Albert Einstein Yazıları...

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Albert Einstein Yazıları...


Eğitim Üstüne - Albert Einstein

Bir kutlama günü genel olarak her şeyden önce bir geriye bakış, özel olarak da kültür hayatının gelişmesindeki paylarıyla ün kazanmış kişileri anıştır. Öncülerimize gösterilen bu dostça saygı ihmal edilmemelidir» çünkü geçmişin en iyi insanlarını anmak, yaşayanlar arasındaki iyi niyetlilerin daha yürekli olmalarını sağlar. Ama bunu gençliğinden beri bu devlete bağlı ve onun geçmişiyle senli benli olan biri yapmalı, bir Çingene gibi başı boş dolaşan ve türlü türlü memleketlerden görgü toplayan biri değil.

öyleyse bana düşen yalnız yer ve zaman dışı genel ve evrensel eğitim sorunları üstüne konuşmaktır. Bu konuda yetkili olarak da söz alamam: Nice akıllı ve iyi niyetli kişiler tâ eskilerden beri eğitim üstüne görüşlerini açıkça ortaya koymuşlardır. Pedagoji alanının bir yabancısı olarak ben ne cesaretle düşündüklerimi söyliyebilirim ? Düşüncelerimin kişisel görgü ve inançlarımdan başka dayanağı yoktur. Konu gerçekten bilimsel bir sorun olsaydı, bu durumumu düşünerek, susmam belki daha doğru olurdu.

Söz konusu yaşayan insanlar olunca iş değişiyor. Burada yalnız doğruyu bilmek yetmiyor; tersine, bu bilgiyi yitirmemek için durmadan yenilemek gerekiyor. Bu bilgi çölde her an kumlar altında kalabilecek bir mermer heykele benz yor. Onun hizmetindeki işçiler durmadan çalışmalılar ki heykel hep gün ışığında kalabilsin.

Geleneğin zenginliğini kuşaktan kuşağa aktarmakta en önemli araç ötedenberi okul olmuştur. Bu gerçek çağımızda eskisinden daha da belirlidir. Çünkü ekonomi hayatının gelişmesiyle, gelenek ve eğitimden sorumlu olan aile bir hayli zayıflamıştır. Bu yüzden de insan topluluğunun devamı ve sağlığı eskiden daha çok okula bağlı kalmaktadır.

Kimlerine göre okul yetişen kuşağa mümkün olduğu kadar fazla bilgi vermek içindir. Bunu doğru bulmuyorum. Bilgi cansız bir şeydir, oysa okul canlı varlıkların hizmetindedir. Gençlerde toplumun refahını sağlıyacak değerleri ve yetkileri geliştirmelidir. Ama bu insan tekselliğinin yokedilmesi ve teklerin arılar ve karıncalar gibi toplumun bir âleti haline getirilmesi demek değildir. Çünkü tekleri kalıplaşmış, kişisel özgenliği ve kişisel amacı olmayan toplum, gelişme gücü olmayan fakir bir. toplum kalır. Tam tersine, bağımsız olarak işleyen ve düşünen tekler yetiştirmeğe bakmalı, ama bu tekler hayatlarının en yüce sorunu olarak topluma hizmeti görmelidirler. Aldanmıyorsam bu ülküyü gerçekleştirmeye en fazla yaklaşmış olan ingiliz okul sistemidir.

Bu ülküye ulaşmak için ne yapmalı? Ahlâk dersi mi vermeli? Hiç değil. Sözler .boş seslerdir ve öyle kalırlar, ayrıca cehennem de iyi niyetlerle döşelidir. Kişilikleri yapan, duyular, söylenen şeyler değil, çalışma ve iş görmedir. Onun için eğitim yollarının en önemlisi her zaman öğrenciyi gerçek bir işe süreni olmuştur. Bu iş eğitimi yazı öğrenen ilk okul çocuğuna olduğu kadar doktora adayının tezine de uygulanabilir, hattâ bir şiirin ezberlenmesine, bir yazı ödevine, bir metnin yorumlanıp çevrilmesine, bir matematik probleminin çözülmesine, ya da spor alıştırmalarına.

Ama yapılan her işin arkasında, temelinde bir itki vardır, ki o da işin gerçekleşmesiyle desteklenir ve beslenir. Burada öğrenciler arasında en büyük ayrılıklar ortaya çıkar ve bunların okul için eğitim bakımından değeri birinci derecededir. Ayni işin kaynağında korku ya da zorlama, üstünlük kazanma tutkuları, konuya büyük bir ilgi, gerçeği olabilir. Hattâ her çocukta görülen ama çok kez pek erken zayıflayan o kutsal öğrenme merakı da olabilir. Belli bir işi yapan öğrenci üstüne eğitimin etkisi çok değişik olabilir ve bu değişiklik öğrenciyi sürükleyen zarar korkusu, bencil tutku, keyif ya da rahatlama isteklerine bağlıdır. Okul yönetiminin ve öğretmen davranışlarının da öğrencilerin ruhsal gelişmelerinde etkisi olmadığını kimse ileri süremez.

Bana kalırsa, bir okulda en kötü şey korku, baskı ve herşeyi herkesten iyi bilir görünme yollarına baş vurmaktır. Böyle bir eğitim öğrencide sağlam duyguları, içtenliği, kendine güveni yokeder. Boyun eğen bir insan yetiştirir. Bu çeşit okulların Almanya'da ve Rusya'da tutulmalarına şaşmamalı. Bu memleketin (Amerika) okullarında bu kötü yolun tutulmadığını biliyorum. İsviçrede ve her halde demokratik bir yönetimi olan her memlekette de bu yola gidilmemektedir. Okulları bu en büyük kötülükten kurtarmak da pek o kadar zor değildir..Şu kadarı yeter: Öğretmene mümkün olduğu kadar az zor kullanma hakkı vereceksiniz ve öğrencinin hocasına duyacağı saygının tek kaynağı onun insanlık ve düşünce değerleri olacak.

Öğrenciyi sürükleyen güçlerin ikincisi olarak gösterdiğimiz yükselme tutkusunun, daha yumuşak bir deyimle, kendini gösterme, seçkinleşme isteğinin insan yaradılışında sağlam kökleri vardır. Bu türlü bir itki olmasa insanlar arasında iş birliği kurulamaz, insanın yaptığını başkalarına beğendirme isteği toplumun bağlayıcı güderinin en önemlilerinden biridir. Ancak, bir duygular karmaşığı olan bu isteğin içinde yapıcı ve yıkıcı güçler içi içe girmiştir. Beğenilme, görülme isteği sağlam, temiz bir itkidir, ama başkasından, okul arkadaşından daha yi, daha güçlü, daha akıllı olarak tanınmak isteği insanı kolayca aşırı bir benciliğe düşürebilir, ki bu da hem kendisine hem de topluluğa zararlı olabilir. Onun için öğretmenler öğrencileri daha çok çalıştırmak için, işin kolayına kaçıp kişisel yükselme tutkularını körüklemekten de sakınmalıdırlar.

Bir çokları Darvin'in yaşama savaşı teorisini ve ona bağlanan ayıklanmaya dayanarak yarışmacı eğitimi destekliyorlar. Bazıları da sözde bilimsel çalışmalarla, ekonomik yarışma alanında tekler arasında yıkıcı bir savaşın zorunlu olduğunu ispatlamayı denediler. Ama doğru değildir bu görüş; çünkü insan yaşama savaşındaki gücünü toplum halinde yaşayan bir canlı varlık olmasına borçludur. Bir karınca yuvasında nasıl tek tek karıncaların bir biriyle savaşması yaşamaları için zorunlu değilse, insan toplumda da teklerin yaşamak için birbiriyle savaşmaları şart değildir.

Yaşamanın amacı kaba anlamıyla başarı olduğu inancını gençlere aşılmaktan sakınmalıyız. Çünkü başarı kazanan bir insan başkalarından büyük bir pay alır ve bu pay çok kez onlara gördüğü hizmetin karşılığını kat kat aşar. Bir insanın değeri verdiğiyle ölçülür, alabileceğiyle değil.

Okulda ve hayatta çalışmanın en önemli dürtkeni çalışma zevki, yaptığını görme sevinci ve alman sonucun toplum için değerini bilmedir. Gençlerde bu ruh güçlerini uyandırmak ve artırmak okulun başlıca işidir. Yalnız böylesi bir psikoloji temeline dayanılarak insanlığın en yüce değerlerine ulaşma isteği ve sevinci yaratılabilir: O değerler de bilgi ve sanattır.

Şüphesiz bu dediğim verimli ruh yeteneklerini uyandırmak, zor kullanmaktan ya da kişisel tutkuyu dürtüklemekten daha güç bir iştir, ama bu yolun daha güç olması daha değerli olmasına engel değildir. Önemli olan çocuğun oyun eğilimini, doğal olan kendini gösterme isteğini geliştirmek ve onu toplumun büyük iş alanlarına götürmektir. Böyle bir eğitimin temeli, sonu başarıya ve değerin bilinmesine varan bir çalışma isteğidr. Okul bu temele dayanıp çalışmayı başarırsa yeni kuşaklar ona büyük bir saygı gösterecekler, ve okulun verdiği ödevleri bir çeşit armağan sayacaklardır. Ben okul zamanını tatil günlerinden daha çok seven çocuklar tanıdım.

Böylesi bir okul öğretmenden kendi ala-nında bir çeşit sanatçı olmasını ister. Okulda bu havanın esmesi için ne yapılabilir? Bunun evrensel yolunu bulmak insanın hiç hasta olmamasına çare bulmak kadar zordur. Ama. bazı zorunlu koşulları bulmak mümkündür. İlk olarak, öğretmenlerin böylesi bir okulda yetişmiş olmaları gerekir, ikinci olarak, öğretmene öğreteceği şeyleri ve öğretme yollarını seçmekte büyük bir özgürlük verilmelidir. Çünkü zorlama ve dış baskı öğretmenin de iş görme sevincini öldürür.

Söylediklerimi dikkatle izlediyseniz, belki bir şeye şaşmışınızdır: Gençliğin nasıl bir hava içinde yetişmesi gerektiği üzerinde bir hayli söz ettim, ama öğretilecek konuların seçimi, öğretim yolu üstüne hiç bir şey söylemedim. Daha çok dil mi öğretmeli, yoksa bilimsel teknik öğretime mi önem vermeli?

Buna vereceğim karşılık şudur: Bence bütün bunlar ikinci derecede önemlidir. Bir delikanlı kaslarını işletmiş, cimnastikle, yürüyüşle dayanıklı bir beden edinmişse her türlü beden işinin hakkından gelebilir. Kafa işleri için. de aynı şeyi söyliyebiliriz. Eğitimi şöyle tanımlayan hiç de haksız değilmiş: «Eğitim, okulda öğrenilen herşeyi unuttuktan sonra geriye kalan şeydir.» Onun için ben ne filoloji ve tarih öğretmenini tutanlardan yana olmak istiyorum, ne de tabiat bilimlerinin daha çok öğretilmesini isteyenlerden yana.

Öte yandan okulun, hayatta hemen kullanılacak özel bilgi ve ustalıkları vermesi gerektiği düşüncesine karşı olduğumu da söylemek isterim. Hayatın bizden isteyeceği şeyler o kadar değişiktir ki böylesine özel bir öğretim yapılamaz. Kaldı ki insanın bir âlet yerine konmasını kabul edemiyorum. Okulun amacı her zaman delikanlıyı okuldan bir uzman olarak değil, uyumlu bir kişilik olarak çıkarmak olmalıdır. Bence bu, gençleri belli bir mesleğe hazırlayan teknik okullar için de doğrudur. En başta gözetilecek şey bağımsız olarak düşünme ve karar verme yeteneğini geliştirmektir, özel bilgiler kazandırmak değil. Bir insan konusunun temel ilkelerini benimsemiş, kendi başına düşünmeğe ve çalışmaya ahşmışsa, mutlaka yolunda ilerler, üstelik gelişmelere ve değişmelere, inceden inceye özel bilgiler edinmiş öğrencilerden çok daha kolay ayak uydurur.

Son olarak şunu belirtmek isterim ki burada bir hayli kesin bir dille söylediklerimin, öğrenci ve öğretmen olarak kendi görgülerime dayanan kendimce düşünceler olmaktan başka iddiası yoktur.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
İnsan Hakları - Albert Einstein[

Uzun süren hayatım boyunca bütün gücümle elle tutulabilir gerçekliğin yapısını anlamağa çalıştım. İnsanların daha varlıklı olmaları yolunda, haksızlığa ve baskıya karşı, ya da geleneksel insan bağlarının düzelmesi için düzenli bir çaba göstermedim. Yaptığım sadece şuydu: Uzun aralıklarla, susmanın bir suçu paylaşmak ya da yüklenmek olacağı toplumsal çıkmazlar ve mutsuzluklar karşısında açıkça ne düşündüğümü bildirdim. Böyle durumların son yıllarda gittikçe çoğaldığı açıkça ortada, ama elbet bunun suçlusu olan da ben değilim.

Yıldızlarda yazılı değildir insan haklarının varlığı ve değeri: Tarih boyunca bir takım uyanık insanlar, insanların birbirlerine karşı en iyi davranış yollarının ne olabileceğini düşünmüşler, bunu öğretmişlerdir. Ayrıca en uygun toplum yapısının ne olabileceği konusunda bir takım kavramların gelişmesini sağlamışlardır. Tarih yaşantısından, güzelliğe ve düzene duyulan özlemden gelen bu ülkü ve inançlar kuram olarak insanlarca hemen benimsenmiş, ama ilkel itkilerinin baskısı altında aynı insanlarca her zaman çiğnenmiştir. Tarih insan hakları için açılan sürekli savaşlarla doludur, sonunda kesin zafere bir türlü ulaşamadığımız savaşlarla. Ama böyle bir savaştan vazgeçmek insanlığın yıkımına yol açmak olur.

Bugün, insan hakları deyince, bireyin başka bireylere ya da devlete karşı korunmasını, çalışma hakkını ve emeğinin karşılığında uygun bir kazanç sağlama hakkını, tartışma ve öğretim özgürlüğünü, bireyin yurdunun yönetimine katılma hakkını anlıyoruz.

Bu saydıklarımız, bugün, her ne kadar kâğıt üzerinde hak olarak tanınıyorlarsa da, aslında sömürülmeğe her zaman olduklarından daha elverişlidir. Bu da yasaların boşluklarını bilen bir takım kurnaz hukukçuların aracılığı ile sağlanıyor.

Ayrıca, insan hakları içinde, pek sözü; edilmese bile, büyük önem kazanması kaçınılmaz olan bir hak daha var: Bireyin yanlış ya da zararlı saydığı eylemlere katılmama hakkı ve ödevi. Bunun en önemli örneği de askerlik hizmetine katılmayı reddetmektir. Öyle durumlar biliyorum ki, bu yüzden ahlâk anlayışı sağlam bir takım bireylerin devlet makamları ile aralarında anlaşmazlıklar çıkmıştır. Oysa Alman savaş suçlularının Nuremberg'deki duruşmaları sırasında suçların devlet buyruğu ile işlendiği gerekçesi ile bağışlanamıyacakları ilkesine inanılıyordu. Vicdan, yasalardan üstün sayılıyordu.

Günümüzde, daha çok siyasal inançlar ve tartışma özgürlüğü ile araştırma ve öğretim üzgürlüğü uğrunda savatlıyor. Komünizm korkusu yurdumuzu öbür ülkelerin gözünde gülünç düşüren bir takım siyasal davranışların benimsenmesine yol açtı. Siyasal üstünlük sağlamak için Komünizm korkusunu yayan iktidar hırsı ile gözü dönmüş politikacılara daha ne kadar göz yumacağız? Kimi zaman düşünüyorum da, insanlar alaycılık' duygularını öylesine yitirmişler ki, Fransızların «Alaya almak öldürür,» sözünün bir anlamı kalmadığına inanıyorum nerdeyse.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Bireysel ve Toplumsal Sorumluluk - Albert Einstein

Burada vicdan ve yasalar arasındaki o eski çatışma ile gene karşı karşıyayız. Nuremberg duruşmaları sırasında, değişik hükümetler, ahlakdışı eylemlerin hükümet buyruğu ile işlenmiş suçlar olduğu gerekçesi ile bağışlanamayacağı kanısmdaydılar.

Ahlakdışı bir eylemin ne olduğunu kişinin bireysel yargısı ve vicdanı belirler. Ahlâk yasalarının her türlü yasadan önce geldiği düşüncesi ise insanların doğruluk ve yanlışlık anlayışına da uymaktadır.

Bilinçli olarak savaşmamayı seçen kişi devrimci bir kişidir. Yasalara karşı gelmeğe karar vermekle toplumun ilerlemesi uğrunda çalışmak gibi en önemli bir ülküyü kişisel çıkarlarından üstün tutmuş oluyor demektir.

Çok güç durumlarda toplumsal ilerlemeyi sürdürmenin tek yolu budur. Kuvvetler dengesi yürürlükteki yasaların ve siyasal kurumların işlemesini engelliyorsa, bu tutum daha çok önem kazanır. Amerikan Anayasasını hazırlayanlar bu düşünceyle halkın ayaklanma hakkını tanımışlardır.

Gandhi'nin Hindistan'ın özgürlüğünü kazanması için uyguladığı yöntem zor kullanmayan bir devrim yöntemiydi. Uluslarüstü bir örgüte dayanarak yeryüzünde barışı gerçekleştirmek ancak Gandhi'nin yönetiminin geniş ölçüde uygulanması ile sağlanabilir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Kişi ve Toplum - Albert Einstein

Yaşantılarımıza, çabalarımıza bakarsak, neredeyse bütün davranışlarımızın, isteklerimizin, başka insanların varlığıyla bağlı olduğunu görürüz. Bütün tabiatımızın, toplumsal hayvanlara benzediğini anlarız. Başkalarının yetiştirdiğini yiyip, başkalarının diktiğini giyip, başkalarının yaptığı evlerde oturuyoruz. Bilgimizin ve inançlarımızın büyük bir kısmı, bize başkalarının yarattığı bir dil aracılığıyla gene başkaları tarafından verilmiştir. Dil olmasaydı, akıl gücümüz, gelişmiş hayvanlarla kıyaslandığında çok düşük kalırdı; bu yüzden şunu kabul edelim ki, hayvanlara karşı üstünlüğümüzü bir toplum içinde yaşamamıza borçluyuz. Birey doğumundan beri tekbaşma bırakılırsa, duyularında ve duygularında aklımızın alamayacağı kadar ilkel ve hayvanımsı kalır. Birey ne ise odur, varlığından gelme büyük bir erdemliği yoktur onun, besbelli.

Maddî ve mânevi varlığı beşikten mezara giden büyük bir insan toplumunun bir parçasıdır o. Bir insanın topluluktaki başlıca değeri, düşünce, duygu ve davranışlarını, arkadaşlarının çıkarları yolunda yönetmesinin derecesine bağlıdır; ona bu alandaki tutumuna göre iyi, ya da kötü denir. Bir insanı tanımlamamız, ilk bakışta, sanki onun sadece toplumsal özelliklerine dayanır gibidir. Belki böyle bir davranış yanlış olabilir. Toplumdan aldığımız maddî, mânevi, ahlâki bütün değerlerin, sayısız kuşaklar gerisindeki belli yaratıcı kişilerden geçerek bize geldiği pek açıktır. Ateşin kullanılması, yediğimiz bitkilerin yetiştirilmesi, buhar makinası, hep tek kişilerin buluşlarıdır.

Sadece birey düşünebilir ve bu yüzden de toplum için yeni değerler yaratır, üstelik toplumun uyduğu yeni yeni ahlâk kuralları da getirir. Nasıl toplumun besleyici toprağı olma dan kişilerin gelişmesi düşünülmezse, yaratıcı, geniş düşünceli, yargılayıcı, onu ortaya çıkaran bireylerin sıkı bir politika birliğine dayandığı kadar, kişi olarak onların bağımsızlıklarına da bağlıdır. Ortaçağ Avrupasıhı durgunluktan kurtaran İtalyan Rönesansı sırasında, özellikle en parlak yemişlerini veren Grek-Avrupa-Amerikan kültürü, bütünü ile bireyin özgürlüğüne ve tek başmalığına dayanır.

Şimdi içinde yaşadığımız çağı düşünelim. Toplum ne yolda, birey ne yolda? Uygar ülkelerin nüfusu, eskisi ile ölçülecek olursa,' çok artmıştır. Bugün Avrupa'da yüzyıl öncesinin üç katı insan yaşamaktadır. Ama büyük adamların sayısı ölçülemeyecek kadar azalmıştır. Kitleler, yaratıcı çabalarından ötürü, sadece bir kaç kişiyi kişilik saymaktadır. Örgütçülük, özellikle teknik alanda ve bilim alanında, bir dereceye kadar, büyük adamın yerini almıştır.

Sanatsal düşünce alanında belli başlı kimselerin eksikliği özellikle göze çarpmaktadır. Müzik ve resim kesinlikle bozulmuş ve çok sevilir olmaktan çıkmıştır. Politikadaysa sadece önder yokluğu ile kalınmamış, ruh özelliği ve yurttaşın doğruluk duyguları büyük ölçüde kaybolmuştur. Böyle bir özelliğe dayanan demokratik parlamanter rejim, bir çok yerlerde sarsijmış, diktatörler doğmuş ve tutunmuşlardır. Çünkü insanların yücelik duygusu ve bireysel haklar artık yeterince köklü değildi. Koyun sürüsü gibi kitleler, iki hafta içinde gazeteler tarafından öylesine bir heyecan ve telâşa düşürülebilirler ki, bu insanlar başta bulunan bu işlerle ilgili bir kaç partinin değersiz amaçlan uğruna ölmek ve öldürmek için üniformaları geçiriverirler sırtlarına. Zorunlu askerlik görevi bana bugün uygar insanın yoksun bulunduğu birey saygısının nasıl ortadan kalktığını gösteren en kö tü belirtisi olarak görünüyor. Şüphesiz ki uygarlığımızın söndüğü üstüne kehanetlerde bulunanlar da vardır. Ben bu karamsarlardan değilim; daha iyi günlerin geleceğine inanıyorum. Bu güvenimin nedenlerini kısaca açıklıyayım:

Bence bugünkü çöküntü, yozlaşma belirtileri, gelişen endüstrinin ve makineleşmenin, bireysel gelişme özgürlüğünde büyük yaralar açılmasına varan görülmemiş ölçüde büyük bir varolma savaşı olgusuyla açıklanabilir.Ama makinenin gelişmesi, toplum gereklerini yerine getirebilmek için bireyden gittikçe daha az iş istenmesi demektir. Plânlı bir işbölümü,gittikçe artan bir ihtiyaç olmaktadır; bu işbölümü bireyi maddî güvene götürecektir. Bu güven, boş zaman Ve bireyin el attığında bulacağı enerji onu daha geliştirecektir. Toplum bu yolla yeniden kazanabilir sağlığını. Umarız ki gelecekteki tarihçiler, günümüz toplumunun bozukluklarını, uygarlığın büyük bir hızla ilerlemesinden ötürü gözü ileride olan bir insanlığın çocukluk hastalıkları diye anlatacaklardır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Bilimsel Gerçek Üstüne - Albert Einstein

1. «Bilimsel gerçek» sözüne kesin bir anlam vermek kolay değildir. «Gerçek» sözü böylece, kişisel deney için başka, matematik bir önerme için başka, ya da bir tabiat bilimi teorisi için başkadır.

2. Bilimsel araştırma, deneysel düşünce ve bütüncü bir görüşü destekleyerek, kör inançları azaltabilir. Bununla birlikte, biraz inceye giden her bilimsel çalışmanın temelinde dünyanın akla dayandığı ve kavranabilir olduğu yolunda dinsel duyguya benzer bir inanç vardır şüphesiz.

3. Bu inanç deneyde kendini gösteren yüce bir aklın derin duygusuyla birleşince benim için Tanrı kavramı olur. Herkesin anlayacağı bir deyimle buna «panteizm» denir. (Spinoza)

4. Dünyanın mezhep geleneklerine ancak tarih ve psikoloji açısından bakabilirim. Onlarla başkaca hiç bir ilişkim yoktur.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Bilim ve Toplum - Albert Einstein

Bilim, insan işleri üzerinde iki yoldan etki yapar. Birincisi, hepimizin bildiği bir yoldur: Bilim insan hâyatmı baştan başa değiştiren, dolaysız, daha çok dolaylı olarak bir takım olanaklar yaratır. İkinci yol eğitici bir nitelik taşır - insan düşüncesini etkiler. Bunun etkisi üstünkörü bir bakışla görülmezse de, daha az derin değildir.

Bilimin en gözle görünen pratik etkisi, hayatı hem zenginleştiren, hem karmaşık hale sokan bir takım buluşlara yol açmasıdır; bunlar, buhar makinası, demiryolu,elektrik gücü ve ışığı, telgraf, radyo, otomobil, uçak, dinamit vb. gibi buluşlardır.Bunlara bir de biyoloji ve tıp alanında insan hayatını koruma amacıyla yapılan buluşları, özellikte acıları dindirme yollarını ve yiyecekleri koruyup saklamaya yarayan teknik icatları eklemek gerekir.

Ama, bütün bu buluşların insana sağladığı en büyük iyilik, eskiden, .basit yaşayışı sürdürmek için pek gerekli olan o son derece yıpratıcı beden çalışmasından insanı kurtarmış olmasıdır bence. Bugün köleliğin genel olarak ortadan kalktığını ileri sürebiliyorsak, bunu bilimin pratik sonuçlarına borçluyuz.

öte yandan, teknoloji, ya da uygulamalı bilim, insanlığı son derece ciddi bir takım sorunlarla karşı karşıya getirmiştir,insanlığın yaşaması, bu sorunların yararlı bir yoldan çözümlenmesine bağlıdır» Yapılacak şey, yeni bir takım toplumsal kurumlar ve gelenekler yaratmaktır. Öyle kurumlar ki, onlar olmadıkça, yeni âletler, ister istemez insanlığın başına belâların en büyüğünü açabilir.

örgütlenmemiş bir ekonomide, mekanik üretim araçları şu sonucu doğurmuştur: İnsanlığın hatırı sayılır bir bölüğü mal üretimi bakımından artık gerekli olmaktan çıkmış ve böylece ekonomik oluşumun dışında kalmıştır. Bunun sonucu olarak da, ilk ağızda, satın alma gücünde bir azalma olmuş ve aşırı yarışma yüzünden iş gücünün değeri düşmüştür ki, bu da, git gide daralan aralıklarla, mal üretiminin ciddi olarak felce uğramasına yol açmıştır. Öte yandan, üretim araçları, bunları ellerinde tutanlara, politik kurumların geleneksel güvenekleriyle önlenemiyecek ölçüde bir güc sağlamaktadır. İnsanlık bu yeni koşullara uymak için yeni bir savaşa girişmiştir. Bizim kuşağın insanları, görevlerine yaraşır bir güc gösterebilirse, bu savaş gerçek bir kurtuluşa götürebilir.

Teknolojiye gelince, o da mesafeleri kısaltmış ve son derece etkin bir takım yeni
yıkma araçları yaratmıştır. Bu araçlar, davranışlarında alabildiğine serbest olmak isteyen ulusların elinde, insanlığın hayatını ya da güvenliğini tehlikeye koyabilmektedir. Bu durum, bütün dünya için bir tek yürütme ve yargı gücünü gerekli kılar. Ne var ki, millî gelenekler böylesi bir merkezî gücün kurulmasına umutsuzca karşı koymaktadırlar. Burada da, kendimizi yene bir savaşın, sonucu hepimizin kaderini belirliyecek bir savaşın ortasında bulunuyoruz.

Ulaştırma araçları, basılı sözü çoğaltma yolları ve radyo modern silâhlarla birleşince, bedenle ruhu merkezi bir gücün buyruğu altına koymaya yüz tutmaktadırlar ki, bu da insanlık için üçüncü bir tehlike doğurmaktadır. Çağımızın zorbalıkları ve onların yıkıcı etkileri, bu ilerlemeyi insanın yararına kullanmakta ne denli geri kaldığımızı açıkça göstermektedir. Burada da durum ve koşullar, uluslararası bir çözüm yolu ve bu çözüm için de - henüz yoksun bulunduğumuz - psikolojik bir temel gerektirmektedir.

Şimdi, bilimin insan düşüncesi üzerine yaptığı etkilere gelelim. Bilim - öncesi çağlarda, yalnız düşünce ile, bütün insanlığın zorunlu ve kesin diye kabul edebileceği sonuçlar elde edilemezdi.Tabiattaki bütün olayların katı yasalara bağlı olduğu düşüncesi de kabul edilemezdi.Tabiat yasasının, ilkel bir insanın gözündeki bölük pörçük görünüşü perilere cinlere olan inancı beslemekle kalır. Onun için, ilkel insan, bugün bile, tabiatüstü ve sorumsuz bir takım güderin hayatına karışabileceği korkusu içinde yaşayıp durmaktadır.

Bilimin en büyük zaferi, insanın kendine ve tabiata karşı duyduğu güvensizliği, insan aklı üstündeki etkisiyle yenmek olacaktır. Eski Yunanlılar ilkel matematikle birlikte, ilk defa olarak, sonuçlarından hiç kimsenin kaçmamıyacağı bir düşünce sistemi kurmuşlardı. Ondan sonra Rönesans bilginleri, sistemli deneyle matematik yöntemi birleştirmeyi düşündüler. Bu birleşme, tabiat yasalarını, deneyle doğrulayarak, öylesine kesin bir biçimde dile getirebiliyordu ki, tabiat biliminde artık düşünce ayrılıklarına yer kalmıyordu. O günden bu yana, her kuşak akıl ve bilgi mirasını arttırmıştır ve bütün yapıyı tehlikeye sokabilecek en ufak bir buhran korkusu kalmamıştır.

Büyük halk yığınları bilimsel araştırmanın ayrıntılarını encak kendi dar anlayışı ölçüsünde izleyebilir. Ama, hiç değilse, büyük ve önemli bir yarar olduğunu da görür: Bu yarar da, insan düşüncesinin güvenilmeğe değer ve tabiat yasasînın evrensel olduğunu düşünmektir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Bilim ve Uygarlık - Albert Einstein

Yaşadığımız bu ekonomik sıkıntı çağında ulusları ayakta tutan mânevi güçlerin ne olduğu açıkça belirmektedir. Umarız ki, geleceğin tarihçisi, Avrupanın politik ve ekonomik bakımdan birleştiği bir gün, çağdaş olayları yargıladığı zaman, günümüzde bu kıtanın özgürlük ve onurunun Batı devletleri tarafından kurtarılmış olduğunu, bu güç zamanlarda kin, nefret ve zorbalığa kaymadan sıkıntıya karşı koyan Batı Avrupa'nın kişi özgürlüğünü başarıyla savunup, bilgi ve buluşların ilerlemesine yol açtığını görecek ve söyliyecektir. Çünkü kendi varlığına saygısı olan bir insan için hayat bu özgürlük olmadan yaşanmaya değmez.

Beni yıllarca kendi yurttaşı sayan bir ulusun tutum ve davranışını yargılamak bana düşmez hem; yalnız eyleme değer verilen günümüzde yargılamaya girişmek boş bir çaba olsa gerek.

Bugün bizi ilgilendiren sorunlar şunlardır : İnsanlığı ve bize miras kalan mânevi varlıkları nasıl kurtaracağız? Avrupa'yı yeni bir yıkımdan nasıl koruyacağız?

Hiç şüphe yok ki, dünyayı saran ekonomik buhran ve buhran yüzünden halkların yoksul düşmesi, birçok nimetlerden yoksun kalmaları, tanığı olduğumuz tehlikeli karışık-lıklara yol açmıştır. Bu gibi dönemlerde hoşnutsuzluk kin ve öfke doğurur; öfke insanları zorbaca eylemlere ve devrimlere sürükler, kimi zaman da savaşa götürür. Sıkıntıdan, çaresizlikten yeni yeni dertler doğar. Bugün devlet adamları, tıpkı yirmi yıl önce olduğu gibi, korkunç sorumluluklar yüklenmiş bulunuyorlar. Gönül ister ki bunlar bir anlaşmaya varsınlar ve Avrupa'da uluslararası alış verişleri birlik ve aydınlık temelleri üzerine kurabilsinler, böylece her devlet savaşın başarısızlıkla sonuçlanacak bir serüven olduğunu kesinlikle anlasın. Ne var ki, devlet adamlarının çabası ancak halkların sağlam, sarsılmaz istemine dayandığı zaman başarılı sonuç verebilir.

Bizi ilgilendiren konu yalnız barışı kurmanın ve korumanın teknik çareleri değil, aynı zamanda kafaları eğitmenin, aydınlatmanın yoludur. Düşünce özgürlüğümüzü, kişisel özgürlüğümüzü tehlikeye sokan güdere karşı koymak istiyorsak, önce yitireceğimiz değerlerin ne olduğunu iyice tasarlamamız ye atalarımızın bunca zor savaşlarla elde ettikleri bu özgürlüğe neler borçlu olduğumuzu açıkça bilmemiz gerekir.

Bu özgürlük olmasaydı, ne Shakespeare,ne Goethe, ne Newton, ne Faraday, ne Pasteur, ne de Lister yetişirdi.O olmasa,ne halk için konforlu evler olurdu, ne demiryolları, ne telsiz telgraf, ne salgınlara karşı korunma çareleri, ne ucuz okuma kitapları, ne kültür, ne de herkese açık sanatlar. Hayatın belli başlı gereksinmelerini karşılıyacak gereçleri meydana getirmek için insanın çabasını kolaylaştıracak makineler olmaz, çoğu insanlar eski Asya zorbalarının zamanındaki köle hayatını yaşardı.

Buluşlar, keşifler yalnız özgür insanlara vergidir, yalnız onlar yaratabilir biz modern insanların hayatını yaşanmaya değer hale getiren düşünce eserlerini.

Belki bir gün gelecek, çağımızın ekonomik güçlüklerinden sıyrılıp da çalışmada «arz ve talep», sunu ve istek, üretim ve tüketim arasındaki dengeyi kurabilecek ve bu dengeyi yasalarla yürütebileceğiz. Ama bu sorunu da özgür insanlar olarak çözümlemeliyiz, onu bahane ederek bizi köleliğe sürüklemelerine izin vermemeliyiz; çünkü kölelik olumlu, sağlıklı her türlü gelişmeyi köstekliyen bir bataktır.

Bu sözlerimle ilgili olarak, geçenlerde aklıma gelen bir düşünceyi dile getirmek isterim: Şehirden uzak, yalnız yaşıyor ve rahat, düzenli bir hayatın yaratıcı düşünceyi geliştirmeye ne kadar elverişli olduğunu görüyordum. Toplumumuzda yalnızhğı gerektiren ve beden ya da akıldan yana büyük bir çaba gerektirmeyen bazı görevler vardır: örneğin deniz feneri ve yüzen fener bekçiliği. Bu görevleri bilim, özellikle, bazı matematik ya da felsefe sorunlarını derinliğine incelemeyi amaç edinen gençlere vermek mümkün değil mi? Pek az genç hayatının asıl verimli çağında bilimsel sorunların üstüne eğilmek fırsatını bulur. Bir genç belli bir süre için bir burs bulabilse bile, en kısa zamanda sonuç elde etmek zorundadır. Bu durum salt bilime ulaşmak için hiç de elverişli değildir. Ekmeğini kazanmak için gelişigüzel pratik bir görev alan genç bilim adamı bu bakımdan daha elverişli koşullar içindedir - yeter ki asıl çalışmasına ayırabilecek zaman ve enerjiyi bulabilsin. Bu dediğim gerçekleştirilirse, belki yaratıcı kafalara şimdi olduğundan daha geniş ölçüde gelişmek olanağı verilmiş olur. Ekonomik yoksulluğun ve politik karışıklığın ağır bastığı çağımızda bu çeşit düşüncelerin üstünde durmaya değer.

Tehlikeli, yoksul bir çağda yaşadığımızdan yakınmalı mıyız? Sanmam. İnsan bütün Öbür canlılar gibi yaradılıştan gevşektir. Onu uyaran, dürtükliyen olmazsa, hemen hiç düşünmez, törelerine ve alışkanlıklarına uyarak bir otomat gibi yaşar. Genç değilim, çocukluk, gençlik aşamalarını geçirdim ve ben de delikanlının yalnız kendi hayatının ıvır zıvırlarını düşündüğü, arkadaşları gibi konuşup, tıpkı onlar gibi davrandığı çağları yaşadım. Bu yapmacık maskenin altında neler saklandığını pek fark edemez insan, çünkü alışkanlığın, biçimselliğin etkisiyle insanın gerçek kişiliği pamuğa sarılmış gibidir.

Bugünümüz ne kadar başka! Fırtınalı zamanımızda çakan şimşeklerin ışığında insanları ve olayları olanca çıplaklığıyla görebiliyoruz. Her millet, her insan amaçlarını, tutkularını, güc ve güçsüzlüklerini açığa vurmaktadır. Koşulların hızla değişmesinde göreneğin hiç yeri kalmamıştır: Alışkanlıklar kurumuş buğday taneleri gibi havaya savrulmaktadır.

İnsanlar çaresizlik içinde, iflâs etmiş ekonomik gelenekler ve kurulması gereken uluslararası politik ilişkiler üzerinde düşünmeye başlıyorlar. Uluslar tehlikeler ve karışıklıklar arasından yeni gelişmeler yoluna girmektedirler. Çağımızın bu karışıklıkları bize daha iyi bir dünya hazırlasa bari!

Zamanımızın bu yargısı bir yana, ödevimiz ulu ve dayanıklı varlıklarımız arasında hayata değer veren ne varsa onları korumak ve çocuklarımıza atalarımızdan aldığımız kültür mirasını daha arı ve daha zengin olarak aktarmaktır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Din Duygusu - Albert Einstein

Bilimin derinlerine inerseniz, kendince bir dinselliği olmayan bir bilim kafasına zor raslarsmız.

Ama bu din duygusu, basit insanınkinden apayrıdır. Böyleleri için Tanrı, iyilik beklenen ve cezasından korkulan, ne kadar saygın olursa olsun, kişisel ilişkiler kurulan bir varlıktır; çocuğun babasıyla olan ilişkisine benzer yücelmiş bir duygu.

Oysa, bilgin bütün olup bitenlerin nedensel bilincine varmıştır. Onun gözünde gelecek geçmişten ne daha az zorunludur, ne de daha belirli.

Ahlâk onun için Tanrı ile değil, temamen insanla ilgili bir iştir: Onun din duygusu, tabiat yasalarının düzeni karşısında şaşkın bir hayranlıktır.

Çünkü, tabiatta öylesine yüksek bir akıl kendini göstermektedir ki, insanın en ince düşünceleri ve buluşları, bu aklın yanında sönük bir bölge gibi kalır.

Bu duygu, bencil isteklerinin köleliğinden kurtulabildiği ölçüde, hayatının ve çabalarının ana yolu olur.Bu duygu, bütün çağlarda yaratıcı din adamlarının içini dolduran duygunun benzeridir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Bilim ve Din - Albert Einstein

İnsanların yaptıkları ve tasarladıkları herşey duydukları ihtiyaçları gidermeğe ve acılarım dindirmeye yarar. Düşünce akımlarını ve gelişmelerini anlamak istersek, bunu her zaman göz önünde tutmalıyız. Çünkü, her insan çabası ve yaratışı, görünürde ne kadar yüce olursa olsun, duyguların ve özlemlerin etkisi altındadır. Öyleyse, insanları dinsel düşüncelere, en geniş anlamıyla inanca götüren duygular ve ihtiyaçlar neler olmuştur? Bunun üzerinde düşündüğümüz zaman, dinsel düşüncenin ve hayatın beşiğinde türlü türlü duygular bu-luruz. İlkel insanda dinsel düşünceleri yaratan korkudur her şeyden önce: Açlık korkusu, vahşi hayvan, hastalık, ölüm korkusu. Varlığın o döneminde,olayların nedenleri arasındaki ilişkileri anlamaya gücü yetmeyen insan kafası az çok bize benzer varlıklar uydurmuş ve korkulan olayları onların isteklerine ve eylemlerine bağlamıştır. Bu varlıkları bizden yana davrandırmak ve öfkelerini dindirmek için insanlar bir takım işler yapmayı, kurbanlar vermeği düşünmüşler ve bunlar çağdan çağa aktarılarak bir inanç olmuştur. Buna korku dini diyorum. Bu dini kimse yaratmamış, özel bir din adamları bölüğünün kurulmasıyla dondurulmuştur. Bu bölük kendine, korkulan varlıklarla halk arasında bir aracı süsü vermiş ve «yönetici güc» durumunu bunun üzerine kurmuştur.

Çoğu zaman, önder, hükümdar ya da ayrıcalıklı bir sınıf, yeryüzündeki egemenliğini güçlendirmek için, ona dinsel görevler eklemiştir, ya da politik gücü elinde tutan sınıfla papaz sınıfı arasında bir çıkar ortaklığı kurulmuştur.

ikinci dinsel kuruluş kaynağı toplumsal duygulardır.Baba ve ana, büyük toplulukların başındaki yöneticiler ölümlü ve yanılabilir insanlardır. Yönetilme, sevilme ve korunma özlemi, koruyan, karar veren, ödül ve ceza veren bir kader-Tanrı kavramının oluşmasına yol açmıştır. Bu, insanın düşünce ufkuna göre, kabilenin hayatını, insanlığın hayatını, hattâ, genel olarak, hayatı seven, besleyen, insanı yıkımlarında ve yatıştırılmaz özlemlerinde avutan ve öbür dünyaya göçenlerin ruhunu koruyan bir Tanrıdır. Toplumsal ve ahlaksal Tanrı kavramı budur işte.

Yahudi halkının kutsal kitaplarında korku dininin ahlaksal dine dönüştüğü görülebilir ; bu dönüşüm incil'de daha da ileri gitmiştir. Bütün uygar halkların dinleri, özellikle, doğu halklarınkiler, toptan ahlaksal dinlerdir. Korku dininin ahlaksal dine dönüşümü, halkların hayatında önemli bîr ilerlemedir, ilkel halkların dinlerinin salt korku dini, uygar ülkelerinkiyse salt ahlaksal din olduğu yolundaki ön-yargıdan sakınmak gerekir. Hepsi de daha çok iki tipin karışımıdır. Bu karışımda, toplumsal hayatın yüksek basa" inaklarında ahlaksal din ağır basmaktadır.

Bu tiplerin ortak özelliği Tanrı kavramının insan biçiminde olmasıdır. Yalnız özellikle zengin kişiler ve topluluklar, genel olarak, bu dinsel hayat basamağının üstüne çıkarlar. Ama, saf halinde, pek sık raslanmamakla birlikte, hepsinde üçüncü bir dinsel hayat basamağı vardır: Buna kozmik din duygusu demek isterim. Bunu hiç bilmiyene anlatmak zordur, hele insana benzer hiç bir Tanrı düşüncesi ile bağdaştırılmazsa.İnsanoğlu, insan isteklerinin ve amaçla' nnın boşluğunu, tabiatta ve düşünce dünyasında kendini gösteren o aklı durduran düzenin yüceliğini görür. Hayat ona bir çeşit zindan gibi gelir ve anlam dolu bir bütün olarak hayatı toptan kavramak ister. Kozmik din duygusunun ilk izleri, dönüşümün ilk basamağında, örneğin Davud'un bazı mezamirinde ve bazı peygamberlerde bulunmaktadır. Kozmik din duygusu budizmde ve hele Schopenhauer'in eşsiz yazılarında ağır basar. Bütün çağların dinsel dehaları, dogmalar ve insan biçiminde bir Tanrı tanımayan kozmik din duygusu ile kendilerini göstermişlerdir. Onun için, başlıca öğretisi kozmik din duygusuna dayanan hiç bir kilise olamaz. Böylece, bütün çağların sapkın denilen insan¬ları arasında bu yüce din duygusuyla yüklü olan ve çok kez çağdaşlarmca dinsiz, kimi za¬man da ermiş sayılan insanlar vardır. Demokritos, Assisi'li Francesso ve Spinoza bu bakımdan birbirlerine yakındırlar.

Hiç bir belli Tanrı düşüncesine ve hiç birTanrıbilime götürmeyen kozmik din duygusu insandan insana nasıl geçebilir? Bence bu duyguyu, ona yatkın olanlarda uyandırmak ve diri tutmak, sanatla bilimin en önemli görevidir.Böylece, dinle bilim arasında alışılagelenden başka bir ilişki düşüncesine geliyoruz.

Tarihsel açıdan insan bilimle dini anlaşmaz iki kutup gibi görebilir ve bunun nedenini anlamak da zor değildir. Nedensel yasanın bütün olayları yönettiği gerçeğine ermiş birisi, kozmik oluşumun ilerlemesinde araya giren bir varlık düşüncesini kabul edemez. Tabii, nedensellik varsayımını ciddiye alıyorsa. Korku dini gibi toplumsal ve ahlaksal dinin de yeri yoktur onun düşücesinde. Ödül ve ceza veren bir Tanrıya aklı yatmaz. Şundan ötürü ki, insan sıkı bir takım dış ve iç yasaların etkisindedir, onun için de, cansız bir nesne nasıl devinimlerinden sorumlu değilse, o da Tanrıya karşı sorumlu değildir. Bu yüzden, ahlâkı baltalıyor diye bilime çatmışlardır, tabii haksız olarak. İnsanın ahlaksal davranışı, başkalarının acısını paylaşmasına, eğitime ve toplumsal ilişkilere etkin olarak bağlanmalıdır. Bu davranışın dinsel bir temele hiç de ihtiyacı yoktur. İnsanların yalnız ölümden sonraki ceza korkusu ve ödül umudu ile kendilerini tutabileceklerini düşünmek insanlık için hiç de övünülecek bir şey değildir.

İşte bu nedenlerden ötürü kiliselerin niçin bütün çağlarda bilimle savaştığını ve bilimden yana olanlara işkence ettiğini anlamak kolaydır. Ama, ben ayrıca kozmik din duygusunun bilimsel araştırmada en güçlü ve en soylu itme gücü olduğuna inanıyorum. Yalnız büyük çabaların ve hele fedakârlığın (ki onlarsız yeni yollar açan bilimsel yaratma gerçekleşemez), yalnız bunların değerini bilenler gündelik kaygıları aşan bir çalışmayı doğuran duygu gücüne önem verebilirler. Keplerle Newton'un uzun yıllar tek başlarına çalışarak, gök mekaniğinin işleyişini aydın-latabilmeleri için, dünyanın kuruluşundaki akılsallığa derin bir inançları olması, ve bu aklın dünyadaki yansısını olsun yakalamak yolunda ne ateşli bir istekleri olması gerekirdi! Bilimsel araştırmayı yalnız pratik sonuçlarıyla bilen kimse kolayca aklanabilir ve çevrelerindeki şüpheci kimselere inat düşüncelerini dünyanın dört bir yanında ve dört bir çağındaki yoldaşlarına ulaştıran bu insanların dünya görüşünü kavrayamaz. Ancak hayatını böylesi yüksek amaçlara adayan kimse, bu büyük insanları coşturan ve onları, sayısız başarısızlıklara rağmen, amaçlarına bağlı tutan gücün ne.olduğunu anlayabilir. Bu türlü güçleri kozmik din duygusu cömertçe verir insana. Bir çağdaşımız, haklı olarak şöyle demiştir: «En ciddi bilginler, içlerinde derinden derine bir dinsel duygu taşıyanlardır.»
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Dünyayı Nasıl Görüyorum - Albert Einstein

Biz dünyalıların ne garip bir durumu var! Burada kısa bir süre için bulunuyoruz. Niçin geldiğimizi bilmiyoruz, sezer gibi oluyoruz zaman zaman. Ama, çok derinlere gitmeden, günlük yaşam bakımından başkaları için var olduğumuzu biliyoruz; önce, bütün mutluluğumuzu gülümsemelerine ve rahatlarına bağladığımız kimseler için, sonra da, yakından tanımadığımız ama kaderlerine sevgiyle bağlı olduğumuz bütün insanlar için.İç Ve dış hayatımın, ölü ve diri bütün insanların emeğine bağlı olduğunu, aldığım ve hâlâ almakta olduğum şeyleri aynı ölçüde var gücümle vermeğe çalışmam gerektiğini her gün durmadan düşünüyorum. Azla yetinmek gereğini duyuyorum ve çok kez başkalarına gereğinden fazla iş yüklediğimi düşünüp üzülüyorum. Bana öyle geliyor ki,toplumun sınıfları arasındaki ayrılıklar haksız ve yersizdir; bu ayrılıklar, aslında, zorbalığa dayanmaktadır. Ayrıca şuna da inanıyorum ki, sade ve kendi halinde bir yaşayış, beden ve kafa bakımından herkes için daha iyidir.

İnsanın filozofik anlamdaki özgürlüğüne hiç de inanmıyorum. Her birimizin davranışları, yalnız dış baskıların değil içten gelen bir takım zorunlukların da etkisindedir. Schopenhauer'in «Bir insan istediğini yapar ama, istediğini istiyemez» sözü tâ gençliğimde içime işlemiş ve gerek kendi hayatımdaki gerek başkalarının hayatındaki sıkıntılar karşısında sürekli bir avunma, tükenmez bir sabır ve hoşgörü kaynağı olmuştur. Bu düşünce, insanın kolayca elini,kolunu bağlayan sorumluluk duygusunu yumuşatır, gerek kendimizi gerek başkalarını gereğinden çok ciddiye almamızı önler; humur'a (gülen düşünceye) yer veren bir hayat görüşüne götürür bizi.

İnsan hayatının, genel olarak, yaradılışın anlamını ya da amacım" araştırmak, nesnel bakımdan saçma gelir bana öteden beri. Bununla birlikte, herkesin davranış ve yargılarını yöneten bir takım ülküler vardır. Bu bakımdan, rahatlık ve mutluluğa, hiç bir zaman birer amaç gözüyle bakmadım. Böyle bir ahlaksal temel domuz sürülerine yaraşır daha çok. Yolumu aydınlatan, bana durmadan yaşama sevinci ve cesareti veren ülküler,İYİLİK, GÜZELLİK ve DOĞRULUK olmuştur. Aynı inançları paylaştığım insanlarla birlik olduğumu duymasam, sanat alanında ve bilim araştırmalarında hiç bir zaman ulaşılamıyacak bir amaca yönelmesem, hayat bana bomboş gelebilirdi. Nice insanların her gün ardına düştükleri mal mülk edinme, kolay başarı kazanma, süslü püslü yaşama, tâ çocukluğumdan beri tiksinti uyandırmıştır bende.

Bende coşkun bir toplumsl adalet ve sorumluluk duygusu vardır ama, nedense insanlara ve insan topluluklarına doğrudan doğruya bağlanma isteği hemen hiç yoktur. Ben tek başına düşünen bir insanım, dar anlamıyla hiç bir zaman bütün yüreğimle ne devlete bağlı kalmışımdır, ne ana yurda, ne dostlar çevresine, ne de aileye. Bütün bu bağlara karşı hiç eksilmeyen bir yabancılık ve yalnızlık duygusu beslemişimdir.Bu duygum yaşlandıkça daha da artmıştır. İnsan vahlanarak da olsa, başkalarıyla anlaşma ve uzlaşmanın bir sınırı olduğunu açıkça görür. Bunu gören, gerçi,iç temizliğini, kaygısızlığını azçok yitirir. Ama, buna karşılık, başkalarının düşüncelerinden, alışkanlıklarından ve yargılarından geniş ölçüde bağımsız, kalarak kendi dengesini hiç de sağlam olmayan bir temel üstüne kurmaya kalkmaz.

Benim politik ülküm demokratik ülküdür. Herkes saygı görmeli ama, hiç kimseye tapılmamalıdır. Bana karşı insanların gereğinden çok saygı ve hayranlık göstermesi talihin bir cilvesidir. Bunda benitaı kabahatim olmadığı gibi, hak etmiş de değilim bunu. Bu aşırı saygı, benim cılız gücüm ve ardı arası gelmez didinmelerimle bulduğum bir kaç düşünceyi anlamakta zorluk çekmelerinden gelebilir. Çok iyi biliyorum ki, her hangi bir örgütü gerçekleştirmek için, bir tek kişinin düşünmesi, buyurması ve toptan sorumluluk yüklenmesi gerekir. Ama yönetilenler baskı altında olmamalıdır. Yöneticilerini seçebilmelidirler. Zorbalığa dayanan otokratik bir düzen, bence, kısa zamanda bozulur. Çünkü, zorbalık ruhça aşağılık insanları çeker ve dâhi zorbaların yerine haydutların geçmesi şaşmaz bir yasadır bence. Bu yüzden, bugün italya'da ve Rusya'da gördüğüm böylesi düzenlerin karşısındayım var gücümle. Bugünkü Avrupada demokrasi yolunun gözden düşmesinin nedenini, demokrasinin temel düşüncesinde değil, hükümet başındakilerin kolay değişkenliğinde ve oy mekanizmasının kişileri tek tek hesaba katmayan niteliğindedir. Ama bence Kuzey Amerika Birleşik Devletleri bu bakımdan doğru yolu bulmuşlardır. Uzunca bir süre için seçilmiş sorumlu bir başkanları vardır, ve bu başkan sorumluluğunu etkin olarak taşımasına yetecek güçten yoksun değildir. Buna karşılık, bizim politik sistemimizde insan tekinin hastalık ya da yoksulluk hallerinde gördüğü geniş ilgiyi değerli buluyorum. İnsanlığın çarklarında, bana gerçekten önemli görünen devlet değil, yaratıcı ve duygun insanteki kişiliğidir. Soylu ve yüce olanı yaratan odur. Çoğunluksa düşüncede budalalığa, duygularda şaşkınlığa düşebilir.

Bu konu beni sürü haline gelen insan topluluklarının en kötüsünden, hiç sevmediğim ordudan söz açmaya götürüyor.Bir mızıkanın ardından sıra sıra yürümekten zevk alan kimseyi adam yerine koymam. Onda, bir beyin olmasa da olur. Yalnız murdar ilikle bu iş pekâlâ başarılabilir. İnsan uygarlığının bu yüz karasını bir an önce yok etmek ' gerekir. Ismarlama kahramanlık, budalaca oldu bittiler, sözde yurtseverlik palavraları tiksindirir beni. Savaş ne kadar iğrenç, ne kadar aşağılık geliyor bana! Böyle yürekler açısı bir işe girmektense, dilim dilim kesilmeye razıyım. Buna rağmen, insanlara o kadar güvenim var ki, bence bu umacı çoktan yeryüzünden kalkmış olurdu, eğer okul ve basın.Bu satırlar Hitler ordusunun dünyayı kasıp kavurduğu ve 6.000 yahudiyi zehirli gazlarla öldürdüğü günlerde yazılmıştır.

Duyabileceğimiz en güzel şey, hayatın esrarlı yanıdır. Sanatın ve gerçek bilimin beşiğinde bu ana duygu vardır. Onu bilmeyen, dünya karşısında şaşkınlık ve hayranlık duymayan kimse, ne de olsa, ölü ve gözü kapalı gibidir. Hayatın sırlarıyla karşı karşıya gelmek, korku ile de karışarak dinleri yaratmıştır. Ulaşamayacağımız bir şeylerin var olduğunu bilmek, ancak en ilkel bir biçimde anlayabileceğimiz en derin aklın ve en parlak güzelliğin belirtilerini görmek, bu bilgi ve bu gerçek dindarlığın tâ kendisidir. İşte bu anlamda, ve yalnız bu anlamda, derinden dindar olan insanlara katılıyorum. Kendi yarattıklarını cezalandıran ya da ödüllendiren, biz insanlarınkine benzer istekleri olan bir Tanrıyı benim aklım almaz. Bedeni ile öldükten sonra yaşayabilecek bir insan da düşünemem. Zayıf yürekliler, korku ya da gülünç bir bencillikle bu.çeşit düşünceleri beslesinler istedikleri kadar. Hayatın sonsuzluğundaki sır ve gerçeğin akılları aşan kuruluşuna bakış, bir de tabiatta kendini gösteren akim, ne kadar küçük olursa olsun, bir parçacığını kavramak için göstereceğimiz o içten çaba yetiyor bana.
 
Top