Bilim Nedir?Bilim Tarihi Nedir?

Suskun

V.I.P
V.I.P
Bilim Nedir?

Sözlüklerde ve ansiklopedilerde bilimin değişik tanımları vardır. Sanırım bu tanımların hiç birisi bilimi eksiksiz olarak açıklayamaz.
Cumhuriyet’te ve Cumhuriyet Bilim Teknik’te bilimin tanımı ya da açıklaması çok yapılmıştır. Bunlara bir yenisini eklemenin bir yararı olabilir mi? Bu soruyu, biraz minder dışına kaçarak yanıtlama olanağı vardır. Aşkı binlerce yazar anlatmıştır. Gene de, her gün yeniden anlatılmaktadır ve insanoğlu var oldukça anlatılmaya devam edilecektir. Ama hiç birisi aşkı eksiksiz anlatamamıştır ve anlatamayacaktır. Belki bilim de böyledir; onun eksiksiz bir tanımı yapılamaz. Ancak, bir temele dayanabilmek için, bir yerden başlamak iyi olacaktır.
TDK sözlüğünde bilim şöyle tanımlanıyor:
Bilim
Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi.”


“Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.”
“Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.”

Bilim ile uğraşan bir kişinin bu tanımları yeterli bulmayacağını söylemeye gerek yoktur. Bu nedenle, bilimin eksiksiz bir tanımını yapmaya kalkışmak yerine, onu açıklamaya çalışmak daha doğru olacaktır.

İnsan doğaya egemen olmak ister!
Derler ki insanoğlu varoluşundan beri doğayı bilmek, doğaya egemen olmak istemiştir. Bu nedenle, insan varoluşundan beri doğayla savaşmaktadır. Son zamanlarda, bu görüşün tersi ortaya atılmıştır: İnsan doğayla barış içinde yaşama çabası içindedir. Bence bu iki görüş birbirlerine denktir. Bazı politikacıların dediği gibi, sürekli barış için, sürekli savaşa hazır olmak gerekir.
Gök gürlemesi, şimşek çakması, ayın ya da güneşin tutulması, hastalıklar, afetler, vb. doğa olayları bazan onun merakını çekmiş, bazan onu korkutmuştur.

Öte yandan, bu olgu, insanı, doğadan korkusunu yenmeye ve merakını gidermeye zorlamıştır. Korkuyu yenebilmenin ya da merakı gidermenin tek yolunun, onu yaratan doğa olayını bilmek ve ona egemen olmak olduğunu, insan, önünde sonunda anlamıştır. Peki, insanoğlunun doğayla giriştiği amansız savaşın tek nedeni bu mudur? Başka bir deyişle, bilimi yaratan güdü, insanoğlunun gereksinimleri midir?
Elbette korku ve merakın yanında başka nedenler de vardır. İnsanın (toplumun) egemen olma isteği, beğenilme isteği, daha rahat yaşama isteği, üstün olma isteği vb. nedenler bilgi üretimini sağlayan başka etmenler arasında sayılabilir. İnsanın korkusu, merakı ve istekleri hiç bitmeden sürüp gidecektir. Öyleyse, insanın doğayla savaşı (barışma çabası) ve dolayısıyla bilgi üretimi de durmaksızın sürecektir.

Bilim neyle uğraşır?
Bilimin asıl uğraşı alanı doğa olaylarıdır. Burada doğa olaylarını en genel kapsamıyla algılıyoruz. Yalnızca fiziksel olguları değil, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel vb. bilgi alanlarının hepsi doğa olaylarıdır. Özetle, insanla ve çevresiyle ilgili olan her olgu bir doğa olayıdır. İnsanoğlu, bu olguları bilmek ve kendi yararına yönlendirmek için varoluşundan beri tükenmez bir tutkuyla ve sabırla uğraşmaktadır.

Başka canlıların yapamadığını varsaydığımız bu işi, insanoğlu aklıyla yapmaktadır.

Bilimin gücü
Bilim, yüzyıllar süren bilimsel bilgi üretme sürecinde kendi niteliğini, geleneklerini ve standartlarını koymuştur. Bu süreçte, çağdaş bilimin dört önemli niteliği oluşmuştur:

Çeşitlilik, süreklilik, yenilik ve ayıklanma.

Çeşitlilik

Bilimsel çalışma hiç kimsenin tekelinde değildir, hiç kimsenin iznine bağlı değildir. Bilim herkese açıktır. İsteyen her kişi ya da kurum bilimsel çalışma yapabilir. Dil, din, ırk, ülke tanımaz. Böyle olduğu için, ilgilendiği konular çeşitlidir; bu konulara sınır konulamaz. Hatta, bu konular sayılamaz, sınıflandırılamaz.

Süreklilik

Bilimsel bilgi üretme süreci hiçbir zaman durmaz. Kırallar, imparatorlar ve hatta dinler yasaklamış olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamıştır; bundan sonra da durmayacaktır.

Bir evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanları ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, bilime, herhangi bir anda tekniğin verdiği en iyi imkanlarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayalı olarak usavurma kurallarıyla geçerliği kanıtlanan yeni bilgiler eklenir.

Ayıklanma
Bilimsel bilginin geçerliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından denetlenebilir. Bu denetim sürecinde, yanlış olduğu anlaşılan bilgiler kendiliğinden ayıklanır; yerine yenisi konulur.



BİLİMDE BENZETMELER
Ortalama bir okuyucu açısından bilimde benzetmeler çok önemlidir.
Kapsamlı fen bilgisi olmayan kişiler için matematiksel açıklamalar anlaşılmaz şeylerdir.
Yazılanları takip etmeyi zorlaştırdığı gibi adeta itici özellik uyandırır.
Ayrıca birtakım formüller ve bilimsel kavramlarla dolu yazıları okumak ta vasat bir kişi için olanaksızdır.
Bu nedenle birçok yazar konunun anlaşılabilmesi için benzetmelere baş vurur.
Örneğin Genel Görecelik Kuramı’ndaki uzay-zaman,bu yolla anlatılınca daha kolay kavranır.
Gerili halde duran bir yatak çarşafı düşünelim.
Üzerine demir bir top koyalım.
Bu topun ağırlığı,üzerinde durduğu çarşafı esnetir.
Onu biraz çökertir,yani çukurlaştırır.
İşte bu durum bir benzetmedir.Veya iyi bir örnektir.
Böylece uzay-zaman konusunu bu örnek ile karşılaştırma olanağı elde ederiz.
Ve Güneş gibi büyük kütleli bir cismin boşluktaki etkisi daha iyi anlaşılır.
Demir top çarşafı nasıl çökertiyorsa,Güneş te uzay-zamanı öyle esnetip büker.
Demir top çarşafın üzerinde iken bir bilyeyi topa doğru yuvarlayalım.
Bilye demir topun çukurlaştırdığı bölgeye yaklaşınca çukura düşer,demir topa yönelir.
Kütle çekiminin uzay-zamandaki eğrilmenin bir sonucu olduğu bu örnekle daha iyi anlatılmış olur.
Benzetmeler atom konusu anlatılırken de yapılır.
Bir milimetreyi bin parçaya bölersek,herbirine bir mikron deriz.
Bir tek mikronu bu kez onbin dilime ayıralım.
Elde edilecek dilimlerden bir tanesi,bize bir atomun ölçüsünü gösterir.
Sayısal ifade ile bir atom,bir milimetrenin on milyonda biridir.
Elbette bu parçalara bölmek veya dilimlere ayırmak işi hayalimizde yaptığımız işlemlerdir.
Üstelik on milyonda bir ifadesini de zihnimizde canlandırmamız gerekir.
Yani bir atomun bir milimetrelik çizgi yanında nasıl gözükeceğini benzetmeyle anlatmalıyız.
Bir toplu iğneyi dünyanın en yüksek gökdeleninin dibine bırakın.
İğne gökdelenin yanında nasıl görünüyorsa,atom da milimetrenin yanında öyle görünür.
Aynı tür benzetmeyi atomun kendisi ile çekirdeği arasında da yapabiliriz.
Bir atomun çekirdeği,atomun toplam hacminin milyarda birinin milyonda biridir.
Diğer taraftan bu minicik çekirdek,tüm atomun ağırlığının hemen hemen tümünü kapsar.
Bir atomu biraz önce bahsettiğim gökdelenin büyüklüğüne dek genişlettiğimizi düşünelim.
Bu durumda çekirdek bir aspirin tableti kadardır.
Ama bu tek bir tabletin ağırlığı,gökdeleninkinin binlerce mislidir.
Bilimde benzetmelerin ,konuları anlamadaki yararının yanısıra bir özelliği daha vardır.
Öğrenilen bilgilerin kalıcı olmasını sağlar.




 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Bilim Tarihi Nedir?

Bilim tarihi kisaca bilimin dogus ve gelisme öyküsüdür. Amaci nesnel bilginin ortaya çikma, yayilma ve kullanilma kosullarini incelemektir.
Bilim çogu kez sanildigi gibi ilk defa ne Rönesans’tan sonra, ne de Bati dünyasinda ortaya çikmistir. Bilim; insanligin kafa ürünüdür. Kökleri ilkel toplumlarin yasamina kadar uzanir.

ESKİ ÇAĞ’DA BİLİM

A. Çin’de Bilim


Çin Uygarliginda bilimsel faaliyetin baslangici M.Ö. 2500′lere kadar götürülebilir. Zaman zaman sinirlari Hindiçini de içine alan, zaman zaman ise sadece Sari Irmak civarinda ufak bir devlet seklinde görülen Çin, ilk insan kalintilarinin (Sinantropus Pekinensis) bulundugu yerlerden biridir. Çin uygarligi, genellikle, kapali bir uygarlik olarak nitelendirilmistir. Ancak Türklerle ve Hintlilerle yakin iliski içinde olduklari bilinmektedir. Bu etkilesim sonucunda Türklerin kullandiklari On Iki Hayvanli Türk Takvimi’ni benimsemislerdir. Hint uygarligindan ise, özellikle matematik konusunda etkilendikleri bilinmektedir. On ikinci yüzyildan itibaren yapilan seyahatler sonucunda, matbaa ve barut gibi teknik buluslar, Avrupa’ya Çin’den götürülmüstür.

Çin’de kullanilan sayi sistemi on tabanlidir. Ayrica, islem yapmalarini kolaylastiran, abaküs ve çarpim cetveli gibi bazi basit aletler de kullanmislardir. Diger uygarliklardan farkli olarak Çin’de daha çok aritmetik ve cebir bilimleri gelisme göstermis ve hatta geometri problemleri bile bu iki disiplinden yararlanilarak çözülmeye çalisilmistir.

Çin astronomisi, diger uygarliklardan bazi temel farkliliklar gösterir; takvim hesaplamalarinda, diger uygarliklarin Günes veya Ay’i esas almalarina karsin, Çin uygarliginda yildizlar esas alinmistir ve diger sistemlerde yillik hesaplamalar kullanilirken, burada günlük hesaplamalar kullanilmistir. Ayrica Çinlilerin, temel koordinat düzlemi olarak ekliptik düzlemi yerine ekvator düzlemini benimsedikleri görülmektedir. Çin astronomisi, bu açiklamalardan da anlasilacagi gibi, bir yildiz astronomisidir ve gözle görülebilen yildizlarin yaninda, kuyruklu yildizlar ve kutup yildizi hakkinda ayrintili bilgiler içermektedir. Teknik açidan da devrine nispetle oldukça gelismis bir düzeyde bulunan Çin astronomisinde, Galilei’den önce Günes lekeleri konusunda bilgi verildigi görülmektedir (M.Ö. I. yüzyil). Ayrica astronomi metinlerinde, meteor ve meteoritler ile nova ve süpernovalar hakkinda kayitlara da rastlanmaktadir.

Çin tibbi, evren, doga ve insan arasinda siki bir iliskinin bulundugu anlayisina dayanir. Çinli düsünürler, evrenin sürekli bir olusum içinde olduguna inanirlar; onlara göre, bu sürekli devinim daima bir baslangica dönüsü içerir. Evrensel sistemin bir parçasi olan insan, ikilem gösteren yin ve yang ilkesinin (iyilik ve kötülük, hastalik ve saglik gibi) etkisi altindadir. Geleneksel Çin tibbinin tedavi sekillerinden olan masaj ve akupunktur yöntemleri günümüzde de kullanilmaktadir. B. Hindistan’da Bilim

Hindistan’daki bilimsel etkinliklerin baslangicini M.Ö. 5000′lere kadar geriye götürmek mümkündür; ancak bilim gibi düzenli bir bilgi toplulugunun olusumu için yaklasik M.Ö. 2500′leri beklemek gerekmistir. Erken dönemlere iliskin bilgileri Vedik metinlerden ve nispeten daha geç tarihli olan Siddhantalardan edinmek olanaklidir.

Hindistan’da kullanilan sayi sistemi, on tabanli (yani desimal) olup, erken tarihlerden itibaren konumsal rakamlandirma yönteminin benimsendigi görülmektedir. Sifiri ilk defa Hintli matematikçiler kullanmistir. Sayi sistemindeki bu erken tarihli gelisme, aritmetigin gelisim hizini büyük ölçüde etkilemistir.

Daha sonra Pythagorasçilara mal edilecek olan Pythagoras Teoremi’nin çözümü ile ilgili erken çözüm örneklerine Hintlilerin geometrik metinlerinde rastlamak mümkündür.

Cebir alaninda birinci ve ikinci derece denklem çözümleriyle ilgilenmisler ve trigonometri alaninda ise, sinüs ve kosinüs fonksiyonlarini kullanmislardir.
Daha sonra Hintlilerin aritmetik, cebir ve trigonometri konusundaki bilgileri Sanskrit dilinden Arapça’ya yapilan çeviriler yoluyla Islâm Dünyasi’na aktarilacak ve buradaki bilimsel uyanista önemli bir rol oynayacaktir; on ikinci yüzyildan itibaren Arapça’dan Latince’ye yapilan çeviriler sonucunda ise, Hiristiyan Dünyasi bu bilgilerle tanisacaktir.

Hintlilerin evreni Yer merkezlidir ve astronomiden söz eden metinlerde Ay ve Günes’in hareketleri ve tutulmalari, Yer, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün hareketleri, Yer ve Günes’in birbirlerine uzakliklari hakkinda ayrintili bilgiler verilmistir. M. S. besinci ve on ikinci yüzyillar arasinda konuyla ilgili yapmis olduklari çalismalarda ise, trigonometrik oranlari da dikkate almak suretiyle, Günes-Yer, Ay-Yer uzakliklarini, Günes, Ay ve diger gezegenlerin konumlarini ve dolanim periyotlarini hesaplamaya çalismislar ve bunlarla ilgili sayisal degerleri içeren eserler birakmislardir. Bunlardan Aryabhata adindaki bir astronom ilk defa Yer’in kendi etrafindaki hareketinden söz etmistir.

Hint tibbi, baslangicindan itibaren Hint felsefesi ve kozmolojisiyle iç içe gelismistir. Onlara göre, canli varliklar evrenin küçük bir modelidir ve dogadaki diger varliklar gibi, toprak, su, hava, ates ve eterden meydana gelmistir. M.Ö. üçüncü yüzyildan itibaren gelisen tipla ilgili sistemler konuya yeni bakis açilari getirmistir. Bunlardan Yoga Okulu, saglikli olabilmek için beden disiplinin yani sira, zihin disiplinini de sart kosarken, yine ayni dönemlerde ortaya atilan bir baska görüs, beden yapisinin temelde kimyasal esaslara dayandigini, dolayisiyla tedavinin de ayni esaslara dayanmasi gerektigi tezini savunmustur.

Hint uygarligindaki bilimsel ugraslar, bilimin gelisimi üzerinde oldukça etkili olmustur. Bu etki ilk dönemlerde tacirlerin, seyyahlarin ve askerlerin yardimlariyla gerçeklesirken, daha sonraki dönemlerde, dogrudan dogruya bilginler ve çevirmenler yoluyla gerçeklesmistir.

B. Orta Asya’da Bilim

Orta Asya bilim tarihi M.Ö. 8000′lere ve hattâ çok daha eskilere kadar götürülmektedir. Arkeologlar tarafindan bugün de sürdürülmekte olan kazilarda, tas devrinden kalma çanak ve çömleklere, çakmak tasindan ve tastan yapilmis topuz veya kargi biçimindeki silahlara, bugday ve arpa yetistirildigine iliskin izlere rastlanmistir.

Daha sonra, demir kullanilincaya kadar geçen süre içinde hayvanlar evcillestirilmis, bakir ve kursundan çesitli esyalar yapilmistir. Ilk defa alasim olarak bronzu kullanan Türklerdir

Demir devrinden sonra, iklim kosullarinin bozulmasi nedeniyle, Türklerin güneye dogru göç ettikleri görülmektedir. Orta Asya’da ati evcillestirmisler ve M.Ö. 2800 yili siralarinda arabayi icat etmislerdir.

Türkler, evrenin bir kubbe biçiminde oldugunu düsünüyorlardi. Bu kubbe, altin veya demirden bir kazik, yani Kutup Yildizi çevresinde, muntazam bir hizla dönüyordu. Burçlari tasidigi düsünülen ekliptik çarki ise buna dik olarak yerlestirilmisti. Gökteki bu düzen, Yeryüzü’ne de yansimisti. Kutup Yildizi’nin tam altinda, Yeryüzü’nün yöneticisi olan hakanin oturdugu kent bulunuyor ve Ordug adi verilen bu kentin plâni da göksel düzeni yansitiyordu. Merkezde kesisen iki ana yol vardir. Nasil gök, kutup yildizinin çevresinde dönüyorsa, toplumdaki isler de hükümdarin çevresinde döner.

Bilinen ilk Türk yazili aniti Göktürk devleti (552-745) döneminden kalma Orhun Yazitlari’dir. Göktürkler On Iki Hayvanli Türk Takvimi’ni kullanmislardir. Takvimde her yila bir hayvanin adi verilmistir. Bunlar siçan, öküz, kaplan, tavsan, ejder, yilan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuzdur. On iki yil süren her devreden sonra ayni adlari tasiyan ikinci bir devre baslar. Devreyi teskil eden hayvanlar devrederken ait olduklari yillarin özelliklerini de belirliyordu. Bir gün on iki esit kisma ayrilir ve her birine “çag” denirdi. Yani bir çag iki saate karsilik geliyordu. Bu çaglara da yine on iki hayvanin adi veriliyordu. Gün gece yarisi, yil da ilkbahar baslangici ile baslardi. Dört mevsim vardi. Yil, altmis günlük alti haftaya ayrilmisti. Bu on iki hayvanli takvim daha sonra, on üçüncü yüzyilda da kullanilmistir.

C. Misir’da Bilim

Nil nehri civarinda gelisen Misir uygarligi M.Ö. 2700 yillarindan itibaren matematik, astronomi ve tip konularindaki etkinliklerle parlamistir. Misirlilar matematiklerinde, kullandiklari on tabanli hiyeroglif rakamlariyla, sayilari sembollerle ifade etme safhasina ulasmislardir. Bu rakamlarla çesitli matematik islemlerini yapabilmisler ve cebir islemlerine çok benzeyen ve diger uygarliklarda da görülen “aha hesabi” adli bir hesaplama yöntemi gelistirmislerdir. Bu hesaplamada “yanlis yoluyla çözüm” teknigi kullanilmistir. Geometrilerinde ise alan ve hacim hesaplari yapiyorlardi. Mimari alaninda Misirlilardan kalan eserler arasinda en önemli yeri piramitler tutar; onlar birer mimari harikasidir. Misirlilar gökyüzü olaylarini dinî açidan yorumlamislardi. Gök cisimlerini tanri olarak kabul etmisler ve gök yüzündeki olaylarin da tanrilarin faaliyetleri olduguna inanmislardi; yani astronomileri dinî ögelerle iç içe idi. Takvimleri Günes takvimi idi ve yil uzunlugu 365 gün olarak kabul ediliyordu. Günümüzde kullanilan takvimin temelinde Misir takvimi yer alir. Günün 24 saate bölünme gelenegini de Misirlilara borçluyuz.

D. Mezopotamya’da Bilim

Dicle ve Firat deltasi, Asya, Afrika ve Avrupa arasinda köprü vazifesi gören bir kavsak bölge olarak büyük bir uygarligin gelismesine çok elverisli bir yerdi. Burada gelisen Mezopotamya uygarliginin baslangici M.Ö. 3000 yillarindan öncesine gider. Bu uygarligi Sümerliler, Akadlilar ve Babilliler ortaya koymustur. Bilimsel faaliyetler olarak daha çok zaman ölçme, alan hesaplama, sulama kanallarini organize etme, degis-tokus gibi günlük yasamin gereklerine uygulanan astronomi ve matematik bilgileri ile karsilasilir.

Modern astronominin temelinde Mezopotamya astronomisi bulunur. Onlar mitolojiye ve dinî inançlara dayanan astronomiden laik ve matematiksel astronomiye geçmeyi basarabilmislerdir. Evrenin, Yer, gök ve ikisi arasinda bulunan okyanustan olustuguna inaniyorlardi. Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenlerini ve on iki takim yildizini taniyorlardi. Söz konusu bes gezegenin tutulma düzlemi yakininda dolastigini saptamislardi. Ay yilina dayanan takvimleri daha sonraki dinî takvimlere ve Islâm Dünyasi’ndaki hicrî takvime temel olusturmustur. Günü 12 saate, saati 60 dakikaya, dakikayi da 60 saniyeye bölmüslerdi. Günes, Ay ve bes gezegene bagli olarak bir hafta 7 gün olarak kabul edilmis, ve bu 7 günlük hafta Romalilar vasitasiyla Avrupa’ya geçmis ve oradan da bütün dünyaya yayilmistir. Ay ve Günes tutulmasi tahminlerini yapabilecek düzeyde astronomi bilgisine sahiptiler.

Mezopotamyalilar cebirin kurucusudurlar. Gelismis bir rakam sistemine sahip olmalari cebir konusunu da ilerletmelerine yol açmistir. Birinci ve ikinci derece denklemlerini belirli gruplar halinde siniflamislar ve her grup için ayri çözüm formülleri vermislerdir. Geometrileri analitik idi. Yani, geometri problemlerinin çözümü genellikle cebir yoluyla ele alinmaktaydi. Thales Teoremi’ni dik üçgenler için bulmus, ve kullanmislardir. Pythagoras Teoremi’ni de biliyor ve kullaniyorlardi. Daireyi 360 dereceye bölen de Mezopotamyalilardir.

E. Anadolu’da Bilim

Cografi konumu çesitli bölgelerle bir köprü niteliginde olan Anadolu yarimadasindan ilk uygarliklarin tarihi M.Ö. 8000′lere kadar götürülmekte olup, bu uygarligin bugünkü Aksaray ili civarinda oldugu belirlenmektedir. Daha geç tarihli olanlar arasinda ise Hitit, Urartu, Firig ve Lidya uygarliklari sayilabilir.

Hititlerin Mezopotamya kökenli “sekel” ve “mina” adli agirlik birimlerini kullandiklari, en çok bakir ve tunçtan esyalar yaptiklari, çivi yazisi ve hiyeroglif yazi olmak üzere iki çesit yazilari olduklari bilinmektedir.

Van gölü civarinda gelisen Urartu uygarliginda ise çivi yazisi ve resim yazisi kullanilmis, yapmis olduklari kaplarin üzerine, onlarin hacimlerini yazmislardir.

En önemli merkezleri Gordion ve Midas olan Firigya uygarliginin Fenike alfabesinin Bati’ya yayilmasinda önemli rolü olmustur. Ayrica, Kybele adi verilen ana tanriça kültü de bu uygarliktan Yunanlilara geçmistir. Bakir-kalay alasimi olan tunçtan esyalar yapmislar, bazi müzik aletlerini icat etmisler (simbal, flüt gibi), kilim dokumuslardir. Kilim için kullandiklari “tapetes” adi bugün Fransizcada “tapis” biçimini almistir.

Bati Anadolu’daki Lidya uygarliginin en büyük basarisi ise parayi icat etmis olmasidir. Böylece o dönemin ekonomik hayatinda büyük gelisme saglanmis, modern ekonominin temelleri atilmistir.

YUNAN DÖNEMİ

Yunan Dönemi iki kisma ayrilmaktadir. M.Ö. sekizinci yüzyildan Büyük Iskender’in ölümüne (M.Ö. 323) kadar geçen dönem Hellenik Çag ve Romalilarin, Ptolemaios Kralligi’na son verdikleri M.Ö. 30 yilina kadar geçen dönem ise Hellenistik Çag olarak adlandirilmaktadirlar.

Bu dönemde bilim ve felsefe alanlarinda büyük bir atilim gerçeklestirilmis ve Yunan bilginleri ve düsünürleri evren, dünya ve dünyanin üzerinde bulunan canli ve cansiz varliklara iliskin bilgi üretmeye baslamislardir.

A. Hellenik Çag’da Bilim

Bu dönemde doga bilimleri büyük bir gelisme göstermis ve özellikle Aristoteles ve onun yolundan giden Aristotelesçiler bitkilere ve hayvanlara iliskin bilimsel ve yari-bilimsel bilgileri derleyerek botanik ve zooloji alanlarin temellerini atmislardir.

a. Doga ve Bilgi Felsefesi


Bu dönemde önce Varlik Sorunu, daha sonra Bilgi Sorunu gündeme gelmistir. Varlik Sorunuyla ilgilenen Thales, Anaximandros, Anaximenes ve Herakleitos gibi düsünürler, bütün varliklari olusturan ve Arkhe adi verilen Ilk Temel Öge’yi aramislar, Bilgi Sorunu’yla ilgilenen Platon ve Aristoteles gibi düsünürler ise dogru bilginin yapisi ve yöntemi üzerinde çalismislardir.

Bu dönemi önceki dönemlerden ayiran en önemli özellik, dogal varliklarin ve olgularin doga-üstü nedenlerle degil, dogal nedenlerle açiklanmasidir.

* Aristoteles

Aristoteles döneminde politik yapi degismis ve Yunan Dünyasi yavas yavas Makedonyalilarin hakimiyetine girmeye baslamistir.
Makedonya Kralligi’nin güçlenmeye basladigi bu dönemde yasayan Aristoteles, Ege Denizi’nin kuzeyinde bulunan Stageria’da dogmustur (M.Ö. 384-322). O dönemde, Stageria’da Iyon kültürü egemendir ve Makedonyalilarin buralari istila etmeleri bile bu durumu degistirmemistir. Bu nedenle Aristoteles’e bir Iyonya filozofu denilebilir.

Aristoteles’in matematik bilgisi arastirmalarina yeterli olacak düzeydeydi; bilimleri matematik, fizik ve metafizik olarak üç bölüme ayirirken, Platon gibi, matematige – yani aritmetik, geometri, astronomi ve müzik bilimlerine – bir öncelik tanimisti; ancak uygulamali matematikle ilgilenmiyordu. “Esit seylerden esit seyler çikarilirsa, kalanlar esittir.” veya “Bir sey ayni anda hem var hem de yok olamaz (üçüncü durumun olanaksizligi ilkesi)” gibi aksiyomlarin bütün bilimler için ortak oldugunu, postülalarin ise sadece belirli bir bilimin kurulusunda görev yaptigini söyleyerek, aksiyom ile postüla arasindaki farkliliga isaret etmisti. Aristoteles’in, süreklilik ve sonsuzluk hakkinda yapmis oldugu temkinli tartismalar, matematik tarihi açisindan oldukça önemlidir. Sonsuzlugun gerçek olarak degil, gizil olarak varoldugunu kabul etmistir.

Aristoteles, astronomiye iliskin görüslerini Fizik ve Metafizik adli yapitlarinda açiklamistir; bunun nedeni, astronomi ile fizigi birbirinden ayirmanin olanaksiz oldugunu düsünmesidir. Aristoteles’e göre, küre en mükemmel biçim oldugu için, evren küreseldir ve bir kürenin merkezi oldugu için evren sonludur. Yer evrenin merkezinde bulunur ve bu yüzden, evrenin merkezi ayni zamanda Yer’in de merkezidir. Bir tek evren vardir ve bu evren her yeri doldurur; bu nedenle evren-ötesi veya evren-disi yoktur. Ay, Günes ve gezegenlerin devinimlerini anlamlandirmak için Eudoxos’un ortak merkezli küreler sistemini kabul etmistir.

Acaba Aristoteles bu kürelerin gerçekten varolduguna inaniyor muydu? Elimizde buna iliskin kesin bir kanit bulunmamakla birlikte, geometrik yaklasimi mekanik yaklasima dönüstürmüs olmasi, inandigi yönündeki görüsü güçlendirmektedir. De Caelo’da (Gökler Üzerine) yapmis oldugu en son belirlemelere göre, en dista bulunan Yildizlar Küresi, yani evreni harekete getiren ilk hareket ettirici, ayni zamanda en yüksek tanridir. Metafizik’te ise, Yildizlar Küresi’nin ötesinde, sevenin sevileni etkiledigi gibi gökyüzü hareketlerini etkileyen, hareketsiz bir hareket ettiricinin bulundugunu söylemistir. Öyleyse Aristoteles, yalnizca gökcisimlerinin tanrisal bir dogaya sahip olduguna inanmakla kalmamakta, onlarin canli varliklar oldugunu da kabul etmektedir. Bu evrenbilimsel kuram, Fârâbî ve Ibn Sinâ gibi Ortaçag Islâm Dünyasi’nin önde gelen filozoflari tarafindan da benimsenecek ve Kuran-i Kerim’de tasvir edilen Tanri ve Evren anlayisiyla uzlastirilmaya çalisilacaktir.

Aristoteles’in olusturdugu bu fizik ve evren görüsü kendisinden sonra az çok degisime ugramissa da uzun yillar egemen olmus ve Galileo’nun yaptigi çalismalarla geçersiz hale getirilmistir.

Aristoteles’ten önce de hayvanlar üzerinde arastirmalar yapan bilginler vardi, ama zoolojinin, yani hayvanlar biliminin kurucusu Aristoteles olmustur. Aristoteles, hayvanlar üzerinde yapmis oldugu gözlemlerden çikarmis oldugu bulgulari, Historia Animalium, (Hayvan Incelemeleri) De Partibus Animalium (Hayanlarin Bölümleri Üzerine) ve De Generatione Animalium (Hayvanlarin Türeyisi Üzerine) adli yapitlarinda toplamistir; bu üç yapit, birbirleriyle baglantilidir; ancak birincisi hayvanlarin tasviri, ikincisi morfolojisi ve üçüncüsü ise üremesi ile ilgilidir.

* Milet Okulu

Yunanlilardaki bilimsel çalismalar, Izmir’in güneyinde, Söke-Milas yolunun batisinda, bugünkü Balat koyunun yakinlarindaki Milet kentinde baslamistir. Gezginler ve tacirler araciligiyla Dünya’nin uygar ülkelerinden tasinan bilgiler ve beceriler burada yeniden islenip degerlendirilmis ve yeni bir kimlige kavusturulmustur.

* Homeros

M.Ö. 8. yüzyilda Izmir yöresinde veya Sakiz adasinda yasadigi sanilan Homeros, Yunan duygu ve düsüncesinin ilk ürünleri olan Ilyada ve Odysseia adli destanlarin derleyicisidir. Troya savasina iliskin söylenceleri toplayan Ilyada’da eski Yunanlilarin gelenek ve görenekleri, dinî ve felsefî inançlari ve Çanakkale yöresinin tarihî cografyasi hakkinda önemli bilgiler vardir. Konusu, kurulusu ve anlatim yöntemleri bakimindan Ilyada’dan farkli olan Odysseia’da ise Troya’nin yikilisindan sonra, yurdu Ithake’ye dönmek üzere yola çikan Akha önderlerinden Odysseus’un on yil süren yolculugu sirasinda basindan geçen olaylar anlatilir. Bu destanda da ayni türden bilgilere rastlamak mümkündür.

MÖ. 4. yüzyilda Atina’da yaziya aktarilan Homeros destanlarindaki dinî anlayis Atinalilar tarafindan aynen benimsenmis ve Ilyada ve Odysseia Yunan egitiminin temeline yerlestirilmistir. Bunlarin Yunan toplumundaki islevi, M.Ö. 4. yüzyilda Platon’un Devlet’inde elestirilinceye degin hiç sorgulanmamistir.

* Parmenides

Ksenofanes’in yetistirmis oldugu ögrencilerin en önemlilerinden birisi Parmenides’ti. Parmenides, görüneni degil, görünenin arkasindakini ariyordu; çünkü gerçek orada saklanmisti. Ona göre, gerçege, gözlem ve deney ile degil, mantiksal düsünmeyle ulasilabilirdi. Bir matematikçi gibi, “yokluk, bos bir mekandir; mutlak bosluktur; yokluk yoktur ama düsünülebilir” diyordu.

Parmenides, evrenin sinirli oldugunu söylüyordu; evren, bütün uzayi doldurur ve küreseldir; degismez ve ölmez. Degisme ve bunun nedeniymis gibi görünen hareket gerçek degildir. Algilarimiz bizi aldatmaktadir.

* Platon


Soylu bir aileye mensup olan Platon, M.Ö. 428 yilinda Atina’da dogmus ve iyi bir egitim görmüstür. 20 yasinda Sokrates’le karsilasinca felsefeye yönelmis ve hocasinin ölümüne kadar (M.Ö. 399) sekiz yil boyunca ögrencisi olmustur; hocasi ölünce, diger ögrencilerle birlikte Megara’ya gitmis ama burada uzun süre kalmayarak önce Misir’a, oradan da Pythagorasçilarin etkili olduklari Sicilya ve Güney Italya’ya geçmistir. Bir ara korsanlarin eline düsmüs, fidye vererek kurtulduktan sonra, kirk yaslarinda Atina’ya dönmüstür. Atina’da Akademi’yi kurarak dersler vermeye baslayan Platon, M.Ö. 347 yilinda 81 yasindayken ölmüstür.

Platon’un amaci, ögrencilerine bilgi askini asilayarak, onlari filozof bir yönetici olarak yetistirmektir; bu yüzden ahlak ve siyasete agirlik vermis, ancak bunlari mantik ve matematikle temellendirmeyi ihmal etmemistir.

Platon’a göre, insanlar bir magaranin içinde yasarlar ve yüzleri magara girisinin karsisinda bulunan duvara dönük oldugu için sadece ve sadece buraya düsen gölgeleri görebilirler; duyumlarimiz yoluyla varligindan haberdar oldugumuz bu görünümler, gerçek degil, gerçegin iyiden iyiye bozulmus gölgeleridir; gerçegi görmek isteyen bir kimsenin, akil yoluyla duyusal zincirlerden kurtularak basini magaranin girisine çevirmesi ve orada geçit töreni yapmakta olan idealari, yani görüntülerin olusumunu saglayan gerçek biçimleri seyretmesi gerekir. Bu nedenle bu alemde duyumsadigimiz varliklar birer gölgedir ve asil var olan seyler, bu gölgeler ve bu yanilsamalar degil, onlarin ardindaki ölümsüz idealardir. Mesela bir at ne kadar olaganüstü olursa olsun, zamanla bozulur ve kaybolur; oysa at ideasi ezelî ve ebedîdir, degismez.

Öyleyse, degisim içinde bulunan görüntülerin bilgisini bir yana birakarak, hiçbir zaman degismeyen idealarin bilgisine ulasmak gerekir; felsefenin amaci bu olmalidir; gerçek bir filozof, bu aldatici görünümlerin ardina saklanmis olan mutlak bilgiyi, yani idealarin bilgisini yakalayabilen kisidir. Platon böylece bilginlerin yolunu da çizmis olmaktadir; çünkü Ilkçag ve Ortaçag’da bilim ve felsefe birbirlerinden ayri birer etkinlik olarak görülmemistir.

Yapitlarindan anlasildigi kadariyla, Platon daha çok ahlak ve siyasetle ilgileniyordu. Devlet, Yönetici ve Kanunlar adli kitaplarinda ideal bir devletin nasil olmasi gerektigini sorgulamis ve savundugu görüsler, daha sonra Fârâbî ve Ibn Sinâ gibi Islâm filozoflarinin siyaset anlayislarinin biçimlenmesine büyük katkilarda bulunmustur.

Matematik, Platon’un gözünde çok önemli bir bilimdi; çünkü onunla gerçek bilgiye, yani Tanri Ideasi’na ulasmak olanakliydi; zaten Tanri’nin kendisi de bir matematikçiydi.

Platon’a göre, matematik, gölgeler alemi ile idealar alemi arasinda bir ara alem veya iki alemi birbirine baglayan bir geçittir. Platon Akademi’nin kapisina “Geometri bilmeyen bu kapidan girmesin.” diye yazdirmistir. Platon uygulamali matematigi sevmemis ve bu nedenle cetvel ve pergelin disinda bir araç kullanmaya yanasmamistir.

Platon da dogaya Pythagorasçilar gibi bakar ve gerçegin kilidini açacak anahtarin aritmetik ve geometri olduguna inanir. Matematikle ilgili orijinal denebilecek bir çalismasi yoktur; katkilari daha çok felsefîdir. Platon’un matematige iliskin görüsleri ve çalismalari sonucunda, matematik, diger bilimler arasinda seçkin bir konuma yerlesecek ve yüzyillardan beri süregelmekte olan bilimsel egitim ve ögretimin esas ögesini olusturacaktir.

Platon’a göre evren küreseldir ve merkezinde Yer bulunur; Yer, küresel ve hareketsiz bir gökcismidir ve evren, Yer’in de merkezinden geçen eksen çevresinde 24 saatte bir dönüs yapar; Günes, Ay ve gezegenler bu hareketle tasinirlar ama onlarin da kendilerine özgü hareketleri vardir. Iste bu hareketleri yüzünden, gezegenler, ekliptik kusagi üzerinde spiral dolanimlar yaparlar.

Gezegenlerin düzgün dolanimlari bir Tanri’nin var oldugunu ilham eder. Nasil bir saatin mekanizmasi ve düzenli isleyisi, onun bir yapicisi ve bir ustasi oldugunu ama bu yaraticinin saatin içinde degil disinda bulundugunu düsündürürse, gezegenlerin dolanimlari da, tipki bunun gibi, gezegenlerin birer tanri olmadiklarini, ancak bu düzenli dolanimlarinin ardinda akilli ve becerikli bir ustanin, yani bir Tanri’nin bulundugunu sezdirir. Bu görüs, sonralari Hiristiyan ve Müslüman filozoflari ve ilahiyatçilari tarafindan Tanri’nin varliginin en önemli kanitlarindan biri olarak kullanilacaktir.

Platon, ideal bir devlet tasarimindan önce, bir toplumun nasil dogdugunu incelemistir; ona göre, toplumlarin olusma nedeni, insanlarin kendi kendilerine yetmemeleridir; kisacasi, insan ancak yardimlasarak yasayabilen bir varliktir; bu durum firinci, tacir, çoban, çiftçi ve mimar gibi çesitli mesleklerin dogmasina ve bu meslek erbabinin yardimlasmasina neden olur.

Fakat insanlar, kendilerinin ve yakinlarinin geleceklerini güven altina almak için, daima gereksinimlerinden fazlasini isterler; daha çok altin, daha çok gümüs ve daha çok fildisi biriktirmeye çalisirlar. Yavas yavas üstünde yasadiklari topraklar kendilerine yetmez olur ve komsularinin topraklarina tecavüz ederler. Savaslar çikar; öyleyse bir de koruyuculara ve bekçilere gereksinim vardir.

Giderek, yurttaslar arasindaki anlasmazliklari giderecek mahkemeler ve hastalari iyilestirecek hastaneler gibi daha karmasik kurumlar belirir; ancak Platon, adaleti mahkemelerde aramaya karsidir. Bu konuda söyle der :

“Insanlarin dogruyla egriyi kendi kendilerine ayiramayip mahkeme ve yargica basvurmalari, adaleti baskalarindan beklemeleri çirkin bir sey degil midir?”

Platon hekimlerle ilgili olarak da bir seyler söyler; bir hekimin görevi, hastalarini en kisa sürede iyilestirmektir, yoksa hasta bedenlerini sürüklemelerine yardimci olmak degildir:

“Iste Asklepios, bu gerçegi biliyordu. Bu nedenle, hekimligi, yalnizca bedenleri saglam olup da geçici bir hastaliga tutulmus insanlar için kullandi.”

Sagliksiz bireylere ise, hayat hakki tanimiyordu:

“Hekimler, yurttaslar arasinda bedenleri ve ruhlari iyi olanlara bakmali, böyle olmayanlari ise ölüme terketmelidir.”

Platon, halki bir koyun sürüsüne benzetir; yöneticiler bu sürünün çobanlari, koruyucular, yani askerler ise çoban köpekleridir. Öyleyse, insanlari yönetmek aslinda bir sürüyü yönetmekten farkli degildir; Sâmî dinlerinde de bu anlayisa rastlanmaktadir.

Bu kalitsal oligarsiyi koruyabilmek için çözülmelere ve bozulmalara karsi direnmek gerekir. Çözülmelerin ve bozulmalarin baslica nedeni, maddî ve cinsî istahtir. Bu nedenle Cumhuriyet’in seçkinleri, yalnizca serveti degil, fakat ayni zamanda esleri ve çocuklari da toplumsallastirmalidir. Platon’a göre bu ahlaksizlik degildir; çünkü bu yolla herkes birbirine sevgili ve herkes birbirine kardes olacaktir; çocuklar, toplumun çocuklari oldugu için devlet tarafindan yetistirilecek ve kisacasi devlet ile aile özdeslesecektir.

Platon’a göre, zenginlik ve fakirlik, iyi insanlari bozar ve ise yaramaz bir hale getirir; kisacasi bunlar devlete sokulmamasi gereken iki büyük düsmandir. Biri insani sefahate ve atalete sürükler, digeri ise bayagilastirir ve asagilastirir.

Yönetici olacak bir kisinin, öncelikle filozof olmasi gerekir; çünkü filozoflar, idealar alemine yükselmis ve orada dogrunun ve iyinin gerçek örneklerini görmüslerdir. Böylece devletin basinda olanlar, gölgeler için çarpismayacaklar, basa geçmek büyük bir ayricalikmis gibi kim basa geçecek diye birbirlerini yemeyeceklerdir. Platon devletin basina geçeceklere öncelikle matematik ve astronomi bilimlerinin ögretilmesi gerektigini söyler :

* Sokrates

Bütün insanlik tarihinin en saygin kisilerinden birisi olarak taninan Sokrates de aslinda bir sofisttir. Atina’da dogmus (M.Ö. 470) ve iyi bir egitim görmüstür. Babasi, onu kendi mesleginde, yani bir heykeltiras olarak yetistirmek istedigi halde, Sokrates felsefeye ilgi duymustur. Meydanlarda, tiyatrolarda ve yollarda felsefî tartismalarin yapildigi bir ortam içinde böyle bir istek gayet dogaldi. Sokrates, aritmetik, geometri, astronomi ve politikaya iliskin yeterli düzeyde bilgiye sahipti. Çok basit bir yasam sürmüstü. Her ne kadar görüslerinin çok etkili oldugu kabul edilmisse de, hiçbir yapit kaleme almamistir. Onu iki ögrencisi, Platon ve Ksenofanes’in yazdiklarindan tanimaktayiz.

Sokrates diger sofistlerden çok farkliydi. Düzenli bir ögretim yapmiyor ve ögrencilerinden ücret almiyordu. “Kendini bil!” ilkesi dogrultusunda, düsünürlerin bakislarini evrenden insana çevirmisti. Evreni anlamlandirmadan önce kendimizi anlamlandiralim; “Biz kimiz?” bu sorunun yanitini verelim diyordu. Bu nedenle, yalnizca bir tarlayi ölçebilecek düzeydeki geometri bilgisini yeterli buluyor, daha zor matematik problemleriyle ugrasmanin yararsiz olduguna isaret ediyordu. Ona göre, insanlara, pratik ahlak kurallarini ögretmek daha isabetli olacakti. Böylece Sokrates, kuramsal bilim ve uygulamali bilim tartismasini da açmis oluyordu.

Sokrates ilk anlambilimcidir; anlamlari belirlenmemis kavramlarin ve terimlerin kullanilmasinin sakincalarina temas etmistir. Her çesit bilgide, kavramlarin ve terimlerin açik ve seçik bir biçimde tanimlamalarinin yapilmasi gerektigini savunmus olmasi, dolayli yoldan da olsa, bilimin ilerlemesine küçümsenemeyecek ölçüde katkida bulunmustur.

* Thales

Thales M.Ö. 624 yilinda dogmus ve M.Ö. 548 yilinda ölmüstür. Varlikli bir tacirdi. Yunanli yedi bilgeden birisi olarak kabul edilmekteydi.
Ilk Yunan matematikçisi Thales’tir.
Thales’le birlikte geometri ilk defa dedüktif (yani tümdengelimsel) bir bilim dali haline geldi.

Thales astronomiyle de ilgilenmis ve tarih kitaplarina ilk Yunan astronomu olarak geçmistir. Gökyüzündeki yildizlari gözlemlerken bir kuyuya düstügünü herkes bilir. 28 Mayis 585 yilinda gerçeklesen Günes tutulmasini daha önceden tahmin etmis olmasina ragmen, Yer’in bir disk biçiminde oldugunu düsündügünden, Ay ve Günes tutulmalarinin nedenlerini bilmesi olanaksizdi.

Misirlilardan yilin 365 gün oldugunu ögrenmisti. Kuzey yönünün bulunmasinda Küçük Ayi’nin kullanilabilecegini biliyordu ve Yunan gemicilerine Küçük Ayi takim yildizini gözlemleyerek seyahat etmelerini önermisti. Nitekim denizci bir millet olan Fenikeliler de Büyük Ayi’yi kullaniyorlardi.

Thales her seyin aslinin su oldugunu söylüyordu; su, kati, sivi ve gaz olmak üzere üç durumda bulunabilirdi. Suyun olmadigi yerde hayatin da olmayisi, bu maddenin aslî olusunun en güçlü kanitlarindan biriydi. Thales, bu görüsleri ve Homeros’un hikayelerini bir yana birakan gözlemsel düsünceleri nedeniyle bilimin dogusunda önemli bir rol oynamistir.

Aristoteles’e göre, Thales, miknatisin demir tozlarini çekmesi nedeniyle canli olduguna inaniyordu. Nasil bir yorum getirirse getirsin, miknatistan söz eden ilk kisi de Thales’ti.
 
Top