20.yüzyıl tarihi olayları

Suskun

V.I.P
V.I.P
içerik

Cento
1973 Petrol Krizi
Altı Gün Savaşı
Avrupa Konseyi
Bağdat Paktı
Balkan Antantı
Balkan Savaşları
Birleşmiş Milletler Demeci
Camp David Antlaşmaları
Casablanca Konferansı
Çelik Paktı
Che Guevara
Eisenhower Doktrini
Faşist İtalya
Hindiçini Savaşı
Kellogg Paktı
Anti-Komintern Paktı
Kore Savaşı
Küçük Antant
Kuveyt Savaşı
Locarno Antlaşmaları
Marshall Planı
Moskova Konferansı
Benito Mussolini
Paris Barış Konferansı
Potsdam Konferansı
Quebec Konferansı
Rusya-Japonya Savaşı
Saadabad Paktı
St.German Antlaşması
Tahran Konferansı
Varşova Paktı
Vietnam Savaşı
Washington Deniz Konferansı
Washington Konferansı
Wilson İlkeleri
Yalta Konferansı
Yom Kippur Savaşı
Bretton Woods Konferansı
Nato
Joseph Stalin
Birleşmiş Milletler
Adolf Hitler
Lenin
Mamatma Gandi


Cento

CIklvrX.png

CENTO ülkeleri
CENTO (Central Treaty Organization - Merkezi Antlaşma Teşkilatı), önceki adı: Bağdat Paktı (1955-1958), Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık arasında, Sovyetler Birliği'nin Ortadoğu'da nüfuz kurmasını önlemeye yönelik olarak kurulan güvenlik ve savunma örgütü. Şubat 1955'te Bağdat Paktı adıyla kurulmuş, 1958'de Irak'ın pakttan çekilmesi üzerine ABD'nin de dahil olduğu yeni bir antlaşma yapılmıştır.1979'da önce İranın ardından da Pakistanın çekilmesiyle CENTO'nun varlığı sona erdi. 27 Mayıs 1960'ta işlevine son verilen II. TBMM binası 1961-1979 yılları arasında CENTO'nun son genel merkezi olarak kullanılmıştır.

Cento
«Merkezi Antlaşma Teşkilâtı»
Ortadoğu´da kurulan uluslararası pakt.

CENTO (CENtral Treaty Organization) Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere arasında kurulmuş, Amerika Birleşik Devletleri´nin desteğine dayalı bir ortak güvenlik ve savunma antlaşmasıdır.

İLK KURULUŞ: BAĞDAT PAKTI

1950´lerde Ortadoğu´nun güvenliğinden, yani Sovyet etkisinin ve komünizmin Ortadoğu ülkelerine sızmasından kaygılanan A.B.D., bu bölgedeki hükümetleri kendi aralarında örgütlenmeğe teşvik etti. Başlangıç olarak önce Türkiye ile Irak arasında Bağdat´ta bir karşılıklı işbirliği antlaşması imzalandı (26 şubat 1955). Antlaşmaya göre iki ülke ortak savunmaları için işbirliği yapacaklardı; antlaşma Arap Birliği´ne üye devletlere ve işbirliği yapmak isteyen Ortadoğu devletlerine açık tutuluyordu. Bundan yararlanarak antlaşmaya önce İngiltere katıldı (1955). Aynı yıl içinde onu Pakistan ve İran izledi. Böylece üye devletlerin sayısı beşi buldu ve bakanlar düzeyinde bir daimi konsey kuruldu.

ARAPLARIN TEPKİSİ

Bağdat Paktı Sovyetler´den çok Araplarda tepki uyandırdı. Özellikle Mısır bu paktı Arap Birliği´ne karşı en ağır darbe saydı. Bu yüzden Irak´tan başka hiç bir Arap devleti bu antlaşmaya katılmadı.

CENTO´YA DOĞRU

1958´de Irak´ta patlak veren devrim, Irak Krallığı ile birlikte Bağdat Paktı´nı kuran bütün yöneticileri de yok etti. Yeni Irak Hükümeti 1959´da pakttan çekildi. Değişen bu koşullara uymak için paktın merkezi Bağdat´tan Ankara´ya taşındı ve adı Merkezi Antlaşma Teşkilâtı olarak değiştirildi.

Bu arada A.B.D.´ye pakta katılması için öneride bulunulduysa da A.B.D. bunu uygun bulmadı, ama pakt üyesi üç Ortadoğu devleti ile birbirinin aynı olan ikili antlaşmalar yaptı. Ayrıca pakta bağlı İktisadi Komite ile Bozguncu Faaliyetleri Önleme Komitesi´ne üye ülkelerden birinde toplanır. Bazen bu toplantılar devlet başkanları düzeyinde yapılır.

1973 Petrol Krizi
1967 savaşı sonunda nasıl Araplar, Filistin komandolarını İsrail´e karşı bir yıpratma savaşının vasıtası olarak kullanmaya karar verdilerse, 1973 Savaşı´nın sonunda da, "petrolü" İsrail´e karşı değil, fakat Batı´ya karşı siyasi silah olarak kullanmaya karar verdiler ve bunun neticesinde de bütün dünyada bir petrol krizi ortaya çıktı.

Aslına bakılırsa, 1973 petrol krizi doğrudan doğruya 1973 Arap-İsrail Savaşı´nın sonucu değildir. Bu savaş bu krizi hızlandırmıştır. Yoksa üretici ülkeler için petrol problemleri yıllardan beri oluşma halinde bir mesele idi. Nitekim, OPEC (Organization of Petroleum Exporting Countries), yani Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı, daha 1960 Ağustosu´nda kurulmuştu. Üye sayısı 13´e kadar çıkan bu teşkilatın kuruluş maksadı, özellikle petrol fiyatlarının tesbiti başta olmak üzere, hepsini müştereken alakadar eden meselelerin birlikte çözümünü sağlamaktı.

OPEC kurulduğunda, hemen bütün petrol üreticisi ülkelerde, petrol kaynakları, Batı teknolojisi gereği, Batılı ve bilhassa Amerikan petrol şirketlerince işletilmektedir. İkinci bir husus da şudur: Bugün, yani 1982 yılı başında varili 34 dolara kadar yükselmiş olan ham petrolün fiyatı, 1970 Ocak ayında, Orta Doğu petrolleri için varili 1.80 ve daha yüksek vasıflı Libya petrolu için de 2.17 dolardır.

Bununla beraber, OPEC´in 1973 Arap-İsrail Savaşı´na kadar bir şey yaptığı söylenemez. Yalnız şu var ki, 1970´den itibaren, hemen bütün Orta Doğu ülkelerinde, petrol şirketlerine el koyma eğilimi başladı. Mesela Irak, 1972´de Iraq Petroleum Company´yi tamamen millileştirdi. İran da 1973´de hemen hemen aynı şeyi yaptı ve petrol şirketlerini sadece bir idareci haline getirerek, üretimi tamamen İran Milli Şirketi´nin (INOC) eline verdi. Diğer Arap ülkeleri ve bilhassa Basra Körfezi ülkeleri de, yabancı şirketlerdeki hisselerini arttırdılar.

1967 Arap-İsrail savaşından sonra, petrolün Batı´ya ve bilhassa Amerika´ya karşı bir siyasi silah olarak kullanılması söz konusu edildi. Hatta bu maksatla OAPEC (Organization of Arab Petroleum Exporting Countries), yani Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Teşkilatı da kuruldu. Fakat petrolün siyasi silah olarak kullanılması mümkün olmadı. Çünkü, her şeyden önce, Batı´nın ve bilhassa Amerika´nın tek petrol kaynağı Orta Doğu değildi. Amerika´nın kendi üretimi olduğu gibi, Venezuela, Nijerya ve Endonezya gibi başka petrol ihracatçısı ülkeler de vardı.

Petrol ambargosunda dayanışmayı sağlamak zordu. İkincisi, petrolün fiyatının gayet düşük olduğu bir sırada, Arap ülkeleri için mühim bir gelirden yoksun kalmak, kolay göze alınamıyacak bir şeydi. Diğer taraftan, petrolün siyasi vasıta olarak kullanılmasında Batı ve Amerika üzerinde baskı yapabilmek için iki yol vardı: Biri üretimi ve dolayısiyle ihracatı kısmak, diğeri de fiyatları yükseltmek. Üretimi kısmanın iki sakıncası vardı. Önce, üretici ülkelerin gelirlerini azaltırdı, sonra da, bütün Batı endüstrisi enerji bakımından petrole dayandığı için üretimi kısmak sert tepkilere yol açabilirdi.

İşte bu sebeplerden, 1973 savaşından sonra ikinci yola, yani fiyatların yükseltilmesine başvuruldu. Bu metodun başarılı olduğu söylenebilir. Zira, 1973 Ocak ayında varili 2.59 dolar olan Arap petrolü, 1973 Ekiminde 5.11 ve 1974 Ocak ayında da 11.65 dolara çıktı. Bu, bir yıl içinde dört mislinden fazla bir artış demekti. Bu fiyat artışları bilhassa Batı Avrupa´da ve Japonya´da bir paniğe sebep oldu.

Ortak Pazar veya resmi adı ile Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı (E.E.C.), 6 Kasım 1973´de yayınladığı bir bildiride, Güvenlik Konseyi´nin 242 ve 338 sayılı kararlarını desteklediklerini kuvvet yoluyla toprak kazanılmasını kabul etmediklerini, İsrai1´in 1967´de işgal ettiği topraklardan çekilmesini, bununla beraber, bölgedeki her devletin egemenlik, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı ile, "güvenlikli ve tanınmış sınırlar içinde" barış içinde yaşama hakkına saygı gösterilmesi gerektiğin ilan ettiler.

Japonya ise, 22 Kasım´da Arapları tutan öyle bir tavır aldı ki, sadece İsrail ile münasebetlerini kesmediği kaldı. İngiltere ise, 6 Ekim 1973´de, Orta Doğu ülkeleri için silah ambargosu ilan etmişti. Fakat Kasım ayında ambargo esas itibariyle İsrail´e yönelik bir şekil aldı. Bilhassa Suudi Arabistan, İsrail´i kesinlikle tutan Amerika ve Hollanda´ya karşı petrol ambargosu tatbik etti ise de, bu ambargo bilhassa Amerika´nın Orta Doğu politikasında hiç bir değişiklik ve tesir yapmadı. Kaldı ki, Amerika´nın bu ambargoya karşı tepkileri de bir hayli sert oldu. Hatta, petrol üreten Arap ülkelerinin petrol politikası, Batı´nın sanayiini çökertecek hale geldiği takdirde, Amerika´nın Basra Körfezi bölgesine bir silahlı müdahale ihtimalinden veya bunun planlamasından dahi söz edildi.

Arapların bu petrol silahına karşı Amerika´nın başvurduğu ikinci yol da, Avrupa İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) çerçevesinde, 1974 Ekimi´nde, Amerika, Kanada, Fransa hariç Ortak Pazar ülkeleri, Japonya, İspanya, Türkiye, Avusturya, İsviçre, İsveç ve Norveç´in katılması ile Milletlerarası Enerji Ajansı´nın (İnternational Energy Agency) kurulması oldu.

Bu kuruluşun amacı, enerji ve fakat bilhassa petrolün sağlanmasında, kullanılmasında bir işbirliğini, dayanışmayı ve ortak planlamayı gerçekleştirmekti. Ortak Planlama çalışmalarında, daha sonra, her üye ülkenin en az 60 günlük petrol stokuna sahip olması prensibi kabul edilmiş ve daha sonra da bu stok miktarı 90 güne çıkarılmıştır. Bundan başka, petrol sıkıntısına düşmeleri halinde, üye ülkelerin birbirlerine yardım etmeleri esası da kabul edilmişti.

Petrol krizinin 1973-1974´de Batı´da yaptığı ilk şoktan sonra, petrol meselesi, yani her altı ayda bir OPEC ülkelerinin ham petrol fiyatlarına zam yapmaları, normal bir hadise mahiyetini aldı. Başka bir deyişle, Batı´nın sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeleri, fiyat artışlarından doğan sarsıntıyı kısa sürede atlattılar. Çünkü, sanayileşmiş ülkelerin korktuğu üretimin azaltılması idi. Yoksa, fiyat artışlarına kolay ayak uydurdular. Zira, artan fiyatların üretici ülkelere sağladığı gelir, yani petrodolar, yine Batı bankalarına ve Batı´nın sermaye ve nakit piyasasına intikal etti.

İkincisi, Batı´nın sanayileşmiş ülkeleri, artan petrol fiyatlarını kolaylıkla kendi sanayi mamullerine ve teknolojilerine aksettirdiler. Burada bilhassa silah fiyatlarını tekrarlamak gerekir. Halbuki, Batı´nın sanayiine, teknolojisine, silahına ve hatta tüketim maddelerine en fazla ihtiyaç duyanlar, petrol paraları ile ülkelerinin ekonomik kalkınmalarını hızlandırmak isteyenler, bu petrol üreticisi Arap ülkeleri idi. Yani, Arap ülkeleri pahalı sattılar ve aldıklarını da pahalı almaya başladılar. Bu arada olan, gelişmekte olan fakir ülkelere oldu.

Türkiye de, artan petrol fiyatlarının büyük acısını çekmiştir. Petrol üreten Arap ülkeleri, bilhassa geri kalmış veya gelişmekte olan Müslüman ülkeler için yeterli bir yardım programı da gerçekleştirmediklerinden, Batı´nın zengin ülkelerine vurmak istedikleri darbenin acısı, bu Müslüman fakir ülkelerin sırtından çıkmıştır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Altı Gün Savaşı

1960-1980 arası Orta Doğu gelişmelerinde, 1967 Arap-İsrail Savaşı bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü, bu savaşta İsrail´in Araplar karşısında kazandığı kesin zaferler neticesinde, topraklarını savaştan öncekinin dört misli genişletmesi, Arap-İsrail meselesine çok büyük boyutlar kazandırmış ve neticelerini günümüze kadar getirmiştir.

6-gun-savasi.jpg


1948 Arap-İsrail Savaşı´nı Araplar tahrik etmiştir. 1956 Arap-İsrail Savaşı ise İngiltere, Fransa ve İsrail´in Mısır´a saldırıları dolayısıyla meydana gelmiştir. Ancak 1967 Arap-İsrail Savaşı ise, İsrail değil, Araplar istediği için çıkmıştır. Şu farkla ki, Savaşı çıkarmak isteyen Araplar, ilk saldırganlığı İsrail´in yapmasını istemişler ve bu da olmuştur.

Ancak Araplar için, daha Savaşın ilk gününde bir hezimet oldu. Arapların 1967 Savaşı´nın çıkmasını istemelerinde ve savaşı kışkırtmalarında üç önemli neden rol oynamış görünmektedir:

Başkan Nasır´ın gerek 1948, gerek 1956 Savaşı´nın ve her iki savaştaki yenilginin intikamını almaya kararlı olması. Bu, Nasır için bir prestij meselesi idi. Eğer İsrail´i yenecek olursa, intikamını gerçekleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda kazandığı prestijle bütün Orta Doğu´da Mısır´a büyük bir üstünlük sağlamış olacaktı ki, bunun siyasi neticeleri de çok geniş olabilirdi.

1956´dan beri Sovyet Rusya, Mısır ve Suriye´yi o kadar silahlandırmıştı ki, İsrail ile yapılacak bir savaşın neticesinden sadece Mısır ve Suriye değil, Sovyetler dahi gayet emin görünüyorlardı. Bu sebeple, 1967 Arap-İsrail Savaşı´nı Sovyetlerin de tahrik ettiklerini söylemek mümkündür.

Bu sırada Amerika´nın Vietnam bataklığına saplanmış olması ve dolayısıyla İsrail´in arkasında yer alamayacağı düşüncesi.

Altı gün sürdüğü için Altı Gün Savaşı adını alan 1967 Arap-İsrail Savaşı´nın başlangıç gelişmelerini, 1966 yılının son aylarında oluşmaya başlayan Suriye-İsrail gerginliği teşkil eder. Çoğunluğu Ürdün´de bulunan ve diğer Arap ülkelerine de dağılmış bulunan Filistinlileri teşkilatlandırarak, bunları mücadeleye sevketmek için 1964 Mayısı´nda, Ürdün´ün elinde bulunan Doğu Kudüs´te Birinci Filistin Kongresi toplandı ve burada Filistin Kurtuluş Örgütü kurularak bir de 33 Maddelik Filistin Milli Misakı kabul edildi.

Bu Misak´a göre, İngiliz mandası altındaki Filistin toprakları, Filistinlilerin anavatanı ve 6´ıncı maddeye göre de, "Siyonist istilasından önce", yani 1917 Balfour Deklarasyonunu´ndan önce, Filistin topraklarında devamlı oturan Yahudiler de Filistinli sayılacaktı.

Bunun dışında, 1947 ye kadar Filistin topraklarında yaşayan "Arap vatandaşları" ile, bu tarihten sonra, ister Filistin topraklarında, ister bu toprakların dışında doğmuş olsun, Filistinli babadan olanlar Filistinli sayılacaktı.

9´uncu madde, Filistin topraklarının kurtarılması için silahlı mücadeleyi öngörmekteydi. 15´inci madde, "Büyük Arap Vatanı"ndan siyonist, emperyalist istilanın kovulmasından ve Filistin´deki siyonist varlığının tasfiyesinden söz etmekteydi.

19´uncu madde, Filistin´in 1947´deki taksimini ve İsrail Devleti´nin kurulmasını geçersiz sayıyordu. 21´inci madde, Filistin topraklarının tamamen kurtuluşu yerine geçecek her türlü çözümü reddediyordu.

Kudüs Kongresi´nde, 9´uncu maddenin öngördüğü silahlı mücadeleyi yürütmek üzere fedayin denen gerillalardan meydana gelen bir askeri teşkilat olan El-Fetih (Al-Fatah) teşkilatı kurulmaktaydı.

1966 Şubatı´nda Suriye´de iktidarda bulunan Baas Partisi´nin sol kanadı bir darbe yaparak, iktidarı ele geçirdi. Bu sol iktidar ile birlikte, Suriye-İsrail sınırında olayler çıkmaya başladığı gibi, bu yeni Baascılar, Başkan Nasır´ı İsrail´e karşı yumuşak davranmak ve Birleşmiş Milletler´in kanadının altına sığınmakla suçluyordu.

1966 Ekimi´nden itibaren de Suriye topraklarından hareket eden El-Fetih fedayini, İsrail topraklarına saldırılara başladılar. İsrail, bu saldırıları Güvenlik Konseyi´ne şikayet ettiğinde, oradan Suriye aleyhine bir karar çıkarmak mümkün olmadı. Zira her kararı Sovyet Rusya veto etmekteydi. Bu ise Suriye´yi daha da tahrik etti.

Suriye Başbakanı Ekim ayında "Biz İsrail´in güvenliğinin bekçisi değiliz" diyordu. Kasım ayında ise, Suriye ile Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) arasında bir savunma antlaşması imzalandı. Bu gelişmeler üzerine İsrail, fedayin saldırı ve akınlarına karşı, Kasım ayının ortalarından itibaren, "mislile mukabele" taktiğini tatbike başladı. Yani, yapılan en küçük bir saldırıya karşı, en ağır bir şekilde ve ağır silahlarla karşılık verilmeye başlandı. Bu suretle, bir yandan Suriye-İsrail, bir yandan da Ürdün-İsrail sınırlarında gerginlik her geçen gün biraz daha artmaya başladı.

Ocak-Nisan 1967 döneminde Suriye-İsrail sınırlarında küçük çatışmalardan, tank, topçu ve hava çatışmalarına kadar her türlü faaliyet ortaya çıktı. 7 Nisan 1967 günü Suriye ile İsrail arasındaki hava muharebesinde İsrail uçakları Şam üzerinde uçtuğu gibi, altı tane de Suriye uçağını düşürdüler.

7 Nisan olaysi, Suriye ve Araplar için haysiyet kırıcı olmuştu. Bilhassa düşürülen uçakların Sovyet yapısı olması, Sovyetler için de olaynin prestij kırıcı olmasına sebep oldu. Bundan dolayı Sovyetler, Suriye´yi daha silahlandırdıklarından başka, Suriye üzerindeki kontrollarını da arttırdılar. Öyle görünür ki, 7 Nisan´dan sonra meydana gelen en küçük bir olay, İsrail´e komşu Arap ülkelerinin İsrail ile münasebetlerinin gerginleşmesine, kendi çapından daha büyük katkıda bulunmuştur.

Mayıs ayından itibaren Suriye´den İsrail topraklarına fedayin akınları daha da yoğunlaşmaya başladı. İsrail Başbakanı Levi Eshkol, 11 Mayıs´ta radyoda yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "İsrail hükümeti gayet iyi biliyor ki, teroristlerin merkezi Suriye´dir. Fakat biz prensibimizi tesbit ettik: Saldırgana mukabil darbeyi vurmanın zamanını, yerini ve vasıtasını biz seçeceğiz"

Eshkol´ün bu sözlerinden sanıldı ki, İsrail Suriye´ye karşı harekete geçmeye karar vermişti. Sonradan görüldü ki, İsrail´in seçtiği hedef Mısır´dır. Bu yanılgı dolayısıladır ki, Mısır Genelkurmay Başkanı 14 Mayıs´ta Şam´a giderek görüşmelerde bulundu. Bundan sonra olaylar hızla akmaya başladı.

16 Mayıs´ta Mısır Silahlı Kuvvetleri alarm durumuna geçirildi. Esasen 14 Mayıs´tan itibaren Mısır kuvvetleri, 1956´dan beri Birleşmiş Milletler barış gücünün kontrolünde olan Sina´ya girmeye başlamıştı. Yine 16 Mayıs´ta Mısır, gerek Sina Yarımadası´nda ve Gazze´de bulunan ve gerek Akabe Körfezi´nin Kızıldeniz´e çıkış noktası olan Tiran Boğazı´ndaki Şarm el-Şeyh´deki Birleşmiş Milletler askerlerinin buralardan çekilmesini istedi. B.M. askerleri, 19 Mayıs´tan itibaren buralardan çekilmeye başladı ve yerlerini Mısır askerleri aldı.

Bu olay, Arap-İsrail gerginliğinde önemli bir tırmanma teşkil etmekteydi. Mısır, bu hareketi ile iki cepheden İsrail´e karşı pozisyon alıyordu. Biri, Sina´yı tamamen kontrolü altına almak suretiyle, İsrail´e karşı doğrudan hareket imkânını kazanması ve arada B.M. Kuvvetleri´nin mevcut olmamasıydı. İkincisi ise, Şarm el-Şeyh´e askerini sokmakla, İsrail´in Kızıldeniz´e çıkışı olan Tiran Boğazı´nı kontrol altına alıyordu.

Nasır, bununla da yetinmedi ve 22 Mayıs´ta Tiran Boğazı´nı İsrail gemilerine ve 24 Mayıs´ta da bütün deniz trafiğine kapadı. Bu sonuncu tedbir ile, İsrail´e başka ülke gemilerinin yardım getirmesini önlemiş olmaktaydı.

22 Mayıs´tan itibaren Tiran Boğazı´nın ve arkasından Akaba Körfezi´nin kapatılması, Orta Doğu´daki havayı birdenbire gerginleştirdi. Çünkü, İsrail Mısır´ın bu hareketini, kendisine yöneltilmiş bir saldırı olarak kabul etti. Bu sebeple, 23 Mayıs´tan itibaren Amerika ve Sovyetler harekete geçerek, bir savaşı önleme çabalarına giriştiler.

Vietnam Savaşı´nın Kongre´de uyandırdığı tepkiler dolayısıyla Başkan Johnson, İsrail meselesinde fazla ileri gitmekten korkuyor ve ellerini bağlı hissediyordu. Onun için, Sovyet Rusya´nın da Orta Doğu´da herhangi bir avantaj elde etmesini önlemek için, bu devletle beraber hareket etme kararı aldı. Bu, Sovyetlerin de işine geldi. Çünkü 7 Nisan´daki hava muharebesinde Suriye´nin İsrail karşısında hiç bir şey yapamaması, Sovyetlerin Araplara olan güvenini sarsmıştı.

Fakat Sovyetler, bir yandan da Arapların güvenini kaybetmek istemiyorlardı. Bu sebeple, bir yandan Amerika İsrail´i, öte yandan da Sovyetler Suriye ve Mısır´ı yatıştırmaya çalıştılar. İki büyük devletten gelen bu yatıştırma faaliyetinin hiç bir faydası olmadı. Hava yatışacağı yerde, daha da gerginleşti. Nasır, 26 Mayıs´ta yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Eğer savaş gelecek olursa, bu topyekün bir savaş ve hedefimiz de İsrail´i yoketmek olacaktır. Bu savaşı kazanacağımıza inanıyoruz ve şimdi İsrail ile savaş için hazırız. Bu sefer 1956´daki gibi olmayacak. O zaman İsrail ile değil, İngiltere ve Fransa ile savaşmıştık".

Al Ahram Gazetesi´nin başyazarı Muhammed Heykel de, yine aynı gün, "Savaş kaçınılmazdır. Araplar ilk defa olarak iradelerini İsrail´e kabul ettirebileceklerdir" diyordu. Bu arada, Güvenlik Konseyi de 23 Mayıs´tan itibaren toplantılar yaparak ve bir takım kararlar alarak bir krizin patlamasını önlemeye çalıştı. Fakat bunlar da savaşı önlemeye yetmedi.

30 Mayıs´ta Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) ile Ürdün arasında bir savunma antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya 4 Haziran´da Irak da katıldı. Mısır Başkanı Nasır, bu katılım dolayısıyla yaptığı konuşmada, "1956 ihanetinin intikamını almak için savaşın başlamasını şiddetle arzuluyoruz. Bu savaş bütün dünyaya Arapların da, İsrail´in de ne olduğunu anlatacaktır" diyordu.

Krizin başlangıcında Sovyetler, İsrail´in ilk önce Suriye cephesinden harekete geçeceğini tahmin etmiştir. Daha sonraları Başkan Nasır, İsrail´in Sina cephesinde harekete geçeceğini, ancak cepheden saldırmayıp, Gazze koridorundan girmesini beklemiştir. Halbuki bunların hiç biri olmadı. Arapların istediği gibi ilk saldırıyı İsrail yaptı. Fakat Araplara ilk ve ağır bir darbe indirmek için 5 Haziran 1967 sabahı 7:30´dan itibaren havalanan İsrail uçakları, Mısır, Suriye ve Ürdün havaalanlarını bombardıman etmeye başladılar.

Mısır´a yapılan baskında, İsrail uçakları, Mısır radarlarına yakalanmamak için Akdeniz üzerinde çok alçaktan uçarak, Mısır´ın Batı sınırlarına ulaşmışlar ve saldırılarını batıdan yapmışlardır. Sina üzerinden değil. O kadar ki, İsrail uçakları Irak´a da ulaşarak Habbaniye Havaalanı´nı bile bombardıman ettiler.

5 Haziran günü akşam olduğu zaman, 16 Mısır havaalanı artık kullanılmaz hale gelmiş ve 280 Mısır uçağı, 52 Suriye uçağı, 20 Ürdün uçağı ve bir çok da Irak uçağı yerde tahrip edilmişti. Sonradan görülmüştür ki, tahrip edilen Arap uçaklarının sayısı o gün 400´ü aşmış bulunuyordu.

Havaların kontrolu artık İsrail´in elindeydi. Araplar, 5 Haziran günü 160 İsrail uçağını düşürdüklerini iddia etmiş iseler de, bu iddianın gerçekle hiç bir alakası olmadığı görülmüştür. Havalardaki üstünlük, İsrail´in kara harekâtını da kolaylaştırmıştır. Bilhassa Sina Yarımadası´ndaki muharebelerde Mısır´ın zırhlı kuvvetleri, İsrail zırhlı kuvvetlerinden ziyade, havadan İsrail uçaklarından ağır darbeler yemiş ve perişan olmuşlardır. Bundan dolayı, İsrail kuvvetleri üç gün içinde bütün Sina´yı ele geçirip, 7 Haziran akşamı Süveyş Kanalı´nın sağ kıyısındaki, kuzeyde Kantaro, ortada İsmailiye ve güneyde de Port Tevfik´e ulaşmışlardır.

Bu durumda Mısır´ın yapabileceği bir şey kalmamıştı. 8 Haziran´da İsrail ile ateşkesi kabul ederek, İsrail kuvvetlerinin Kanal´ın diğer yakasına geçmesini önlemiştir.

İsrail için 1967 Savaşı´nın en çetin cephesi Ürdün cephesi ve Batı Şeria cephesi olmuştur. Ürdün kuvvetleri, gerçekten İsrail´i uğraştırmış ve ciddi kayıplar verdirmişlerdir. Fakat onlar da Mısır´dan daha fazla dayanamadı. 7 Haziran günü Nablus muharebesini kaybedip, şehir, İsrail kuvvetlerinin eline geçince, İsrail bütün Batı Şeria´yı işgal etmiş oluyordu. Bu sebeple 7 Haziran akşamı Ürdün de İsrail ile ateşkesi kabul etti.

8 Haziran´dan itibaren Suriye cephesinde Golan Tepelerinde muharebeler şiddetlendi. Suriye, Golan Tepelerinden aşağıdaki İsrail yerleşim merkezlerini 1956´dan beri 11 yıl süre ile bombalamıştı. Yani bu tepelerin, İsrail´in Suriye´ye karşı savunması bakımından stratejik bir önemi vardı. Suriyeliler de İsrail karşısında fazla dayanamadılar. İsrail kuvvetleri, Golan Tepelerini aldıktan sonra, Suriye topraklarında ilerlemeye başladılar. İsrail kuvvetlerinin ilerleme istikameti Şam´dı.

İşte tam bu sırada, 10 Haziran günü Sovyetler, Amerika´ya başvurarak, İsrail ilerlemesi durdurulmadığı takdirde, "askeri harekât" da dahil gerekli tedbirleri alacaklarını bildirdiler. Bu sırada İsrail kuvvetleri, Şam´a 40 mil mesafedeki Kuneitra´ya girmiş bulunuyordu. Dolayısısıyla İsrail, Kuneitra´da durdu ve o gün saat 16:30´da da İsrail ile Suriye arasında ateşkes başladı. Altı Gün Savaşı böylece sona ermiş oluyordu.

Savaşın sonu Araplar için tam bir hezimetti. Savaştan sonra bir Arap askeri gücü kalmamıştı. Mısır, Sina´ya 80-100 bin kişilik bir kuvvet sürmesine rağmen bir şey yapamamıştı. Mısır, 600-800 tank kaybetmişti. 100´den fazla kullanılabilir Sovyet yapısı tank İsrail´in eline geçmişti. Yine Mısır´ın 400 topu ile 10.000 askeri aracı Sina´da tahrip edilmişti. Tahrip edilen Arap uçaklarının sayısı 441 olarak tesbit edilmiştir ki, bunun içinde Sovyet yapısı 280 Mig ve 60 Ilyuşin uçağı da bulunmaktaydı. Başka bir deyimle, 1967 Arap yenilgisi, aynı zamanda Sovyet silahlarının da yenilgisi idi.

Arapların bu silah kaybı, Sovyetlerin bu ülkeleri tekrar silahlandırmak için daha sıkı kontrolü altına alması ve Orta Doğu´da daha fazla söz sahibi olmak için de bir fırsat olmaktaydı.

1967 zaferi ile İsrail, topraklarını dört misli daha genişletmiştir. Gazze ve bütün Sina Yarımadası İsrail´in eline geçtiği için İsrail, Süveyş Kanalı´na dayanmış ve güneyde de Şarm-el-Şeyh´i alarak Tiran Boğazı´nın kontrolüne sahip olmuştur. Yine Sina´nın kuzeydoğusundaki Gazze Bölgesi de İsrail´in eline geçmiştir.

İsrail, Ürdün´den Şeria Nehri´nin batısındaki bütün toprakları alarak, Şeria Nehri, Ürdün ile İsrail arasında sınır olmuştur. Keza, Ürdün´ün elindeki Doğu Kudüs de İsrail´in eline geçmiştir ki, bu suretle 2000 yıldan beri ilk defa olarak Yahudiler Kudüs´e tekrar sahip oluyorlardı. Osmanlı Devleti´nin 400 yıl elinde tuttuğu kutsal Kudüs´ü, Araplar, 50 yıl ellerinde tutamamışlardı.

İsrail, Golan Tepeleri denen ve Kuneitra´ya kadar uzayan Suriye topraklarını da işgal etmişlerdi. İsrail, bu toprakları elde etmekle, kendisi için gerekli güvenlikli sınırlara sahip olmaktaydı. Fakat, İsrail´in bu güvenliğine karşı da, Sovyetler bilhassa Mısır ve Suriye üzerindeki nüfuzunu daha da arttırarak, bir bakıma bu güvenliği belirli ölçüde zayıflatmış olmaktaydılar. Zira, 1967 Savaşı´ndan sonra Sovyetler, Arap ülkelerini yeniden silahlandırmaya başlayarak İsrail karşısında bir silah dengesi kurmaya çalıştıkları gibi, bundan da daha önemlimi, Akdeniz´deki varlıklarını arttırdı.

Bu savaştan sonra Sovyet donanması hemen 50-60 parçaya çıkarıldığı gibi, Sovyetler, Suriye´nin Lazkiye ve Mısır´ın da İskenderiye Limanı´nda deniz üssü elde ettiler. Bu ise, bu iki ülkenin daha fazla Sovyet nüfuzu altına girmesi idi.

Sovyetlerin Araplar üzerindeki koruyuculuğu, daha savaşın son günlerinde başlamıştı. 10 Haziran günü Sovyetler Amerika´ya başvurup ateşkesi sağlamamış olsalardı İsrail kuvvetlerinin Şam´a girmesi belki işten bile olmayacaktı. Sovyetlerin koruyuculuğu bu kadarla da kalmadı. Güvenlik Konseyi´nde Amerika´nın vetosu ihtimali dolayısıyla, Genel Kurul´dan Araplar lehine bir karar çıkarmak amacı ile, B.M. Genel Kurulu´nun 19 Haziran´da olağanüstü toplantıya çağrılmasını sağladı. Ancak, Genel Kurul´da 21 Temmuz´a kadar yapılan toplantılarda, Arap-İsrail barışı için ortaya atılan hiç bir formül, gerekli üçte iki çoğunluğu sağlayamadı. Bunun üzerine mesele Güvenlik Konseyine havale edildi.

Genel Kurul, 4 Temmuz2da, Pakistan tarafından teklif edilen ve Türkiye, İran, Gine, Mali ve Nijer tarafından desteklenen karar tasarısını kabul etti. 20 çekimsere karşı 88 oyla kabul edilen bu karar, İsrail´i, Kudüs´ün statüsünü değiştirebilecek her türlü tedbirden kaçınmaya davet ediyor ve bu gibi tedbirlerin hukuken geçersiz olacağını hatırlatıyordu. Güvenlik Konseyi ise İsrail´i destekleyen Amerikan ve Arapları destekleyen Sovyet görüşlerini uzlaştırmak için uzun süren görüşme ve tartışmalardan sonra, nihayet, 22 Kasım 1967´de 242 sayılı kararı kabul etti.

Karar, İsrail´in bu son savaşta işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngörmekteydi. Kararın bundan sonraki kısmında da, bölgedeki her devletin egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığının tanınması ve buna saygı gösterilmesi isteniyor ve yine her devletin barış içinde, tehdit ve kuvvet kullanılmasından uzak olarak, güvenlikli ve tanınmış sınırları içinde yaşaması hakkı kabul edilmekteydi.

Kararın üçüncü maddesine göre de, bu kararın yukarıdaki prensipleri çerçevesinde barışcı ve taraflarca kabul edilmiş bir anlaşmanın gerçekleştirilmesi amacı ile, Genel Sekreteri, taraflar arasında temas sağlamak için bir özel temsilci tayin edecekti.

242 sayılı Güvenlik Konseyi kararının 3´üncü maddesi gereğince, B.M. Genel Sekreteri, İsveçli diplomat Gunnar Jarring´i taraflar arasında temas ve anlaşma sağlamakla görevli özel temsilci seçti. Ancak Jarring´in temasları ve faaliyeti hiç bir netice vermedi. Fakat bu arada Amerika, barışı sağlama çabalarına aktif bir şekilde girdi. Çünkü, 1968 seçimlerinde başkanlığa gelen Richard Nixon, nasıl Vietnam meselesini bir an önce sona erdirmeye karar vermiş ise, Orta Doğu´da da barışı gerçekleştirerek Amerika´nın prestijini tamir etmeye kararlı idi. Çünkü, İsrail´in 1967 Savaşı´ndaki tartışmasız zaferi, Araplar tarafından, Amerika´nın İsrail´e yardım ettiği propagandası ile, bir Amerikan aleyhtarlığına dönüştürülmüştü.

Nixon, bilhassa bu aleyhte propagandayı önlemek ve Amerika´nın Orta Doğu´daki itibarını tekrar tesis etmek istiyordu. Bu sebeple Nixon´ın Dışişleri Bakanı William Rogers, Araplarla İsrail´i bir barış çözümü etrafında birleştirmek için çeşitli planlar ortaya attı. Fakat Rogers´ın bu teşebbüslerinden hiç bir netice çıkmadı. Çünkü, Araplar bir barış için önce İsrail´in işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini söylüyordu.

Arapların 242 sayılı Güvenlik Konseyi kararını yorumlaması bu şekildeydi ve bu yorum, bugüne kadar devam etmiştir. Buna karşılık, İsrail ise, 242 sayılı kararın 3´üncü maddesine dayanarak, önce bir müzakere masasına oturulmasını ve "güvenlikli ve tanınmış" sınırların tesbitini ve ondan sonra da, İsrail´in, hangi topraklardan çekilecekse, oradan çekilmesi görüşünü savundu. İsrail´in bu görüşü de bugüne kadar devam eden bir görüştür.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Avrupa Konseyi

5 Mayıs 1949´da, Avrupalı 10 devletin katılımıyla kurulan bir birliktir. Bunlar: Belçika, İngiltere, Danimarka, Fransa, Hollanda, İrlanda, İsveç, İtalya, Lüksemburg ve Norveç´tir. Birliğin amacı, üye ülkelerin ortak mallarını ve ilkelerini korumak, yayma; iktisadi gelişimlerini sağlamak amacıyla, aralarında daha sıkı bir işbirliği oluşturmaktır.

Konsey, esas olarak, üye ülkelerin hükümet telsimcileriyle, parlemento üyelerinden oluşmuştu. Buna ek olarak, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ile Avrupa İnsan Hakları Divanı da kuruldu. Bu iki komisyon da, Konsey´in merkezi olan Strazburg´ta çalışmaya başladılar. Türkiye, Avrupa Konseyi´ne 1949 yılında katıldı. Avrupa Konseyi´nin üye sayısı, kuruluşundan yirmi yıl sonra 18´e yükseldi.


Bağdat Paktı

1955 yılından itibaren nasıl Balkan İttifakı sarsılmaya başlamış ise, Türkiye´nin 1955 Şubatı´nda meydana getirdiği Bağdat Paktı da aynı şekilde önemli sarsıntılar geçirmiştir. Türkiye, 1954 Ağustosu´nda Balkan İttifakı´nı gerçekleştirir gerçekleştirmez hemen arkasından, yine 1954 yazından itibaren bir de Orta Doğu´da bir savunma ittifakı sistemi meydana getirmek için faaliyete geçti. Fakat bu faaliyetin esas kaynağını, Birleşik Amerika Dışişleri Bakanı John Foster Dulles´ın bir tasarısı teşkil ediyordu.

Kore Savaşı, Amerika Dışişleri Bakanı´nı, komünist emperyalizmi tehlikesine karşı daha güçlü tedbirler almaya sevketmişti. Dulles, Orta Doğu memleketlerini de bir ittifak sistemi içinde toplamak istiyordu ve bu amaçla 1953 Mayısı´nda bütün Orta Doğu memleketlerini teker teker ziyaret etti. Bu arada 25-27 Mayıs 1953 günlerinde Ankara´ya da geldi ve bu ülkelerle görüşmeler yaptı.

Bu sırada İngiltere ile Mısır arasındaki Süveyş anlaşmazlığı henüz çözümlenmemiş ve Arap memleketleriyle İsrail arasındaki münasebetler de gerginliğini muhafaza ediyordu. Bu sebeple, Dulles, bütün Orta Doğuyu kapsayacak bir savunma sisteminin kurulması için gerekii müsait atmosferi bulamadı ve Washington´a dönüşünde radyo ve televizyonlarda yaptığı bir konuşmada, Arap ülkelerinin İsrail, İngiltere ve Fransa ile olan çatışmalara bütün dikkatlerini çevirmiş olduklarını ve bundan ötürü de Sovyet komünizmi tehlikesine hemen hiç aldırmadıklarını söylemiş ve "Bir Orta Doğu Savunma Teşkilatı meselesi, yakın bir ihtimal olmaktan ziyade, ancak geleceğe ait bir iştir" diyerek, kurmak istediği Kuzey Seddi (Northern Tier) tasarısını ileriye attı.

Fakat Türkiye, Amerika tarafından terkedilen bu fikrin peşini bırakmadı. 27 Temmuz 1954´te, İngiltere ile Mısır arasındaki Süveyş anlaşmazlığını sona erdiren antlaşma parafe edildi ve bu antlaşma 19 Ekim 1954´de de imzalandı.

Bu antlaşmanın ilgi çeken tarafı, 17 Haziran 1950 tarihli Arap Ligi Devletleri Ortak Savunma Antlaşması´nı imzalayan devletlerden birine veya Türkiye´ye, silahlı bir saldırı olması halinde, İngiltere´nin Süveyş Kanalı´na asker sokmak hakkını kazanmasıydı.

Antlaşmanın bu hükmünün ve Mısır´ın da bu hükme rıza göstermesinin, Türkiye´yi, Orta Doğu Savunma sisteminin kurulması hususunda büyük ümitlere sevkettiği anlaşılmaktadır. Çünkü, Irak Başbakanı Nuri Said Paşa´nın Ankara´ya yaptığı on günlük bir ziyaret sonunda 18 Ekim 1954´te yayınlanan bir bildiride Türkiye ile Irak´ın Orta Doğu´da bir güvenlik teşkilatı kurmaya karar verdikleri ve Türkiye´nin Arap devletlerinin meşru menfaatlerine aykırı bir politika izlemiyeceği bildirildi. Bu son cümle ile anlatılmak istenilen, Türkiye´nin İsrail meselesinde Arapların meşru menfaatlerine aykırı hareket etmiyeceği ve İsrail´i körü körüne desteklemiyeceği idi.

Arap devletlerine bir taviz verilmek isteniyordu. Irak ile Türkiye´nin bir Orta Doğu savunma teşkilatı kurma teşebbüsleri, başta Mısır olmak üzere Arap devletleri tarafından tepki ile karşılandı. Çünkü, İngiliz-Mısır Süveyş antlaşmasının parafe edilmesinden sonra, Mısır, kendi liderliği altında bir Arap devletleri bloku kurmak üzere diplomatik faaliyetini birdenbire arttırmıştı.

Mısır Milli İstikamet Bakanı Salah Salim, Ağustos ve Eylül aylarında, Bağdat da dahil olmak üzere bütün Arap başkentlerini ziyaret ederek görüşmelerde bulunmuştu. Yine Mısır´ın Suudi Arapistan ve Pakistanla yaptığı temaslardan sonra, Eylül ayında, Doğu ve Batı blokları arasında bir denge unsuru olmak üzere, bir İslam Kongresi´nin kurulması dahi söz konusu olmuştur.

Şimdi Türkiye ile Irak´ın Mısır´dan önce davranarak, bir Orta Doğu güvenlik teşkilatı kurmak için harekete geçmeleri Başkan Nasır´ın kendi liderliği altında gerçekleştirmek istediği Arap blokunu engelleyici nitelikte ve daha da önemlisi, Mısır´ın liderliğini köstekleyici nitelikte idi. Bunun için Mısır´ın tepkisi sert oldu. Kurulacak olan güvenlik teşkilatına katılmıyacağını hemen açıkladı.

Mısır´ın bu tutumu diğer Arap ülkelerini de etkiledi ve bunlar Türk-Irak teşebbüsüne karşı çekingen bir durum aldılar. Bu durum da Türkiye ile Irak´ın teşebbüsünü köstekleyici nitelikte idi. Bu sebeple Türkiye Başbakanı Menderes, 1955 Ocak ayında Şam ve Beyrut´u ziyaret etti. Suriye kurulacak pakta katılmayı reddetti. Lübnan ise, Mısır ile Suriye´nin bu redleri karşısında, bu pakta katılmaya birdenbire karar veremedi.

Orta Doğu Güvenlik Paktı meselesi, Arap Ligi Konseyi´nin 22 Ocak-6 Şubat 1955 arasında yaptığı toplantıda tartışma konusu oldu. Mısır, Suriye ve Suudi Arapistan Pakt´a karşı şiddetli cephe aldılar. Irak ise Pakt fikrini savundu. Lübnan ile Ürdün uzlaştırıcı bir rol oynamak istedilerse de, Konsey toplantısı sonuç vermeden dağıldı. Bu durum karşısında Türkiye ve Irak 24 Şubat 1955 de Bağdat Paktı´nı imzaladılar.

Taraflar arasında "güvenlik ve savunma" konusunda işbirliği yapılmasını öngören bu Pakt´ın 5´inci maddesine göre, bu Pakt´a her devlet katılabilirdi. Yalnız şu şartla ki, bu devletin ya bir Arap Ligi üyesi olması veya taraflarca "tanınmış" olması gerekmektedir. Bunun anlamı şuydu ki, İsrail için bu Pakt´a katılma imkanı yoktu. Çünkü bir Arap devleti olan Irak İsrail´i tanımamıştı. Şüphesiz bu hüküm, diğer Arap devletlerinin İsrail düşmanlığına verilmiş bir tavizdi. Bağdat Paktı imza edilirken, diğer Arap devletleri ve özellikle Lübnan ve Ürdün´ün buna katılması halinde, Mısır-Suriye blokunun izole edilmiş olacağı va sonunda da yalnız kalan bu devletlerin, ister istemez Pakt´a katılacakları düşünülmüştü.

Fakat düşünülen gerçekleşmedi. Lübnan ve Ürdün nezdinde yapılan teşebbüsler bir sonuç vermedi. Bununla beraber, bu iki devlet Mısır-Suriye blokuna da katılmadılar. Pakt´ın imzasından sonra Mısır ve Suriye, Türkiye ve Irak´a karşı geniş bir kampanya açtılar.

Bağdat Paktı, Batı emperyalizminin bir vasıtası, İsrail´e hizmet eden bir alet olarak gösterildi. Mısır ve Suriye´nin bu kampanyasını etkisiz bırakmak için Paktın genişletilmesine çalışıldı. 4 Nisan 1955 de İngiltere, 23 Eylül 1955 de Pakistan ve 3 Kasım 1955´de de İran Bağdat Paktı´na katıldılar. İngiltere´nin katılması Mısır ve Suriye´nin eline yeni bir silah verdi. Bu da Bağdat Paktı´nın İngiltere´nin Orta Doğu´daki sömürgeciliğinin yeni bir eseri olduğu idi. İran´ın katılması ise büyük bir şey ifade etmedi. Zira Pakistan ve İran Orta Doğu´nun Arap kuşağına dahil değildi. Böylece Bağdat Paktı Arap devletlerinin desteğinden tamamen mahrum kaldı. Bu da Pakt için önemli bir zaaf oldu.

Öte yandan, Arap ülkelerinde doğan muhalefet karşısında Amerika da Pakt´a katılmaya cesaret edemedi. Bu da Pakt´ın ikinci büyük zaafı oldu. Böylece Bağdat Paktı, gerçekleştirmek istediği gayeye oranla, çok zayıf temeller üzerine oturtulmuş garip bir bina oluyordu.

Mart 1955 başlarında bir yandan Mısır ve Suriye, öte yandan da Mısır ve Suudi Arapistan, aralarında birer askeri pakt imzalamaya karar verdiler. Yemen de bunlara katılacağını bildirdi. Gerçekten, 20 Ekim 1955 de Mısır-Suriye 27 Ekim 1955 de Mısır-Suudi Arapistan savunma antlaşmaları imzalandı.

21 Nisan 1956´da da Mısır-Suudi Arapistan-Yemen savunma antlaşması imzalandı. Orta Doğu´da Bağdat Paktına karşı mukabil bir blok ortaya çıkmış oluyordu. Her iki blokun dışında kalan Lübnan ve Ürdün de gözönünde tutulunca, Bağdat Paktı, Orta Doğu´da ve özellikle Arap kuşağında birleştirici bir rol oynamak isterken, bu kuşağı üç parçaya ayırmış olmaktaydı. Bu parçalanmadan ve parçalar arasındaki rekabetten Sovyet Rusya faydalanmıştır. Böylece Bağdat Paktı´nın bir sonucu da, Sovyetlerin Orta Doğu´ya girmesi olmuştur.

Halbuki bu Pakt Sovyet tehdidine karşı bir savunma bloku teşkil etmek için kurulmuştu. Oysa tamamen aksi oldu. Çünkü, Mısır, Bağdat Paktı´na karşı mukabil bir blok kurmakla da yetinmeyip, sözde İsrail´in muhtemel bir saldırısına karşı kendisini kuvvetli bulundurmak için, 1955 sonbaharından itibaren Sovyet Rusya ve peykleriyle silah alışverişine girişti.

Suriye Sovyetlerle yakınlık kurmakta Mısır´dan da ileriye gitti. Bu iki devlet Sovyetler Birliğini adeta Orta Doğuya çektiler. Bu ise Orta Doğu´daki Doğu-Batı mücadelesini daha da şiddetlendirdi. Şimdi, 1950 de faaliyet alanlarını Avrupa´dan Uzakdoğu´ya aktaran Sovyetler Birliği, bu gelişmelerle faaliyetlerini Uzakdoğu ve Asya´dan Orta Doğu´ya aktarmış oluyordu. Bu ise 1956´dan itibaren Orta Doğu buhranlarını daha da şiddetlenmeye götürecektir.

Orta Doğu buhranları Bağdat Pakt´ını bambaşka bir nitelik ve gayeye götürecektir. 14 Temmuz 1958´de Irak´da patlak veren ihtilalin sonunda gerek monarşinin ve gerek Nuri Said rejiminin yıkılması ve General Kasım´ın liderliğinde 1963 yılına kadar devam edecek rejimin Irak´ın kaderine egemen olması üzerine, Irak Bağdat Pakt´ından çekilmiş ve bundan sonra Pakt´ın adı değiştirilerek Merkezi Antlaşma Teşkilatı (Central Treaty Organization - CENTO) olmuştur.

BAĞDAT PAKTI CENTO

CENTO ise, faaliyetlerinin yönünü, daha ziyade üyeler arasındaki ekonomik, kültürel ve teknik işbirliğine çevirmiş ve bunda da daha belirli başarılar kazanmıştır. Öte yandan, Bağdat Paktı´nın geçirdiği bu nitelik değişikliği Birleşik Amerika´yı Paktın bu yeni şekliyle çok daha yakından ve sıkı bir işbirliğine yöneltmiştir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Yugoslavya Kralı Aleksandr'la Dolmabahçe Sarayının rıhtımında. Kral Aleksandır bu ziyareti sırasında Balkan milletleri arasındaki husumetin kaldırılması ve bir Balkan Antantı kurulması konusu üzerinde de düşüncelerini açıklamıştı.


Balkan Antantı

Türkiye, Milletler Cemiyeti´ne katıldığı zaman, Balkan devletleri arasında da büyük bir yakınlaşma ve işbirliği başlamıştı. Bu gelişme 1934 yılında Balkan Antantı denen ittifakı ortaya çıkarmıştır. Balkanlılar arasındaki yakınlaşmanın esas unsuru ise 1930 Ekimi´ndeki TürkYunan Anlaşmalarının doğurduğu TürkYunan yakınlaşmasıdır.

Öte yandan, Locarno Anlaşmaları, Kellogg Paktı ve Litvinov Protokolu gibi barışçı teşebbüslerle, Küçük Antant gibi statükocu ittifakların ortaya çıkması da, Balkanlardaki işbirliğinde teşvik edici etkenler olmuştur.

Balkan Birliği konusundaki ilk adımlar Balkan hükümetleri tarafından değil, fakat gayrı resmi çabalarla atılmıştır. Dünya Barış Kongresi Derneği´nin 1929 Ekimi´nde Atina´da yaptığı toplantıda, Kongre başkanı ve eski Yunan başbakanlarından Aleksandr Papanastasiyu devamlı bir Balkan Antantı kurulması fikrini ortaya atmış ve Türkiye dahil bütün Balkanlı delegasyonlar bu fikri kabul ederek, 1930 Ekimi´nde Atina´da Birinci Balkan Konferansı açılmıştır.

Bundan sonra bu konferanslar Atina, İstanbul, Bükreş ve Selanik´te olmak üzere her yıl tekrarlanarak, Balkan milletleri arasında bir işbirliği kurulmuştur. Bu konferanslar sonunda, Balkan Ticaret ve Sanayi Odası, Balkan Denizcilik Bürosu, Balkan Ziraat Odası, Balkan Turist Federasyonu, Balkan Hukukçuları Komisyonu, Balkan Tıb Federasyonu gibi teşekküller ortaya çıkmıştır.

1932 de yapılan Üçüncü Balkan Konferansı ise bir Balkan Paktı tasarısı ortaya çıkarmıştır ki, bu suretle işbirliği faaliyetleri bununla siyasal münasebetler alanına geçirilmiş olmaktaydı. Bununla beraber, siyasal işbirliğinin gerçekleşmesi hemen mümkün olmadı. Balkan Konferanslarında görülmüştü ki, özellikle Bulgaristan işbirliğinde çekingen davranmaktadır.

Arnavutluk ile Bulgaristan, Balkan Konferanslarında, revizyonist gayelerini dolaylı bir şekilde belirterek azınlık meselelerinin de tartışmasında ısrar etmişler, fakat Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya buna engel olmuşlardır. Bununla beraber, özellikle Türkiye uzlaştırıcı bir politika izleyerek Bulgaristan´ın tam işbirliğini, sağlamaya çalışmış, lakin muvaffak olamamıştır.

1933 Şubatı´nda Küçük Antant´ın devamlı bir statü ve teşkilat kurması ve Almanya´da Nazi Partisi´nin iktidara geçmesi, Balkanlıları da harekete geçmeye sevketmiş görünmektedir. Türkiye ve Yunanistan, siyasal alanda da Balkanlarda bir işbirliği kurulmasına ve bu konuda bir paktın imzasına karar verip, 1933 Mayısı´nda bu düşüncelerini Bulgaristan´a da bildirdiler. Lakin Bulgaristan teklife yanaşmayınca, Türkiye ve Yunanistan 14 Eylül 1933 de bir Samimi Anlaşma Paktı (Pacte d´Entente Cordiale) irnzaladılar.

10 yıl için imzalanmış olan bu Pakt ile, iki devlet sınırlarını karşılıklı olarak garanti ediyorlardı. Bu hüküm, Makedonya üzerindeki emellerinden bir türlü vazgeçmek istemeyen Bulgaristan´da tepki ve sinirlilik uyandırdı. Bulgaristan´ın bu şüphelerini gidermek ve Bulgaristan´ı da bu Pakt´a almak için Türkiye Başbakanı İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Sofya´ya gittilerse de, olumlu bir sonuç elde edemediler.

TürkYunan Paktı, Romanya´yı harekete geçirdi ve Romanya Dışişleri Bakanı Titulescu´nun Ankarayı ziyareti sırasında, 17 Ekim 1933´te, Türkiye ile Romanya arasında Dostluk, Saldırmazlık, Hakem ve Uzlaşma Antlaşması imzalanmıştır. Romanya´yı bu antlaşmayı imzalamaya götüren sebeplerden biri, Bulgaristan´ın revizyonist isteklerinden çekinmesi, diğeri de kendi deniz ticaretinin, Boğazlar´da serbest geçişin bekçisi olan Türkiye´ye bağlı bulunmasıydı.

Türkiye´nin yaptığı bu anlaşmalar, Bulgaristan´ı sinirlendirdiğinden, Bulgar basını Türkiye aleyhine kampanya açmış ve bu kampanya Türk basını tarafından, cevapsız bırakılmamıştır. Lakin Bulgaristan´ın bu tutumu Yugoslavya´yı da korkuttuğundan, Türk Dışişleri Bakanı´nın Belgrad´ı ziyareti sırasında Türkiye ile Yugoslavya arasında 27 Kasım 1933´de bir Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzalamıştır.

Yugoslavya´yı bu antlaşmayı imzalamaya götüren sebep, Bulgaristan´dan duyduğu endişe olduğu kadar, İtalya´nın Arnavutluk´ta kurduğu kontrolün kendisi bakımından yarattığı tehlike idi. Görüldüğü gibi, bu ikili anlaşmaların hepsinin pivotunu Türkiye teşkil etmekteydi.

Bu anlaşmaların her üçü de aynı gayeyi taşıdığına ve gayelerde bir farklılık olmadığına göre, yapılması gereken normal iş, dört devletin tek bir antlaşma ile birbirlerine bağlanmaları idi. İşte bu iş 9 Şubat 1934 tarihinde Balkan Antantı´nın imzası ile gerçekleştirildi. Balkan Antantı ile taraflar, sınırlarını karşılıklı olarak garanti altına alıyorlar ve birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan devletiyle birlikte bir siyasal harekette bulunmamayı veya bir siyasal anlaşma yapmamayı taahhüt ediyorlardı.

Balkan Antantı´nın ortaya çıkmasında nasıl baş rolü Türkiye oynadıysa, bu Antant´a sonuna kadar sadakatla bağlanan da Türkiye oldu. Fakat bu siyasal antlaşma, dört Balkan devleti arasında amaç edinilen sıkı siyasal işbirliğini gerçekleştiremedi ve başlangıçtan itibaren bazı zayıflık unsurlarına sahip oldu.

Antant ile birlikte gizli bir protokol de imzalanmıştı. Buna göre, taraflardan biri Balkanlı olmayan bir devlet tarafından saldırıya uğrar ve bir Balkan devleti de saldırgana yardım ederse, diğer taraflar bu Balkanlı saldırgana karşı birlikte savaşa gireceklerdi. Fakat bu Protokol üzerine Türkiye, bir Rus-Romen savaşında Romanya´ya yardım etmiyeceğini Sovyet Rusya´ya bildirmiş ve Yunanistan da bu Protokolün kendisini İtalya ile bir çatışmaya götürmeyeceği hususunda rezerv koymuştur.

Öte yandan, Balkan Antantı Batılılar ve Küçük Antant´ın kurucusu Çekoslovakya tarafından büyük bir hoşnutlukta karşılanmakla beraber, 1936´dan itibaren Avrupa´da buhranların şiddetlenmesi ve Berlin-Roma Mihverinin ağır basmaya başlaması, Balkan Antantı´nı da zayıflamaya doğru götürmüştür. Bu gelişme özellikle, 1937´den itibaren belirli bir hal almıştır.

1936 da Avrupa´da Almanya´nın üstünlüğü belirince, Romanya, Bulgaristan ve Macaristan´dan fazla Almanya´dan endişe duymuş ve Balkan Antantı ile ilgisini zayıflatmıştır. Yugoslavya ise, Berlin-Roma Mihveri karşısında, İtalya ve Bulgaristan´la anlaşma yoluna gitmiştir. Bulgaristan´la Yugoslavya arasında 24 Ocak 1937´de bir "yıkılmaz barış ve samimi ve ebedi dostluk antlaşması" imzalandı.

Bunun arkasından Yugoslavya 25 Mart 1937´de İtalya ile de bir antlaşma imzaladı. Beş yıl için imzalanan bu antlaşmada, bu antlaşmanın tarafların mevcut milletlerarası taahhütlerine halel getirmiyeceği belirtiliyor idiyse de, 2. madde ile iki devlet, birbirlerini ilgilendiren ortak meselelerde birbirlerine danışma taahhüdünde bulunuyorlardı. Bu ise Yugoslavya´yı, Balkan işbirliğinde daima İtalya´yı hesaba katmak zorunluğunda bırakıyordu.

Bulgar-Yugoslav antlaşmasının imzasından önce Yugoslavya, diğer Balkan Antantı ortaklarının muvafakatini almışsa da, Balkan Antantı birinci planda Bulgaristan´a yöneldiğine göre, Yugoslav-Bulgar antlaşması bu Antant´ın ruhuna aykırı idi. Nihayet, İtalya´nın gittikçe kuvvetlenmesi Yunanistan´ı da İtalya´ya karşı yumuşak bir tutuma götürmüştür. Münih Konferansı ile Çekoslovakya´nın parçalanması Küçük Antant´a son verdiği gibi, 1939 yılının olayları da Balkan Antantı´nı parçalayacaktır.


Balkan Savaşları

İngiltere, Rusya ile Tallin´de gizli bir anlaşma yaparak, Rusya´yı İstanbul ve Boğazlar üzerinde serbest bıraktı. Osmanlı Devleti´nin Balkanlardaki varlığına son vermek isteyen Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ, Rusya´nın aracılığıyla aralarında anlaşarak, Türkleri Balkanlardan atmak istediler. Trablusgarp Savaşı da onları cesaretlendirdi. Balkan Ulusları, Osmanlı Devleti´nden, Makedonya´da ıslahat yapmasını istediler. Bu istekleri reddedilince savaş ilan ettiler.


Birinci Balkan Savaşı 1912

Deneyimli subay ve askerlerin terhis edilmesi, parti çekişmeleri nedeniyle komutanlar arasındaki anlaşmazlıklar, silah, yiyecek, araç-gereç gibi konularda eksikliklerin olması, Osmanlı Ordusu´nun cephelerde yenilmesine neden oldu.

Bulgarlar, Çatalca´ya kadar gelerek, İstanbul´u tehdit etmeye başladılar. Sırp, Karadağ ve Yunanlılar, Makedonya´yı tamamen işgal ettiler. Durumdan yararlanan Arnavutluk, bağımsızlığını ilan etti. Yunanlılar, İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada dışındaki adaları işgal etti.

Aralık 1912´de, Balkan Yarımadası´nın yeni siyasal haritası belirlenmek üzere Londra Konferansı toplandı. Konferans sonunda, Balkan Devletleriyle Osmanlı Devleti arasında Londra Antlaşması imzalandı.

Midye-Enez çizgisinin batısındaki bütün Balkan Toprakları kaybedildi. Midye-Enez çizgisi, Osmanlı Devleti´yle Bulgaristan arasında sınır kabul edildi. İmroz ve Bozcaada dışında kalan tüm Ege Adaları, Yunanistan´a verildi.


İkinci Balkan Savaşı 1913

Bulgaristan´ın daha fazla toprak almasını kabul etmeyen Yunanistan, Karadağ, Sırbistan ve 1. Balkan Savaşı´na katılmayan Romanya birleşerek, Bulgaristan´a karşı savaş açtılar. Bulgarların üst üste yenilerek Doğu Trakya´daki birliklerini batıya kaydırmasından faydalanan Osmanlı Ordusu, Midye-Enez çizgisini aşarak, Edirne ve Kırklareli´ni geri aldı.

Bulgarların barış istemesi üzerine 1913´te İstanbul Antlaşması yapıldı. Edirne, Kırklareli ve Dimetoka, Osmanlı Devleti´ne geri verildi. Batı Trakya ve Dedeağaç, Bulgaristan´da kaldı.

Yunanistan´la ise Atina Antlaşması yapıldı. Girit ve Ege Adaları, Yunanistan´a verildi. Yunanistan´da kalan Türklerin durumu da düzenlendi. Sırbistan ve Karadağ´ın, Osmanlı Devleti´yle sınırı kalmadığı için antlaşma imzalanmamıştır.

Batı Trakya, tüm Makedonya, Arnavutluk, Ege Adaları kaybedilmiş, Osmanlı Devleti´nin Avrupa´daki varlığı, Doğu Trakya ile sınırlandırılmıştır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Birleşmiş Milletler Demeci

1941 yazında Amerika ile Japonya arasında yapılan görüşmelerde Amerika´nın tutumuna tesir eden önemli bir olay da şüphesiz Almanya´nın Rusya´ya savaş açması olmuştur. Bu olayla Sovyetler de Batılıların yanında yer almış olmakta ve dolayısıyla Birleşik Amerika için de iyi bir gelişme ortaya çıkmaktaydı. Bunun için, Başkan Roosevelt, yeni durumu Churchill ile görüşmek istedi ve 9 Ağustos 1941´de Newfoundland´da Placentia Bay´de buluştular.

14 Ağustos´a kadar süren görüşmelerde Sovyet Rusya´ya yardım yapılmasına karar verildi ve 14 Ağustos´ta Atlantik Demeci (Atlantic Charter) adını alan bir bildiri yayınladılar. Bu demeç iki devletin milli politikalarının ilkelerini ilan etmiştir ki, bu ilkeler sonradan Birleşmiş Milletler Antlaşması´na da temellik etmiştir.

Hürriyet ve demokrasi bu demecin temel ilkelerini teşkil etmekteydi. Amerika´nın savaşa girmesi üzerine iki devlet arasında yapılacak işbirliğini görüşmek üzere Churchill, 22 Aralık 1941´de Washington´a gitti. Başkan Roosevelt ile yaptığı görüşmelerden sonra, Almanya´ya karşı savaşa katılan 26 devletin imzası ile 1 Ocak 1942 de bir Birleşmiş Milletler Demeci yayınlandı. Bunda, 26 devletin Atlantik Demeci´ndeki ilkeleri aynen kabul ederek zafer elde edilinceye kadar işbirliği yapacakları bildirilmekteydi. Böylece, savaştan sonra kurulacak olan Birleşmiş Milletler Teşkilatı´nın ilk adımı atılmış oluyordu.


Camp David Antlaşmaları

Lübnan iç savaşının Arap dünyasını karıştırdığı ve bir çok endişelere sebep olduğu bir gerçektir. Çünkü Lübnan´ın dini gruplar arasında parçalanması veya en azından, bir ara Hıristiyanların ileri sürdüğü gibi, bir federasyon ve konfederasyon şekline dönüştürülmesi ihtimali, bir çok Arap ülkesi için, kendilerine de tesir etmesi bakımından, korkutucu olmuştur. Fakat, Lübnan iç savaşının sona ermesinden hemen bir yıl sonra Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat´ın İsrail´e gitmesi ve bundan on ay sonra da İsrail ile Camp David Anlaşmaları´nı imzalaması, Arap dünyasını çok daha fazla karıştıracak ve günümüze kadar gelen bir dizi yeni gelişmelerin kapısını açacaktır.

18 Ocak 1974´de, Amerika´nın aracılık çabaları ile, İsrail ve Mısır arasında imzalanan Sina anlaşması, Amerikan diplomasisi için bir başarı olduğu kadar, Mısır-Amerikan münasebetlerinin de büyük ölçüde değişmesini ve gelişmesini sağlamıştır. Hele, Dışişleri Bakanı Dr. Kissinger´in 31 Mayıs 1974´de de İsrail ile Suriye arasında bir anlaşma sağlaması, Amerika´nın Arap dünyasındaki nüfuzunu ve Orta Doğu politikasındaki tesirini daha da arttırmıştır.

Bu atmosferden yararlanan ve Orta Doğu´da bir barış zeminini kuvvetlendirmek isteyen Başkan Nixon, 12-19 Haziran 1974 günlerinde Mısır, Suudi Arabistan, Suriye, İsrail ve Ürdün´ü ziyaret etti. Nixon´ın Suriye ziyaretinde, iki ülke, 1967 savaşında kesilmiş olan diplomatik münasebetlerini tekrar tesis etmeye karar verdiler. Fakat Orta Doğu gezisinin en başarılı kısmı Mısır ziyareti oldu ve Nixon Mısırda hararetle ve büyük gösterilerle karşılandı.

14 Haziranda, "Mısır ile Birleşik Amerika Arasındaki Münasebetlerin ve İşbirliğinin Prensipleri" konusunda bir de anlaşma imzalandı. Amerika ile Mısır arasındaki münasebetlerin almış olduğu bu yeni şekil ve gelişme iledir ki, Mısır, İsrail ile 1 Eylül 1975 anlaşmasını imzalayarak, Sina´dan biraz daha toprak kazanmaya muvaffak oldu. Bu da Mısır´ı, kaybedilen Arap topraklarının tekrar kazanılmasında ve İsrail´in işgal ettiği topraklardan çekilmesini sağlamada, Amerika´ya dayanma yoluna sevk etmiştir.

Mısır´ın bu sırada Amerika´ya ve genel olarak da Batı´ya eğilim göstermeye sevmeden sebeplerin başında, karşılaştığı ekonomik meselelerin büyük tesiri olduğunda şüphe yoktur. İsrail ile yapılan savaşların yükünü kaldırmak kolay değildi. İçerdeki ekonomik sıkıntıların dışında, Mısır dış borçlarını da ödemekte güçlüklerle karşılaşmaya başladı. Bundan dolayı, Enver Sedat, 20-29 Şubat 1975 günlerinde Suudi Arabistan, Umman (Oman), Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar ve Kuveyt´i ziyaret etti. Bu ziyaretler sırasında, yapılan anlaşmalarla, Suudi Arabistan Mısır´a hemen 300 milyon dolarlık, Kuveyt, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri de 400 milyon dolarlık bir yardım yapmayı kabul ettiler.

Bunun arkasından Enver Sedat, 29 Mart-10 Nisan 1975´de de Batı Almanya, Fransa, İtalya, Yugoslavya ve Avusturya´yı ziyaret etti ve Yugoslavya hariç, diğer ülkelerle çeşitli ekonomik yardım anlaşmaları imza etti. Enver Sedat, bu Orta Doğu ve Batı Avrupa ziyaretlerinin arkasından 26 Ekim-5 Kasım tarihleri arasında da Birleşik Amerika´yı ziyaret etti. Sedat bu ziyaretinde Amerika´dan silah almak istedi ise de, Amerika herhangi bir taahhütte bulunmadı. Buna karşılık, Başkan Nixon, 1974 Mısır ziyaretinde vaad ettiği vechile, Kongreden Mısır´a 750 milyon dolarlık ekonomik ve 250 milyon dolarlık da gıda yardımının çıkmasını sağladı.

Başkan Sedat´ın 1975 yılında yaptığı bu ziyaretler açık bir şekilde göstermekteydi ki, Mısır politikası Batı´ya kaymaktaydı. O kadar ki, ekonomik sebepler ağırlıklı bir rol oynasa bile, Enver Sedat´ın Orta Doğuda ziyaret ettiği ülkeler esas itibariyle muhafazakar ve Batı´ya daha yatkın ülkelerdi.

Mısır politikasındaki bu değişmenin Sovyetleri hoşnut bırakmayacağını tahmin etmek zor değildi. Mısır´ın Batı´ya doğru kayması ile Mısır-Libya münasebetlerinin de bozulmaya başladığı görülmüştür. Hatta iki ülke arasında çatışmalar çıkmıştır. Bu krizde, Libya ile yakın münasebetlere sahip olan Sovyet Rusya´nın ne derece parmağı olduğunu tayin etmek elbette ki güçtür.

Mısır-Libya gerginliği ve iki ülke münasebetlerindeki kriz, 1975 Temmuzunda başlamış ve aralıklarla 1977 Ekimine kadar sürmüştür. 1975 Temmuzunda Mısır sınır makamları, Mısır´da karışıklık çıkarmak isteyen bir takım Libyalıları yakaladı. Bu hadise iki ülke münasebetlerini o kadar gerginleştirdi ki, Libya Mısır sınırlarına 400 tank sevk etti ve Mısır da buna karşılık vererek Libya sınırlarına kuvvet yığdı.

Bu gerginlik Ekim 1975 ayına kadar sürdü ise de, iki taraf da daha fazla ileriye gitmedi ve münasebetlerini normale döndürdüler. Fakat 8-9 Mart 1976 günlerinde, Mısır´da yüksek seviyedeki kişileri öldürmekle görevlendirilen 30 kadar Libyalı komandonun yakalanması, Mısır-Libya münasebetlerini yeniden gerginleştirdi. Bunun üzerine Libya, ülkesinde çalışmakta olan 22.000 kadar Mısırlıyı sınır dışı etti. Bu hadise de burada kaldı.

1977 yılında Mısır ve Libya savaş durumuna girdiler. 12 Temmuz 1977 günü, dört kişilik bir sabotaj grubunun Libya´dan Mısır´a girmek isterken Mısırlılar tarafından yakalanması üzerine, 14 Temmuz 1977´den itibaren Libya-Mısır sınır çatışmaları başladı. Bu çatışmalar, 17 Temmuzdan itibaren iki taraf tanklarının ve uçaklarının çarpışmasına dönüştü. Gerçekte Libya ile Mısır arasında bir savaş söz konusu idi. Dolayısıyla, Arap Ligi´nin ve diğer Arap ülkelerinin araya girmesi üzerine, Libya topraklarına girmiş olan Mısır, kuvvetlerini geri çekerek 24 Temmuzda savaşı durdurdu. Fakat iki devlet arasında münasebetlerin normale döndürülmesi ancak 1977 Ekiminde mümkün olabildi.

Mısır´da, yüksek seviyedeki kişileri öldürmekle görevlendirildiği belirtilen 30 kadar Libyalı komandonun 8-9 Mart 1976´da yakalanmalarından bir kaç gün sonra, Enver Sedat, bir bomba patlattı. Sovyetlerle olan bağlarını birdenbire koparıverdi. Mısır´ın Amerika ile münasebetleri geliştikçe, Mısır-Sovyet münasebetleri bu gelişmenin üzerinde bir ipotek teşkil etmeye başladı. Libya ile münasebetlerin gayet gergin olduğu ve Lübnan iç savaşının da gayet yoğun bulunduğu bir sırada, Enver Sedat Sovyet yükünü sırtından atıverdi.

14 Mart 1977 günü, Mısır´ın parlamentosu olan Halk Meclisi´nde yaptığı konuşmada, 27 Mayıs 1971 tarihli ve Mısır ile Sovyet Rusya arasında "sarsılmaz dostluk" (unbreakable friendship) tesis eden "Dostluk ve İşbirliği Antlaşması"nın feshini Halk Meclisi´nden istedi. Enver Sedat bu konuşmasında, 1973 savaşından sonra Sovyetlerin Mısır´a karşı alakalarını azalttığından, Arap dünyasında "mihverler" yaratmak, yani Arap dünyasını bölmek için çaba harcadığından, Mısır´a silah ve yedek parça vermediğinden, 1975 Ocak ayında Brejnev´in Mısır´a yapacağı ziyareti iptal ettiklerinden, 1971 anlaşmasını canları nasıl isterse öyle tatbik ettiklerinden şikayetle, bu antlaşmanın artık bir yararı kalmadığını ve dolayısıyla feshedilmesi gerektiğini söyledi.

Halk Meclisi 15 Martta, yani ertesi günü, aldığı bir kararla, Mısır-Sovyet dostluk antlaşmasını feshetti. İş bu kadarla da kalmadı. Halk Meclisi, 4 Nisanda aldığı bir kararla da, Sovyet donanmasının Mısır limanlarından yararlanmasını sağlayan anlaşmayı da feshetti. Enver Sedat´ın bu tutumu Amerika´yı çok sevindirdi. Aynı ölçüde, Sovyetlerin de canını sıktı. Mısır gibi, Orta Doğu´nun gayet stratejik bir ülkesi ve aynı zamanda da Arap dünyasının nüfuzlu bir devleti ile münasebetleri kopmuş oluyordu. Sovyetler bu kopmanın şokunu azaltmak için, 28 Nisanda Mısır´la gayet geniş çerçeveli bir ticaret anlaşması imzaladılar.

Enver Sedat, şimdilik daha ileriye gitmeyi uygun bulmadı. Mayıs ayında yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Sovyetler Birliği ile kavga etmek niyetinde değiliz. Bağımsız tutumumuzun anlaşılacağı ve kabul edileceği günün geleceğini ümit ediyorum ve o zaman Sovyetlerle münasebetlerimiz sağlam bir zemine oturmuş olacaktır."Şunu da belirtelim ki, Sovyetlerin Mısır´dan belirli bir ölçüde uzaklaşmalarında veya Enver Sedat´ın şikayet ettiği gibi, alakalarını azaltmalarında, 1974´ten itibaren Sedat´ın takibe başladığı, Amerika ile münasebetleri yumuşatma politikasının da büyük rolü vardır. Enver Sedat´ın bu yeni tutumu, Amerika´yı bir Orta Doğu barışı konusunda daha da cesaretlendirdi ve harekete geçirdi.

1977 yılında Amerika´nın gösterdiği faaliyetler Dolayısıyla, Mısır da dahil, Amerika ile Ürdün, Suriye, Suudi Arabistan ve İsrail arasında bir çok temaslar oldu. Hatta Amerika Dışişleri Bakanı Cyrus Vance ile Sovyet Dışişleri Bakanı Gromyko arasında New York´ta 30 Eylülde yapılan görüşmeler sonunda, 1 Ekim 1977´de yayınlanan bir bildiride, bu taraflar, birbirlerinin meşru hak ve menfaatlerini karşılıklı olarak tanımaya davet edilmiş ve Aralık ayında Cenevre´de bir konferansın toplanacağı da açıklanmıştı. Lakin bunlardan hiç bir netice çıkmadı.

1977 Mayısında İsrail´de seçimler yapılmış ve Menachem Begin liderliğindeki Likud Partisi seçimleri kazanarak yeni hükümeti kurmuştu. Bu seçimlerden sonra, bilhassa Temmuz ve Ağustos aylarında Amerika´nın Time dergisi, İsrail´in çeşitli vasıtalarla Arap ülkeleriyle temasa geçmeye çalıştığı ve bilhassa mutedil Arap ülkeleri olan Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır ve Sudan ile barış müzakereleri için temas aradığını bildirdi. Dergi, İsrail ile gizli olarak devamlı münasebet halinde bulunan Fas´ın aracı rolünü oynadığını bildiriyordu.

Başbakan Begin Ağustos ayında Romanya´yı ziyaret ettiğinde Romenler kendisine, Enver Sedat´ın bir çözüm için arzulu olduğunu söyleyince, Begin de Romenlere, bütün meselelerin müzakeresinde esnek bir tutum alacağını bildirince, bu haber hemen Kahire´ye uçurulmuştu. Böyle bir atmosferdedir ki, Enver Sedat 9 Kasım 1977 günü Halk Meclisi´nde yaptığı konuşmada, barış konusundaki kararlılığını açıklayarak, barış için en büyük engelin psikolojik engel olduğunu, bunu kırmak gerektiğini ve gerekirse kendisinin İsrail´e gitmeye hazır olduğunu, gerekirse dünyanın dibine kadar gidebileceğini bildirdi. Begin Sedat´ın bu konuşmasını ve teklifini cevapsız bırakmadı ve Enver Sedat´ı İsrail´e resmen davet etti. Enver Sedat ikinci bombasını patlatmıştı.

Enver Sedat 19-21 Kasım günlerinde İsrail´i ziyaret etti ve 20 Kasım günü Kudüs´te İsrail parlamentosunda bir konuşma yaptı. Enver Sedat konuşmasında şu noktaları vurguladı:

Mısır barış yapmaya kararlıdır, fakat bu barış adalete dayanan bir barış olmalıdır.

Geçici bir anlaşma değil, devamlı çözüm ve barış getirecek bir anlaşma gereklidir.

Bu barış, yabancı toprakların işgaline dayanamaz. Dolayısıyla, İsrail´in işgal ettiği topraklardan çekilmesi zaruridir.

Filistinlileri içine almayan bir barış mümkün değildir. Filistin meselesi Arap-israil meselesinin temel unsurudur. Bu sebeple, Filistinliler kendi vatanlarına ve kendi devletine sahip olmalıdır.

Bölgedeki her devletin güvenlikli sınırlar ve barış içinde yaşaması hakkı kabul edilmelidir.

Buna karşılık Begin de yaptığı cevabi konuşmada, Sedat kadar açık, samimi ve heyecanlı olmamakla beraber, 14 Mayıs 1948´deki Bağımsızlık Deklarasyonunda, bütün komşu ülkelere barış ve iyi komşuluk elini uzattıklarını, karşılıklı yardım ve işbirliği teklif ettiklerini hatırlatarak, bugün de aynı şeyi istediklerini, bunun için de barışın ilk adımı olarak savaş durumuna son verilmesi gerektiğini, İsrail´in o günkü topraklarda bir vatana sahip olma hakkının bulunduğunu belirtti ve sonunda da her şeyi herkesle müzakereye hazır olduklarını ifade etti. Bu suretle İsrail ile Mısır arasında bir diyalog başlamış oluyordu. Fakat bu diyalog Arap ülkelerinde tepki ile karşılandı.

Bilhassa Suriye, Libya, Irak ve FKÖ, Sedat´ın Kudüs ziyaretine büyük tepki gösterdiler. Buna karşılık, Ürdün, Suudi Arabistan ve Sudan daha mutedil bir tutum aldılar. İsrail-Mısır diyalogu başlamakla beraber, kolay gelişemedi. 25-26 Aralık 1977´de Begin Mısır´ı ziyaret ederek İsmailiye´de Enver Sedat ile görüşmelerde bulundu. Bu görüşmelerde, taraflar, barış görüşmelerini yürütmek ve bilhassa toprak meselelerini müzakere etmek üzere yüksek seviyede askeri komiteler kurdular. Bu komiteler kah Kahire´de, kah Kudüs´te toplantılar yaptılar. Bunlardan bir netice çıkmadı.

Onun üzerine Amerika araya girdi ve tarafları uzlaştırmaya çalıştı. Bu da mümkün olmadığı gibi, İsrail´in Batı Şeria´da yeni yahudi yerleşim merkezleri kurmaya başlaması, hem Mısır ve hem de Amerika ile münasebetlerini bozdu. Amerika, yeni yahudi yerleşim merkezlerinin kurulmasını "barış için bir engel" saydı.

Bu arada Amerika´nın Mısır ve Suudi Arabistan´a F-5 savaş uçaklarını satmaya karar vermesi, İsrail-Amerikan münasebetlerini daha bozdu. 1978 Ağustosunda İsrail´in bir yandan Amerika, bir yandan da Mısır ile münasebetleri iyice tatsız bir hale gelmiş ve barışa giden yol tıkanmış gibi görünüyordu. Bu sebeple Amerika tekrar inisyatifi ele aldı ve Enver Sedat ile Begin´i Washington yakınlarındaki Camp David´de müzakere masasına oturtmaya muvaffak oldu.

Bu müzakerelere Başkan Jimmy Carter da aktif olarak katıldı. Camp David görüşmeleri 5-17 Eylül 1978´de yapıldı ve 17 Eylülde, Mısır, İsrail ve Amerika arasında Camp David Anlaşmaları imzalandı. Amerika bu anlaşmaları "tanık" olarak imzalamaktaydı. Camp David Anlaşmaları iki tane çerçeve anlaşmadan meydana gelmektedir. Bu iki çerçeve anlaşmadan biri, Orta Doğu barışının esaslarını çizmekte olup, Batı Şeria ile Gazze ve Filistin meselesini ele almaktadır. Diğeri ise, İsrail ile Mısır arasındaki barışın esaslarını çizmekte, yani Sina Yarımadası´na ait bulunmaktadır.

Önce şunu belirtelim ki, Camp David anlaşmalarının iki hususiyeti vardır. Birincisi, bu anlaşmaların hükümlerinin tatbikinde ve bu anlaşmaların gerektirdiği bütün müzakerelerde Ürdün de bir taraf olarak kabul edilmekteydi. İkincisi, bu anlaşmalar, B.M. Güvenlik Konseyi´nin 1967´deki 242 sayılı kararı ile, 1973´deki 338 sayılı kararını da prensip olarak alıyordu. Batı Şeria ve Gazze, yani Filistin meselesi ile ilgili anlaşmaya göre, bu iki toprakta Filistinlilere muhtariyet verilecekti. Yani kendi işlerini kendileri idare edeceklerdi. Bu muhtariyetin şekil ve mahiyeti, İsrail, Mısır ve Ürdün arasında yapılacak görüşmelerle tespit edilecekti.

Beş yıllık bir geçici devreyi kaplayacak olan bu muhtariyet döneminde İsrail, bu iki toprakta, kendi güvenliğini de sarsmayacak şekilde, asker miktarını asgariye indirecekti. Beş yıllık muhtariyet döneminin üçüncü yılından itibaren, İsrail, Mısır, Ürdün ve Filistin muhtariyet idaresinin temsilcileri arasında, Batı Şeria ve Gazze´nin nihai statüsünü tespit edecek bir anlaşma için müzakereler yapılacaktı.

Bu anlaşma, Filistin halkının "meşru hakları" ile "adil istekleri"ni tanıyacaktı. Ayrıca, yine bu dönemde İsrail ile Ürdün arasında barış müzakereleri ve İsrail´ini güvenliğini sağlayacak düzenlemeler de yapılacaktı. İsrail-Mısır barışına ait çerçeve anlaşma ise, üç ay içinde İsrail ile Mısır arasında bir barış anlaşmasının imzası ile, İsrail´in barış antlaşmasının imzasından itibaren iki-üç yıl içinde Sina´dan tamamen çekilmesini öngörmekteydi.

Bununla beraber, İsrail-Mısır barışının üç ay içinde imzalanması mümkün olamadı. Bunda iki sebep rol oynamış görünüyor. Biri, Begin´in Camp David anlaşmalarını tatbikte yeteri kadar iyi niyetle davranmamakta olmasıydı. Batı Şeria´da yeni Yahudi yerleşim merkezleri kurulması bunun başında geliyordu. İkincisi ise, İsrail ile Mısır arasında bir uzlaşma sağlama endişesi ile, metinlerin açık ve seçik bir şekilde yazılmayıp, bir çok ifadelerin müphem kalmasıydı. Bu arada Kudüs meselesine hiç değinilmemişti. Çünkü iki tarafın bu konudaki görüşlerini uzlaştırmak mümkün olmayınca, bu meseleye hiç temas edilmemesi tercih edilmişti. Kudüs meselesi, daha aşağıda temas edeceğimiz üzere, daha sonra İsrail ile Mısır arasında ve Filistin muhtariyeti meselesinde büyük görüş ayrılığına sebep olacaktır.

Diğer taraftan, Kudüs hakkında hiçbir şeyin söylenmemiş olması, Arap ülkelerinin tepkilerini de şiddetlendiren bir faktör olmuştur. Arap ülkelerinin Camp David anlaşmalarına tepkileri, Enver Sedat´ın Kudüs´e gitmesinden daha şiddetli oldu. Sedat´ın Kudüs ziyareti üzerine 1977 Aralık ayında Suriye, Libya, Irak, Cezayir, Güney Yemen ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı arasında teşekkül eden ve İsrail ile her türlü anlaşmayı reddeden, Kararlılık Cephesi (Steadfastness Front) veya Red Cephesi (Rejection Front), bu seferki tepkilerin de liderliğini üzerine aldı.

Bunlar önce Şam´da bir toplantı yaparak Enver Sedat´ın politikasına karşı mücadele etmek üzere ortak bir siyasi ve askeri komutanlık kurdular ve Amerika´nın Orta Doğu´daki nüfuzuna karşı denge olmak üzere de Sovyet Rusya ile daha yakın münasebetler geliştirme kararı aldılar. Bunun üzerine, Suriye lideri Hafız Esad 5-6 Ekim günlerinde Moskova´yı ziyaret ederek Brejnevle görüştü ve yayınlanan bildiride, Camp David anlaşmaları reddedilerek, Suriye´nin "savunma potansiyelini" kuvvetlendirmek için gerekli kararların alındığı açıklandı.

Bu gelişmelerden sonra, yine bu cephenin teşebbüsü ile 2-5 Kasım 1978 günlerinde Bağdat´ta Arap ülkeleri (Arap Ligi) zirve toplantısı yapıldı. Alınan kararlar, toplantı sonunda, uzun bir bildiri ile açıklandı. Bu kararlar alınırken, Fas, Sudan ve Umman genellikle muhalif kalmışlardır. Suudi Arabistan ise, yatıştırıcı bir rol oynayıp bunda da başarılı olduğu için, kararların ifadesi, bilhassa Mısır bakımından, yine de yumuşak olmuş sayılabilir.

Kararlarda, özetle, Filistin davasının ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasının, bütün Arap devletlerinin ortak bir davası olduğu, Dolayısıyla bu meselede hiç bir Arap devletinin tek başına hareket edemiyeceği belirtilerek, Mısır, imzalamış olduğu Camp David anlaşmalarını feshederek, Arapların ortak hareketine katılmaya davet edilmekteydi. Aynı zamanda Mısır´dan, Camp David anlaşmalarının öngördüğü, İsrail-Mısır barışını da imzalamaması isteniyordu. Bu son nokta hakkında şunu da belirtelim ki, Mısır´ın İsrail ile barış imzalaması halinde alınacak tedbirler ve gösterilecek tepkiler de bu zirve toplantısında esas itibariyle ele alınmıştı.

İsrail-Mısır barışı, Camp David anlaşmalarının öngördüğü gibi, üç ay içinde imzalanamadı. Bu barışın gecikmesindeki en mühim sebep, İsrail´in Camp David anlaşmalarını mümkün olduğu kadar dar bir şekilde yorumlamasına karşılık, Mısır´ın da aynı şekilde mümkün olduğu kadar geniş şekilde yorumlamaya çalışmasıydı. Mesela, bu anlaşmalarda Batı Şeria ve Gazze´de yaşayan Filistin halkının "meşru hakları"ndan söz edilmiş, lakin herhangi bir şekilde bağımsızlıktan bahsedilmemişti. Bu sebepten Begin, şimdi Judea ve Samaria dediği Batı Şeria´yı "tarihi İsrail"in ayrılmaz bir parçası sayıyordu.

Buna karşılık Enver Sedat´a göre, beş yıllık muhtariyetten sonraki "nihai statü"ye bağımsızlık da dahildi ve Batı Şeria´nın muhtariyeti denince de, bu topraklara Kudüs de dahil olup, Dolayısıyla Kudüs´ün de muhtariyeti söz konusu idi. Bu tartışmalar devam ederken, 1979 Şubatında İran´da monarşinin devrilmesi ve Humeyni liderliğinde bir Şii rejimin kurulması, büyük çoğunluğu Sünni olan Arap dünyasını alt-üst ettiği gibi, Amerika´nın da, İsrail´in de bölgedeki stratejik görüşlerini değiştirdi. Bu gelişme de, İsrail-Mısır barışının gerçekleşmesini kolaylaştırdı. İsrail-Mısır barış antlaşması 26 Mart 1979´da Washington´da imzalandı. Washington´da imzalandı, çünkü yine araya Amerika ve Bakan Carter girmek zorunda kaldı. Bu barışta da, Amerika´nın uzlaştırma gayretleri büyük rol oynadı.

Bu barış antlaşması ile, 1948´denberi İsrail ile Mısır arasında süregelen savaş hali artık sona eriyor ve iki devlet arasında normal münasebetler başlıyordu. Taraflar, birbirlerinin egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlıklarına saygı göstereceklerdi. Ve birbirlerinin "barış içinde" ve "güvenlikli ve tanınmış sınırları içinde" yaşama hakkını kabul ediyorlardı. Birbirlerine karşı kuvvete ve tehdide başvurmamayı taahhüt ediyorlardı. Aralarındaki sınır, Filistin mandası ile Mısır arasındaki milletlerarası sınır (yani bugünkü sınır) olacaktı. İsrail Sina´dan çekilecekti.

Bu barışın her iki tarafca tasdik edildiği (ki 27 Nisan 1979´da olmuştur) tarihten itibaren İsrail Sina´da, kuzeyde El-Ariş´ten güneyde Ras-Muhammed´e uzanan bir çizgiye çekilecekti ki, bu suretle Sina´nın hemen hemen üçte ikisini Mısır´a terketmiş olacaktı. Geri kalan bölümden çekilip Sina´yı tamamen terketmesi ise, 27 Nisan 1982´de, yani en geç üç yıl içinde olacaktı. Nitekim 27 Nisan 1982´den itibaren Mısır Sina´ya tamamen sahip olmuştur.

Bununla beraber, İsrail´in güvenliği açısından Sina, İsrail sınırına doğru gittikçe azalan bir şekilde gayrı askeri hale getirildiği gibi, İsrail´in Mısır´a bitişik toprakları da bir şerit halinde askeri sınırlamalara tabi tutuluyordu. Diğer taraftan, yine 26 Mart 1979 günü Amerika ile İsrail arasında yapılan anlaşmaya göre, bu barış antlaşmasının ihlali veya İsrail´in bir saldırıya uğraması halinde, Amerika İsrail´e yardım için gerekli diplomatik, ekonomik ve askeri tedbirleri almayı kabul ediyordu.

İkinci bir anlaşmaya göre de, 1 Eylül 1975 anlaşması gereğince İsrail´in Sina petrollerinden satın almaya hakkı olan petrolü Mısır kesecek olursa, Amerika İsrail´e, ihtiyacı olan petrolü 15 yıl süre ile satmayı garanti ediyordu. İsrail-Mısır barışının imzası, Mısır´ın Arap dünyası ile bağlarının tamamen kopmasına sebep oldu. Arap Ligi´nin 19 üyesinin dışişleri, maliye ve ekonomi bakanları 27 Martta Bağdat´ta toplandılar. Mısır davet edilmemişti. Davet edilen Umman ve Sudan, katılmayı reddettiler. Bağdat toplantısının 31 Martta açıklanan kararları, Mısır´ı yalnız bırakmak için, "diplomatik" ve "ekonomik" olmak üzere iki çeşit tedbiri ihtiva ediyordu.

Diplomatik tedbirler çerçevesinde, Mısırla olan münasebetlerini keserek, elçilerini Kahire´den geri çektiler. Ayrıca, bütün diğer ülkelere, Arap ülkelerinin bu barış antlaşmasını kabul etmedikleri bildirilecekti. Ekonomik alanda ise, Mısır´a ekonomik ve mali yardım yapan Arap ülkeleri (ki bunların başında Suudi Arabistan geliyordu), bu yardımlarını keseceklerdi. Bağdat Konferansı´nın bu kararları, Mayıs ayı başından itibaren aynen tatbik edilmeye başlandı.

Suudi Arabistan dahi, Mısır´a karşı sert tedbir almaktan kaçınmadı. Bu ise, Mısır ile Suudi Arabistan arasındaki münasebetlerin gerginleşmesine sebep oldu. Mısır tam bir yalnızlık içine girdi. Hatta, Camp David anlaşmalarının imzası karşısında fazla bir tepki göstermeyen Sudan bile, İsrail-Mısır barışının imzası üzerine ve diğer Arap ülkelerinin de baskısı ile, Kahire´deki elçisini geri çekmiştir.

Mamafih, Libya´nın Çad´ı kontrol altına alma ve ayrıca Kaddafi´nin Sudan´daki Nimeyri rejimini devirme çabaları, Sudan ile Libya arasındaki münasebetleri bozunca, 1981 Martında Sudan tekrar Mısır´a dayanma yoluna gidecek ve Mısır ile münasebetlerini normalleştirecektir.

12 Ekim 1982 tarihinde de Mısır ile Sudan, bir birlik kurma kararı alacaklardır. İsrail-Mısır barışı bütün Arap dünyasında bir Amerikan aleyhtarlığının da şiddetlenmesine sebep olduğu için, Sovyetler bu durumdan çok memnun kaldılar. Camp David anlaşmalarına ve barışa karşı tepki, bir bakıma Sovyetlerin Orta Doğu´daki nüfuz imkanlarını arttırıyordu. Arap devletleri içinde de bilhassa Suriye Sovyetlerle münasebetlerini genişletti ve 8 Ekim 1980´de, "Dostluk ve İşbirliği" antlaşması imzalandı.

15 maddelik antlaşmanın 5´inci maddesine göre, taraflardan herhangi birinin barış ve güvenliğinin tehdit edilmesi halinde, bu tehdidin bertaraf edilmesi ve barışın yeniden tesisi amacı ile işbirliği yapmak için derhal birbirleriyle temasa geçeceklerdi. Buna karşılık, Amerika ve Batı dünyası da Sedat´ı destekledi. Sedat, bilhassa Amerika´dan gayet geniş ekonomik ve askeri yardım almaya başladı.

8 Ekim 1981´de bir suikaste kurban giderek hayatını kaybettiğinde, İsrail´in Sina´dan tamamen çekildiğini görememişti. Fakat, gerçekten İsrail 27 Nisan 1982´de Sina´dan tamamen çekilerek, Mısır Sina´ya tekrar kavuştu. Camp David anlaşmaları ve arkasından İsrail-Mısır barışının imzası, Arap ülkeleri arasında bir dayanışma havası yaratmıştır. O kadar ki, Camp David anlaşmalarının imzası üzerine, araları 1966´danberi açık olan Suriye ve Irak 1978 Ekiminden itibaren birbirlerine yaklaşmışlar ve bir birlik kurma kararı almışlardır. Fakat bu heves de uzun ömürlü olmamış ve 1979 Temmuzunda Irak lideri Hasan El-Bekr´in istifası ve yerine Saddam Hüseyin´in geçmesi ile, birleşme teşebbüsü de tarihe intikal etmiştir.

Buna paralel olarak Arap dayanışması da fazla sürmemiştir. 1979 Şubatında İran´da Şah´ın devrilip Humeyni rejiminin başlaması ve 1980 Eylülünde de Irak ile İran´ın savaşa tutuşmaları, Arap dünyasını yeniden bölecektir. İsrail-Mısır barışı ile alakalı olarak belirtilmesi gereken son nokta da şudur: Bu barışın diğer Arap ülkelerini de İsrail ile uzlaşmaya sevk edeceği ümit edilmiş, lakin bu ümit gerçekleşmemiştir.

Bu barış sadece Mısır´ı Arap dünyasından ayırmış ve Dolayısıyla İsrail´i de güneyinde güvenlikli bir hale getirmiştir. Fakat diğer cephelerde, Arap ülkelerinin tutumları yumuşayacağı yerde, daha da sertleşmiştir. Bilhassa, 1976´danberi Suriye´nin bir çeşit işgalinde bulunan Lübnan, Filistin gerillalarının İsrail´e karşı gittikçe artan saldırıları için bir üs haline gelmiştir. Bu ise, Lübnan´ı İsrail saldırılarının hedefi yaptığı gibi, sık sık giriştikleri hava muharebeleri ile İsrail ile Suriye´nin çatışmalarına da sebep olmuştur.

1981 Mayısından itibaren de Suriye Lübnan´a, Sovyetlerin sağladığı SAM-6 füzelerini yerleştirmeye başlamış ve bu da İsrail´in Lübnan´a karşı tepkisini daha da arttırmıştır. Arap-İsrail gerginliğinin, İsrail-Mısır barışından sonra daha da artmasında, şüphesiz İsrail´in tutumu da, büyük rol oynamıştır. Bunun başında İsrail´in Camp David anlaşmalarında muhtariyet vermeyi vaadettiği Batı Şeria´da devamlı olarak Yahudi yerleşim merkezleri kurmasıdır. İkincisi, Camp David anlaşmalarının hemen arkasından, 1978 Ekimi sonunda İsrail, Tel-Aviv´deki bakanlıkları Kudüs´e nakletmeye başlamıştır. Bu, bütün İslam dünyasında tepki yaratmıştır. Çünkü bu hareketi ile İsrail, Kudüs´ü geçici statüden çıkarıp, İsrail Devletinin başkenti yapıyordu.

İsrail bununla da yetinmedi ve 1980 Temmuzunda, 1967 savaşında Ürdün´den aldığı Doğu Kudüs´ü de Batı Kudüs´e ilhak etti. Yani artık İsrail Kudüs üzerindeki egemenliğini tamamen yerleştirmiş olmaktaydı. Bunun da arkasından İsrail, yine 1967 savaşından beri işgal altında tuttuğu ve Suriye´ye ait olan ve Golan tepeleri denen toprakları da Aralık 1981´de ilhak etti. Yani bu toprakları da sınırları içine kattı. Bu hareketlerin ve faaliyetlerin de Arap ülkelerinin İsrail´e karşı tutumlarını sertleştirmelerinde büyük rolü olduğu bir gerçektir.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Casablanca Konferansı

1941 yılı sonunda Birleşik Amerika´nın savaşa katılmasından sonra Sovyet Rusya´nın üzerinde en fazla ısrarla durduğu nokta, İngiltere ve Amerika´nın Almanya´ya karşı ikinci bir cephe açmak suretiyle, üzerindeki Alman baskısını hafifletmeleriydi. Şimdi 1942 Kasımında Amerikan kuvvetlerinin Fas ve Cezayir´e çıkmaları ile kuzey Afrika savaşlarının sona erdirilmesi mümkün olacağına göre, bundan sonra ne yapılacaktı Bu mesele Casablanca Konferansı´nın esas konusunu teşkil etmiştir.

Casablanca Konferansı, 14-24 Ocak 1943´de Roosevelt ile Churchill arasında yapılmıştır. Stalin de davet edilmişse de gelememiştir. Konferans´ta şu kararlar alınmıştır:

Rusya üzerindeki baskıyı hafifletmek için Sicilya´ya çıkarma yapmak ve Almanya üzerindeki baskıyı arttırmak;

Balkanlarda ikinci bir cephenin açılmasını mümkün kılmak için, Türkiye´nin de savaşa katılması konusunda gerekli askeri hazırlıkları yapmak;

Almanya´nın mukavemeti yeteri kadar zayıflayınca Avrupa´da da bir cephe açmak ve nihayet "Almanya, Japonya ile İtalya kayıtsız şartsız teslim oluncaya kadar" mücadeleye devam etmek.

Mihver´in "kayıtsız-şartsız" teslim konusunda Konferans´ta alınan karar, Mihver devletlerine hiçbir ümit ışığı bırakmaması ve sonuna kadar dayanma kararını kuvvetlendirmesi ve dolayısıyla da savaşın uzamasına sebep olması gerekçesiyle, sonradan bazı tenkitlere konu olmuştur.


Çelik Paktı
İtalya´nın Arnavutluk´a girmesiyle Doğu Akdeniz ve Balkanlar statükosu ağır bir tehdit altına girmiş oluyordu. Bu gelişmenin yanında, Almanya´nın da Tuna bölgesinde Doğu´ya doğru genişlemekte olduğu, 1939 Şubatında Macaristan´ın da Anti-Komintern Pakt´a katıldığı ve Almanya´nın Romanya´yı da ekonomik kontrol altına almak için çaba harcadığı göz önüne alınınca, Mihver´in Orta Avrupa´dan doğuya doğru yayılmakta olduğu belirli bir şekilde ortaya çıkmaktaydı.

Çekoslovakya´nın yok olması karşısında ne Fransa ve ne de Yugoslavya ile Romanya bir harekette bulunabilmişler ve bunun sonucu olarak da Küçük Antant da dağılmıştı. İtalya´nın Arnavutluk´u işgali ise, Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında 1934 de yapılmış olan Balkan Antantı´na ağır bir darbe indirdi. Çünkü, şimdi kendisini Mihver devletleriyle sarılmış gören Yugoslavya, Batılıların garantisini reddedip, Mihver´le iyi geçinme yolunu tercih etti ki, bu Balkan Antantı´nın etkisini kaybetmesi demekti.

Bu sebeplerden ötürü, İngiltere ve Fransa, 13 Nisan 1939´da Yunanistan ve Romanya´ya garanti verdiler. Türkiye ise tek taraflı garanti yerine, karşılıklı yardımı öngören bir ittifakı tercih ettiği için, bu ittifakın ilk adımı olmak üzere, 12 Mayıs 1939´da İngiltere ile bir karşılıklı yardım deklarasyonu imzaladı. Bu deklarasyon, İtalya´nın Arnavutluk´u işgaline İngiltere´nin verdiği bir cevap oluyordu.

Batılıların Mihver´in yayılmasına karşı bu kararlı politika ve davranışları en fazla Mussolini´yi sinirlendirmiş ve İtalya´yı Almanya´ya daha fazla iterek, iki devlet arasında Çelik Pakt adını alan ittifakın imzası sonucunu vermiştir. Bu ittifak, Batılıların tepkisine karşı, Mihver´in karşı-tepkisini teşkil ediyordu.

Berlin-Roma-Tokyo arasında bir ittifak teklifi ilk önce Almanya´dan gelmiş ve ilk ittifak tasarısı İtalya´ya Münih Konferansı sırasında verilmiştir. Bu tasarı, taraflardan birinin "kışkırtılmamış bir saldırıya" hedef olması halinde, diğerlerinin her türlü yardımını öngörmekteydi. Mussolini, bu teklifi müsait karşılamakla beraber, İtalyan kamu oyunun Almanya ile bir askeri ittifakı kabule hazır olmaması dolayısıyla, hemen kabul etmemiştir. Bununla beraber, bu konudaki görüşmeler devam etmiştir.

Fakat bu arada Japonya ittifak konusunda farklı bir görüş ileri sürdü. İttifak ancak Sovyet Rusya ile bir savaş halinde uygulanmalıydı ve Japonya bakımından önemli bazı ekonomik sebeplerle, bu ittifakın kendilerine yönelmemiş olduğu İngiltere, Fransa ve Birleşik Amerika´ya bildirmeliydi. Halbuki Almanya bu ittifakı ileri sürerken, Sovyet Rusya´nın doğuda daha uzun yıllar zayıf bir durumda kalacağını, oradan bir tehlike gelmeyeceğini ve bu sebepte de ittifakın esas itibariyle Batı demokrasilerine yönelmesi gerektiğini düşünmüştü.

Bu görüş farklılıkları sebebiyle üçlü ittifak işi uzadı. Ayrıca, Nisan ayından itibaren Sovyet Rusya ile Almanya arasında uzlaşma ihtimali de belirince, Almanya Japonya´nın üstüne hiç düşmedi. Lakin Batılıların Yunanistan ve Romanya´ya garanti vermeleri ve özellikle İngiltere´nin, karşılıklı yardım deklarasyonu için Türkiye ile müzakerelere girişmesi Mussolini´yi sinirlendirdi ve ittifakın derhal imzası için Almanya´ya başvurdu.

Almanya, İtalya ile ikili bir ittifakı istememekle beraber, Hitler, Polonya ile olan Dantzig anlaşmazlığında Batılılara gözdağı vermek ve bu suretle onların Polonya lehine müdahalelerini önlemek için, İtalya ile ittifakı kabul etti ve 22 Mayıs 1939´da Çelik Pakt (Patto d´Acciaio) adını alan Alman-İtalyan ittifakı imzalandı.

Her iki devletin "hayat sahası"nı sağlama amacına yönelen bu ittifaka göre, taraflar birbirlerini ilgilendiren bütün meselelerde birbirlerine yardım edecekler ve taraflardan biri, bir veya daha fazla devletle savaşa tutuşacak olursa, diğeri ona bütün gücü ile yardım edecekti. Halbuki Münih Konferansı sırasında Almanya´nın verdiği ilk tasarıda sadece "kışkırtılmamış savaş" hali söz konusu idi.

Mussolini, Almanya ile ittifakın imzalanması için ısrar edince, Hitler bundan faydalanarak tasarıdan "kışkırtılmamış" deyimini çıkartmış ve bu suretle, kendisinin açacağı bir savaşa İtalya´nın da girmek zorunluluğunu kabul ettirmişti. Mussolini´nin bunu kabul etmesi ise, Batılıların Balkan devletlerine verdiği garantiyi bir onur meselesi yapması ve Batılılara her ne şekilde olursa olsun bir cevap vermek istemesiydi. Yoksa, ittifakın imzasından bir hafta sonra, İtalya´nın bir savaş için 1942´den önce hazır olamayacağını kendisi söylüyordu.

Çelik Paktın imzası ile Mihver´le Batılılar arasında uçurum adamakıllı derinleşmiş bulunmaktaydı. Almanya, 27 Nisan 1939´da, İngiltere´nin kendisini çember içine almak için çaba harcadığını ileri sürerek, 1935 İngiliz-Alman deniz anlaşmasını feshetmişti. Yine aynı gün Polonya´ya verdiği bir nota ile de, 1934 tarihli Almanya-Polonya saldırmazlık anlaşmasını feshetti. Arkasından, 31 Mayıs 1939´da Danimarka ile bir saldırmazlık antlaşması imzaladı.

Danimarka, Napolyon´a karşı işlediği hatayı tekrar etmemek için, Hitler´e karşı İngiltere ile işbirliğine gitmeye cesaret edememişti. Mihver´in bu faaliyetleri karşısında Batılılar, sadece küçük devletlere garanti vermenin yetersizliğini gördüklerinden, Sovyet Rusya ile bir Barış Cephesi ittifakı kurmak için de teşebbüse geçtiler.


Che Guevara
1928 yılında Arjantin in Rosaria Kenti´nde doğdu. Tıp öğrenimi gördü. Öğrenciyken, okuluna bir yıl ara verip, Güney Amerika Kıtası´nda geziye çıktı. Macera diye başladığı gezinin ardından Che, komünist oldu.

Meksika da siyasi mülteci olarak bulunan Raul ve Fidel Castro yla tanıştı. Bu tanışıklık, Che yi de Küba nın ele geçirilmesi hedefine ortak etti. 1956-1959 yılları arasında süren Gerilla Savaşı, Küba da başarıya ulaştı. Önce Merkez Bankası nın başına, ardından Sanayi Bakanlığı na getirildi. Bu görevlerde başarısız oldu.

Hayal edilenle gerçekleşen devrim arasındaki uçurum, Che Guevara yı yeni hayallere sürükledi.Yeni hayal, devrimin bütün Latin Amerika ya yayılmasıydı. Bu amaçla Bolivya ya gitti. Devrim konusunda Che Guevara nın üç temel değişiklik düşüncesi şunlardır:

Halk güçleri, düzenli orduya karşı zaferi kazanabilir.

Devrim yapmak için her zaman tüm şartların bir araya getirilmesi gerekmeyebilir.

Latin Amerika da savaşın temel alanı, kırsal kesim olmalıdır.

Marksist düşünceden esinlenen Guevara, özellikle gençlerin, yaşamı ve tarihi, farklı bir açıdan görebilmelerine imkân sağlamıştır. Guevara, 1967 yılında öldürülmüştür.




Eisenhower Doktrini
Sovyet Rusya´nın yönelttiği tehditler üzerine Amerika, İngiltere ve Fransa´ya sert bir çıkış yaparak bu iki devletin Mısır´a karşı giriştikleri saldırıyı önlemekle beraber, kısa bir süre sonra Orta Doğu konusundaki görüşlerinde büyük bir değişiklik yaptı. Daha doğrusu, Süveyş buhranı geçtikten sonra, Orta Doğu´da ortaya çıkan durumu Amerika hiç beğenmedi. Bir defa, Süveyş savaşı dolayısıyla Batı´nın prestiji Arap dünyasında büyük bir darbe yemişti. Üstelik, Mısırı ve Süveyş´i Batı´ya bağlayan tek hukuki bağ olan 19 Ekim 1954 tarihli Süveyş Antlaşması´nı Mısır, 1956 buhranı sırasında feshederek, Batı ile bağlarını koparmıştı.

İkinci olarak, Amerika bu buhranda dürüst ve tarafsız davranmış ve İngiltere ve Fransa´nın savaşı ve Mısır´ın işgalini durdurmasında en az Sovyet Rusya kadar rol oynamıştı. Fakat Arap dünyası bunu takdir ediyor muydu Diğer taraftan, Batı´nın Orta Doğu´daki bu prestij kaybı, bölgede büyük bir boşluk meydana getirirken, bu boşluk, Sovyet Rusya tarafından doldurulmaktaydı.

Sovyet Rusya sanki Arab´ın kurtarıcısı olmuştu. Sanki, Macar topraklarına 200 bin kişilik askeri ile 4000 tankını sokup, 50.000 ölü ve yaralıya malolan Macar milli bağımsızlık hareketini öldüren bu Sovyet Rusya değildi. Kaldı ki, Bulganin´in, Eisenhower´a gönderdiği 5 Kasım mesajında da görüldüğü gibi, Sovyetler Orta Doğu´ya asker sokmak için fırsat aramaktaydılar. İkinci olarak, Sovyetlerin Orta Doğu´ya girişlerinde ekonomik sebepler de rol oynamıyordu. Çünkü, Süveyş´teki kanal trafiğinin ancak %1´i Sovyet gemilerine aitti.

Sovyetlerin Orta Doğu petrollerine de ihtiyaçları yoktu. Çünkü kendileri petrol ihraç etmekte idiler. O halde amaçları siyasi idi. Sovyetler, Süveyş Kanalı´na ve Batı´nın Orta Doğu´daki petrol kaynaklarına hakim olarak, bölgeyi siyasi kontrölleri altına alarak Batı´ya darbe indirmek ve mümkün olursa Batı´yı bu bölgede çökertmekti.

Bu şartlarda yapılacak iki şey vardı: Biri, bölge ülkelerinin ekonomik sıkıntılarının giderilmesine yardımcı olmak; diğeri de, ister ikili, ister toplu münasebetler yoluyla, bu ülkelere, komünizm hegemonyasının neler getirebileceğini anlatmak ve bunların komünizme karşı koymalarına yardım etmekti. İşte bu noktalardan hareket eden Başkan Eisenhower, 5 Ocak 1957´de Kongre´ye gönderdiği ve Eisenhower Doktrini adını alan mesajda bütün bu hususları açıkladıktan sonra, Kongre´den şu hususlarda kendisine yetki verilmesini istiyordu:

Bağımsızlığını korumak için ekonomik kalkınma çabası içine giren Orta Doğu ülkelerine ekonomik yardım yapmak.

Bunlardan isteyen ülkelere askeri yardım yapmak.

Bu ülkelerin istemeleri şartıyla, "milletlerarası komünizmin kontrolü altında bulunan bir ülkeden gelecek açık silahlı saldırılar karşısında, Amerikan silahlı kuvvetlerinin kullanılması.

Bu amaçlarla Başkan Eisenhower, Kongre´den, üç yıl süre ile, her yıl 200 milyon dolar harcama yetkisi istemekteydi. Eisenhower Doktrini´nin bilhassa Orta Doğu´da Amerikan askerinin kullanılmasına dair kısmı, Amerikan Kongresi´nde büyük tartışmalara sebep oldu. Buna rağmen, Temsilciler Meclisi, 30 Ocakta, Senato da 5 Martta, büyük oy çoğunluğu ile Eisenhower Doktrini´ni kabul ederek, Başkan´a istediği yetkileri verdi.

Eisenhower Doktrini iki bakımdan Amerikan dış politikası için mühim bir gelişmeyi ifade etmekteydi. Birincisi, Amerika´nın Orta Doğu ile bağlantı alanını bir hayli genişletmesidir. Her ne kadar Amerika, Orta Doğu ile ilgisini ilk defa Truman Doktrini ile göstermiş ise de, Truman Doktrini sadece Türkiye ve Yunanistan´a ve yine sadece askeri yardım yapılmasını öngörmekteydi. Halbuki Eisenhower Doktrini, bütün bir Orta Doğu bölgesini içine alıyor ve Amerikan askerinin kullanılması suretiyle, bölgedeki ülkelerin komünizme karşı savunulmasını da üzerine alıyordu.

İkinci olarak, bu doktrin ile Amerika, İngiltere ve Fransa´nın Orta Doğu´da bıraktıkları boşluğu bizzat doldurmak üzere harekete geçiyor ve aynı zamanda da, bölgede Sovyet Rusya´nın karşısına dikiliyordu. Amerika ve Sovyet Rusya ilk defa olarak Orta Doğu´da karşı karşıya gelmeye başlıyordu.

Eisenhower Doktrini karşısında Orta Doğu ikiye ayrılmıştır. Bu doktrini kabul ettiğini ilk ilan eden; 6 Ocakta Lübnan olmuştur. Lübnan bu hareketi ile, şimdiye kadar takip ettiği tarafsızlık politikasını terketmiş oluyordu. Lübnan´ın arkasından Pakistan, Irak, Türkiye ve Yunanistan, Eisenhower Doktrini´ni kabul ettiklerini açıkladılar. Bunlardan sonra Afganistan, Libya, Tunus ve Fas en sonunda İsrail bu Doktrini kabul ettiklerini bildirdiler.

Buna karşılık, ilk şiddetli tepki Mısır´dan geldi. Arkasından Suriye bu tepkiye katıldı. Bu iki devleti ise Ürdün ve Suudi Arabistan takip etti ise de, bir kaç hafta sonra Suudi Arabistan tutumunu değiştirerek, Eisenhower Doktrini´ni "iyi ve müsbet" bulduğunu bildirdi. Çünkü Suudi Arabistan, İsrail konusunda bu devletlerle beraber gitmeye hazırdı; lakin Sovyetler konusunda bu devletlerle bir adım bile atmamaya kararlı idi.

Nasır´ın Ürdün´de monarşiyi devirmek için biraz sonra giriştiği teşebbüsler, Ürdün´ün tutumunu da değiştirecek ve bu ülkeyi Suriye-Mısır cephesinden ayıracaktır. Tabiatıyla Sovyetler de büyük tepki gösterdiler. 7 Ocakta yayınladıkları resmi bildiride, Eisenhower Doktrini´ni, "Orta Doğu ülkelerini esaret altına alma amacını güden bir tedbir", "Amerikan tekelci kapitalizminin militarist çevrelerinin Orta Doğu işlerine kaba bir müdahalesi" olarak nitelemişlerdir.

Bunun arkasından, 11 Şubatta Amerika, İngiltere ve Fransa´ya verdikleri notalarda, Orta Doğu için bir barış planı ortaya attılar. Buna göre, bölgede ittifak blokları kurulmayacak, yabancı askerler geri çekilecek, yabancı üsler tasfiye edilecek ve bölgenin içişlerine karışılmayacaktı. Bölge ülkelerine silah satılmayacaktı. Sovyetlere verilen cevapta, bu plan reddedildiği gibi, bölgeyi silahlandıran ilk devletin kendisi olduğu ve içişlerine karışmamadan söz eden Sovyetlerin önce Macaristan´dan elini çekmesi gerektiği bildirildi.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Faşist İtalya
Sovyet Rusya´dan sonra Birinci Dünya Savaşının ortaya çıkardığı yeni rejimlerden biri de İtalya´da Faşizm olmuştur. Rusya´da Bolşevikler, nasıl savaşın yarattığı iç karışıklık, düzensizlik ve hoşnutsuzluklardan yararlanarak bir hükümet darbesi ile iktidarı ele geçirdilerse, Faşizmin İtalya´da iktidarı ele geçirmesinde de İtalya´nın karmakarışık iç durumu başlıca rolü oynamıştır.

Mussolini

İtalya, Birinci Dünya Savaşına büyük ümitlerle katılmıştı. 1915 Londra ve 1917 St. Jean de Maurienne Antlaşmaları, Adriyatik ve Doğu Akdeniz´de İtalya´ya geniş ufuklar açmıştı. Müttefiklerinin zaferi, ümitleri daha da kuvvetlendirmişti. Fakat Paris Barış Konferansı´nın ilk günlerinden itibaren İtalya hayal kırıklıklarını, zaferin meyvası olarak toplamak zorunda kaldı.

1915 Londra Anlaşması´nı Başkan Wilson tanımadı. 1917 Anlaşması´nı ise, Rusya tasdik etmediği için, Müttefikleri yürürlüğe koymadı. 1915 Anlaşması ile kendisine Alman sömürgelerinden pay vadedildiği halde, sömürgelerin dağıtımında İtalya´ya hiçbir şey verilmedi.

Savaşın bunca fedakarlıklarının bedeli İtalyan milleti için, ümitlerin yıkılması oldu. Savaş sona erdiği zaman iç durum da karışmıştı. Savaş ekonomik hayatta sarsıntılar yapmıştı. Birçok fikir akımları ortaya çıkmıştı. İtalya´nın liberal demokrasisinin yanında şimdi, sendikalizm, sosyalizm, komünizm gibi akımlar ortada görünüyordu. Bu akımların etkisi altında, işçiler kaynaşmaya başlamıştı. İşçiler fabrikaların idare ve karına ortak olmak istiyorlardı.

Memleketin her tarafına dağılmış ve saklanan 500.000 asker kaçağı ise başka bir problemdi. Terhis olan asker ve aydınlar ise maddi ve manevi tatminsizlik içindeydi. Bunlar işsizdi. İç politikada istikrar kalmamıştı. 1919-1922 arasında iki defa seçim yapılmış ve dört hükümet değişmişti. Hükümetlerin otoritesi kalmamıştı. Bu durum Benito Mussolini liderliğindeki Faşist Partisi´nin (Partito Nazionale Fascista) işine yaradı. Faşist Partisi 1919 yılında Fascio di Combattimento alarak kurulmuş ve 1921 Kasımı´nda Parti haline gelmişti. Komünizmin olduğu kadar liberal demokrasiye de aynı derecede düşman, disiplin taraftarı, koyu milliyetçi bir parti idi.

1919 Kasım seçimlerinde bir tek milletvekili bile seçtiremeyen Faşistler, 1921 seçimlerinde Parlamentoya 35 milletvekili sokmaya muvaffak olmuşlardı. Bundan sonra aydınlar, askerler ve halk arasında hızla yayılıp gelişti. İtalya halkı, memleketin anarşik durumunda Faşizmin disiplin ruhuna sarıldı. Solcu akımın da gittikçe kuvvetlenmesi, Monarşiyi ve Vatikan´ı da endişeye sevkediyordu.

1922 Ağustosu´nda işçilerin genel grevle ekonomiyi felce uğratmaları ve durumun karışması üzerine Faşist Partisi´nin Kara Gömleklileri Napoli´den Roma´ya bir yürüyüş yaparak hükümet darbesine hazırlanınca, Kral selameti, hükümeti Faşist Partisi´ne vermekte buldu. 30 Ekim 1922 de Mussolini başkanlığa getirildi. Bu, İtalya tarihinde Mussolini ve Faşist diktatörlüğünün başlangıcıdır. Bu diktatörlük 1943´e kadar devam edecektir.

Mussolini´nin ilk işi, kısa bir sürede, muhalefeti ve demokratik müesseseleri ortadan kaldırarak, devleti Faşist Partisi´nde kişileştirmek oldu. Memleketin siyasal düzeni korporatif temsil esasına dayandırıldı. Faşizmin İtalya´da egemen olmasının önemli sonuçlarından biri de, Avrupa´nın bir çok memleketlerinde, iki -savaş- arası devresinde, diktatörlük akımlarının kuvvetlenmesi ve bir takım diktatörlüklerin kurulması olmuştur. Bu, savaş sonrası Avrupasının. 19´uncu yüzyılın liberalizmine gösterdiği bir tepki idi. Savaşın kitlelerde yarattığı düzensizlik, anarşi ve istikrarsızlık, disiplin rejimlerinin modasını kuvvetlendirmiştir.

Faşizmin Dış Politikası

Faşizmi iktidara getiren sadece iç faktörler değil, belki ondan da fazla dış faktörlerdi. İtalyan milletinin milletlerarası planda karşı karşıya bırakıldığı hayal kırıklığı ve tatminsizlik, Faşizmin milliyetçi politika ve propagandasına kuvvetli bir destek oldu.

Mussolini, Akdeniz´de eski Roma İmparatorluğu´nu yaratmak istiyordu. Paris barış konferansında küçük düşürülen, bir kenara atılan İtalyan milletine, bir milli prestij, bir milli benlik vermeyi vaadediyordu. İtalya´nın 1281´den beri gerçekleştirmek istediği sömügecilik emelleri, "Roma İmparatorluğunun yeniden kuruluşu" adı ile Mussolini´nin elinde bir milli idealizm haline getirildi.

Mussolini, Akdeniz´e "bizim deniz" (mare nostrum) diyordu. Başbakan olduktan birkaç ay sonra 1923 Şubatı´nda İtalyan Senatosu´nda verdiği bir söylevde şöyle diyordu: "Şunu söylemek cesaretine sahip olmamız gerekir ki, İtalya bir tek denizde ebediyen kapanıp kalamaz, bu deniz Adriyatik olsa bile. Adriyatik´ten başka Akdeniz vardır".

Esasına bakılırsa, Mussolini´nin, iktidarının ilk günlerinden itibaren gerçekleştirmeye çalıştığı yayılma ve genişleme politikası, gerçekte 1915 ve 1917 anlaşmaları ile İtalya´nın göz koyduğu toprakları hedef tutuyordu. 1936 da Habeşistan´ı ele geçirecektir ki, bu İtalya için yeni birşey değildi. Fakat ne var ki, Mussolini eski mallara "Roma İmparatorluğu" damgasını vurarak piyasaya sürdü.

Yıllardan beri küçüklük kompleksi içinde kıvranmış olan İtalyan milleti için Mussolini´nin bu yeni damgası küçümsenemezdi. Faşist rejimin içerde İtalyan milleti için ne derece rahatsızlık doğurduğu bilinemez. Lakin faşist dış politikanın bütün Doğu Akdeniz milletleri için rahatsızlık ve huzursuzluk doğurduğu bir gerçektir. Bu huzursuzluğu ilk duyan da Adriyatik bölgesi ve bu bölgede Yugoslavya oldu.

Mussolini ilk önce Fiume (Yugoslavlar Rijeka derler) meselesini ele aldı. Fiume, 1920 Kasımında İtalya ile Yugoslavya arasında yapılan bir antlaşma ile bir Serbest Şehir olarak bağımsızlık statüsüne kavuşturulmuştu. Fakat faşistler burada karışıklık çıkarmaktan geri kalmadılar. Bunun için Mussolini de iktidara geçer geçmez bu meseleyi ele aldı ve Yugoslavya üzerinde baskıda bulunarak Ocak 1924´te bu devletle yaptığı bir anlaşma ile Fiume´nin İtalyaya katılmasını sağladı. Yalnız Fiume´nin Baroş Limanı Yugoslavyaya verildi.

İtalya´nın sertlik gösterisi ikinci olarak Yunanistan´a yöneldi. Yunanistan-Arnavutluk sınırını düzenlemek için kurulmuş bulunan milletlerarası komisyondaki İtalya temsilcisinin Yanya´da 1923 Ağustosunda öldürülmesi üzerine, İtalyan donanması Corfu Adası´nı bombardıman edip, arkasından adayı işgal etti.

İtalya, Yunanistan´dan 50 milyon liret tazminat istedi. İtalya´nın bu kuvvet politikası küçük devletlerde korku uyandırdıysa da, Milletler Cemiyeti bu korkuyu gideremedi ve Yunanistan, İtalya´nın istediği bu 50 milyon liret tazminatı vermek zorunda kaldı. Yugoslavya´dan sonra Yunanistan da Adriyatik´te bu yeni kuvvetin ortaya çıkışını endişe ile izliyordu.

Faşist İtalya´nın, Yugoslavya ile Yunanistan´ı korkutan daha önemli faaliyeti ise, İtalya´nın Arnavutluk üzerinde günden güne artan nüfuzu oldu. Doğrusu Mussolini, Arnavutluk konusunda, eski İtalyan hükümetlerinden çok daha başarılı oldu. 1924 yılı sonunda, eski başbakanlardan Ahmet Zogo´nun Arnavutlukta iktidarı ele geçirmesi ve 1925 Ocak ayında da cumhuriyet ilan etmesi, İtalya´nın işini çok kolaylaştırdı. Zogo, kendi diktatörlüğünü korumak için İtalya´ya dayandı. İtalya, Arnavutlu´ğa geniş ekonomik yardım yaptı. 27 Kasım 1926 da İtalya ile Arnavutluk arasında bir Dostluk ve Güvenlik Paktı imzalandı.

Mussolini, 1927 Şubatı´nda faşist parlamentosuna bu Paktı sunarken, "Arnavutluğun bağımsızlık ve toprak bütünlüğü İtalya´nın Adriyatik´teki durumu için bir garantidir" diyordu. Bu anlaşma, Yugoslavya tarafından tepki ile karşılandı. Arnavutluk´un Yugoslav sınırları içindeki Arnavutlarla ilgilenmesi, bu münasebetlerin düğüm noktası idi. Bu sebeple Yugoslavya, İtalya-Arnavutluk Antlaşması´na, 1927 Kasımı´nda Fransa ile imzaladığı bir Dostluk ve İttifak Antlaşması ile cevap verdi.

Yugoslavya, antlaşmayı İtalya ile bir savaş hali için imzaladığını açıklamaktan çekinmedi. Bunun üzerine İtalya 22 Kasım 1927 de Arnavutluk ile İkinci Tirana Antlaşması´nı imzaladı. 25 yıl için imzalanmış olan bu savunma ittifakı antlaşması ile Arnavutluk tamamen İtalya´nın kontrol ve himayesi altına girmiştir.

Cumhurbaşkanı Ahmet Zogo, İtalya´ya dayanarak 1928´de krallığını ilan etmiştir. Bundan sonra artık Arnavutluk için İtalya´nın Belçika´sı denilmiştir. İtalya´nın Arnavutluk üzerinde kurmuş olduğu bu durum İtalyan-Yugoslavya münasebetlerinin düzelmesini engellemiştir.

İtalya´nın Arnavutluk vasıtasiyle Balkanlara kol atması Yunanistan için de bir endişe kaynağı olmuştur. Öte yandan, Mussolini´nin Doğu Akdeniz ve Anadoluyu da yayılma alanları arasında saymaktan çekinmemesi, Türk-İtalyan münasebetlerine daima bir soğukluğun egemen olmasına sebep olmuştur.

1934 Balkan Paktı da, İtalyan tehdininin önemli bir rol oynamış olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Faşist İtalya´nın İngiltere ile münasebetleri, 1935´e kadar iyi bir çerçeve içinde akmıştır. Fransa´nın savaş sonrası Avrupasında dengeyi kendi tarafına eğiltmesi ve bir üstünlük sağlaması İngiltereyi, İtalya´da bir denge unsuru aramaya götürmüştür. Buna karşılık İtalyan-Fransız münasebetleri on yıl kadar hiç iyi gitmemiştir.

İtalya´nın bir deniz kuvveti olarak Akdeniz´de sivrilmesi Fransa´nın hiç hoşuna gitmemiştir. Özellikle İtalya´nın barış antlaşmalarının kurduğu düzene karşı cephe alması (revizyonizm) bu hoşnutsuzluğun temel sebeplerinden biridir. Bunun içindir ki İtalya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan gibi revizyonist devletlerle daima yakın münasebetler kurmaya çalışmıştır. Aynı sebeple, Küçük Antant´a (Yugoslavya, Romanya ve Çekoslovakya) da cephe almış ve bunu Fransa´nın reaksiyoner bir bloku olarak görmüştür. Fransa ile İtalya arasındaki sürtüşme ve rekabet ise, İtalya´nın Almanya´da Fransa´ya karşı bir denge unsuru görmesini sağlamıştır.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Hindiçini Savaşı
İkinci Dünya Savaşından sonra nasıl İngiltere tekrar Orta Doğu´ya yerleşmek istemişse, Fransa da Hindiçini´deki sömürge düzenini tekrar sürdürmek istedi. Halbuki, Orta Doğu gibi, Güney-doğu Asya´da da şartlar çok değişmişti. Savaş sırasında bu topraklar Japonya´nın işgaline uğramıştı. Japonya, buralarda Fransa´nın izlerini silmek için sarı ırk milliyetçiliğini ve buralar halkının bağımsızlık duygularını her yolla tahrik etmişti.

Kaldı ki, Müttefikler de savaş sırasındaki demeçlerinde, sömürgelere bağımsızlık vaadini ifade eden şeyler söylemişlerdi. Mesela bunlardan, Amerika Cumhurbaşkanı Roosevelt ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill arasında yapılan bir toplantıdan sonra yayınlanan 14 Ağustos 1941 tarihli Atlantik Demeci´nde bütün milletlerin, kendi seçtikleri idare altında yaşayacakları belirtilmişti.

Bu sebeple Fransa, savaştan sonra Hindiçini´deki sömürgelerine (Vietnam, Laos, Tayland ve Kamboçya) tekrar yerleşerek eski düzeni kurmaya kalkınca, Fransa´ya karşı bağımsızlık ayaklanmaları başladı. Vietnam´ın kuzey bölgelerinde bu bağımsızlık hareketini Ho Chi-minh liderliğindeki komünistler yürütmekteydi.

Ho Chi-minh, Japonya savaştan çekilir çekilmez, Kuzey Vietnam´da Vietnam Demokratik Cumhuriyeti´ni ilan etti. Fransa bunu kabul etmediği gibi, Vietnam, Laos ve Kamboçya (bugünkü Kampuchea)yı içine alan bir Hindiçini Federasyonu kurmak istedi ise de, bu tasarısını yürütemedi. Bilhassa, Ho Chi-minh liderliğindeki Vier-Minh kuvvetleri başına dert oldu. Bundan sonra Fransa ile Viet-Minh arasında çetin bir mücadele başladı. Zira, 1950 yılından itibaren Viet-minh´in arkasında Çin de yer almaktaydı.

Bu mücadele devam ederken Kore Savaşı patlak verdi. Sovyet Rusya ile Çin, esas itibariyle Kore savaşı ile uğraştıklarından, Viet-Minh´in mücadelesi ikinci planda kaldı. Fakat Kore Savaşı 1953 Temmuzunda sona erince, Moskova ve Pekin yardımlarını bu kere Ho Chi-minh´e daha yoğun aktarmaya başladılar. Dolayısıyla, Kore savaşı sırasında bir nebze durulmuş görünen Hindiçini Savaşı, 1953 yazından itibaren yeniden şiddetlendi.

Bu savaşların şiddetlenmesi, 1954 yılında Hindiçini meselesini Doğu ve Batı blokları arasında ciddi bir buhran haline getirdi. Bunun üzerine, Birleşik Amerika, Fransa, Sovyet Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve İngiltere´nin katılması ile 1954 Nisanında Cenevre´de bir konferans toplandı. Bu konferans toplandığı sırada Viet-Minh bütün kuzey Vietnam´a hakim olmuş bulunuyordu.

Cenevre Konferansı, 20 Temmuz 1954´te, Hindiçini Yarımadası´nda mütareke sağlayan bir anlaşmanın imzası ile kapandı. Bu anlaşma ile Fransa, Vietnam, Laos ve Kamboçya´dan tamamen çekilerek bu ülkeler bağımsız olmaktaydılar. Ancak Vietnam, 17´inci enlemden itibaren ikiye bölündü ve kuzeyi Ho Chin-minh ve Viet-Minh´e bırakıldı. Güneyde ise ayrı bir Vietnam devleti kurulmaktaydı. Almanya ve Kore´den sonra Vietnam da ikiye bölünmüştü.

Fransa´nın çekilmesinden sonra Güney Vietnam, Amerika´nın kanadı altına sığınacak ve bu da 1960´lardan itibaren Amerika´yı Vietnam´da bir maceraya sürükleyecektir.

Kellog Paktı (27 Ağustos 1928)
Antlaşma ABD, Almanya, İngiltere, İtalya, Belçika, Polonya, Japonya ve Çekoslovakya arasında Paris’te imzalanmıştır.

Kellogg Paktı
1930 Londra deniz silahsızlanmasına ait anlaşma, 1928 de Kellogg Paktı´nın birçok devletlerce imzalanmasının doğurduğu barışçı atmosfer içınde mümkün olabilmişti. Kellogg Paktı ise, Milletler Cemiyeti´nin kurulduğu günden itibaren girişilen barış ve silahsızlanma çabalarında, hiç değilse kağıt üzerinde önemli bir merhale teşkil eder.

Birleşik Amerika´nın 1. Dünya Savaşı´na katılışının 10. yıl dönümü dolayısiyle, Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand 6 Nisan 1927 günü basına verdiği bir demeçte, Amerika ile Fransa´nın, aralarındaki münasebetlerinde savaşı kanun dışı eden karşılıklı taahhütte bulunmalarını teklif etti. Fransa´nın amacı sadece bir jest yapmaktan ibaretti. Çünkü Fransa ile Amerika arasında, bir savaşa kadar gidebilecek bir menfaat çatışması yoktu ve böyle bir taahhüdün çok az önemi olabilirdi. Lakin Amerika´nın yakın bir dostu haline gelmek suretiyle Fransaya Avrupa´da özel bir prestij sağlayabilirdi.

Amerika´nın bu teklife tepkisi ilk önce yavaş oldu. Lakin pasifizm duygularının bu sırada Amerikan kamu oyunda gittikçe kuvvetlenmesi üzerine, Amerika Dışişleri Bakanı Kellogg, 1927 Aralık ayında Briand´ın teklifine verdiği cevapta, "savaşı bir milli politika aleti olarak kullanmaktan vazgeçme" taahhüdünün, dünya çapında, bütün devletlerce imzalanacak çof taraflı blr antlaşmada yer almasını ileri sürdü.

1928 Nisanı´nda da Kellogg, bu teklifini İngiltere, Almanya, İtalya ve Japon hükümetlerine resmen bildirdi. Almanya bunu derhal kabul etti. Onu İtalya ile Japonya izledi. Lakin, Fransa ile İngiltere böyle geniş çapta bir taahhüdü kabulde bir hayli tereddüt geçirdiler. Çünkü bu sırada Fransa ittifak sistemleri politikası izlemekteydi ve böyle bir taahhüt de bu politikanın ruhuna aykırıydı. Lakin İngiliz ve Fransız kamu oyları Kellogg´un teklifini o kadar desteklediler ki, iki memleketin hükümetleri de bunu kabul zorunda kaldılar.

Briand-Kellogg Paktı veya Paris Paktı adlarını da alan Kellogg Paktı, 27 Ağustos 1928´de ilk önce 9 devlet arasında (Birleşik Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya) imzalandı. Bu antlaşma ile taraflar, savaşı milli politikalarına alet etmeyeceklerini, anlaşmazlıkların çözümü için savaş yoluna gitmeyeceklerini, savaştan vazgeçtiklerini ve bütün anlaşmazlıkları için daima barışçı vasıtaları kullanacaklarını taahhüt ediyorlardı. Bununla beraber, Fransa ve İngiltere bu antlaşmayı bazı rezervlerle kabul etmişlerdir.

Fransa´nın rezervine göre, bu antlaşma ile alınan taahhüt, meşru savunma hakkını ortadan kaldırmayacaktı ve imzacı devletlerden birinin bu antlaşmadaki taahhüdünden vazgeçmesi halinde, diğerleri de otomatik olarak taahhütlerinden kurtulacaklardı. İngiltere ise, imparatorluk bölgelerini kastederek, dünyanın bazı bölgelerinde hareket serbestisini mahfuz tuttu. 1928 yılı sonuna kadar Kellogg Paktına, Sovyet Rusya da dahil 46 devlet daha katılmıştır.

Birleşik Amerika. Sovyet Rusya´yı henüz tanımadığı için, Sovyetler orijinal imzacılar arasına davet edilmemişti. Bu sebeple Kellogg Paktı´nı, Batılıların, Sovyet Rusya´yı izole etmek, çember için almak ve Sovyet Rusya´ya karşı mücadele etmek için kurdukları bir kombinezon olarak karşılamışlardır. Fakat Fransız hükümetinin daveti üzerine 1928 Ekimi´nde Sovyet Rusya da bu Pakta katılmıştır.

Fakat Pakt´ın yürürlüğe girmesi için, bütün devletlerin tasdik belgelerini Amerikan hükümetine tevdi etmeleri gerekmekteydi ve bu da epey bir zaman alacaktı. Bu sebeple Sovyetler, Batılılardan da ileri giderek, bazı devletlerle, Kellogg Paktı´nın güttüğü aynı amacı kapsayan Litvinof Protokolü´nü imza etmişlerdir.

Kellogg Paktı, bütün dünyaya getirdiği yaygın barış havası dolayısıyla, iki -savaş- arası devresinin önemli bir olayını teşkil eder. Bununla beraber, bu barışçı hareket birçok noksanlıklara sahip bulunmaktaydı. Bir defa, antlaşmada savaşın ne olduğu tarif bile edilmemişti. Bu ise kötü niyetlilere açık bir kapı bıraktı.

İkinci olarak, belki Amerika hariç, büyük devletlerin hemen hepsi samimiyetten yoksundu. Fransa ise bu paktı bir Amerikan-Fransız dostluğunun gösterisi haline getirdi. Paktın imzasında, 1778 Amerikan-Fransız ittifakının imzasında kullanılan mürekkep hokkası kullanıldı.

Anti-Komintern Paktı
1936 Kasımında Berlin-Roma Mihveri kurulduğu bir sırada, öte yandan Berlin-Tokyo Mihveri de kuruldu. Bu, Almanya ile Japonya´nın Sovyet Rusya´ya ve Komintern´in milletlerarası komünizm faaliyetine karşı imzalamış oldukları Anti-Komintern Pakt´tır.

1935 tarihli Fransız-Sovyet ittifakının Almanya üzerinde yarattığı tepki, sadece Ren boylarının Almanya tarafından militarize edilmesi sonucunu vermemiş, fakat aynı zamanda Almanya 1936 Martından itibaren komünizme ve dolayısıyla Sovyet Rusya´ya karşı geniş bir kampanya açmıştır. Fakat bu kampanya özellikle yaz aylarında şiddetlenmiştir. Bunun da sebebi, 1936 Ağustosunda Sovyet Rusya´nın askerlik çağını 21 yaştan 19´a indirmesidir. Fransız-Sovyet ve Sovyet-Çekoslovak ittifaklarından sonra Sovyet Rusya´nın bu askeri tedbirleri Almanya´yı sinirlendirmiştir.

Hitler, 12 Eylül 1936´da verdiği bir söylevde Ukrayna´nın, Ural´ların ve Sibirya´nın tabii zenginliklerinden ve Nasyonal-Sosyalizm sayesinde bu toprakların erişeceği refah seviyesinden söz ediyor ve 14 Eylüldeki söylevinde de Bolşevizmi, "en büyük can düşmanımız" diye nitelendiriyordu.

Japonya Berlin Büyükelçisi Kintomo Mushanokōji ve Almanya Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop Anti-Komintern Paktını imzalarken
Sovyet Savunma Bakanı Mareşal Voroşilov da 16 Eylüldeki söylevinde Sovyetlerin nerede ve ne zaman olursa olsun, her türlü savaşa hazır olduğunu söylüyordu. Almanya´nın bu faaliyeti ve davranışı Japonya´yı Almanya´ya yaklaştırmıştır. Japonya, Mançurya ve Jehol´ü ele geçirdikten sonra, İç Moğolistan´da faaliyete geçmişti. Bu Japonya´nın Asya´nın ortalarına kadar ilerleme niyetinin bir işareti idi. Bunu farkeden Sovyet Rusya, 12 Mart 1936 da Dış Moğolistan Halk Cumhuriyeti ile bir ittifak antlaşması imzaladı. Bu ittifak tabiatıyla Japonya´ya yöneltilmişti ve Sovyet Rusya, Japonya´ya bunu açıkça bildirmişti.

Öte yandan Japonya, Çin´e girmek için de hazırlanmaktaydı. Böyle bir hareket ise, Çin komünistlerini destekleyen Sovyet Rusya ile Çin milliyetçilerini destekleyen Birleşik Amerika´nın tepkisine sebep olabilirdi. Yani, Almanya´nın Fransa ile Sovyet Rusya arasında kalması gibi, Japonya da kendisini Sovyet Rusya ile Birleşik Amerika arasında sıkışmış gibi görmekteydi.

Gerek Almanya, gerek Japonya için ortak tehlike Sovyet Rusya görünüyordu. Bu sebeplerle, 25 Kasım 1936´da iki devlet Anti-Komintern Paktı imza ettiler. Anlaşma açık ve gizli olmak üzere iki kısımdı. Açık kısma göre, taraflar Komünist Enternasyonalinin (Komintern) faaliyetleri ve buna karşı savunma tedbirleri hakkında birbirlerine danışacaklar ve temas halinde bulunacaklardı. Memleketlerindeki komünist faaliyetlerine karşı sert tedbirler alacaklar ve bu konudaki işbirliğini sağlamak için de devamlı bir komite kuracaklardı.

Gizli kısma göre de, taraflardan biri Sovyet Rusya´nın kışkırtılmamış bir saldırısına veya saldırı tehdidine hedef olursa ortak menfaatlerini korumak için alınacak tedbirler hakkında birbirlerine danışacaklar ve ayrıca, birbirlerine haber vermeden Sovyet Rusya ile hiçbir siyasal anlaşma yapmayacaklardı. Pakt´ın süresi, 3´üncü Enternasyonal´in devamı süresince idi. Anti-Komintern Pakt´a İtalya 6 Kasım 1937´de katılmış ve Berlin-Roma-Tokyo Mihveri teşekkül etmiştir.


Kore Savaşı
1945 Mayısında Amerika ile Sovyet Rusya arasında yapılan bir anlaşmaya göre, savaş bittikten sonra Kore, Birleşik Amerika, Sovyet Rusya, İngiltere ve Çin´in ortak vesayeti altına konacaktı.

1945 Temmuzundaki Potsdam Konferansı´nda da Sovyet Rusya, Uzak Doğu Savaşı´na katılmaya karar verince, askeri harekât bakımından Kore toprakları 38. enlem çizgisi ile ikiye ayrıldı ve bu çizginin kuzeyi Sovyet, güneyi de Amerikan askeri harekât sahası olarak kabul edildi.

Fakat Sovyetler hemen Japonya´ya savaş ilan edip Uzak Doğu Savaşı´na girmediler. Ancak ne zaman Amerikai, Hiroshima ve Nagasaki´ye atom bombalarını attı, o zaman Sovyetler hemen Japonya´ya savaş ilan edip, askerlerini Kuzey Kore´ye soktular ve 38. enlem çizgisine kadar ilerlediler.

Böylece Kore, savaşın sonunda, kuzeyi Sovyet, güneyi Amerikan işgali altında olmak üzere fiilen ikiye bölünmüş oluyordu. Bir yandan Amerikan-Sovyet müzakereleri, öte yandan Birleşmiş Milletler´in çabaları, bu iki Kore´nin birleşmesini sağlayamadı. Bunun üzerine Amerika, 10 Mayıs 1948´de Güney Kore´de seçimler düzenledi ve bunun neticesinde de Syngman Rhee´nin başkanlığında Güney Kore Cumhuriyeti kuruldu.

Sovyetler de Kuzey Kore´de 1948 Ağustosunda kendilerine göre bir seçim düzenlediler ve onlar da kuzeyde, 9 Eylül 1948´de Kore Halk Cumhuriyeti´ni kurdular.

Kore, Asya´nın stratejik bir bölgesiydi. Asya´ya ayak basmak için gayet avantajlı bir tramplen durumundaydı. Güney Kore´de ve Japonya´da Amerikan kuvvetlerinin bulunduğu göz önüne alınınca, Amerika´nın stratejik bakımdan kuvvetli bir durumda olduğu açıktı.

Sovyetler, komünistler Çin´de duruma hakim oluncaya kadar bu duruma tahammül gösterdiler. Fakat Çin, 1949 sonunda komünist rejimin idaresi altına girince, Sovyetlerin Asya´daki kuvvet pozisyonları iyice güçlenmiş oluyordu. Sovyetlere göre, Amerika´yı Asya Kıtası´ndan atma zamanı gelmişti. Hem bu yapıldığı takdirde, Amerika´nın Japonya´dan da atılması kolaylaşabilirdi.

İşte bu sebeplerden dolayı, Moskova´nın talimatı ile Kuzey Kore kuvvetleri, 25 Haziran 1950 sabahından itibaren Güney Kore´ye karşı saldırıya geçti. Saldırının bütün sınır boyunca yapılması her şeyin önceden planlandığını gösteriyordu.

Bu açık saldırganlık karşısında Amerika, Birleşmiş Milletler´i harekete geçirdi. Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Antlaşması hükümleri gereğince, Güney Kore´nin yardımına gönderilmek üzere çeşitli milletlerin askerlerinden meydana gelen, fakat esas yükü Amerika´nın sırtlandığı bir Birleşmiş Milletler Kuvveti oluşturdu. Bu kuvvetin komutanlığına Amerikalı general MacArthur getirildi.

Türkiye, Birleşmiş Milletler Kuvveti´ne tek tugaylık bir kuvvetle katıldı. Milli Mücadele´den beri savaş alanlarına girmemiş olan Türk askeri, Kore Savaşı´nda, gerçekten destan denebilecek kahramanlık örnekleri vermiştir. Kore´de akan Türk kanı ve Türk kahramanlığı, Türkiye´nin 1951 yılında NATO´ya alınmasında çok önemli bir rol oynamıştır.

1950 Haziranında başlayan Kore Savaşı, 1953 Temmuzunda Panmunjom mütarekesinin imzası ile neticelenmiştir. Bu 3 yıllık süre içinde taraflardan hiç biri kesin bir üstünlük gösterip zafere gidememiştir. Çünkü, 1950 Ekiminden itibaren Komünist Çin, gönüllü adı altında gönderdiği silahlı kuvvetleri ile Kore Savaşı´na dahil olmuştur. Bununla beraber, hem Sovyet Rusya ve Çin, hem de Amerika, bu savaşı Kore´nin sınırları dışına taşırmamaya dikkat etmişlerdir. Zira yanlış bir hareket bir genel savaşa neden olabilirdi.

Kore Savaşı´nı sona erdirecek mütareke görüşmeleri, 1951 yılı Temmuzunda başladı. Mütareke teklifi Kuzey Kore´den geldi. Mütareke görüşmeleri 2 yıl sürdü ve bu görüşmeler sırasında da çarpışmalar devam etti. Nihayet, Sovyet lideri Stalin´in 1953 Martında ölmesi ve içerideki iktidar mücadelesi dolayısıyla, Sovyet Rusya mütarekeye razı oldu ve mütareke anlaşması 27 Temmuz 1953´te Panmunjom´da imzalandı. Gerek mütareke görüşmelerine, gerek mütarekenin imzasına, "gönüllüler" adına Çin Halk Cumhuriyeti de katılmıştır.

Panmunjom Mütarekesi ile Kuzey ve Güney Kore arasındaki sınır, yine 38. enlem çizgisi oluyordu. Değişen bir şey yoktu. Fakat Sovyetler de Amerika´yı Kore´den çıkaramayacaklarını anlamışlardı.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Küçük Antant
Birinci Dünya Savaşı´ndan sonra Tuna ve Balkanlar bölgesinin ilk önemli ittifak sistemi Küçük Antant olmuştur. Küçük Antant, Fransa´nın iki savaş arası devresindeki dış politikasında önemli bir yer işgal etmekle beraber, başlangıçta Fransa tarafından ortaya çıkarılmamış, lakin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu´nun mirasçısı devletler tarafından ortaya çıkarıldıktan sonra Fransa´nın nüfuz ve önderliği altına girmiştir. İşin gerçeği aranırsa, Fransa´nın 1920´de Macaristan ile bir işbirliği düşünmesi Küçük Antant´ın kurulmasını çabuklaştırmıştır.

Küçük Antant´ın kurulması teşebbüsü Çekoslovakya Dışişleri Bakanı Dr. Beneş´den gelmiştir. Çekoslovakya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu´nun parçalanmasından ortaya çıkmış ve Yugoslavya ile Romanya da bu imparatorluktan büyük parçalar kazanmışlardı. Bu devletlerin, barış antlaşmalarının kurduğu statüyü korumada büyük menfaatleri vardı. Bu sebeple Çekoslovakya Dışişleri Bakanı Dr. Beneş, 1919 Aralık ve 1920 Ocak aylarında Yugoslavya ve Romanya´ya birer ittifak imzalamayı teklif etti.

Görüşmeler yapılırken 1920 Ocak ayında Rusya ile Polonya arasında savaş çıktı ve Fransa, Macaristan yoluyla Polonyalılara silah yardımı yapmaya başladı. Esasen bu sırada Fransız Dışişleri Bakanlığı´nda, Almanya´nın muhtemel saldırısına karşı bir Tuna Bloku kurma fikri vardı. Ayrıca, bir kısım Macar kuvvetleri de Polonyalılara yardım etti. Tabii bu hizmetine karşılık Macaristan da kendi lehine sınır değişiklikleri beklemekteydi.

Bu durum Çekoslovakya ile Yugoslavya´yı korkuttu ve 14 Ağustos 1920´de aralarında bir ittifak yaptılar. Bu ittifaka göre, Macaristan´ın taraflardan birine saldırması halinde birbirlerinin yardımına koşacaklardı. Romanya, bu ittifaka hemen katılmadı. Çünkü bu ittifakın Rusya ve Bulgaristan´ın bir saldırısı ihtimalini de kapsamasını istedi ve Çekoslovakya da bunu kabul etmedi. Fakat 1921 Martında eski İmparator Karl, Macaristan´da hükümdarlığı ele geçirmek için teşebbüste bulununca, bu durum Romanya´yı da korkuttu. Bu sebeple, Romanya ile Çekoslovakya arasında da 23 Nisan 1921´de bir ittifak imzaladı.

Buna göre, iki taraf, sadece Macaristan´ın bir saldırısı halinde birbirlerine yardım etmekle kalmayacaklar, lakin Macaristan´a ait bütün gelişmelerde birbirlerine danışacaklardı. Bu ittifakı 7 Haziran 1921´de Romanya-Yugoslavya ittifakı izledi. Bu sonuncu ittifak antlaşması, sadece Macaristan´ı değil, diğerlerinden farklı olarak, bir Bulgar saldırması ihtimalini de kapsamaktaydı. Bu sonuncu antlaşmayı izleyen sekiz ay içinde üç devlet arasında askeri işbirliğini düzenleyen anlaşmalar da imzalanmıştır.

Böylece Tuna bölgesinde kendiliğinden bir statükocu ve antirevizyonist blok ortaya çıkmış oluyordu. Bu gelişme Fransa´nın görüşünde de değişiklik yaptı ve Almanya´ya karşı anlaşmalar düzeninin korunmasında Fransa, Küçük Antant adını alan bu ittifaklar sistemine dayandı. 25 Ocak 1924´de Çekoslovakya, 10 Haziran 1926´da Romanya ve 11 Kasım 1927´de Yugoslavya ile imzalamış olduğu ittifak antlaşmaları ile Fransa, Küçük Antant´ı kendisine bağladı ve bundan sonra Fransa ile Küçük Antant, bir blok halinde bütün milletlerarası gelişmelerde birlikte hareket ettiler.

Fransa´nın Küçük Antant devletleriyle imzalamış olduğu ittifaklarda, antlaşmalarla tespit edilen Avrupa düzeninin korunması, temel amaç olarak yer almıştır. Şüphesiz, Fransa´nın Küçük Antant´ı kanadının altına alması kendisine, savaş sonrası Avrupasında belirli bir üstünlük sağlamış ve revizyonizm akımına karşı bir frenleme uygulamasını mümkün kılmıştır.Küçük Antant ittifakları, üç devlet arasında 21 Mayıs 1929´da yapılan bir antlaşma ile süreli olmaktan çıkmış ve süresiz hale getirilmiştir. 16 Şubat 1933´te imzalanan anlaşma ile de, Küçük Antant devamlı bir statü kazanmıştır.

Küçük Antant devletleri arasında kurulan bu dayanışmaya rağmen, üye olan her üç devlet bakımından da bazı açık noktalar kalmıştır. Mesela bu ittifaklar Yugoslavya´yı İtalya´ya, Besarabya dolayısıyla Romanya´yı Sovyet Rusya´ya ve Südet Almanları dolayısıyla Çekoslovakya´yı Almanya´ya karşı korumuş değildir. Bununla beraber, 1934 Balkan Antantı, sınırlarının güvenliğini karşılıklı olarak teminat altına almış olması dolayısıyla, Romanya ve Yugoslavya´nın bu konudaki eksikliğini bir dereceye kadar tamamlamıştır.

Öte yandan, Küçük Antant devletleri arasında, birçok çabaların harcanmasına rağmen, mesela karşılıklı olarak tercihli gümrük tarifelerinin uygulanması gibi herhangi geniş bir ekonomik işbirliği sağlanamamıştır. 1925 yılında Yunanistan´ın da Küçük Antant´a girmesi söz konusu olmuş ise de, bu devletin Yugoslavya ile olan münasebetlerinin düzgün bir seviyeye girememiş olması dolayısıyla, Yunanistan Küçük Antant´a girmekten kaçınmıştır. 1921 yılında Bulgaristan´daki komünist faaliyetlerinin 3´üncü Enternasyonal´in eseri olması dolayısıyla Bulgaristan Rusya´dan korkmuş ve Küçük Antant devletlerine başvurarak bir anti-bolşevik blok kurulmasını teklif etmiştir. Lakin bu komünist faaliyetleri karşısında Bulgaristan´ın askeri gücünü arttırması ve Makedonya´daki faaliyetleri, Romanya ve Yugoslavya´yı endişelendirdiğinden, Bulgaristan´ın isteğini kabul etmemişlerdir.


Kuveyt Savaşı
2 Ağustos 1990 tarihinde Irak birlikleri, Kuveyt sınırını geçerek bir anda bu ülkeyi işgal ettiler. Askeri ve toprak olarak küçük, zengin petrol kaynakları açısından büyük olan bu ülkenin yönetimini elinde bulunduran Şeyh Ahmed El-Sabah ise çareyi ülkeyi zırhlı arabası ile terk ederek Suudi Arabistan´a kaçmakta buldu.

Irak kuvvetleri, Kuveyt Radyosu´na girdiği sırada radyo canlı yayındaydı ve dünyadan yardım isteyen yayın yapıyordu. Irak´ın bu ani işgali, tüm dünyada şok etkisi yarattı. Birleşmiş Milletler Konseyi acilen toplandı. Bir tek Yemen´in çekimser kaldığı oylamanın ardından Irak kuvvetlerinin derhal geri çekilmesi yönünde uyarı kararı alındığı açıklandı.

Dönemin ABD Başkanı George Bush, Irak´ın Kuveyt´ten çekilmemesi durumunda askeri müdahaleden yana tavrını koydu ve Irak´ın bu girişimi sonrasında en kısa sürede bütün güçlerini geri çekmemesi durumunda "Askeri müdahele dair her türlü yaptırımı düşündüklerini" açıkladı.

Irak´ın işgaline tek tepki gösteren büyük ülke ABD olmadı. Rusya ve Çin´de Irak´ın kuvvetlerini geri çekmesi gerektiği uyarısında bulundular. Irak´ın bu girişimi, ilk bakışta çok meydan okuyan ve cüretkar bir tavır gibi göründüğü için korku salmadı değil.

Irak, dünya daha işgal şokunu yaşarken Kuveyt´in kendilerinin bir eyaleti olacağını ve bölgeye gerçek devrimi getireceğini açıkladı. Bütün bu gelişmeleri planlayan ve yöneten bir tek kişi vardı. O da tabii ki Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin idi.

Gelişmeler Ortadoğu´daki birçok ülkeyi germişti. Türkiye dahil birçok ülke ne olacak diye beklerken bir yandan birliklerini alarma geçirdi. Ancak gelişmelerden en çok rahatsız olan ülke İsrail´di. İsrail, derhal harekete geçerek endişesini belirtiyor, duruma derhal müdahele edilmemesi halinde 1930´lı yıllarda Avrupa´da yaşananların tekrarının olabileceği uyarısında bulunuyordu.

Dönemin İsrail Dışişleri bakanı Moshe Arens, uluslararası çevrelerin Saddam Hüseyin´in bu tarz sertliklerine müsamaha gösterilmesi durumunda devam edeceği kaygısını açıklıyordu.

Irak´ın bu hareketi, sadece uluslararası bir ihlal değildi. Küçük bir ülkenin işgalinin bu kadar rahatsızlık yaratmasının daha önemli bir sebebi vardı: Petrol. Kuveyt, dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri idi. Ve herkes Saddam´ın bu işgalinin ardındaki gerçeğin onun bu petrollerde gözünün olduğunu biliyordu. Bu maddi gelir dışında aynı zamanda dünya çapında güç demekti. Saddam Hüseyin´in de asıl sahip olmak istediği buydu.

Bu gerçeğin doğrultusunda hareket eden ABD´nin Devlet Başkanı George Bush, işgalden 4 gün sonra TV´den halka hitaben yaptığı konuşmasında "Bu durumun ABD için gelecekte ekonomik getirisinin yıkıcı olacağını ve uzun vadede dünyayı olumsuz etkileyeceğine" dikkat çekti. 6 Ağustos 1990 tarihinde bu bakış açısında hareket eden BM, konu ile ilgili olarak ikinci tasarıyı onayladı ve Irak´ın sözkonusu eylemine son verene kadar yaptırım uygulayacağını karara bağladı. (Bu tasarı 11 yıldan beri yürürlükte)

1991´in Ocak ayında uluslararası gücün, Saddam Hüseyin´i ve kuvvetlerini Kuveyt´ten çıkarmak için güç kullanacakları kesinleşmişti. Artık savaşın başlaması an nmeselesi idi. Saddam´a tanınan süre, 15 Ocak´ta doluyordu. Bu atmosferde verilen süreden 10 gün kadar önce dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Perez de Cuellar, Saddam´ı kararından vazgeçirmek için son kez uyarmak amaçlı bir görüşme yaptı. Ancak bu görüşme, sadece Saddam Hüseyin´in kararından döndüremedi. 9 Ocak´ta ise ABD Sözcüsü James Baker ile Irak Dışişleri Bakanı Tarık Aziz arasındaki görüşmede başarısızlıkla sonuçlandı. 12 Ocak´ta Washington´da, ABD Senatosu "Savaş kararını" onayladı. Ve süreç başladı.

Irak diktatörü Saddam Hüseyin, küçük ülke Kuveyt´i işgal etmiş ve bütün uluslararası uyarılara rağmen buradan çıkmayacağını her fırsatta ifade etmişti. Ona göre bütün bu uyarılar, kibirli batının bir gösterisi idi. Ayrıca batılı ülkelerin kendisine bir müdahele etmesi durumunda Saddam Hüseyin´in Irak´ın gücünü gösterecekti.

10 yıl önceydi ve bütün uyarıları kulak arkası eden Saddam Hüseyin´in, Irak´ın başkentine düşen ilk bomba, modern savaşın habercisi oluyordu. Batılı ülkeler, Irak güçlerini Kuveyt´ten çıkarmak amacı ile yeni çağın üretimi ve harikası sayılabilecek bütün modern silahları, akıllı bombaları ve radara yakalanmayan uçakları ile Bağdat´ı vurmaya başladı.

Batı, Saddam Hüseyin gibi düşünmüyor, savaşın yüksek teknolojili silahlar sayesinde kısa süreceği görüşünde birleşiyordu. Tüm dünya bu arada hayretle ilk kez tanık olduğu birşeyden gözünü alamıyordu. Bir TV kanalı, tüm dünyaya savaşı naklen yayınlıyordu. İnsanlar naklen futbol müsabakası izler gibi körfez savaşını izliyor, Irak´a düşen bombaları, yerden havaya atılan binlerce uçaksavar mermisinin ışığına odaklanıyordu.

Her zaman olduğu gibi kimi haberciler, bu kez de haberin tam kaynağına oturmuştu. Peter Arnet, John Hollyman, Bernard Show gibi savaşı naklen anlatan muhabirler dünyanın bir anda tanıdığı isimler olmuştu.

Çokuluslu güç, 16 Aralık saat 23:30´da harekete geçti. ABD ve İngiliz uçak gemilerinden ateşlenen füzelerin ardından Suudi Arabistan´dan ve diğer bölgelerden kalkan uçaklar ve helikopterler, Irak´a ait bütün güçleri vurmaya başladı. ´Çöl fırtınası´başlamıştı. 24 saat içinde binden fazla uçak sorti yaptı. Bağdat´ta yağmur gibi bomba yağıyordu. Çoğu sivil binlerce insan hayatını kaybetmişti.

Yoğun hava saldırısı tam 6 hafta sürmüştü. Bunu 4 günlük kara harekatı izledi. Bu savaşın sonunda dünyada savaş teknolojinin vardığı noktanın neler yapabileğine dair hiçbir kuşku kalmamıştı. Birçok hedefin sadece bir savaş uçağı ile tahrip edilebileceğinin ispatlandığı bir çağ başlamıştı artık.

ABD´ye ait F-15´ler, F-16´lar, F-22´ler Irak´a ait birçok askeri hedefi darmadağın etmişti. Savaş sırasında ve sonrasında ise herkes radara yakalanmayan hayalet uçak F-117´i konuşuyordu. 27 Şubat´ta ABD Başkanı George Bush, TV´ye çıktı ve zafere ulaştıklarını ilan etti. Irak kuvvetleri mağlup olmuş ve eve dönüyorlardı.

Saddam Hüseyin

Saddam Hüseyin, yirmi yılı aşkındır süredir ´devlet başkanlığı´yaptığı Irak´ın kaderine hükmediyor. Saddam liderliğinde Irak, komşusu İran´la uzun ve kanlı bir savaş yaşadı, diğer komşusu Kuveyt´i de işgal etti. Irak, Arap dünyasının pek çok üyesiyle de sorunlu ilişkiler yaşadı. Bu durum, biraz değişmekte olsa bile hala Irak´a yönelik şüpheler ve sakınma hali ortadan kalkmış değil.

Saddam Hüseyin, sadece bölgesel dengelere ve komşularına yönelik bir ´tehdit´olmakla kalmadı. Saddam, kurduğu müthiş baskıcı bir yönetim mekanizmasıyla kendisine muhalefet eden herkesi acımasızca susuturdu. Saddam, iktidarını korumak için gerektiğinde herkesi harcayabildi. Sürgünde yaşayan Iraklı eski bir diplomat, Saddam´ın ´yönetimi anlayışını´şöyle tanımlıyor: "Saddam, Bağdat´taki koltuğunu korumak için tüm ülkeyi feda edebilecek bir diktatör."

Körfez Savaşı´nın ardından uygulamaya konulan uluslararası ambargo nedeniyle Irak halkı müthiş bir sefalet içinde yaşıyor. Yetersiz beslenme, ilaç sıkıntısı ve kötü yaşam koşulları nedeniyle, başta çocuklar olmak üzere, Irak halkı ´kırılıyor´. Ama, ambargonun kalkması için kendisinden istenilen koşulları yerine getirmemekte direnen Saddam, hala savaşı kendilerinin kazandığını iddia ederek ´Arap dünyasının yeni çağ kahramanı´rolünü severek oynuyor. Yönetime yakın olanlar ´rahat ama tedirgin´; ´sıradan Iraklı´ise ´aç ama yine de tedirgin´bir hayat sürüyor.

1937 yılında Tikrit´te dünyaya gelen Saddam´ın siyasetle tanışıklığı, ilk gençlik günlerine kadar uzanıyor. O günlerde kendini, Arap dünyasına egemen ulusçu-özgürlükçü ve anti emperyalist rüzgara kaptıran Saddam, genç yaşlarda Baas Partisi´ne katıldı. 1956 yılında başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Monorşinin sona ermesinden ardından Başbakan Abdül Kerim Hassam´ı öldürmek için oluşturulan bir suikast örgütünün içinde önemli bir rol oynadı. Ancak bu olay açığa çıktı ve Saddam ülke dışına kaçmak zorunda kaldı.

1963 yılında Baas Partisi iktidara gelince, ülkesine geri döndü. Bu sırada kuzeni Sacide ile evlendi; ikisi erkek, üçü kız, beş çocuğu oldu. Ancak geçen yıllar Baas Partisi ile arasındaki farklılıklar derinleşmeye başladı. Çatışmalar iyice sertleşince Saddam hapse atıldı.

1968 yılında yapılan darbe, Saddam´ı da hapisen kurtardı. Parti içinde hızla yükselen Saddam, taviz vermez kararlılığı ve sertliği sayesinde Baas´ın en önemli yapılarından olan Devrim Konseyi Kurulu´na girdi. Zamanla konumunu iyice pekiştirdi ve Başkan Ahmed Hasan Bekri iktidarının perde arkasındaki asıl güç kaynağı oldu.

1979 yılında ise bir darbeyle iktidara el koyarak ´perdeyi indirdi´. İlk iş olarak da muhaliflerine karşı acımasız bir ´imha´kampanyası başlattı. O tarihten bu yana Saddam iktidarını, güçlü bir istihbarat ağına dayanan baskıcı yöntemlere dayandırdı. Sesini yükselteni öldürmekten hiç çekinmedi. Bazen bu imha kampanyaları, Halepçe örneğinde olduğu gibi, tüm bir kente yönelik ´soykırım´haline de dönüştü.

1980 yılında Saddam, kendisini Arap dünyasının liderliğine taşıyacak, Batı´nın gözünde de vazgeçilmez kılacak bir fırsat gördüğünü sandı. İran´da İslam Devrimi bütün hızıyla sürmükteydi. Humeyni rejiminin başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkileri giderek kötüleşiyor, İran, ´devrim ihracı´politikasıyla tüm bölge için bir tehdit olarak algılanılyordu. Saddam işte bu tesbite dayanarak İran´a savaş açtı.

Hesapları, bu savaşta Batı´nın desteğini kolayca alacağına ve çalkantılı günler geçiren İran´ın fazla direnemeyeceğine dayanıyordu. Savaşın ilk günlerinde Irak askerleri, önemli bir su bölgesi olan Şatt el Arab´ı ele geçirdi. Ama İran, Saddam´ın tahmin ettiğinden daha dişli çıktı. Ve 8 yıl süren savaş yüzbinlerce insanın ölümüne yol açtı. İki ülkenin ekonomisi de tahrip oldu. Savaş bittiğinde her iki taraf da başlanılan noktadaydı.

Petrolün, gücünü elindeki tek güç olduğu için çok iyi bilen Saddam, İran Savaşı´ndan umduğu kazancı elde edemeyince gözünü Kuveyt´e çevirdi. 2 Ağustos 1990 yılında Saddam´ın birlikleri Kuveyti işgal etti. Kuveyt´in işgaliyle telaşlanan diğer Körfez ülkeleri Batı´ya iyice yanaştı. Suudi Arabistan toprakları çok uluslu güce açıldı. Saddam´ı geri çekilmeye ikna etmek için yürütülen çabalar da sonuçsuz kalınca, 17 Ocak´ta savaş başladı. Saddam´ın savaşı ´bütün savaşların anası´olarak niteledi. Hala da öyle niteliyor ve her fırsatta ´zaferin kendine ait olduğunu´söylüyor. Fatura ise hala Irak halkına çıkıyor...

Şüphesiz Kuveytliler için en değerli kayıplar ise yakınları idi. Birçok Kuveytli aile, işgal süresinde yakınlarının Irak askerleri tarafından infaz edildiğine tanık oldu. Ancak bazı kayıplar var ki hala akibeti belirsiz. Birçok aile, savaş sırasında kaybolan Iraklı askerlerden kaçan ya da Irak kuvvetlerince yakalanan yakınlarının yaşadığına inanıyor; en azından ne olduğunu bilmek istiyor. Ancak bu konu onlar için 11 yıldır sürmekte olan bir muamma. Nedeni ise Irak´ın bu duruma resmi yaklaşım tarzı. Irak´a göre bu insanlar savaş sırasında öldüler.

Ayrıca Irak, bin civarında Iraklının Kuveyt hapishanelerinde olduğunu iddia ediyor. Ancak Kuveyt´te savaş sırasında kaybolan ve akibetinden hala haber alınamayan 600´den fazla insan var. Bu insanların bulunması için Kuveytin merkezinde bir ulusal komite kurulmuş durumda. Bu komitenin Başkanlığını yapan Dr. Ali Şahin, Irak´ın iddialarının aksine bazı kayıpların Bağdat´ta görüldüğünü ifade ediyor.

Şahin, aynı zamanda bu kişiler ile ilgili tuttukları dosyaları göstermeye yanaşmadığını açıklıyor. Bu duruma yardım etmek amacı ile Kızılhac Örgütü devreye girdi ve iki ülke arasında özellikle Irak´ta iyi niyetli çalışmalarda bulunmak üzere girişimlerde bulundu. Kuveyt´teki aramaları sonucunda toplam 40 Iraklıyı Kuveyt hapishanelerinde olduğunu belirleyen ve bunlarında sıradan suçlular olduğu için orada bulunduğunu açıklayan Kızılhaç´a, Irak yardımcı olmayı ve kendi ülkesindeki arama çalışmalarını engelledi.

İngiliz büyükelçisi Richard Muir, Irak´ın savaş sırasında kaybolan Kuveytlileri elinde kasten tuttuğuna ve bunun intikam amaçlı bir hareket olduğuna inandığını belirtiyor. Muir, bu konu ile ilgili olarak birçok Iraklının daha insani konuları konuşurken anlamış gibi davranmadıklarının da altını çiziyor. Büyükelçi, işgal döneminde birçok Kuveytli aile ve kişilerin Iraklılar tarafından götürüldüğünü ve bu insanlara ne olduğunun hala belirsizliğini koruduğunu ve bu durumun burada üzüntüye sebep oluduğunu" vurguluyor.

Savaşın üzerinden 11 yıl geçmesine rağmen Kuveyt´te hala savaştan beri göremedikleri yakınlarını görmeyi uman insanlar var. Ve bu insarların çoğunun yaşama amacı yakınlarına ne olduğunu belirlemek. Belirsizliğin olumsuzluktan daha kötü olduğuna inanan insanlar, yakınlarına ne olduğunu öğrenene kadar mücadelelerinden vazgeçmeyeceklerini her fırsatta yineliyorlar.
 

Suskun

V.I.P
V.I.P
Locarno Antlaşmaları
Fransa´nın Almanya´yı zayıf tutmak için izlemiş olduğu tamirat borçları politikası dolayısiyle, Versay´ın hemen ertesinden itibaren bir gerginlik ve zorlama devresine giren Fransız-Alman münasebetleri, ancak, 1925 Ekimi´nde imzalanan Locarno Antlaşmaları ile bir karşılıklı güven çerçevesi içine girebilmiştir.

Locarno Antlaşmaları da Fransa´nın Almanya´ya karşı güvenliği sağlama çabalarının bir sonucu olmuştur. Fransa, 1922 yılında İngiltere´den bir ittifak koparamayınca, güvenlik meselesinin peşini bırakmadı ve bunun için Milletler Cemiyeti´ne döndü. Milletler Cemiyeti, çalışmalarının ilk gününden itibaren, silahsızlanma meselesi üzerine eğilmişti. Silahsızlanma meselesi ise güvenlik meselesiyle sıkı bir bağlantı halindeydi. Bunun için Milletler Cemiyeti 1923 yılında bir Karşılıklı Yardım Antlaşması hazırlayarak bunu devletlerin onaylamasına sundu.

Buna göre, bir devletin diğerine saldırısı halinde Milletler Cemiyeti Konseyi kimin saldırgan olduğuna dört gün içinde karar verecek ve diğer devletler saldırıya uğrayan tarafa yardım edecekti. Fransa ve müttefikleri bunu kabul etti. Lakin İngiltere, Daminyonlar, İskandinav devletleri ve Hollanda, taahhütlerini arttırdığı sebebiyle, bunu kabul etmediler. Böylece bu güvenlik sağlama teşebbüsü suya düştü.

Fakat Milletler Cemiyeti bu işin peşini bırakmadı. Özellikle Fransa´nın teşebbüsleriyle 1924 yılında Milletler Cemiyeti Asamblesi Cenevre Protokolu adını alan bir Milletlerarası Anlaşmazlıkların Barışçı Yollarla Çözümü İçin Protokol´u kabul ile bunu yine devletlerin imzasına sundu. Bu protokola göre, devletler, aralarında çıkacak anlaşmazlıkları, ya Milletlerarası Daimi Adalet Divanı´na veya hakeme havale edeceklerdi. Bunu yapmazlarsa, saldırgan sayılacaklardı.

İngiltere ve Dominyonlar, Milletler Cemiyeti Paktı´nın kendilerine yeteri kadar taahhüt yüklediklerini, üzerlerine daha fazla taahhüt alamıyacaklarını bildirerek bunu da reddettiler. Bu şekilde Fransa´nın, güvenliği için, İngiltereyi kendisine bağlama çabaları yine sonuçsuz kalmış oluyordu. Bunun üzerine Fransa, Almanya´nın iki yıl önce kendisine yapmış olduğu bir teklife döndü.

Almanya 1922 yılı sonunda Fransaya, İngiltere ve Belçika´nın da katılmasıyla, karşılıklı olarak savaşa başvurmama taahhüdü almalarını teklif etmişti. Rhur´un işgalinin arifesinde yapılan bu teklifi Fransa, Almanya´nın kötü niyetli bir manevrası olarak karşılamış ve üzerinde durmamıştı. Lakin Milletler Cemiyeti´nin güvenliği sağlama teşebbüslerinin olumlu bir sonuç vermemesi üzerine, Fransa bu Alman teklifinde İngiltere´nin bir garantisini gördü ve teklifi tekrar ele aldı.

Esasen Dawes Planı da şimdi Fransız-Alman münasebetlerini yumuşatmıştı. Öte yandan, 1923 Rhur buhranının giderilmesinde önemli rol oynayan Alman başbakanı Stresemann da Fransa ile münasebetlerin düzeltilmesine taraftardı. Fransa´nın Almanya´ya karşı durumunun yumuşaması üzerine Stresemann, 1925 Şubatı´nda, Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya´nın katılmasıyla bir saldırmazlık paktı imzasını Fransa´ya teklif edince, görüşmeler başladı ve 16 Ekim 1925 de İsviçre´de Locarno´da, Locarno Antlaşmaları adını alan belgeler imzalandı.

Bu belgelerden birincisi Almanya, Belçika, Fransa, İngiltere ve İtalya arasında imzalanmış olup, Almanya ile Fransa ve Almanya ile Belçika arasındaki sınırların kesin olduğunu belirtmekteydi. Yine beş devlet arasında imzalanan ikinci bir antlaşma ile de, İngiltere ve İtalya, birinci antlaşmayı yani, batı sınırları statüsünü, garanti altına alıyorlardı.

Bundan sonra, Almanya ile Fransa, Belçika, Polonya ve Çekoslovakya arasında ikili hakem anlaşma ve antlaşmaları imzalanmıştır. Görüldüğü gibi, birinci ve ikinci belgelerle Almanya´nın sadece batı sınırları söz konusu olmuş ve Almanya sadece bu sınırlar hakkında garanti vermiş, lakin doğu sınırları, yani Polonya ve Çekoslovakya ile olan sınırları hakkında teminat vermemişti. Bu sebeple, yine aynı gün Locarno´da, Fransa ile Polonya ve Fransa ile Çekoslovakya arasında imzalanan anlaşmalarla Fransa, bu iki devletin Almanya ile olan sınırları hakkında garanti verdi.

Doğal olarak bu garanti Almanya´ya yöneltilmişti. Almanya´yı tekrar milletlerarası işbirliğine sokmuş olması bakımından Locarno Antlaşmaları iki -savaş- arası devrinin tarihinde büyük önem taşımaktadır. Gerçekten, bu antlaşmaların arkasından, 1926 yılında Almanya Milletler Cemiyeti´ne üye olarak kabul edildi.

Antlaşmalardan Fransa da çok hoşnut kaldı. Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand, "Biz Locarno´da Avrupaca konuştuk. Bu, öğrenilmesi gerekecek olan yeni bir dildir" diyordu. Bununla beraber, Locarno Antlaşmaları Versay Antlaşması´nı kuvvetlendiren değil, zayıflatan bir unsur olmuştur. Çünkü, Versay´ın sınır hükümleri ancak bu antlaşmalarla teyid ve teminat altına alınmıştır. İkincisi, Almanya, yine Versay´ın doğu sınırları için garanti vermemiş ve özelikle İngiltere de bunu kabullenmiştir.


Marshall Planı
Truman Doktrini, esas itibariyle Yunanistan ve Türkiye´ye askeri yardımı öngörmüştür. Çünkü bu iki ülke, Sovyetlerin doğrudan doğruya baskısı ve tehdidi altında idi. Fakat bu sırada Avrupa´nın durumu iktisaden son derece kötüdür. Altı yıllık savaş, bütün ülkelerin ekonomik kaynaklarını tüketmiştir. Savaş, bütün ülkelerde ağır tahribat yapmıştır. Bir bakıma toplumlar açlıktan kıvranmaktadır. Ekonomileri harekete geçirecek kaynak yoktur.

Sovyet Rusya, bu durumu fırsat bilerek komünizm propagandasını şiddetlendirmişti. Komünizm propagandası, fakirliğin müsait zemininde çok etkili olmaktaydı. Sovyetler, komünist partilerinin bilhassa kuvvetli olduğu Fransa ve İtalya´yı seçmişlerdi. Bu iki ülkede komünist partilerinin kışkırtmasıyla çıkan grevler, bu ülkelerin ekonomisini felce uğratmıştı. Bu grevlerle komünist partilerinin iktidara gelmeleri amaçlanmıştı. Bu bakımdan, 1947 Eylülündeki Kominform Toplantısı´na Fransa ve İtalya Komünist Partilerinin katılması ilgi çekicidir.

Amerika, Batı Avrupa´nın bu ekonomik sıkıntılarına yardımcı olmak için her şeyi yaptı. Amerika´nın 1945 Haziranı ile 1946 sonu arasında Batı Avrupa´ya yaptığı ekonomik yardım 15 milyar dolar olmuş, fakat bu yardım, bütçe açıklarının kapanması, ithalat için kullanılması gibi, paranın verimli olmayan ve gidip de gelmeyeceği alanlara harcanmıştı. Bu işin sonu yoktu.

Bu sebeple Amerika, Avrupa´ya yapacağı yardım için başka bir formül aradı ve bu formül Dışişleri Bakanı George Marshall´ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi´nde verdiği bir nutukta açıklandı. Buna göre, Avrupa ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik işbirliğine girişmeliler ve birbirlerinin eksikliklerini kendileri tamamlamalılar. Bu genel işbirliği sonunda bir açık ortaya çıktığında Amerika, bu açığın kapatılması için yardım etmeli. Bunun için de önce bir işbirliği programı yapılmalıydı.

Marshall Planı adını alan bu teklifi görüşmek üzere 27 Haziran 1947´de Paris´te bir toplantı yapıldı. George Marshall, bu planına Sovyetlerle uydularını da dahil ettiği için, Paris Toplantısı´na Sovyetler de katıldılar. ANcak yapıcı bir katkıda bulunmak için değil, sabote etmek için. Sovyetler bunu da başaramayınca 2 Temmuzda konferansı terkettiler.

12 Temmuzda İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye, Hollanda, Lüksenmburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç´in katılmasıyla toplanan 16´lar Konferansı 22 Eylülde, Amerika´ya sunulmak üzere bir Avrupa Ekonomik Kalkınma Programı hazırladı. Bu program üzerine Amerika, 3 Nisan 1948´de Dış Yardım Kanunu´nu çıkardı. Amerika, bu kanuna dayanarak daha ilk yılında 16´lara 6 milyar dolarlık bir ekonomik yardım yaptı. Bu yardımlar daha sonraki yıllarda da devam edecekti.

Dış Yardım Kanunu´nun çıkması üzerine 16 Avrupa ülkesi, 16 Nisan 1948´de Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı´nı kurdular. Marshall Planı´na karşılık Sovyetler de, uyduları ile kendileri arasındaki ekonomik münasebetleri ve işbirliğini sıkılaştırmak için Molotov Planı adını verdikleri ikili ticaret sistemini kurmuşlardır. Zira, bazı uydular ve bilhassa Çekoslovakya, Marshall Planı´na katılmak için büyük istek göstermiştir. 1948 Şubatındaki Çekoslovak darbesinde bunun da büyük rolü olduğundan şüphe yoktur.

Amerika Dışişleri Bakanı George Marshall´ın ismine karşılık, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov´un adını alan yeni ekonomik işbirliği sistemi, komünist uydularının Sovyet kontrolü altına daha fazla girmesinden başka bir şey değildi.


Moskova Konferansı
Balkanların ve Orta Avrupa´nın durumu Churchill´in çok canını sıkıyordu. Sovyet yayılmasını önlemek için Stalin´le bir anlaşma yapmak üzere Moskova´ya gitti ve 9-20 Ekim 1944´de Stalin´´le görüştü.

Balkan memleketlerinin iki devlet arasında nüfuz bölgelerine ayrılışı konusunda bir anlaşmaya varmaya muvaffak oldu. Romanya, Rus, Yunanistan ve İngiliz nüfuzuna terkedildi. Yugoslavya ve Macaristan %50 İngiliz, %50 Rus nüfuzu altında olacaktı. Bulgaristan için bu oranlar, %75 Rus, %25 İngiliz idi. Bu yüzde oranlarının anlamı, kabinelere girecek ve orada temsil edilecek siyasal eğilimlerin oranlarıydı.

Polonya meselesinde uzlaşma olamadı. Konferansa, Londra´daki mülteci Polonya Hükümeti´nin temsilcisi ile, Rusların nüfuzu altında bulunan Lublin Komitesi´nin temsilcileri de davet edilmişti. Londra Komitesi, Polonya kabinesine bir miktar komünistin alınmasını kabul ettiyse de, Lublin Komitesi bu oranın %50-50 olmasında ısrar edince, bir anlaşmaya varılamadı.

Öte yandan, Moskova Konferansı´nda, Almanya için kurulacak Müttefik Kontrol Komisyonu´nda Fransa´ya da yer verilmesi ile, Montreux Sözleşmesi´nin değiştirilmesi de kabul edildi.


Benito Mussolini
1883´te Forli´de doğdu. Bir süre öğretmenlikle meşgul olduktan sonra 1902´de askerlik yapmamak için İsviçre´ye gitti.1904´te geri dönen Mussolini 10 sene boyunca gazetecilik yaptı. Birinci Dünya Savaşı´nın başlaması üzerine orduya yazıldı ve savaşta aktif olarak görev yaptı. Savaşta yaralanan Mussolini, Milano´ya döndü ve burada sağ görüşlü "Il Popolo d´Italia Gazetesi"nin editörü oldu.

1918´de savaş sona erdiğinde İtalya´da yıkım büyüktü. Ordudan geriye bir şey kalmamış, savaşta 460.000 kayıp verilmişti. Bununla beraber ekonomi de çökmüştü. Ayrıca savaş sonu antlaşmalarında toprak kazancı olacağını düşünen İtalya´yı, İngiltere ve Fransa gözönüne dahi almadılar. Böylece İtalya, Avrupa´da yalnızlığa itildi.

İtalya´da siyasi kriz de vardı, koalisyon hükümetleri başarılı olamıyordu. İşsizliğin giderek artması ve halkın gidişattan memnun olmaması komünistlerin büyük taraftar toplamalarına yol açtı. Bu sırada Mussolini ise çeşitli sağcı grupları kurduğu Faşist Parti bünyesinde toplamıştı bile. Mussolini (halk arasındaki lakabıyla Il Duce "Duçe" ), ülkenin problemlerini çözeceğini vaadediyor ve eski Roma İmparatorluğu´nu tekrar kuracağını söylüyordu.

Nazi Almanya´sındaki SS ve SA gibi Mussolini´nin de bir "Siyah Gömlekliler" grubu vardı. Bu grup, parti karşıtlarıyla ve komünistlerle ilgileniyor, şiddete başvurmaktan kaçınmıyordu. Ülkede komünist düşmanlığı arttıkça ve siyasal istikrar sağlanamadıkça umutlar Duçe´ye bağlandı. Ekim 1922´de Mussolini, Kral Viktor Emmanuel III´ü yönetimi kendisine devretmekle tehdit etti. Aksi takdirde 26.000 taraftarı ile Roma´ya yürüyecek ve bunu kendi yapacaktı. Komünist hareketin de önüne geçmek isteyen Kral, bu teklifi kabul etti ve İtalya´da Duçe Dönemi başladı.

Mussolini´nin başa geçmesiyle, kadınlar ev dışında çalışmaktansa ev kadını olmaya ve yapabildikleri kadar çocuk yapmaya teşvik edildi. Duçe, tüm ülkeyi tren rayları ve otobanlarla adeta ördü. Çiftçiler sürekli teşvik edildi, tarım ve endüstride canlanma sağlandı, işsizlik azaldı. Tüm bunlar Mussolini´nin popülaritesini arttırdı.1930´ların başında o artık tüm ülkenin sevgilisiydi.

Popülaritesini daha da arttırmak isteyen Mussolini, 1935´te Habeşistan´ın işgaline başladı. Sonun başlangıcı böylece 1935 olarak saptanabilir, bu tarihten itibaren Mussolini´nin prestiji giderek zayıflayacaktır. Çünkü İtalyan Halkı artık savaş istemiyordu, Birinci Dünya Savaşı´nın yaraları daha yeni sarılmıştı. Ama Duçe yoluna devam etti. 1936´da Habeşistan´ın işgalini tamamladı ve aynı yıl Hitler´le Roma-Berlin Mihveri´ni kurdu.

Bu tarihten sonra devamlı Hitler´in etkisinde kalan Duçe, 10 Temmuz 1940´da Müttefiklere savaş ilan etti. Ama İtalyan Ordusu, Kuzey Afrika ve Balkanlar seferlerinde rezil oldu, her seferinde imdada Almanlar yetişmese Yugoslavya ve Yunanistan´ın İtalya´nın işini bitirmesi içten bile değildi.

1943´te Müttefikler İtalya´ya çıkarma yaptılar. Kral Viktor Emmanuel III, Mussolini´yi görevden aldı. Duçe tutuklandı ve hapsedildi. Ama en zor anında bile Führer imdadına yetişti.

Hitler, Mussolini´den sonra İtalya´nın teslim olmasından korkuyordu. Böyle bir durum Almanya´nın güneyini Müttefik saldırısına açık hale getirecekti. Eğer Mussolini kurtarılıp tekrar başa geçirilirse ona sadık kuvvetlerle İtalya´nın savunmasına devam edilebilirdi.

Mussolini´nin kurtarılması için SS Hauptsturmfuhrer Otto Skorzeny önderliğinde bir takım oluşturuldu. Takım üyeleri, Hava Kuvvetleri Luftwaffe´ye bağlı "Fallschirmjager" yani hava indirme birimine ait komandolardı. Otto Skorzeny, Almanya´nın en iyi yetiştirilmiş komandolarından biriydi ve Müttefik askeri çevrelerinde "Hitler´s Commando" sıfatıyla gayet iyi tanınıyordu.

Duçe, 12 Eylül 1943´de Gran Sasso´da tutuklu bulunduğu otelden kurtarıldı ve uçakla Viyana´ya kaçırıldı. İtalya´da kendine bağlı birliklerle mücadeleyi sürdüren Mussolini, Nisan 1945´de yani savaşın son günlerinde kaçmaya çalışırken İtalyan Mukavemeti mensupları tarafından öldürüldü.(28 Nisan 1945)
 
Top