Dilimiz Ve Dil Kirliligi

wien06

V.I.P
V.I.P
12 Eylül'den sonra, Atatürk'ün bizzat kendi parasıyla kurdurduğu Türk Dil Kurumu kapatıldı. Yasalar çiğnenerek hem de. Türk Dil Kurumu'nun yönetimi, dil devrimine karşı olanlara teslim edildi. Bugün de bu durum sürmektedir. Böylece güzelim Türkçemizin yuvasına yabancı dillerin yumurtaları konuldu. Türkçe bilim dili değildir gibi saçma sapan tartışmalar başladı. Ve dilimizdeki aşırı kirlenme, o günden bu güne bir çığ gibi büyümektedir.

Bizler konukseveriz ama yurdumuza, evimize gelen İngilizce, benim dilimi susturuyor, onu kovamaya çalışıyorsa, bütün satış yerlerinin, meydanların, otellerin, büyük binaların, işhanlarının, özel televizyonların, magazin dergilerinin adlarından benim güzelim Türkçem kovuluyorsa, bütün gücümüzle buna karşı çıkmamız gerekiyor. Yurduma gelen konuk elimizi dostça tutuyorsa, dilimize saygı gösteriyorsa, onu her zaman hoş karşılarız. Ama elimizi tutmuyor da, parmaklarımızı sıkarak kırmaya çalışıyorsa o el dost eli değildir.

Unutmayalım, diller ulusların gece gündüz yanan kandilleridir. Ülkeme gelenler benim kandillerimi, sokak lambalarımı söndürüyorlarsa, benim anamdan atalarımdan öğrendiğim güzelim Türkçeme bir çeşit 'Soykırım' uyguluyorlarsa, onlara karşı savaşım vermemiz gerekmektedir.

Dilimizi toprağımızı korur gibi korumalıyız. Çocuklarımıza bırakabileceğimiz en büyük servet, zengin, temiz bir Türkçe olmalıdır.

Ceyhun Atuf Kansu, bugünleri görmüş, ta 1966 yılında yazdığı bir şiirde şöyle diyor: "Haraç Mezat / Yaylalarımdan yarın oksijenimi satarsanız / Ve korkuyorum alfabemdeki ulusal besini / Türkülerimi sevincimin gezeneğini, / Ağlamak hakkımı bile ağıtlardan, / Bağımsızlık yelinin yolunu keserseniz / Bir gün onurumun altın madenini verirseniz / Dağlarımı da satarak el oğluna, / Alın gidin o gün, hayrını görün demokrasinin" İmece Dergisi, sayı:65, Eylül 1966.

Osmanlılarda ve günümüzde kimi edebiyatçılar, birtakım söz oyunları ile sözü gerçek yaşamdan koparmaya çalıştılar. İçinde tane olmayan harmanı savurmaya benzer bu. Oysa bugün dünya çığırından çıkmıştır. Ülkemiz ve dünya insanlığı ABD emperyalizmi ile AB emperyalizminin ağır kuşatması altındadır. Ülkemizin çok büyük sorunları vardır. Çok büyük haksızlıklar ve kötülükler vardır. Biz yazarlar bütün bunları, yalnızca biçim ve sözcük oyunlarıyla, moda anlayışlarıyla halkımıza nasıl anlatacağız? Sözcüklerin anlamını ve kan grubunu değiştirenleyiz.

Söz sanatını 'Salt anlatımdır' diyerek, onu özünden kopararak ölü sözcükler yığınına dönüştüremeyiz. Kulağa hoş gelen, sık bir sözcük örgüsüyle ama özünde hiçbir şey olmayan şiirler, öyküler, romanlar yazılıyor günümüzde. Buna plastik anlatım ya da slikonlu anlatım da diyebiliriz. İçi boşaltılmış sözcüklerle kulağa hoş gelen ses dizimleriyle kalıcı bir sanat yapılamaz

Son yirmi beş yıldan beri dilimiz yüzsüzleştirilmeye başlandı. Dilimiz adeta hadım ediliyor. Günümüzde 'alıcıları hep batı'yı, batı dillerini çeken bir çeşit sömürge vatandaşı kimliğindeki kişiler, konuşmaları ile yazıları arasına İngilizce sözcükleri serpiştirmeden kendini alıkoyamıyorlar. Bu kişiler etkili yerlerde oldukları için, toplumumuza çok kötü örnek olmaktadırlar. Son yıllarda dilimize o kadar yabancı sözcük girdi ki sıradan bir kentin ana sokaklarındaki satış yerlerinin adlarına baktığımız zaman bunu kolayca anlayabiliriz.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 1926 yılında, 825 sayılı madde ile sınırladığı TÜRKÇE SATIŞ YERLERİNİN ADLARI ile ilgili yasa, Turgut Özal zamanında kanun hükmünde bir kararname ile ortadan kaldırıldı. O günden sonra da dilimiz yabancı sözcüklerin saldırısına uğradı. Sonuç olarak bir futbol takımının oyuncu kadrosuna dönüştü dilimiz. Sahaya çıkan on bir kişinin yarısı yabancı futbolculardan oluşuyor çünkü. Dilimiz, kendi kültürlerinden, kendi coğrafyalarından utanan, ona sırt çevirenlerin alkışlandığı, parlatıldığı bir döneme girmiştir. Türkilizce melez bir dil oluşmuştur. Bu dille sanat yapılabilir mi? Seyrani'nin ünlü deyişiyle "Eğri okla doğru nişan vurulabilir mi?"

Dilini yozlaştıranların önce kendilerini yozlaştırdıklarını burada apaçık söylemeliyim. Yazılı ve görsel basında Türkçe harfleri kendi ses uyumlarıyla değil, İngilizce ses uyumuyla okuyup söyleyerek, örneğin: "Er aş negatif kan aranıyor" diye duyuru yapıyorlar. Duyuru sözcüğüne "anons", gen sözcüğüne "junior" diyorlar. Yıldız sözcüğüne "star", cankurtaran sözcüğüne "ambulans" diyorlar. Film gösterime girdi demek varken, "vizyona girdi" diyorlar. Dünya sözcüğü, "world"la yer değiştirdi. Hoşça kal sözcüğü "bye bye" oldu. Halkımız gökyüzüne sema değil, gökyüzü diyor. Aynı anlama gelen bir televizyon kanalının adı "sky". Yaşam demek varken "life", haber demek varken "haber portalı", yüksek, verimli çalışma demek varken "performans" diyorlar. Kendi ana dillerini ayaklar altına almak için adeta çıldırıyorlar. Bu bir aşağılık duygusunun, yabancı diller karşısında kendi ana dilini küçük görmenin göstergesi değilse nedir?

Tanıtıma "demo", sunucuya "spiker", gösteriye "show", gösteri yapana "showmen", radyo sunucusuna "diskjokey", hanımefendiye "fırstlady", bakkala "market", torbaya "poşet", mağazaya "süper, gros market", ucuzluğa "damping", duyuru tahtasına "bilbord", sayı tablosunun adına "skorbord" diyorlar. Bilgi vermeye, bilgilendirmeye "brifing", bildiri sunmaya "deklarasyon", uğraşa "hoby", kentlerin girişine güzelim "Hoş geldiniz" yazmak varken "welcome", kent çıkışına yine İngilizce "goodbye", korumaya "bodygard", sanat ve meslek ustalarına "duayen", saygın kişiye "prestij sahibi", alanlara, meydanlara "platform", merkezlere "center", büyüğe "mega", küçüğe "mikro", sonuca "final", özleme "nostalji", iş hanlarına "plaza", sergiye "galeri, center room, show room", ana kentlere "mega kent", yolüstü aşevlerine "fast food", yemek çeşitlerine "menü", ödemeye ise "adisyon" diyorlar.

Sözlerimi ünlü şairlerimizden Cemal Süreya'nın bir sözü ile bitiriyorum. "Türkçeden bir kıl kopar; içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır. Ama Türkçeden koparacaksın..."

Osman Şahin

TÜRK DİLİ DERGİSİ (temmuz-ağustos 2006 sayı;115)
 

zeka küpü

Katılımcı
Bir Zamanlar Bizim Bir Türkçemiz Vardı -Fatma Özten

Yanlış telâffuz, argo ve yabancı sözcükler medyayı, medya da hayatımızı istilâ etmiş durumda.

Görecem, kafa koyacam, yapacaz, diyil, diil, kaıt, eyik, eyitim, eyim, eyitmek, deyişim, deyinmek... Bunlar ve daha bunlara benzer nice kelimeler, televizyon kanallarının sayesinde Türkçemize girdi.

Kanalların dilimize hediyesi, sadece yanlış telâffuzdan ibaret değil. Pek çok argo söz de artık günlük hayatımızın içinde. Türkiye’de en çok izlenen, çocukların da ilgiyle takip ettiği bir dizide kullanılan argo kelimeleri, herkesin ağzından rahatlıkla duyar hale geldik. “Çekilmez şimdi o adam ya.” “Ana! Saçmalama kızım.” “Evde parti ana, ananın evinde de parti veriyordun di mi evde.” “Ne diyon lan sen deyip kafa koyacam, tekme koyacam.” “Yaktın ulan, beni yaktın.” “Telgrafın kelleri.”

Argo sözcüklerin sadece özel kanallara ait bir marifet olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. TRT’nin de bu kanallardan geri kalır yanı yok: “Hani maça gelecektin bebek?” “Yeme bizi oğlum.” “Aaa, Fevriye çatlağı bizim burada!” “Hayret, ne istiyor ki ne?” “Küvet istiyormuş üşütük haspa.” “Ayvayı yedi ha.” “Küme düştün be kılçık yuh, çatlak matlak ama adam yendi be!” “Bir gıdım aklın vardı, onu da alkole bandırınca eridi besbelli.” “Mıcır gibi yerlere dökülesice herif, kızgın yağda biber gibi patlayasıca, avizede ampul gibi yanasıca, yulaf gibi dolanasıca.” “Gösteriş yapmayın dümbelek kafalılar, adam gibi oynayın.”

Yanlış telâffuz ve argonun yanı sıra, yabancı kelime istilâsı da son hızla devam ediyor: konsept, fokus, bilbord, global, disket, printer, monitör, walkman, zapping gibi kelimeleri artık kendi dilimizden kelimeler gibi sahiplendik ve kullanıyoruz. Hattâ bazan bunları yabancıların yazdığı gibi yazıp, yine onların okuduğu gibi okuyoruz: “broker” yazıp “brokır” okuduğumuz gibi.

RTÜK’ün, radyo ve televizyonlarda Türkçenin kullanımı ile ilgili Türk Dil Kurumuna yaptırdığı araştırma, televizyonların Türkçeyi yanlış kullandığı gerçeğini ortaya çıkarmış bulunuyor. Bu proje kapsamında, 15 uzmandan oluşan Proje Yönetim Kurulu iki ay süreyle bütün yayınları takip etti ve yanlışları belirledi. Kurulun hazırladığı rapora göre, tespit edilen yanlışlar şunlar:

1.Sunucunun belli bir dil eğitiminden geçmediği, dildeki gelişmeleri takip etmediği ortaya çıktı.

2.Yoğun olarak yapılan dil yanlışlarına ve keyfî kullanımlara bakıldığında ilgili bir kurumda bir denetlemenin bulunmadığı fikrine varıldı.

3.Kelimelerin seçimi, yazımı ve okunuşunda ortaya çıkan dil yanlışları, pek çok sunucunun imlâ kılavuzu, sözlük gibi kaynakları kullanmadığını göstermekte. Bu tespitlere, yabancı dillere karşı gösterilen aşırı ilgiyi, yabancı kelime kullanmadaki özentiyi de katabiliriz.

4.Yerli film ve dizilerde toplum içinde söylenmesi çirkin olan, görgü kurallarına ters düşen pek çok kaba kelime sarf edildiği görülmektedir. Bunların yoğun olarak kullanılması dinleyicileri, seyircileri rahatsız etmekte ve tiksindirmektedir.

5.Öğrenim sırasında ve daha sonra herhangi bir deyimin gerçek yapısı ve nerelerde kullanılabileceği kavranmamış olduğundan pek çok deyim yanlış kullanılmakta, sözgelişi, ‘ekmeğe yağ sürmek’ gibi bir deyim ‘kazancına ekmek sürmek’ biçimine dönüştürülebilmektedir.

6.Radyo ve televizyonlarda kullanılan sözcük sayısının da son derece sınırlı olduğu ve 500-1000 kelime etrafında döndüğü tespit edilmiştir.

Fatih Üniversitesi Ankara Meslek Yüksek Okulu Müdürü ve Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Fuat Bilkan, medyadaki Türkçenin bozulma süreci hakkındaki görüşlerini açıklarken, önce medyanın dil ve kültür seviyesini ele almak gerektiğini belirtiyor:

“Bugün Türk medyası 500 ile 1000 kelime arasında değişen kısır bir kelime dağarcığıyla yayın yapmaktadır. Kültür, dil ve düşünceye dayalı çok az program dışında, özellikle eğlence, dizi film, haber ve magazin programlarında oldukça sınırlı kelimelerle konuşulduğu ortadadır. Bu husus TDK tarafından RTÜK için yapılan bir araştırmada da ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki güzellik yarışmalarında dereceye girenlere veya mankenlere spikerlik yaptıran medya yetkilileri, 75.000 kelimeye sahip olan Türkçe’nin 500-600 kelimelik dar bir kabile dili olmasına da sebep olmaktadırlar. Dil, kültür, edebiyat ve tarih birbirine sıkı bir şekilde bağlı alanlardır. İyi bir konuşmacının bu alanların herbirinde de belli bir birikime sahip olması gerekir. Kültürsüz ve tarih, edebiyat bilgilerinden mahrum insanların hemen her cümlesinde, birkaç telâffuz veya bilgi hatâsı olabilir.

“Bu konuda biraz da teknik bilgi vermek gerekiyor. Özellikle televizyonlarda sık sık rastladığımız yanlışların ana sebeplerini üç ayrı başlık altında değerlendirebiliriz: (1) telâffuz yanlışları, (2) doğrudan yabancı dillerden tercüme edilmiş ifadeler, (3) kelime kısırlığı ve bilgi eksikliği.

“Telâffuz yanlışlığının esas sebebi, Osmanlı Türkçesi bilmemektir. Atilla İlhan’ın da zaman zaman üzerinde durduğu gibi, liselerde mutlaka seçmeli Osmanlı Türkçesi dersleri verilmelidir. Özellikle eski kelimelerin yazılışlarını ve imlâlarını bilmeyenler, bu kelimelerin telâffuzunda zorluk çekmektedirler. Adem-âdem, alem-âlem, aşık-âşık, hala-hâlâ, rakip-râkip gibi kelimelerin doğru telâffuzu için yazılışlarını ve anlamlarını bilmek gerekiyor.

“Doğrudan yabancı dillerden tercüme edilmiş ifadeler, Batı dünyasıyla ilk kültürel temaslarımız sırasında başlamış ve son yıllarda büyük bir tehlike olarak bütün bünyemizi sarmıştır. Banyo almak, pastadan almak gibi Batı dillerinden dilimize geçen deyimler, bugün çok daha ileri seviyede dilimize girmiş ve millî kimliğimizi tehdit eder hale gelmiştir. Unutmamak lâzım ki, insan kelimelerle düşünür. Ne yazık ki çocuklarımız, ‘Kahretsin, baaaay, dont panik, herıld yani, no problem, yihuu!” gibi bambaşka bir kültüre ait ifadelerle heyecanlanmaktadırlar.

“Üçüncü olarak, kelime kısırlığı ve bilgi eksikliği hususu üzerinde durmak istiyorum. Kelime dağarcığını zenginleştirmenin en önemli yolu, şüphesiz ki kitap okumaktır. Bunun için de çocuklarımıza daha küçük yaşlarında kitap okuma şuuru kazandırmamız gerekiyor. Cümle içerisinde hangi kelimenin maksadı daha iyi ifade edeceği, eskilerin hassasiyet gösterdikleri bir konu idi. Atalarımızın çok önem verdikleri belağat, durumun gereğine göre en uygun ifadeyi bulma ve en doğru sözü söyleme sanatıdır. Bugün kelime fakiri insanlar, ‘Ayıpsın, naber, ne iş, çok kafa çocuk’ türü kestirmeden bir yolla anlaşmaya çalışıyorlar. Burada, sözgelimi ‘naber’ (ne haber) ifadesinde onlarca cümle gizlidir: merhaba, nasılsın, annen baban nasıllar, neyle uğraşıyorsun, sağlığın nasıl gibi.

“Ne yazık ki, yemek kültürü gibi, konuşma âdâbı da gittikçe kayboluyor. Bu konuda anlamsız ve muhtevasız bir dizi ifade biçimi dikkat çekmektedir. Ne konuşanın ve ne de dinleyenin tam olarak anlayamadığı ve tasvir edemediği bu konuşma biçimi de yeni neslin dil fukaralığını göstermektedir: koptum, uçurmuş, yok böyle birşey, büyüksün, ne iş...

İmlâda da yabancılaşma ve dil yanlışlarıyla karşılaşıyoruz: ‘Anti parantez, hastayım artı canım sıkkın’ gibi ifade biçimleri ve ‘Sen & ben’ türü özentiler, yaygın olarak kullanılmaktadır.”

Argosuz konuşamıyoruz Argo kelimelerin son zamanlarda artması sadece Türkiye’nin sorunu değil. ABD’deki Aile Televizyon Konseyinin (Parents Television Council) yaptığı açıklamaya göre, televizyonlarda kullanılan argo kelimelerin son iki yılda % 78 oranında arttığı belirtiliyor. Ülkemizde ise, hemen hemen bütün kanallardaki dizilerde argo kelimeler ağırlıklı olarak yer alıyor. Daha sonra da bütün bu kelimeleri çocukların ve gençlerin dilinde işitiyoruz.

Doç. Dr. Ali Fuat Bilkan, dizi filmlerdeki bozuk Türkçenin sebebinin aktörlerin kendi sesleriyle oynatılmasında buluyor: “Eskiden filmleri seslendiren suflörler, temiz ve kibar bir Türkçe konuşurlardı. Mahallî taklitleri bile iyi yetişmiş ve ilgili yörenin ağız özelliklerini iyi bilen insanlar yapardı. Şimdi İstanbullu bir sanatçı, Güneydoğu ağzını taklit etmeye kalkışıyor. Ortaya hiçbir mahallî ağıza benzemeyen kaba saba birşey çıkıyor. Özensiz ve ucuz maliyetli diziler, dil ve kültürümüzü olumsuz olarak etkilemektedir. Bu yüzden çocukların taklit yeteneklerini basit ifadeler ve argo tabirlerle göstermeleri de kaçınılmaz hale gelmektedir.

“Ülkemizde RTÜK, televizyonlara birçoğu haklı gerekçelere dayanan cezalar vermektedir. Sözgelimi, çocuklara yönelik yayınlarda zararlı unsurları ihtivâ eden unsurlar gerekçe gösterilerek televizyonlar kapatılmaktadır. Ancak ben şimdiye kadar Türkçeyi yanlış kullandığı veya dilimizi bozduğu için herhangi bir televizyona ceza verildiğini duymadım. Türkçenin anayasa güvencesinde olması, onu koruyabilmek için yeterli değildir. TDK ve RTÜK işbirliği yaparak bu konuda çeşitli yaptırımlar uygulayabilmelidir. Özellikle reklamlarda kullanılan Türkçe, yüzlerce defa tekrar edilmek suretiyle çocuklarımızın körpe beyinlerine yerleştirilmektedir. İşte birkaç örnek: Takıl bana, öptüm, dont panik, sakin ol ahbap, burası Türkiye yok ööle, büyüksün, wow!..

“Bu konuda, televizyonların çok seyredilme yarışını bırakıp halka daha kaliteli ve seviyeli yapımlar sunması gerekiyor. Herşeyi kanunla yaptırmak mümkün olmadığına göre, toplumda dil ve kültür şuurunu yaygınlaştırarak millî zevki beslemeye çalışmalıyız.”

Sürekli İngilizce telkini İkinci Dünya Savaşından sonra Amerikan ve İngiliz kültürü bütün dünya dillerini etkilemeye başladı. Türkiye’de İngilizce eğitim yapan birçok okul açıldı. Özenti ile birlikte yabancı kelimelerin girişi de arttı. Türkçesi varken yabancı kökenli kelimeyi kullanmak moda haline geldi.

Günlük konuşmasını 500-600 kelimeyle halletmeye çalışan bir toplum acaba kendi dili yeterli olmadığı için mi yabancı kelimeleri kullanır? Doç. Dr. Bilkan, yabancı kelime kullanımının, dilimizdeki yetersizlikten kaynaklanmadığını söylüyor ve şunları ilâve ediyor: “Nitekim henüz XI. asırda Kaşgarlı Mahmut, Divânü Lügati’t-Türk adlı eseriyle, Türkçenin Arapça ve Farsça karşısındaki zenginliğini göstermişti. Bugün Batıdan, özellikle de İngilizceden dilimize geçen hemen hemen bütün kelime ve deyimlerin Türkçe karşılıkları mevcuttur. Sözgelimi, ‘bestseller’ kelimesini ‘çok satan,’ ‘entegrasyon’ kelimesini ‘uyum,’ ‘polemik’ kelimesini ‘tartışma’ olarak karşılamak mümkündür. Bu konuda yazılmış pek çok kitap ve makale olduğu için ayrıntıya girmiyorum. Ama ‘istilâ’ kelimesi, bir gerçeği ifade ediyor. Dil, kültürün hammaddesi olduğuna göre, kaybettiğimiz her kelime ve deyim, esasen bir kültürel kaybı da doğurmaktadır. Hangi kültürün kelimelerini kullanıyorsanız, onun kalıpları ve anlam kapsamı içerisinde düşünmeye başlarsınız. Basın ve yayın araçları günün yirmi dört saatinde, hepimizin zihnine yoğun olarak yabancı kelimeleri yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Bir telkin ve bir niyetsiz öğrenme süreci de sayılabilecek bu konu, özellikle çocukların kelime dağarcığının oluşmaya başladığı yaşlarda daha da etkili olmaktadır.

“Birçoğu hemen her gün tekrar tekrar telâffuz edilerek şuuraltına yerleştirilen bu kelimelerin Türkçe karşılıkları mevcuttur. Şimdi şunu düşünmek lâzım: Her saat başı size bir dizi yabancı kelime hatırlatılıyor ve bunlar şuuraltınıza işleniyor. Medyadaki bu ısrarlı telkinler, bir niyetsiz öğrenme sürecini de gerçekleştirmektedir. Ancak ne yazık ki özellikle çocuklar ve gençler bu kelimelerin Türkçe karşılıklarını bilmemektedir. Bu kelimelerin anlamları, çoğu kişi tarafından sadece cümle içerisindeki yerlerinin oluşturduğu çağrışımlarla belirginleşmektedir. Tabiatıyla metni anlama ve kavrama tam olarak gerçekleşememektedir.

“Ben, Türkçenin hiçbir dönemde bu denli tehlikeli bir sürece girdiğini zannetmiyorum. Yabancı kelime istilâsı televizyonlardaki sunuculardan, gazetelerdeki haber muhabirlerine ve köşe yazarlarına kadar hemen her medya mensubu tarafından topluma dayatılmaktadır. Türkçe, bilim dili olarak tarihin her döneminde önemli imtihanlardan geçmiştir. Beylikler döneminden itibaren gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerinde Arapça, Farsça, Latince, Fransızca gibi dillerde yazılmış birçok eser Türkçeye tercüme edilmiştir. Özellikle Tanzimattan sonra Fransızcadan gerçekleştirilen tercümeler içerisinde Fransızcadan Türkçeye manzum olarak aktarılmış sözlükler dikkat çekicidir. Yani Türkçe tarihin birçok döneminde başka dillerle mukayese edilmiş ve yabancı dillerdeki kelimelere Türkçe anlamlar bulunarak dilimizin zenginliği ortaya konmuştur.”
 
Top