riyâzetler yapmayı beğeniyor, Cum'a namazına ve cemâate gitmiyorlar. Halbuki bir farz namazı cemâat ile kılmak onların binlerle, kırk günlük çilelerinden daha faydalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

ÇİLEHÂNE: Çile yapılan yer. (Bkz. Çile)
Açlıkla ve insanlardan kaçarak çilehânede yalnız yaşamakla nefislerini temizleyenlerin, fakat Hak teâlâya yaklaşmayanların firâsetleri, cisimleri, maddeleri keşfetmek, mahlûkların gayblerini haber vermektir. Bunlar yalnız mahlûklardan haber verir. Çünkü Hak teâlâ ile aralarında perde vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

ÇÛN Ü ÇİRÂ: "Nasıl ve niçin" mânâsına farsça bir terim.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
D -1-

DÂBBET-ÜL-ERD: Kıyâmetin büyük alâmetlerinden. Kıyâmetin kopmasına yakın çıkacak olan bir hayvan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İnsanlara vâd olunan öldükten sonra dirilmek ve azâb olunmak yaklaşınca, biz onlara yerden Dâbbe'yi (Dâbbet-ül-erd'i) çıkarırız. (Neml sûresi: 82)
Dâbbet-ül-erd çıktığında gökleri bir duman kaplayıp bütün insanlara gelip canlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip; "Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz" diyeceklerdir. (Yûsuf Nebhânî) Dâbbet-ül-erd çıkar sonra Mekke'de Safâ altından, Dağ kadar bir hayvandır, ayırır iyiyi fenâdan.
(M.Sıddîk bin Saîd)

DAĞLAMA:
Kızdırılmış mâdenle vücûdun bir yerini yakma.
Efsûn yapan ve ateş ile dağlayan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş (güvenmemiş, O'ndan yüz çevirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Tevekkül edenler, falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmez. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Dağlamanın faydası kesin değildir. Çünkü tehlikeli yaralara sebeb olabilir. Üstelik dağlama ile elde edilecek fayda, başka ilâçlarla da te'min edilebilir. Bu bakımdan dağlamak uygun değildir. (İmâm-ı Gazâlî)

DAHK (Dıhk): Gülmek, kendi işiteceği kadar gülmek.
Dahkı azaltınız. Zîrâ çok dahk kalbi öldürür. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Namazda kahkaha ile gülmek namazı ve abdesti bozar. Tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. Dahk, yalnız namazı bozar. (İbrâhim Halebî)

DAHVE-İ KÜBRÂ:Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki vakit.
Hanefî mezhebinde Ramazan orucu, nâfile oruç ve belli olan adak orucuna niyet etme zamânı, bir gün evvel güneşin batmasından başlayarak, ertesi gün dahve vaktine kadardır. (Muhammed Hâdimî)

DAHVE-İ SUGRA:Güneşin bulutsuz havada bakamayacak kadar parladığı vakit. İşrâk vakti. (Bkz. İşrâk Vakti)

DÂİRE-İ HİNDİYYE:Namaz vakitlerinin tesbitinde kullanılan ve güneş gören düz bir yere çizilen dâire veya bu şekle uygun olarak yapılan âlet.
Dâire-i Hindiyye'nin ortasına, yarıçapı uzunluğunda mikyâs denilen düz bir çubuk dikilir. Tam dik olması için çubuğun tepesi dâirenin üç değişik noktasından aynı uzaklıkta olmalıdır. (Abdülhak Sücâdil)

DALÂLET:Sapıklık, yoldan çıkma. Peygamber efendimizin ve Eshâbının bildirdiği doğru yoldan ayrılma, sapma.
Allahü teâlâdan korkunuz! Sözümü iyi dinleyiniz ve itâat ediniz. Ben öldükten sonra gelecekler, çok ayrılıklar göreceklerdir. O zaman benim ve halîfelerimin yolumuza sarılınız. Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız. Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, doğru yoldan ayrılmaktır. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce)
Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ' etmez (birleşmez). (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en iyisi, Muhammed'in (aleyhisselâm) gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Eshâb-ı kirâm Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işitip öğrendiklerini gençlere bildirdiler. Zamanla insanların kalbleri karardı. Hele bâzıları, yeni müslüman olanlar, Kur'ân-ı kerîmden kendi noksan akılları ve kısa görüşleri ile mânâ çık armağa kalkıştılar. Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymayan şeyler anladılar. İslâm düşmanları da bu bölünmeyi, parçalanmayı körükledi, böylece yetmiş iki türlü dalâlet ve sapıklık yolu meydana geldi. (Kutbuddîn İznikî)

DÂLLE:Âdet hâlinin kaç gün olduğunu unutan veya kaç gün olduğunu bilip ayın başında mı, ortasında mı, sonunda mı olduğunu kestiremeyen kadın.
İslâmiyet'te her kadının; hayız (âdet), lohusalık ve temizlik günlerini, bunların sayısını, zamânını bilmesi lâzımdır. Dâlle din husûsundaki gevşekliği ve ilgisizliği sebebiyle âhirette mes'ûl olacak, azâbı pek büyük olacaktır. (İbn-i Âbidîn)

DANYAL ALEYHİSSELÂM:İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara tebliğ etti (duyurdu).
İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemeyip isyân edince, Allahü teâlâ onlara zâlimleri musallat etti. Çeşitli belâlar gönderdi. Düşmanları tarafından yurtları işgâl edildi. Bir kısmı esir edilip bir kıs mı da öldürüldü. Âsurlu hükümdârı Buhtunnasar'ın orduları Kudüs'e girip ele geçirdiler. İsrâiloğullarından pek çok kimseyi öldürdüler. Esir aldıkları yetmiş bin çocuğu da yanlarında götürdüler. Bu esir çocuklar arasında bulunan Danyal aleyhisselâmı Buhtunnasar sarayına aldı. Danyal aleyhisselâm onun sarayında büyüdü. Mecûsî (ateşperest) olan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselâmın kendi dinlerinden olmadığını anlayarak yanından uzaklaştırdı ve hapse attırdı. Buhtunnasar'ın gördüğü bir rüyâyı tâbir ettiği için hapisten çıkarıldı. Buhtunnasar, ona memleketin işlerini havâle etti. Çıkardığı fermanla ona saygı gösterilmesini emr etti. Buhtunnasar'ın adamları onu kıskandılar ve işten uzaklaştırılmasını istediler. İleri gelen adamlarının dediklerine a ldanan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselâmı kendi dîninden olmadığı için ateşe attırdı. Fakat Danyal aleyhisselâm Allahü teâlânın yardımıyla yanmadı. Daha sonra, Buhtunnasar'a yâhut Buhtunnasar'ın resmine secde etmediği için, içinde arslanların bulunduğu bir kuyuya atıldı. Fakat Allahü teâlânın koruması ile arslanlar ona hiç dokunmadı ve atıldığı kuyudan sağ sâlim kurtuldu. Buhtunnasar'ın ölümünden sonra, Üzeyr aleyhisselâm ile birlikte Kudüs'e geldi. Kendisine peygamberlik verildi. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın dînini teblîğ etti. Bir müddet sonra, Ehvaz yakınında bulunan Sûs şehrinde vefât etti. (Nişâncızâde Mehmed Efendi, Taberî)

DÂR-UL-UKBÂ:Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüleceği yer. Âhiret. Hani annen baban nerde, bu dünyâ kimseye kalmaz. Gelenler hep sefer eyler, muhakkak dâr-ul-ukbâya Yüzün dön, ilticâ eyle (sığın), Cenâb-ı zât-ı Mevlâya.
(M. Sıddîk bin Saîd)

DÂR-UT-TEKLÎF:Kulların Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekle mükellef, sorumlu tutulduğu yer. Dünyâ.
Âhiret, dâr-ül-cezâdır, dâr-üt-teklîf değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

DÂR-ÜL-BEKÂ:Ahiret, sonsuz kalınacak yer.
Resûlullah efendimiz kamerî sene hesâbı ile altmış üç, şemsî sene hesâbı ile altmış bir yaşında, dâr-ül-fenâdan (dünyâdan) dâr-ül-bekâya intikâl etti. Vefât ettiği odaya defnedildi. (M. Sıddîk bin Saîd)

DÂR-ÜL-CELÂL:Sekiz Cennet'in birincisidir.
Dâr-ül-Celâl beyaz incidendir. Kapısının üzerinde Kelime-i tevhîd, yâni Lâ ilâhe illallah yazılıdır. ( Erzurumlu İbrâhim Hakkı)

DÂR-ÜL-CEZÂ:Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüldüğü yer. Âhiret, öbür dünyâ.
Âhiret, dâr-ül-cezâdır. Dâr-üt-teklîf (iş yapılacak yer) değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

DÂR-ÜL-FENÂ:Geçici âlem, dünyâ.
Mü'minler ölmezler. Ancak dâr-ül-fenâdan dâr-ül-bekâya geçerler. (İmâm-ı Gazâli) Göz yumup dâr-ül-fenâdan baş açık, çıplak endâm, Can atıp dâr-ül-bekâyaeyledi azm-i kirâm. (Beykozlu Muhammed Efendi)

DÂR-ÜL-GURÛR:İnsanın gönlünü cezbeden, çeken fakat ele geçtiğinde faydalanamadan kaybolup giden yer. Dünyâ.

DÂR-ÜL-HARB:İslâm ahkâmının (kânunlarının) tatbik edilmediği yer.
Dâr-ül-harbde îmâna gelen kimse, farzı, haramı işitince o anda farzları yapması, haramlardan kaçınması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-harbde, İslâm'ın vekârını, şerefini korumak ve fitneden sakınmak müslümanlara vâcibdir. (Muhammed Bağdâdî)
Düşman ordusu kuvvetli ise, sulh yapmak, mal vermekle bile câiz olur. Mürtedler (dinden dönenler) kuvvetli olup şehirleri alırlar ve oraları Dâr-ül-harb olursa, hükümetin zarûret hâlinde onlarla da sulh yapması câiz olur. (İbn-i Âbidîn)

DÂR-ÜL-İSLÂM:İslâm memleketi. İslâm ahkâmının (kânunlarının) tatbik edildiği yer.
Düşmandan alınan ganîmet, Dâr-ül-İslâm'a getirilince askerin hakkı olur. Fakat taksîm edilmeden (bölüşmeden) önce mülk olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-harbde (kâfir ülkesinde) îmâna gelenin Dâr-ül-İslâm'a hicret etmesi vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-İslâm'da yaşayan kâfirler ve başka memleketlerden gelen kâfir turistler, kâfir tüccarlar, muâmelâtta müslümanlarla aynı hak ve hürriyetlere sâhiptirler. (Muhammed Hâdimî)

DÂR-ÜL-KARÂR:Sekiz Cennet'in sekizincisi.

DÂR-ÜS-SELÂM:Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırır ve kimi dilerse onu doğru yola iletir. (Yûnus sûresi: 25)

DA'VET (Dâvet):
1. Hak dîne çağırmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey Muhammed! Rabbininin yoluna hikmetle, güzel öğütlerle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde tartış. (Nahl sûresi: 125)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlâdan kendisine gelen emirleri insanlara açıklamak ve onları îmâna dâvetle emredildi. Dâvetini üç yıl gizli yaptı. Üç yıl sonra ilâhî emir üzerine, Allahü teâlânın emirlerini açık açık bildirmeye, kav mine İslâmiyet'i anlatmaya başladı. (Abdülhak Dehlevî, İbn-ül-Esîr)
Allahü teâlâ, kullarına acıdığı için, Peygamberler aleyhimüsselâm gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolunu şaşıran insanlara, O'nu ve sıfatlarını kim bildirirdi? Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi? İnsan aklı, noksan olduğu için o büyüklerin dâvet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramazdı. Anlayışımız tam olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet akıl, doğruyu eğriden ayırmaya yarayan bir âlettir. Fakat o büyüklerin dâveti ile, haber vermeleri ile tamam olmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. İkrâm etmek için çağırma çağırılma.
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevâb vermek, hastasını ziyâret etmek, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükallah diyerek cevap vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Riyâ, gösteriş ve övünmek için yapılan dâvetlere gitmek câiz değildir. (Muhammed Hâdimî, İmâm-ı Gazâlî)
Mü'minin dâvetine gitmek sünnet olduğu hâlde haram bulunan dâvete gitmemeli, haramdan, mekrûhtan sakınmak için sünneti terk etmelidir. (Abdülganî Nablüsî-Muhammed Rebhâmî)
Dâvet Makâmı:Vilâyet (evliyâlık) makâmının üstünde, peygamberlere mahsus bir makâm.
Peygamberlerin izinde bulunanların en üstünlerine de dâvet makâmından bir pay ayırırlar. Yûsuf sûresinin; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, benim yolum budur. Sizi gafletten uyandırarak, Allahü teâlâya dâvet ediyorum. Ben ve benim izimde bulunanlar çağırıcıyız" meâlindeki yüz sekizinci âyeti bunu göstermektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

DÂVÛD ALEYHİSSELÂM:Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdâr idi. Soyu Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna ulaşır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs'te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefâ t etti.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Dâvûd'a Zebûr'u verdik. (İsrâ sûresi: 55)
İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın peygamberi Dâvûd (aleyhisselâm) , elinin emeği ile kazanıp yerdi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İsrâiloğullarına bir çok peygamber gönderdi. Bu peygamberler insanları Tevrât'ın hükümleriyle amel etmeye dâvet etti. Fakat zaman geçtikçe azgınlaşan İsrâiloğulları, Tevrât'ın hükümlerini değiştirdiler, peygam berlerini dinlemediler ve ahlâkları tamâmen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u onların başına belâ olarak gönderdi. Câlût İsrâiloğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Tâlût isimli bir hükümdâr gelerek memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût'un üzerine yürüdü. Tâlût'un ordusunda bulunan ve henüz genç yaşta olan Dâvûd aleyhisselâm Câlût'u öldürdü. Tâlût'un ölümünden sonra, İsrâiloğullarının hükümdârı oldu. Bir müddet sonraAllahü teâlâ onu İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderdi. Kendisine İbrânî dilinde olan Zebûr kitâbı verildi. Hem peygamber, hem sultan yâni hükümdâr idi.
İnsanları Allahü teâlânın dînine dâvet etti ve adâletle hükmetti. Kudüs'te Mescid-i Aksâ adı ile Kur'ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını başlattı. Mescidin yapılıp bitirilmesi işini oğlu Süleymân aleyhisselâma vasiyyet ederek, yüz yaş ında âhirete göçtü.
Allahü teâlâ dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti. Yanık sesiyle Zebûr'u okumaya başladığı zaman, kuşlar havâdan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebûr'u tekrar ederlerdi.
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma, demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli verebilme mûcizesi vermişdi. Demirden zırh yapar elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd'un huzûruna gelip, ona tam bir bağlılıkla hizmet ederlerdi. Dâvûd aleyhisselâm her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözetir, çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Bir gün oruç tutar, bir gün iftâr ederdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyur, geri kalan vakitlerini ibâdet ile geçirirdi. (Nişancızâde Muhammed Efendi, Taberî)

DÂYİN:Borç veren, alacaklı. (Bkz. Borç)

DECCÂL:Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri. Kıyâmete yakın çıkacağı bildirilen ve Îsâ aleyhisselâm ile hazret-i Mehdî tarafından öldürülecek olan zâlim.
Geçmiş peygamberler, şaşı, kör, yalancı olan Deccâl'in büyük fitne ve belâ olduğunu haber verip, ümmetlerini, onun şerrinden, zarârından korkuttular. (Hadîs-i şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn)
Deccâl'in, Mekke ve Medîne hâriç ayak basmadığı hiç bir memleket yoktur. (Hadîs-i şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn)
Deccâl, peygamber olduğunu iddiâ edecek, herkesin îmânını bozmaya uğraşacak ve kendisine inanmayanlara zarar verecektir. Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî'nin yardımcıları olacak ve Îsâ aleyhisselâm bunun zamânında gökten inecek ve Deccâl ile harb ederken hazret-i Mehdî onunla berâber olacaktır. (Yûsuf bin İsmâil Nebhânî)

DEDİKODU:Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek. (Bkz. Gıybet)
Sözün kısası şudur ki, dedikodu sözlere inanılacak, dostluk bunlara göre olacaksa, söz taşıyanların ellerinden kurtuluş olamaz. Bunun için de sağlam dostluk kurulamaz. Dedikodulara kulak vermeyiniz ve geçmişleri unutunuz! Böylece dostluk yıkılmasın, eski sıkıntılar aradan kalksın. (İmâm-ı Rabbânî)

DEFN:Cenâzenin yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra kabre konularak üzerinin toprakla örtülmesi.
Definden sonra cemâat dağılırken ölü bunların ayak sesini işitir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Ölüyü defnetmek, cenâze namazı kılmak gibi ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)
Meyyiti (ölüyü), sâlihlere ve evliyâya (Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabirlerine) yakın defnetmelidir. Rutûbetli yerlere defnetmek iyi değildir. (Tahtâvî)

DEHR:Zaman, devir. Âlemin (varlıkların) varlığının başlangıcından son bulmasına kadar olan bütün zaman.

DEHRÎ:Allahü teâlâya ve âhirete inanmayıp, dehr (zaman) sonsuzdur ve dünyânın başlangıcı ve sonu yoktur, böyle gelmiş böyle gider diyen dinsiz, ateist. (Bkz. Ateist)

DELÂLET:
1. İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Sizi acı bir azâbdan kurtaracak bir ticâreti göstereyim mi? Allahü teâlâ ve Resûlüne îmân edin, inanın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşın. Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. (Saf sûresi: 10-11)
Hayra delâlet eden, hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Keşfül-Hafâ)
2. Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.
Dînî bilgilerin delîlleri (kaynakları) dörttür: Birincisi sübûtu (varlığı) ve delâleti kat'î (kesin) olanlar. Açık anlaşılan âyetler ve tevâtür, söz birliği ile bildirilmiş açıkça anlaşılan hadîsler böyledir. İkincisi, sübûtu kat'î olup, delâleti zan nî olanlar (kesin olmayanlar). Mânâsı açıkça anlaşılmayan âyetler böyledir. Üçüncüsü, sübûtu zannî, delâleti kat'î olanlar. Tek Sahâbînin (Peygamber efendimizin arkadaşının) bildirdiği açık ve anlaşılır hadîsler böyledir. Dördüncüsü, sübûtu da delâleti de zannîdir. Tek Sahâbînin bildirdiği açıkça anlaşılmayan hadîsler böyledir. Birincisi farz ile haramları, ikincisi ve üçüncüsü vâcib ile tahrîmen mekrûhu (harama yakın mekrûhu), dördüncüsü sünnet ile müstehâbı bildirir. (Molla Hüsrev-Serahsî-Hâdimî)
Delâlet-i Nass:Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün, müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi. Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir.
"Ana-babana öf (bile) deme" meâlindeki İsrâ sûresi yirmi üçüncü âyet-i kerîmesi, açıkça ana-babaya öf demenin haramlığını delâlet-i nass ile bildirmektedir. Öf demenin haram oluşunun illeti (sebebi), eziyet vermektir. Bu illet, ana-babayı dövmede ve sövmede fazlasıyle bulunduğundan, âyette açıkça bildirilmeyen ana-babayı dövmenin, onlara sövmenin de haramlığı ile hükmolunmuştur. (İbn-i Melek, Serâhsî)

DELİ:Aklı olmayan. (Bkz. Cünûn)

DELÎL:
1. Kendisi bilinince başkası bilinen şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Rabbinin sun'una (işine) bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatıp yaymıştır. O, eğer dileseydi, onu elbet sâkin kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delîl yapmışızdır. (Çünkü güneş olmasaydı, gölge bulunmazdı. Nur olmasaydı, zulmet bilinmezdi. Zîrâ her şey zıddıyla bilinir.) (Furkan sûresi: 45)
2. Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka. (Bkz. Edille-i Şer'iyye)
Din bilgilerinin elde edildiği delîller dörttür: Bunlar; Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet, icmâ ve kıyâstır. (Abdülganî Nablüsî)
Delîl, bir şeyin haram olması için aranır. Helâl olması için delîl aranmaz. (İbn-i Âbidîn)
Delîl-i Aslî:Din bilgilerinin kaynakları olan Kitâb, sünnet, icmâ ve kıyâstan her biri. Aslî delîl.
Delîl-i Fer'î:Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb, İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î delîllerden bâzısıdır. (Bkz. İlgili Maddeler)
Müctehid (dînî kaynaklardan, delîllerden hüküm çıkarabilen) bir âlim, bir mes'elenin hükmünü aslî delîllerde açıkça bulamazsa, fer'î delîllere mürâcât eder. (Molla Hüsrev, Serâhsî)
Delîl-i Kat'î:Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar, farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil.
Namazı inkâr eden kâfir olur, îmânı gider. Çünkü namazın farz oluşu, delîl-i kat'î ile sâbittir, bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Delîl-i Şer'î:Dînî bilgilerin elde edildiği delîl, kaynak. ( Bkz. Edille-i Şer'iyye)
Müctehîd (din ilimlerinde söz sâhibi) olmayanların sözleri, delîl-i şer'î olmaz. (Hâdimî)
Delîl-i Zannî:Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf.
Delîl-i zannî vâcib ile tahrîmen mekruhu (harama yakın mekruhu) bildirir. Tek Sahâbînin bildirdiği mânâsı açıkça anlaşılmayan hadîs-i şerîfler ise, müstehâbları bildirir. Müstehâbları yapan sevâb kazanır, yapmayan günâhkâr olmaz, sevâbından mahrûm ka lır. (Serâhsî)

DELK:Oğmak. Abdestte ve gusülde, yıkanan yerleri oğmak.
Delk, Hanefî mezhebinde abdestin sünnetlerindendir. (İbrâhim Halebî)
Mâlikî mezhebinde abdeste ve gusle başlarken niyet etmek, abdestte ve gusülde her uzvu delk ve muvâlât (uzuvları aralıksız yıkamak) ve gusülde saçı hilâllemek, parmakları saçların arasına sokup ıslatmak farzdır. (Abdurrahmân Cezîrî)

DELLÂL:Alıcı ile satıcı arasında vâsıta (aracı) olan ücretli kimse, komisyoncu.
Dellâl, mal sâhibinin izni ile malı kendi sattığı zaman, komisyon ücretini mal sâhibinden alır. Müşteriden bir şey isteyemez. Eğer dellâl, mal sâhibi ile müşteri arasında aracılık yapıp, malı mal sâhibi satarsa, dellâl ücretini, âdete göre; mal sâhib i veya müşteri yâhut da her ikisi ortaklaşa verirler. (İbn-i Âbidîn)
Dellâl, işçi gibidir. Bunlar iş karşılığı değil, elindeki malı satarsa ücret alır. (İbn-i Âbidîn)

DENDÂN-I SEÂDET:Peygamber efendimizin Uhud muhârebesinde şehîd olan, kırılan mübârek dişinin bir parçası.
Dendân-ı seâdet, Osmanlı pâdişâhlarından Sultan Mehmed Reşâd tarafından yaptırılan kıymetli taşlarla süslü altın bir muhâfazada Topkapı Sarayında saklanmaktadır. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

DEREZÎLER:Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmektedir.
Derezîler müslüman adını taşır. Fakat îmânları bozuktur. Ruhların bir bedenden bir bedene geçtiğine inanırlar. Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helâl derler. Öldükten sonra dirilmeğe, namaza, oruca, hacca inanmazlar. Ulûhiyyet yâni tanrılık insanda n insana geçer derler. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hakkında çirkin şeyler söylerler. İnanışları bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslüman sayılmazlar. İslâmiyet'e uymayan inanışlarından vazgeçmedikçe müslüman olmazlar. B unlar kitablı ve kitabsız kâfirlerden daha zararlıdırlar. (İbn-i Âbidîn)
 
Top