19. Yüzyıl Filozofları

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
19. YÜZYIL FİLOZOFLARI
Mihail Bakunin
30 Mayıs 1814 yılında doğan Rus anarşist 13 Haziran 1876′da vefat etmiştir. Asıl adı Mihail Aleksandroviç Bakunin olan düşünür, Anarşist düşünürlerin ilk kuşağının temsilcilerindendir ve anarşizmin babaları olarak anılan düşünürlerden biridir.

dTm73.jpg


Moskova'nın Kuzeybatısı'nda, Torzok ve Kuvşinovo arasındaki Piramukhino köyündeki aristokrat bir ailenin çocuğudur. 14 yaşındayken Topçuluk Üniversitesi'nde askeri eğitim aldığı St. Petersburg'a girri. 1832 yılında eğitimini tamamladı ve Rusya İmparatorluk Muhafız Alayı'na düşük rütbeli bir subay olarak atandı ve Minsk'e, Gardinas'a, Litvanya'ya gönderildi. Babası Bakunin'in askeri veya sivil göreve devam etmesini istiyorduysa da, o 1835 yılında ikisini de terk ederek, felsefe okumayı umut ettiği Moskova'yı seçti.

Moskova'da eski üniversitelilerden oluşan bir grupla arkadaşlık kurdu ve ardından sistematik bir idealist felsefe çalışmasına başladı. Özellikle de Schelling, Fichte ve Hegel'e yoğunlaştı. Başından beri o ve arkadaşları çalışmalarını, o dönem modern bilimin başkenti sayılan Berlin'e bir seyahat yaparak tamamlamak istiyorlardı. Bakunin'in ailesi bu yolculuğun masraflarını karşılamayı reddetti; fakat sonunda yumuşadılar ve 1840 yılında yolculuğa çıktı.

O dönemlerde Bakunin'in planı üniversitede profesör olmaktı. Ancak daha sonra sol Hegelciler adı verilen radikal öğrencilerle karşılaştı ve onlara katıldı. Berlin'deki sosyalist harekete dahil oldu. Buradan Proudhon ve George Sand'le karşılacağı, Polonyalı sürgünlerin lideriyle tanıştırılacağı Paris'e geçti. Paris'ten İsviçre'ye seyahat etti ve orada bir süre kalarak sosyalist hareketlerde faal olarak yer aldı.

İsviçre'deyken, Bakunin rusya hükümeti tarafından Rusya'ya çağrıldı ve çağrıyı reddetmesi üzerine mallarına el konuldu. 1848 yılında Paris'e döndüğünde, Rusya'ya karşı ateşli bir saldırı başlattı ve bu Bakunin'in Fransa'dan sürülmesine neden oldu. 1848′in devrimci hareketleri kendisine demokratik ajitasyon yapan köktenci bir kampanyaya katılma fırsatını verdi ve 1849 Mayısındaki Dresden ayaklanmasına katılması nedeniyle tutuklandı ve ölüm cezasına çarptırıldı. Bununla birlikte idam hükmü ömür boyu hapse çevrildi ve rus yetkililere teslim edildi. Hapsedildi ve 1855 yılında doğu Sibirya'ya gönderildi.

Amur bölgesine gitmek için izin talep etti ve buradan kaçmayı başararak Japonya'ya, ardından da 1861 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nden İngiltere'ye geçti. Geri kalan yaşamını batı Avrupa'da özellikle de İsviçre'de sürgünde geçirdi. 1869′da Sosyal Demokrat Birliği kurdu. Bununla birlikte Birinci Enternasyonal'in uluslar arası bir organizasyon olduğu ve yalnızca ulusal organizasyonların üyeliğe kabul edildiği bahanesiyle Bakunin'in kurduğu birlik Birinci Enternasyonal'e alınmadı. Oluşturulduğu yıl dağılan bu birliği oluşturan çeşitli gruplar daha sonra Enternasyonal'e ayrı ayrı katıldılar.

1870′de Bakunin Lyons'taki başarısız bir ayaklanmanın önderliğini yaptı. Ayaklanma daha sonra Paris Komünü için örnek teşkil etti. Karl Marx ve Friedrich Engels daha sonra bu komünü onayladılar ve onu proletarya diktatörlüğünün bir örneği olarak tanımladılar; bununla beraber Marx Lyons'taki ayaklanmanın erken ve maceracı bir ayaklanma olduğu görüşündeydi. Çünkü başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Aynı zamanda Bakunin'in önderliğinde olması böyle bir değerlendirmeyi getirebildi.

Bakunin'in 1872′deki Lahey Kongresi'nde Marx'ın üstün gelmesiyle enternasyonal'den tasfiye edilmesi, Marksist düşüncenin devletin nihai çözülmesinden önce kurulmasını öngördüğü işçi devleti görüşü ile Bakunin'in bir ara basamağa gerek olmadığına dair görüşü arasındaki uyuşmazlığın açık bir temsili oldu. Marx'ın yaptığı sınıf çözümlemesini ve kapitalizme ilişkin öne sürdüğü ekonomik teorilerini kabul etmekle birlikte, Devlet ve otorite hakkındaki görüşlerini de son derece aciz, yeterisz buluyordu. Marx'ın küstah ve kibirli olduğunu ve yöntemlerinin komünist devrimi tehlikeye atacağını düşünüyordu. İlginç olan, Marx'ın redaktörlüğünü yaptığı Neue Rheinische Zeitung'da Bakunin'in rus ajanı olduğunu iddia eden bir haberin ciddiymiş gibi yayınlanması ve avrupa'da tüm burjuva basınının ve bunlara hakim Yahudi kökenlilerin bu sözde haberi sık sık tekrarlamaları karşısında Bakunin anti-semitist sayılabilecek ifadeler de kullanmıştır. Bu haber özellikle Marx'a çok yakın Utin tarafından sürekli gündemde tutulmuştur.

1873′de Lugano'da bir köşeye çekilmiş ve 13 Haziran 1876′da Bern'de vefat etmiştir.

ayrac.gif

Bakunin Politik Görüşleri

Bakunin hangi isim ya da biçim altında olursa olsun, Tanrı'da dahil olmak üzere tüm dış otorite sistemlerini reddetmekteydi. Ölümünün ardından 1882 yılında basılan Tanrı ve Devlet adlı eserinde şöyle yazmaktaydı;

“İnsanın özgürleşmesi yalnızca buna bağlıdır, çünkü o doğanın yasalarına itaât eder; onlar insana dışarıdan insanî veya ilâhî, kollektif veya bireysel her ne olursa olsun, herhangi bir yabancı irade tarafından empoze edildiği için değil, kendisi onları böyle kavradığı için.”

Böylelikle doğa kanunlarının farkına her insan kendisi varır. Bakunin'in akıl yürütmesi sonunda bu kanunların kendi doğasının kanunları olduğu için, bireyin bunlara uymaktan başka çaresinin olmadığı ve bu nedenle politik organizasyonların, yönetimlerin ve yasaların hemen yok olacağı düşüncesine varır.

Bakunin aynı şekilde herhangi bir imtiyazlı konumu veya sınıfı reddetmiştir. Çünkü “Bu ayrıcalığın acayipliğidir ve her ayrıcalıklı konum insanın kalbini ve zihnini öldürür. Ayrıcalıklı insan, politik yâhut ekonomik fark etmez, zihnen ve kalben bozulmuş insandır”.

Bakunin'in devrimci programını gerçekleştirme yöntemleri de onun prensiplerinden daha az anlamlı değildir. Bakunin'in tanımladığı gibi, bir devrimci özel bir ilgi veya duyguya izin vermeyen, din, vatanseverlik yâhut ahlâk konusunda, onu kelimenin her anlamıyla varolan toplumu altüst etme görevinden saptıracak hiçbir şüphe taşımayan, sâdık bir insan olmalıdır.

Mikhail Bakunin ve Karl Marx arasındaki anlaşmazlık, anarşizm ve Marksizm arasındaki farklılığa ışık tutar: Anarşistler ve Marksistler aynı ortak hedefi (sosyal sınıfların ve devletin olmadığı özgür, eşit bir toplumun yaratılması) paylaşmakla birlikte, bu hedefe nasıl ulaşılacağı konusunda büyük anlaşmazlıklar yaşarlar. Anarşistler sınıfsız, devletsiz topluma devlet aygıtı yoluyla değil emekçilerin özyönetim organları aracılığıyla ve proletarya diktatörlüğü gibi bir geçişi aşaması olmadan geçilmesi gerekliliğine inanırlar. Anarşistlere göre iktidar yozlaştırır. Marksistler böyle bir şeyin imkânsız olduğuna ve anarşistlerin çok idealist olduğuna inanırlar. Devlet aygıtını yok etmeyi değil ele geçirmeyi amaçlarlar. Marksistler sınıfsız ve devletsiz topluma, bir siyasal geçiş dönemi olan proletaryanın devrimci iktidarı (proletarya diktatörlüğü) ile geçileceğini öngörürler.

ayrac.gif

Anti-Semitizm
Bakunin'in birçok anti-semitik basmakalıp sözü tekrar ettiği bilinir. Örneğin Yahudiler'i şöyle tanımlar: “sömürgeci bir mezhep, asalak insanlar, yalnızca ulusal sınırların ötesinde değil, aynı zamanda tüm politik görüş farklılıklarının ötesinde sıkıca ve samimiyetle birbirine bağlanmış homurdanan tek bir parazit… [Yahudiler'in] ulusal karakterlerinin temel özelliğini oluşturan ticarî hırsları vardır” Bununla birlikte Samiler hakkında mı yoksa pratikteki Yahudilik'ten mi bahsettiği açık değildir. Ama Bakunin'in yaşamı boyunca tüm dinleri eleştirdiği, onun zamanında Hıristiyanlık ve Yahudiliğin Avrupa'da çok baskın olduğu dikkate alınmalıdır. Bakunin'in anti-semitizmi çoğunlukla olduğu gibi, Yahudilerin Avrupa kapitalizminin ve politikasının yönlendiricisi olduğu görüşüne dayanır. Karl Marx'la yaptığı bir polemiğin bir kısmını oluşturan şu sözü, Bakunin'in Avrupa'daki Museviler'i nasıl algıladığını gösterir:

“Bu Yahudi dünyası bugün çoğunlukla Marx'ın ve Rothschild'in komutası altındadır. Ben eminim ki bir taraftan Rothschildler Marx'ın faziletlerini takdir ediyorlar, diğer taraftan da Marx Rothschildler'e karşı içgüdüsel bir yakınlık ve büyük saygı besliyor. Bu tuhaf görünebilir. Komünizm ve yüksek finans arasında nasıl bir ortak nokta olabilir? Ho ho! Marx'ın komünizmi güçlü bir devlet merkeziyetçiliği istiyor ve bunun olduğu yerde – insanların emeği üzerine spekülasyonlar yapan – parazit Yahudi milleti daima varoluşunun anlamını bulacaktır…” Polemique contre les Juifs, 1872.

ayrac.gif

Bakunin Sözleri
“En başta, ilâhiyatın ilâhî zorbalığına, Tanrı'nın hayaline başkaldırmak gerekir. Gökyüzünde bir efendimiz bulunduğu sürece yeryüzünde kölelikten kurtulamayız.”

E”n ateşli devrimciyi alın, ona mutlak iktidar verin, bir yıl içinde Çar'dan daha beter olacaktır.”

“Ekonomik eşitlik olmaksızın verilen politik eşitlik bir teranedir, bir sahtekarlıktır, bir yalandır; ve işçiler yalan istemiyorlar.”

“Voltaire'in sözünü tersine çevirerek diyorum ki, eğer Tanrı gerçekten varsa, onu yok etmek gerekir.” (Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi.)

“Yok etme tutkusu aynı zamanda yaratıcı bir tutkudur.”

“Olumlular, olumlu kaldıkça, ben olumsuzum.”

“Her emir özgürlüğün suratında patlayan bir tokattır.”

“Bir insanın özgürlüğünün bir başka insanın özgürlüğüyle sınırlandığı doğru değildir. İnsan, tümüyle hemcinslerinin serbest rızasıyla akseden ve tanınan kendi özgürlüğünce gerçekten özgürdür, onların özgürlüğünde doğrulama ve genişleme bulur. İnsan yalnızca eşitçe özgür insanlar arasında gerçekten özgürdür; bir tek insanın bile köleliği tüm insanlığı çiğner ve herkesin özgürlüğünü etkisiz hale getirir. Herkesin özgürlüğü bu nedenle yalnızca herkesin eşitliği halinde gerçekleşebilir. Özgürlüğün eşitlikle gerçekleşmesi, hem ilkece hem de gerçekte, adalettir. Eğer insan ahlağının bir temel ilkesi varsa, o da özgürlüktür. Hemcinslerinin özgürlüğüne saygı duymak görevdir, onları sevmek, onlara yardım etmek, hizmet etmek ise erdemdir. (Tanrı ve Devlet isimli eserinden)”

“Devler devliklerini ancak suç işleyerek sürdürebilir, zayıflar ise devlerin gözünde zayıflıkları ölçüsünde erdemli kabul edilirler.”
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Henri Bergson
1859-1941 yılları arasında yaşamış çağdaş bir Fransız filozofudur. Temel eserleri arasında Essais sur les Donnees immediates de Memoire (Madde ve Bellek), Les Deux Sources de la Morale et de la Religion (Ahlak ve Dinin İki Kaynağı) ve L'Evolution creatrice (Yaratıcı Evrim) gibi kitaplar bulunan Bergson, Almanya'da doğup gelişmiş olan idealist yaşama felsefesinin Fransa'daki temsilcisi olarak tanınır. Aynı zamanda, süreç felsefesi adı verilen felsefe türünün de en önemli temsilcilerinden olan Bergson, pozitivizmin ya da oldukça dar bir çerçeve içinde kalan bilimsel yorumların iddialarına şiddetle karşı çıkarken, insani ve tinsel değerlerin önemini vurgulamıştır. O, işte bu çerçeve içinde, 20. yüzyılda gelişen akla karşı başkaldırının önemli öncüllerinden biri olmak durumundadır.
lVE2l.jpg

Diğer bir deyişle, ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan maddecilik dirimselcilik karşıtlığından yoğun bir biçimde etkilenen Bergson, bilimin bulgularını özü itibariyle bilimsel olmayan bir gerçeklik anlayışına ulaşmak için kullanmıştır. Metafiziği, dinamizm ve sürekliliğin önemini vurguladığı, aklın gerçekliğin yapısını bilmeye yetili olmadığını dile getirdiği için, Bergson Romantik gelenek içinde yer alır. Diğer bir deyişle, diskürsif düşüncenin ve dolayısıyla, tüm determizinmi ve mekanizmiyle bilimin kapsamı ve açıklama alanının oldukça dar olduğuna dikkat çekmiş ve yaşam fenomeni, bilinç ve özgürlüğün yalnızca dolayımsız sezgi ile anlaşılabileceğini öne sürdüğü için, Bergson aynı zamanda yaşam felsefesinin 20. yüzyıldaki en önemli temsilcisi sayılır.

ayrac.gif
Bergson Metafiziği
Gerçekliğin sezgi yoluyla bilinebileceğini savunduğu için ondokuzuncu yüzyıl Alman düşünürü Schopenhauer'a çok yaklaşan Bergson, bununlar beraber, bir ilerleme öğretisi olarak evrim teorisini çok ciddiye alıp, metafiziğine temel yaptığı için, onun kötümserliğini paylaşmaz.

İlk araştırmalarını zihin ve beden arasındaki ilişki konusuna ayıran filozof, zamanının bu konudaki gözde öğretisi olan psiko-fizyolojik paralelizme, yani her psikolojik olguya onu belirleyen fizyolojik bir olgunun karşıtlık geldiğini dile getiren öğretiye şiddetle karşı çıkmıştır. Bergson, bu bağlamda belleğin ve dolayısıyla zihin veya ruhun bedenden bağımsız olduğunu ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için bedeni kullandığını öne sürmüştür.

Yaşam düşüncesini incelerken, evrimin gerçekliğini kabul eden, onu kesin olarak belgelenmiş ya da kanıtlanmış bir teori diye gören Bergson, evrimin mekanist bir tarzda gelişmeyip yaratıcı olduğunu iddia etmiştir. O, bu gelişme sürecinde, biri içgüdü, diğeri de zeka yoluyla gelişen iki çizgi bulunduğunu söylemiş ve bunlardan her ikisinin de, evrenin her yerinde iş başında olan yaşam atılımının eseri olduğunu savunmuştur.

ayrac.gif
Bergson Bilgi Görüşleri
Bergson'un bilgi görüşünde, rasyonel düşünceye güvenmeyen, kuru bir akılcılık ve bilimciliğe karşı çıkıp, bunun yerine sezgiyi temel alan Bergson, bilincin her zaman bir şeyin bilinci olduğunu, bizim doğrudan ve araçsız olarak sadece kendi tecrübemizi bilebileceğimizi ve dolayısıyla en iyi ve en yetkin bir biçimde kendi bilinç akışımızı ve süreyi idrak edeceğimizi belirtmiştir. Bu, kavramsallaştırılabilen bir bilgi değildir; yani, akıl ve analiz yoluyla değil de, sadece yaşanarak ve sezgi yoluyla bilinebilir.

Diğer bir deyişle, Bergson felsefesinde öncelikle, kavramsal bilgiye şiddetli bir eleştiri yöneltmiştir. Kavramların sürekli ve dinamik bir gerçekliği, onu statik hale getirmek ve bölmek suretiyle çarpıttığını öne süren Bergson, biricik olan gerçeklikle ilgili hakikatlerin kavramsal yolla söze dökülemez, ifade edilemez olduğunu söylerken, bir yandan da bizi gerçekliğin özüne götürecek bilgi türü olarak sezgiden söz etmektedir. Bilimi reddetmeyen; ancak bilimsel bilginin en önemli bilgi türü olarak görülmesine karşı çıkan Bergson'a göre, gerçekliğe nüfuz eden, nesnelerle doğrudan ve aracsız bir temas kuran başka bir bilgi türü daha bulunmaktadır. Bu bilgi dile getirilemez, söze dökülemez. Bu bilgiye, en azından bilimsel bilgi kadar önem ve değer verilmesi gerektiğini öne süren Bergson, analiz adını verdiği bilimsel, rasyonel bilginin karşısına, sözcüklerle dile getirilemez olan sezgiyi geçirmiştir.

Bergson'a göre, sezgi bizlere gerçekliğin şemasını değil de, bizzat kendisini bilme olanağı verir. O halde, Bergson bir şeyi bilmenin iki yolunu birbirinden ayırır. Bu yollardan ilki bizi bilinecek nesnenin çevresinde hareket ettirir, diğeri ise nesneye nüfuz etmemizi sağlar. İlkinden elde edilen bilgi, nesneyi gözlemlediğimiz bakış açısına bağlıdır. Bu sebeple bilgi göreli bir bilgidir. Buna karşın, ikincisinde nesneyle doğrudan bir temas içinde olur ve herhangi bir bakış açısının sınırlamalarından kurtuluruz. Burada nesneyi gerçekte olduğu şekliyle kavrarız. Bunlardan birincisi analiz, ikincisi sezgidir.

Sezginin bize gösterdiği gerçeklik nedir? Bergson bu konuda aradığı ipucunu kişinin kendi doğasına ilişkin sezgide bulur. Ona göre, kendi içimize dönüp baktığımızda tecrübe ettiğimiz şey, değişen haller veya özellikleri değişen şeyler değil de, değişmenin bizzat kendisi, süre ve yaşamdır. Sezgi yoluyla bilinen benden hareket eden Bergson, burada kalmayıp daha sonra dünyanın aynı süreden meydana geldiğini iddia etmiştir. Başka bir deyişle, gerçekliğin bilimin varsaydığı gibi, madde olmadığını göstermeye çalışan, doğanın, bilimin söylediği gibi, yalnızca mekan içindeki maddi cisimlerden oluşmadığını savunan Bergson, insanların mekanla düşünmeye çalıştıkları için, maddeciliğe eğilimli olduklarını iddia etmiştir. Aslında, zaman mekandan daha temel olup, bütün gerçekliğin özü zamandır, süredir.

Anlamamız gereken şeyin, zamanın bir birikim, bir büyüyp gelişme, bir süre olduğunu belirten Bergson, bir adım daha ileri giderek, sürenin yalnızca akıp giden bir şey olmakla kalmayıp, yaratıcı olduğunu savunur. Diğer bir deyişle, süre görünüşün gerisindeki gerçeklik, bilimlerin araştırdığı gözle görülür empirik dönüşümlerin gerisindeki esas nedendir. Buna göre, türlerin evrim geçirdiği hipotezini doğrulanabilen deneysel bir hipotez olarak benimseyen Bergson, buradan bütün bu evrimsel gelişmenin gerisindeki esas gücün, temel nedenin süre olduğu metafiziksel tezine geçmiştir.

Bergson'a göre, gerçekten varolan şey madde, cansız varlık değildir. Gerçeklik süredir ve bunu yalnızca sezgi kavrayabilir. Zaman bir birikimdir. Gelecek hiçbir zaman geçmişin aynı olamaz, zira her adımda yeni bir birikim ortaya çıkar. O bilinçli bir varlık için var olmanın değişmek olduğunu kabul eder. ancak değişmek demek olgunlaşmak demektir. Olgunlaşmak ise, sonsuzca kendi kendini yaratmak demektir. Bu, yalnızca bilinçli insan varlığı için değil, ancak bütün gerçeklik için böyledir. Bergson gelişmeyi, süre olarak anladığımız takdirde açıklığa kavuşabileceğimizi savunmaktadır.

Bergson'a göre, insan işte bu yaşamda maddeyi yener, mekanın sınırlarının üstüne çıkar ve içinde salt süreyi yaşar. İnsan kendisini bütün benliğiyle bir işe verdiği zaman da aynı şeyi duyar. Geçmiş, devamlı olarak bugüne ve geleceğe doğru akmaktadır. İşte, bu biricik gerçeklik olarak süredir. Bergson'a göre, süreyi yaşayabilmemizin koşulu bellektir. Bellek zaman aralıklarını yener, geçmiş, şimdi olarak yaşanır. Süreyi bütünlüğü içinde yakalayıverense sezgidir.

ayrac.gif
Bergson Sözleri
“İnsan zamanın içinde değil, zaman insanın içinde yaşar.”

“Gelecek hiçbir zamman geçmişin aynı olamaz,zira her adımda yeni bir birikim ortaya çıkar.”
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Auguste Comte

1798 yılında Montpeiller'de doğan Fransız filozof 1857 yılında Paris'te vefat etmiştir. 16 yaşında Ecole polytechnique'e kabul edildi; fakat bir öğrenci ayaklanmasına katıldığından okuldan uzaklaştırıldı ve ardından matematik dersleri vererek hayatını kazandı.
yU7F6.jpg

1817-1824 yılları arasında Saint-Simon'un sekreterliğini yaptı. Daha sonra Pozitif felsefe derslerinde açıklanacak bir sistem kurmaya girişti. Bu dersleri, Blainville'in koruyuculuğu altında 2 Nisan 1826′da vermeye başlamıştı. Üç ders verdikten sonra zihinsel bunalım geçirdi ve Esquirol'e gitmek zorunda kaldı. 1828′de çalışmalarına ve Ocak 1829′da derslerine yeniden başladı. Aralık 1830′da parasız ve herkese açık bir temel gökbilim dersi vermeye başladı ve bunu 1848′e kadar devam ettirdi. 1832′de Ecole polytechnique'de analiz ve mekanik öğretmenliğine ve 1837′de okula başvuruları inceleme görevine getirildi. Bu okulda pozitif bilimlerin genel tarihi konusunda bir kürsünün kendisi için kurulmasını istedi. İsteği kabul edilmedi. Yaşamının sonuna kadar Societé positive üyelerinin yardımlarıyla geçindi.

Ün kazanmasına yol açan üç durum yasasını ve bilimlerin sınıflandırılmasını hazırlayan felsefe kitapçıkları yayımladıktan sonra, 1830 ile 1842 arasında Pozitif felsefe derslerinin altı cildini yayımladı. Bu yapıtta, pozitif bilimlerin yöntemlerini ve tarih boyunca oluşturdukları inceleme konularını ele aldı. Girişiminin amacı, batı toplumunun evriminde bilimlerin içinde bulunduğu tarihsel duruma dayanan pozitif bir antropoloji kurarak toplumu siyasal bakımdan yeniden örgütlemekti. Ayrıca pozitif felsefe derslerinin daha ilk cildinde pozitif bir ahlak ve estetik ortaya atacağını da belirtiyordu. Bu tasarısı, Systeme de politique positive'de gerçekleşecekti. Comte'a göre, tanrıbilimsel, metafizik ve pozitif olan üç duruma, üç düşünce sistemi denk düşer.

Bunlar arasında tanrıbilimsel durum sistemi, en belirleyici olandır; çünkü fetişizm, çoktanrıcılık ve tektanrıcılık olarak üç bölüme ayrılmış ve üç mantık ortaya koymuştur. Duygular mantığı, imgeler mantığı ve özellikle matematiğin temsil ettiği göstergeler mantığı. Pozitif mantık, üç dilin bir araya gelmesiyle oluşacaktır. Kant'ın eleştiriciliği gibi Comte'un olguculuğu da, bilgide her tür dogmatizmi reddeder ve bilginin insana göre olduğu görüşünü benimser. Eski metafizik sorunları konusunda, bilinemezciliği savunur. Comte'un insnalık dini, kendini bu dinin başrahipliğine ataması, aile yaşamındaki düş kırıklıklarından sonra Clotilde de Vaux'ya duyduğu platonik aşk, düşmanlarının kendisini alaya almalarına yol açmıştır.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Charles Darwin

Charles Robert Darwin 12 Şubat 1809 yılında doğan ve 19 Nisan 1882 yılında vefat eden İngiliz doğa tarihçisidir. İnsan da dahil tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir veya birkaç ortak atadan evrildiğini öne sürmüş ve o günün şartlarına göre bu teoriyi destekleyen pek çok kanıt sunmuştur. Darwin'in fikirleri üzerine kurulan modern evrim teorisi, bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici terimidir. Evrimin gerçekleştiği gerçeği yaşadığı dönemde, doğal seçilim teorisinin evrimin ana açıklaması olduğu ise 1930′lu yıllarda bilim dünyası tarafından kabul görmüştür. Darwin'in orijinal teorileri modern evrimsel biyolojinin temelini oluşturmakta ve hayatın çeşitliliği üzerine birleştirici bir mantıksal açıklama sunmaktadır.

R9zBo.jpg


Darwin'in doğa tarihine duyduğu ilgi, ilk önce Edinburgh Üniversitesi'nde tıp, daha sonra Cambridge Üniversitesi'nde teoloji okurken gelişti. Beagle gemisinde yaptığı beş senelik yolculuk esnasında, zamanın meşhur jeoloğu Charles Lyell'ın ortaya attığı, geçmişteki jeolojik süreçlerin bugünkülerle aynı olduğunu savunan teoriyi destekleyecek pek çok gözlem yaptı ve iyi bir jeolog olarak ünlendi. Aynı yolculukta, canlıların coğrafi dağılımı ve fosiller üzerine yaptığı dikkatli gözlemler sonucunda, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgilenmeye başladı ve 1838′de doğal seçilim fikrini geliştirdi. Daha önce benzer fikirlerin “sapkınlık” olarak değerlendirildiğini ve bastırıldığını görmüş olduğundan, uzun süre fikirlerini en yakın arkadaşları dışında kimseye açmadı. Olası itirazlara en iyi şekilde cevap verebilmek için araştırma yapmaya ve kanıt toplamaya başladı. 1858′de Alfred Russell Wallace'dan aldığı bir mektubu okuyunca, Wallace'ın da kendisininkine benzer bir teori geliştirdiğini farketti ve sonunda teorisini yayımlamaya karar verdi.

1859′da yayımladığı On the Origin of Species (Türlerin Kökeni Üzerine) adlı kitabı, canlıların ortak atalardan evrilerek çeşitlendiği fikrinin geniş kabul görmesini sağladı. Ardından yayımladığı The Descent of Man, and Selection in Relation to Sex (İnsanın Türeyişi, ve Cinsiyete Mahsus Seçilim) kitabında, insan evrimini ve cinsel seçilim fikrini inceledi. The Expression of the Emotions in Man and Animals (İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi) adlı kitabındaysa insanların ve hayvanların duygularını ifade ediş şekilleri arasındaki benzerlikleri ortaya koydu.

Darwin bugün, John Herschel ve Isaac Newton gibi isimlerle beraber Westminster Kilisesi'nde gömülüdür.

Darwin, 12 Şubat 1809′da İngiltere'nin Shropshire bölgesindeki Shrewsbury kasabasında, Robert ve Susannah Darwin'in beşinci çocuğu olarak The Mount'ta dünyaya geldi. Babası Robert Darwin ve baba tarafından dedesi Erasmus Darwin, ünlü doktorlardı. Annesi ise zengin bir çömlek imalatçısı olan Josiah Wedgwood'un kızıydı. Darwin Temmuz 1817′de, henüz sekiz yaşındayken, annesini kaybetti. Eylül 1818′de ise Shrewsbury Okulu'nda yatılı öğrenci olarak eğitime başladı.

1825′te mezun olan Darwin, bir süre babasının yanında stajyer doktor olarak çalıştıktan sonra İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi'nin tıp fakültesine yazıldı. Ancak cerrahlığa bir türlü ısınamadı ve tıp derslerini boşlamaya başladı. Okulda çalışan Guyana kökenli azledilmiş bir köleden taksidermi (hayvan doldurma) sanatını öğrendi. Doğa tarihiyle ilgilenen öğrencilerin kurduğu Plinius Topluluğu'na (Plinian Society) katıldı. Öğretmeni Robert Edmund Grant'ten Jean-Baptiste Lamarck'ın evrim teorisini öğrendi ve Grant ile beraber deniz canlılarını inceleyip ortak atalardan evrilme teorisini destekleyen homoloji (farklı canlı türlerinde aynı temel yapıya sahip organların bulunması) örnekleri buldu. Bir başka öğretmeni olan Robert Jameson'dan ise jeoloji ve bitkilerin sınıflandırılması üzerine dersler aldı, Edinburgh Kraliyet Müzesi'nin bitki koleksiyonunu düzenlemede Jameson'a yardım etti.

Darwin'in tıp eğitimini iyice boşladığını farkeden babası, 1827′de onu Edinburgh'dan alarak Cambridge Üniversitesi'ne bağlı Christ's College'a yazdırdı. Darwin'in teoloji okuyup bir din adamı olmasını umuyordu. Darwin, teolojide tıbba kıyasla daha başarılı olsa da (özellikle teolog William Paley'nin, canlıların karmaşıklığını üstün zekâlı bir yaratıcıya bağlayan yazılarını beğeniyordu), asıl ilgi alanı hâlâ doğa tarihiydi. Kuzeni William Darwin Fox ile beraber böcek toplamaktan hoşlanıyordu. Böceklere olan ilgisi sayesinde botanik profesörü John Stevens Henslow ile tanışan Darwin, bu profesörle yakın arkadaş oldu ve hem Henslow'un doğa tarihi dersine yazıldı, hem de ondan özel dersler almaya başladı. Kısmen bu dersler sayesinde, 1831′de 178 kişilik devresinde 10. olarak mezun oldu. Darwin 1831 yazını, jeoloji profesörü Adam Sedgwick ile beraber Galler'in jeolojik katmanlar haritasını çıkararak geçirdi.

1831 sonbaharında Henslow, Darwin'i HMS Beagle gemisinin kaptanı Robert FitzRoy ile tanıştırdı. Beagle, Aralık 1831′de FitzRoy'un komutasında iki senelik bir Güney Amerika yolculuğuna çıkacaktı, ve kaptan yolda kendisine arkadaşlık edecek iyi eğitimli bir doğabilimci istiyordu. Henslow'un tavsiyesi üzerine FitzRoy, Darwin'i gemisine almayı kabul etti. Darwin'in babası önce bu uzun yolculuğa izin vermediyse de, kayınbiraderinin araya girmesiyle fikrini değiştirerek kabul etti.

Beagle yolculuğu

Darwin'i taşıyan HMS Beagle'ın 1831-1836 yılları arasında izlediği rota;

HMS Beagle'ın yolculuğu iki yıl yerine tam beş yıl sürdü. Darwin, yolculuk boyunca çok çeşitli jeolojik oluşumlar, fosiller ve canlılar keşfetti ve bunlardan örnekler topladı. Fırsat buldukça Cambridge'e keşiflerini anlatan ayrıntılı mektuplar yazıyor, topladığı ilginç örnekleri postalıyordu. Böylelikle, kendisi uzakta olmasına rağmen, İngiliz doğabilimcileri arasında ünü oldukça yayıldı. Yolculuk boyunca tuttuğu günlüğüne, doğabilimsel keşiflerinin yanısıra, karşılaştığı değişik insan topluluklarıyla ilgili kültürel ve antropolojik gözlemlerini de yazıyordu. Bu günlüğü 1839′da The Voyage of the Beagle (Beagle Yolculuğu) adıyla yayımlayacaktı. Denizdeki yolculuğu boyunca defalarca ağır deniz tutması geçirmesine rağmen, hayvanbilim notlarının büyük kısmı denizde yaşayan omurgasızlarla ilgilidir, ilk notunun konusu durgun suda topladığı bir plankton kümesi hakkındadır.

Yolculuk Darwin için kolay olmadı. Deniz tutmasından fena şekilde etkilendi, Ekim 1833′te Arjantin'de ateşli bir hastalık geçirdi, Temmuz 1834′te ise And Dağları'ndan Şili'ye dönerken tekrar hasta oldu ve bir ay yataktan çıkamadı.

Kaptan FitzRoy yolculuğun başında, Darwin'e Charles Lyell'ın Principles of Geology (Jeolojinin Prensipleri) adlı kitabını vermişti. Lyell bu kitabında jeolojik oluşumların, bugün de devam eden çok yavaş süreçlerin etkisiyle, çok uzun çağlar sonucunda oluştuğunu savunuyordu. Darwin, Batı Afrika açıklarındaki Santiago adasında, yüksek volkanik kaya yamaçlarında mercan ve deniz kabuğu kalıntıları bulunca, bu yamaçların bir zamanlar deniz altında bulunduğunu ve Lyell'ın söylediği gibi çağlar boyunca yavaş yavaş yükseldiğini anladı. Darwin yolculuk boyunca çok önemli jeolojik keşif yapacaktı. Patagonya'da gördüğü, deniz kabukluları ve çakıldan oluşan geniş düzlüklerin yükselmiş sahiller olduğunu tahmin etti, ve Şili'de bir deprem sonrasında deniz seviyesi üstünde kalmış midye yatakları gözlemleyince, kıyının deprem sonucu yükseldiğini anladı. Benzer şekilde, And Dağları'nın yamaçlarında, kumlu sahillerde yetişen ağaçlara ve deniz kabuklularına ait fosiller buldu ve bu yamaçların zaman içinde yükseldiği sonucuna vardı. Ayrıca Hint Okyanusu'nda bol bol inceleme fırsatı bulduğu atollerin (mercan adalarının), deniz tabanından yükselen volkanik dağların çevrelerinde oluştuğunu keşfetti.

Darwin Güney Amerika'da, soyu tükenmiş devasa memelilere ait fosiller buldu. Bu fosillerin bulunduğu katmanlarda modern deniz kabuklularına ait kalıntılar da vardı, yani bu memelilerin soyu yakın zamanlarda, herhangi bir iklim değişikliği ya da felâket olmadan tükenmişti. (Darwin'in zamanında yaygın görüş, fosillerin Nuh tufanı benzeri büyük felâketlerde ölen hayvanlar olduğuydu.) Darwin bu hayvanların benzer Afrika ve Avrupa türleriyle akraba olduklarını düşündü, oysa İngiliz biyolog Richard Owen 1836′da bu hayvanların modern Güney Amerika türlerine çok daha yakın olduğunu gösterecek, ve Darwin'in kafasında şekillenmekte olan doğal seçilim fikrine bir destek daha sağlayacaktı.

HMS Beagle Tierra del Fuego'da

Principles of Geology'nin 1832′de çıkan ikinci cildi, Güney Amerika'daki Darwin'e postalandı. Charles Lyell, bu ciltte evrim fikrine karşı çıkıyor, biyolojik türlerin dağılımını “yaradılış merkezleri” fikriyle açıklıyordu. Darwin, bir yandan bunu okurken, bir yandan da daha sonra kendi evrim teorisini destekleyecek olan çok önemli gözlemler yapıyordu. Galápagos Adaları'ndan pek çok “alaycıkuş” (mockingbird) örneği topladı, ve bu kuşların, yaşadıkları adalara göre ufak fizyolojik farklar gösterdiklerini anladı. Yerel İspanyollar'ın, bir kaplumbağanın görünüşüne bakarak hangi adadan geldiğini anlayabildiklerini öğrendi. (İngiltere'ye dönüş yolculuğunda notlarını düzenlerken, “alaycıkuşlar ve kaplumbağalar hakkındaki şüphelerim doğruysa, türlerin değişmezliği fikri sarsılacaktır” diye yazacaktı.) Avustralya'da gördüğü keseli sıçan-kangurular ve ornitorenkler Darwin'i o kadar şaşırttı ki, Dünya canlılarının iki ayrı yaratıcı tarafından yaratılmış gibi olduklarını düşündü.

Beagle'ın 1826-1830 arasındaki ilk yolculuğu sırasında, Güney Amerika'nın en güney ucundaki Tierra del Fuego'dan alınmış ve İngiltere'de “medenîleştirilmiş” olan üç Yagan yerlisi, misyonerlik yapmaları için kabilelerine geri verildi. (Darwin bu kabileleri “sefil ve rezil vahşiler” olarak tanımlıyordu.) Bir sene geçtiğinde, yerliler misyonerlik görevini bırakmış, eski hayatlarına geri dönmüşlerdi. Darwin, kısmen bu tecrübe sonucunda, insanların hayvanlardan sanıldığı kadar uzak olmadığını düşünmeye başladı. Darwin, insan toplulukları arasındaki yaşayış farklılıklarını, ırksal gelişmişlikle değil, kültürel gelişmişlikle açıklıyordu. Güney Amerika'da şahit olduğu kölelik kurumundan hoşlanmıyor, Avrupalı kolonilerin Avustralya ve Yeni Zelanda'daki yerli halklara verdiği zarardan üzüntü duyuyordu.

Yolculuğun sonlarına doğru Darwin'in tuttuğu ayrıntılı notları okuyan Kaptan FitzRoy, yolculukla ilgili resmi raporun doğabilimle ilgili son kısmını Darwin'in yazmasını rica etti.

Hıristiyan inanışına olan bağlılığını yitiren ve bir agnostik (bilinemezci) olduğunu bildiğimiz Charles Darwin 19 Nisan 1882′de öldüğünde, ailesi onu bölgedeki bir kilise avlusuna, çocuklarının mezarlarının yanına gömmeyi düşünüyordu. Aynı düşünceyi paylaşmayan bazıları çabucak harekete geçerek, önde gelen bilim insanları ve hükümet üyelerini ikna çalışmasına girişti. Amaçları, bu kişileri biraraya getirip İngiltere'nin ünlü kilisesi Westminster Abbey'nin baş rahibinden Darwin'in buraya gömülmesini rica etmelerini sağlamaktı. Baş Rahip George Granville Bradley, “gerekli onayın canı gönülden verileceği”ni bildirdi. Böylece, agnostik olan Darwin 26 Nisan günü öğleden sonra Westminster Abbey'ye gömüldü. Tabutunu taşıyanlar arasında eski dostu botanikçi Joseph Hooker, yazılarıyla Darwin'i kendi kuramını yayımlamaya yönelten genç doğabilimci Alfred Russel Wallace ve ABD'nin İngiltere büyükelçisi James Russell Lowell da vardı. Darwin bu kilisenin “Bilginler Köşesi” olarak bilinen bölümünde, Sir Isaac Newton'un gömülü olduğu yerin birkaç metre ötesinde ve astronom Sir John Herschel'in yanı başında yatıyor. Darwin, yeryüzündeki canlı türlerinin değişimini betimlemek için “gizemlerin gizemi” tanımlamasını ortaya atan büyük filozof Herschel'e, Türlerin Kökeni kitabının girişinde göndermede bulunmuştu.

ayrac.gif
Darwin Evrim Teorisinin Doğuşu
Darwin'in seyahat sırasında İngiltere'ye yolladığı mektuplar, fosil örnekleri ve doldurulmuş canlılar, eski öğretmeni Henslow aracılığıyla İngiliz doğabilimcilerine aktarılıyor, Darwin'in ünü bu sayede gittikçe yayılıyordu. Beagle 2 Ekim 1836′da İngiltere'ye döndüğünde Darwin saygın bir doğabilimci olarak tanınmıştı. Darwin, İngiltere'ye ayak bastığında, önce Shrewsbury'ye gidip akrabalarını ziyaret etti, sonra Cambridge'e gelerek Beagle yolculuğunda topladığı örneklerin tanımlanıp sınıflandırılması üzerinde çalışmalarına başladı. Henslow, bitki örneklerini tasnif edip isimlendirmede Darwin'e yardımcı oluyordu, ancak hayvan örnekleri için Darwin'in uzman zoologlara ihtiyacı vardı. Babasının parasal desteğiyle Londra'ya gidip zoologlarla görüşmeye başlayan Darwin, Charles Lyell aracılığıyla Richard Owen adında bir biyologla tanıştı. Owen, Darwin'in getirdiği fosilleri inceleyerek o güne kadar bilinmeyen pek çok soyu tükenmiş hayvan türü tanımladı. Bu türlerin arasında, tembel hayvan benzeri büyük memeliler, hipopotam benzeri bir otobur memeli (Toxodon) ve armadillo benzeri dev bir zırhlı memeli (Gliptodon) de vardı. Bu hayvanlar anatomik olarak, Darwin'in düşündüğü gibi Afrika hayvanlarına değil, Güney Amerika hayvanlarına yakındılar.

Darwin, Aralık 1836′da Güney Amerika kıtasının yükseldiğine dair bir bilimsel makale yazdı, ve Ocak 1837′de Lyell'ın da desteğiyle bu makalesini Londra Jeoloji Cemiyeti'ne sundu. Aynı gün, Beagle yolculuğunda topladığı kuş ve memeli örneklerini de Londra Zooloji Cemiyeti'ne sundu. Ornitolog John Gould, Darwin'in tanımlayamadığı ve değişik türlere ait olduğunu varsaydığı bir grup kuşun aslında birbirine çok yakın 12 yeni ispinoz türü olduğunu duyurdu. Şubat 1837′de Darwin Coğrafya Cemiyeti Konseyi'ne seçildi ve bir ay sonra Cambridge'den Londra'ya taşındı.

Darwin'in 1837′de günlüğüne çizdiği evrim ağacı

Londra bilim çevrelerinde, hayatın ve canlı türlerinin kökeni sevilen bir tartışma konusuydu. Matematikçi ve filozof Charles Babbage'ın başını çektiği bir grup, Tanrı'nın Dünya'daki hayatı özel bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını savunuyordu. Darwin'in Edinburgh Üniversitesi'nden hocası Robert Edmund Grant ve Dr. James Gully gibi bir grup bilimadamı ise türlerin birbirine dönüşebildiğini iddia ediyor, fakat bu fikirlerinden dolayı çoğunluk tarafından sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla suçlanıyordu.

Mart 1837′de John Gould, Darwin'in farklı adalardan topladığı alaycıkuşların farklı türlere ait olduklarını açıkladı. İspinozları hangi adalardan topladığını not etmemiş olan Darwin, Kaptan FitzRoy'un notlarını inceleyince, Gould'un tanımladığı farklı ispinoz türlerinin de farklı adalardan geldiğini keşfetti. Nisan 1837′ye gelindiğinde Darwin, anakaradan göç edip farklı adalara yerleşen kuşların, zaman içinde bir şekilde değişiklik geçirip farklı türlere dönüştüklerini anlamıştı. Temmuz ayında, her zamanki günlüğünün yanı sıra, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgili fikirlerini yazdığı gizli bir “B” günlüğü tutmaya başladı, ve bu günlüğün 36. sayfasına ilk defa bir evrim ağacı çizdi.

ayrac.gif
Darwin Çalışmaları

Aşırı Çalışma, Hastalık ve Evlilik
Darwin, bir yandan türlerin dönüşümü üzerinde çalışırken, bir yandan da Beagle günlüklerini yayıma hazırlıyor, ve Charles Lyell'ın fikirlerini destekleyecek bir Güney Amerika jeolojisi kitabı yazıyordu. Bütün bunların üstüne, bir de kendi getirdiği örnekler hakkındaki uzman görüşlerini içerecek geniş kapsamlı bir eser üzerinde çalışmaya başladı.

Sonunda bu yüksek çalışma temposuna dayanamayarak kalbinden rahatsızlandı. Eylül 1837′de doktor tavsiyesi üzerine çalışmalarına ara verdi ve Shaffordshire'da akrabalarının yanında kalmaya başladı. Kuzeni Emma Wedgwood da aynı evde kalıyor ve hasta bir akrabaya bakıyordu. Haziran 1838′e kadar Shaffordshire'da kalan Darwin, türlerin dönüşümü üzerindeki araştırmalarına devam ediyor, uzman görüşü almak için doğabilimcilerin yanı sıra çiftçiler ve güvercin yetiştiricilerine de danışıyordu. Bir taraftan da kuzeni Emma'dan hoşlanmaya başladığını farkeden Darwin, günlüğüne yazdığı notlarda evliliğin yararları ve zararlarını karşılaştırıyor, yarar hanesine “yaşlılıkta arkadaş olur … köpekten iyidir” gibi notlar düşerken, zarar hanesinde “kitaplar için daha az para” ve “korkunç bir zaman kaybı” gibi sakıncaları sayıyordu. Sonuçta evlenmeye karar veren Darwin, babasına da danıştıktan sonra Temmuz 1838′de evlilik teklif etmek için Emma'ya gitti, fakat teklifi yapmaya cesaret edemedi.

Darwin'in kuzeni ve karısı Emma Wedgwood
Darwin araştırmalarına Londra'da devam ederken, türlerin dönüşümü konusunda çok önemli gelişmeler kaydetti. Thomas Malthus'un An Essay on the Principle of the Population (Nüfus Prensibi Üzerine Deneme) adlı yazısı Darwin için önemli bir ilham kaynağı oldu. Malthus bu yazısında insan nüfusunun aslında çok büyük bir hızla (her 25 yılda ikiye katlanarak) çoğalma potansiyeli olduğunu, fakat hastalık, savaşlar ve açlık sayesinde nüfusun kontrol altında tutulduğunu anlatıyordu. Darwin, aynı prensibin tüm organizmalara uygulanabileceğini farketti. Tüm canlı türleri, mevcut kaynakların izin verdiğinden çok daha fazla yavru üretiyor, yavrular arasında “zayıf” olanlar çok geçmeden ölüyor, “güçlü” olanlar ise hayatta kalarak yeni yavrular meydana getiriyor ve kendilerini “güçlü” yapan özellikleri yavrularına aktarıyorlardı. Böylelikle türler nesilden nesile değişerek çevrelerine daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu teorisini ilk defa 28 Eylül 1838′de günlüğüne yazdı.

Kasım 1838′de nihayet Emma'ya evlilik teklif eden Darwin, Ocak 1839′da evlendi. Aynı ay içinde, Royal Society'ye (Kraliyet Cemiyeti) üye olarak seçildi. Darwin çifti, evlilikten hemen sonra Londra'ya yerleşti.

Doğal seçilim teorisinin yayıma hazırlanması
Darwin, doğal seçilim fikrinin temelini atmıştı ancak şüpheci meslektaşlarını ikna etmek için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Jeoloji Cemiyeti'nin Aralık 1838′deki toplantısında, evrim fikrini savunan eski hocası Robert Edmund Grant'e nasıl şiddetle karşı çıkıldığına bizzat şahit olmuştu. Teorisini destekleyecek kanıtlar bulabilmek için hayvan yetiştiricileri ile görüşmeye ve bitkiler üzerinde deneyler yapmaya devam etti. Mayıs 1839′da Kaptan FitzRoy'un Beagle raporu yayımlandığında, Darwin'in yazdığı kısım o kadar beğenildi ki, sonradan başlıbaşına bir kitap olarak basıldı.

1842 başlarında Darwin, Lyell'a fikirlerini belirten bir mektup yazdı. Her canlı türünün kendi başlangıcı olduğunda ısrar eden Lyell, jeoloji alanında müttefiki olan Darwin'in bunu inkâr etmesine çok üzüldü. Mayıs 1842′de Darwin'in mercan kayalıkları üzerine yazdığı eser yayımlandı, aynı sıralarda Darwin, doğal seçilim teorisinin bir “kabataslağını” kâğıda döktü. Kasım 1842′de Darwin çifti, Londra'nın stresinden uzaklaşmak için şehrin dışındaki Down House'a geçti. Ocak 1844′te fikirlerini botanist arkadaşı Joseph Dalton Hooker'a açan Darwin, kendisini “bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi” hissediyordu fakat Hooker Darwin'in teorisini beğendi. Temmuz'a gelindiğinde, Darwin'in “kabataslağı” 230 sayfalık bir deneme yazısına dönüşmüştü. Ekim 1844′te anonim olarak yayımlanan ve insan dahil tüm canlıların ilkel formlardan dönüşerek ortaya çıktığını savunan Vestiges of the Natural History of Creation (Yaradılışın Doğal Tarihinden İzler) adlı kitap, doğabilimciler tarafından yerden yere vurulunca Darwin teorisi konusunda ne kadar dikkatli olması gerektiğini bir kez daha anladı. Kitap, Londra orta sınıfından büyük ilgi gördü ve türlerin dönüşümü konusunu bir kez daha gündeme getirdi. Darwin 1846′da üçüncü jeoloji kitabını yayımladı, ve arkadaşı Hooker'la beraber deniz kabuklularıyla ilgili geniş kapsamlı bir araştırma çalışmalarına başladı. 1847′de Hooker, Darwin'in doğal seçilim üzerine yazdığı uzun denemeyi okudu ve önyargıdan uzak tarafsız eleştiriler sundu, ancak bir taraftan da Darwin'in yaradılış fikrine karşı çıkmasını sorguladı.

1849′da uzun süredir kötü giden sağlığını düzeltmek umuduyla Malvern'de bir kaplıcaya giden Darwin, iki ay sonra kendini daha iyi hissetti. 1850 Haziran'ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851′de Annie'nin ölümüyle iyiliksever bir Tanrı'ya olan tüm inancını kaybetti.

Deniz kabuklularıyla ilgili çalışmalarının sonuçlarını 1851-1854 arasında yayımladığı bir dizi kitapla anlatan Darwin, 1853′te bu çalışmasından dolayı Royal Society tarafından madalya ile ödüllendirildi. Ayrıca bu çalışma, o zamana kadar jeolog olarak bilinen Darwin'in biyolog olarak da ün kazanmasını sağladı. Darwin, deniz kabuklularıyla ilgili çalışmasında, belli bir fonksiyonu olan bir organın, değişen şartlar sonucunda ufak değişimler geçirerek fonksiyonunu değiştirebileceğine dair kanıtlar gözlemledi. Kasım 1854′te notlarına, ortak bir atadan gelen canlıların, “doğanın ekonomisinde ayrı ayrı yerlere” adapte olmaları sonucunda anatomik olarak birbirlerinden uzaklaşabileceklerini yazdı.

Doğal seçilim teorisinin yayımlanması
Darwin doğal seçilim teorisini beklediğinden erken yayımlamak zorunda kalmıştı.

1856 yılının başlarında Darwin, yumurta ve tohumların deniz suyunu aşıp canlı türlerini okyanus ötesine taşıyıp taşıyamayacağını inceliyordu. Arkadaşı Hooker canlıların değişmezliğine olan inancını sorgulamaya başlamıştı fakat Darwin ve Hooker'ın ortak arkadaşı Thomas Henry Huxley evrim fikrine şiddetle karşı çıkıyordu. Lyell ise Darwin'in fikirlerini ilgiyle takip ediyor, ama sonuçlarını göremiyordu. Lyell, Borneo'da çalışmakta olan doğabilimci Alfred Russell Wallace'ın yazdığı bir makaleyi okuduğunda, Darwin'in fikirleriyle benzerlikler gördü ve Darwin'e bir makale yazması için baskı yapmaya başladı. Darwin Wallace'ı bir tehdit olarak görmediyse de bir makale yazmaya başladı. Makaleye ayrıntı üzerine ayrıntı eklemeye başlayınca, makaleyi Doğal Seçilim başlıklı uzun bir kitaba dönüştürmeye karar verdi. Kitap için Wallace dahil pek çok meslekdaşıyla yazışıyordu. Aralık 1857′de Wallace insanın kökenine değinip değinmeyeceğini sorduğunda, ona “önyargılarla çevrili bu konudan” uzak duracağını söyledi.

Haziran 1858′de Darwin kitabını henüz yarılamışken Wallace'dan bir makale aldı. Wallace bu makalede Darwin'in yıllardır kafasında sakladığı doğal seçilim fikrini anlatıyordu. Oldukça morali bozulan Darwin, makaleyi arkadaşları Lyell ve Hooker'a yolladı ve Wallace'ın seçeceği herhangi bir dergide yayımlanmasını rica etti. Darwin'in doğal seçilim fikrini Wallace'dan çok daha önce düşündüğünü ve uzun süredir bu konuda ayrıntılı araştırmalar yaptığını bilen arkadaşları, Darwin ve Wallace'ın makalelerinin 1 Temmuz 1858′de Linneaus Cemiyeti'nde (Linneaean Society) ortak bir sunumda okunmasına karar verdiler. Darwin, kızıl hummadan hayatını kaybeden küçük oğlunun cenazesi sebebiyle bu sunuma katılamadı.

Teori Linneaus Cemiyeti'nde pek ses getirmedi. Darwin sonradan Dublin'li bir profesörden duyduğu tek bir yorumu hatırlayacaktı: “Teoride yeni olan her şey yanlış, doğru olan her şey ise eski.” Bunun üzerine Darwin, tüm enerjisini kitabını bitirmeye verdi, ve On the Origin of Species by Means of Natural Selection, or The Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life (Doğal Seçilim ile Türlerin Kökeni, veya Hayat Mücadelesinde Ayrıcalıklı Irkların Korunumu Üzerine) 22 Kasım 1859′da ilk defa kitapçılara dağıtıldı. Kısa sürede büyük popülerlik kazanan ve ilk baskısı tükenen kitap, doğal seçilim fikrini ayrıntılı gözlemlere ve dikkatli mantıksal çıkarımlara dayanarak savunuyor, bazı olası itirazlara da önceden cevap veriyordu. Kitapta insan evrimine doğrudan değinilmiyor, sadece teorinin “insanın kökeni ve tarihine de ışık tutabileceği” söyleniyordu. Giriş kısmında yazdığı bir cümle, Darwin'in teorisini basitçe özetliyordu.

Her canlı türü, yaşaması mümkün olandan daha fazla birey doğurduğundan, ve bunun sonucu olarak sık sık tekerrür eden bir hayatta kalma savaşı mevcut olduğundan, yaşamın karmaşık ve zaman zaman değişen koşullarında kendisine fayda sağlayacak herhangi bir değişikliğe sahip olan her canlı, hayatta kalmada daha yüksek şansa sahip olacak ve doğal olarak seçilecektir. Kuvvetli kalıtım prensibi sayesinde, seçilen her cins kendi yeni ve değişik formunu yayma eğiliminde olacaktır.

ayrac.gif
Darwin'e Tepkiler
Darwin'in kitabı çok büyük bir ilgiyle karşılandı ve geniş çaplı bir tartışma başlattı. Darwin, kitabının yarattığı tartışmaları yakından takip ediyor, kitap hakkında yayımlanan eleştirileri, yorumları ve karikatürleri özenle kesip saklıyordu. Kitapta doğrudan yer almayan “insanın hayvandan geldiği” iddiası, eleştirilerin ana hedefiydi.

İngiltere Kilisesi'ne bağlı nüfuzlu bilimadamları, ki bunlara Darwin'in eski öğretmenleri Adam Sedgwick ve John Henslow da dahildi, açıkça kitaba karşı tavır aldılarsa da, pek çok genç doğabilimci kitaba olumlu tepki verdi. 1860′da yedi Anglikan teolog tarafından yayımlanan Essays and Reviews (Deneme ve Eleştiriler) adlı kitap, Darwin'in teorisini desteklediği için kiliseden büyük tepki topladı.

Türlerin Kökeni üzerine en meşhur tartışma, Haziran 1860′da British Association for the Advancement of Science'ın Oxford'daki toplantısında yaşandı. Oxford piskoposu Samuel Wilberforce Darwin'in kitabını küçümseyen bir konuşma yapınca, karşısında Darwin'in arkadaşları Joseph Hooker ve Thomas Huxley'i buldu. Huxley Darwin'i o kadar sert bir biçimde savunuyordu ki, o günden sonra kendisine “Darwin'in buldogu” lakabı takıldı. Bu tartışmayla ilgili sıkça anlatılan bir hikâyeye göre, Wilberforce Huxley'e “maymunluğunuz büyükanne tarafından mı geliyor büyükbaba tarafından mı?” diye sorunca Huxley, “birikimini önyargı ve yalanlara hizmet etmek için kullanan kültürlü bir insan olmaktansa maymundan gelmeyi tercih edeceğini” söyledi.

Darwin hastalığı sebebiyle katılamadığı bu tartışmaları basından takip ediyor, yazışmalar aracılığıyla kendisine daha çok destekçi bulmaya çalışıyordu. Darwin'i kararlı bir biçimde savunan Thomas Huxley, Charles Lyell ve Joseph Hooker, Richard Owen önderliğindeki muhalif grubu bastırmayı başarınca, 1864′te Darwin'e Kraliyet Cemiyeti'nin Copley Madalyası verildi.

Kısa zamanda oldukça fazla baskı yapan ve pek çok dile çevrilen Türlerin Kökeni, bilimsel konulara yeni yeni merak duymaya başlayan Avrupa orta sınıfının en çok okuduğu bilimsel kitaplardan biri oldu, zamanının sosyal akımlarını doğrudan veya dolaylı olarak etkiledi, ve popüler kültürün önemli bir parçası haline geldi.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Émile Durkheim

Émile Durkheim 15 Nisan 1858 yılında Epinal'de doğmuş ve 15 Kasım 1917 yılında Paris'te vefat etmiştir. Fransız sosyolog, sosyolojinin kurucularından sayılmaktadır.

2WTuq.jpg


Sosyoloji adı her ne kadar August Comte tarafından verilmiş olsa da, Fransız Sosyolojisi 19. yüzyılın sonundaki güçlü etkisini ona ve onun kurmuş olduğu L'Année Sociologique isimli yayına borçludur.

15 Nisan 1858 tarihinde Epinal, Loren'de dünyaya geldi. Felsefe öğretmenliği yaptı. 1885 de Almanya'da bulundu. Fransa'ya dönüşte yayımladığı makaleler ilgi çekti.1887 Bordeaux Üniversitesi'nde ders vermeye başladı. 1902 yılında Sorbonne Edebiyat Fakültesi'nde çalışmalarına devam etti. 1906 yılında Buisson'un ölümü üzerine Sorbonne Eğitimbilim Profesörlüğü görevine getirildi.

Durkheim toplumbilimi kendi olgularını kendi ön dayanaklarıyla işleyen bir bilim durumuna getirdi. Auguste Comte'un fiziği, Herbert Spencer'in biyolojiyi örnek alıp inceledikleri toplumsal olaylar ona göre yalnız kendi türünden olaylarla açıklanabilir, “toplumsal olay” bireye bağlı ve bireyle başlayıp biten bir süreç değildir. Toplumsal olay bireyi aşkındır, birey ona katılır. Her birey için toplumsal olaya katılmak kaçınılmaz bir zorunluktur. Çünkü toplumsal olaylar; genel zorunlu bireyi ve bireyler arası ilişkileri belirleyen din, ekonomi, hukuk, ahlâk, siyaset, bilim ve sanat türünden olaylardır. İnsanın kendine özgü bireyliğini ve topluma özgü toplumsallığını saptar. İnsan genel doğruları hazırca, tartışıp araştırmadan toplumdan alır. Bu doğrular; bireyin, kendisi, başkaları, insanlar arası ilişkiler, doğa, evren olguları üzerine yargılarına temel dayanak olur.

Toplum diğer bir yanıyla da insana ilişkin her kurumun temeli olup doğal bir bileşimdir. Kurumlar örneğin din ve Tanrı anlayışı da topluma bağlıdır ve onunla birlikte gelişip evrimleşir.

Durkheim bilgi anlayışında toplumun görüşünü örnek alır. Bilgide en genel kavramlar tek tek şeylerin tümünden bağımsız olmayıp tersine onlara uygulanabilen, topluma ilişkin kavramlar olduklarından en geçerli kavramlardır. Bunların mutlak, öncesiz sonrasızca doğru ve kesin kavramlar oldukları da söylenemez. Bilginin temel taşları olan genel kavramlar toplumla birlikte zaman ve uzam bağlamında değişip gelişen kavramlardır.

Din sosyolojisi ile ciddi olarak ilgilenen Durkheim'in eserlerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Comte'un takipçisidir. Toplumu, Tanrı yerine koymuştur. Burada amaç inançlı bir kimse davranışlarda bulunurken Tanrı'sını nasıl gözetirse “birey”in de davranışlarda bulunurken toplumu aynı şekilde gözettiğidir.

15 Kasım 1917′de Paris'te ölmüştür.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Herbert Spencer

1820-1903 yılları arasında yaşamış olan İngiliz filozoftur.

efvma.jpg


Temel eserleri arasında First Principles (İlk İlkeler), First Principles of Sociology (Sosyolojinin İlk İlkeleri), Social Statistics (Sosyal İstatistik), Descriptive Sociology (Betimsel Sosyoloji) adlı eserler bulunan; fizik ve biyoloji bilimleriyle, siyasi ve toplumsal liberalizmden fazlasıyla etkilenmiş olan Spencer'in felsefesinin temelinde evrim düşüncesi yer almaktadır. Bilimle dini uzlaştırmayı ve böylece de felsefeye yer açmayı amaçlayan Spencer'a göre, felsefe tüm diğer bilimlerden genelliğiyle ayrılır. Felsefedeki teorilerin varolan her şey için geçerli olduğunu savunan Spencer, evrim öğretisini bu durumun tek istisnası olarak görmüştür.

Evrim teorisinin deneysel olarak test edilebilir, savunulup temellendirilebilir bir teori olduğunu belirten Spencer, basitten karmaşığa, homojen olandan heterojen olana doğru gerçekleştiğini düşündüğü evrimin; doğadaki, toplum ve ahlâki yaşamdaki örneklerini gözler önüne sermeye çalışmıştır.

Epistemoloji alanında, insan varlığının bilgisinin sınırlı olduğunu, bizim sadece fenomenleri bilebileceğimizi öne süren Spencer, bir yandan da bu fenomenlerden, her şeye karşın Bilinemez Olanı, fenomenlerin kaynağı ve evrimin temeli olan Kavranamaz Gücün varlığını çıkarsayabileceğimizi savunmuştur. O, ilerlemenin bir rastlantı, insanın kontrolü altındaki bir şey olmayıp, bir zorunluluk olduğunu belirtmiş, yaşamın, içsel olanın dış çevreye uyarlanmasından, sürekli olarak ona göre ayarlanmasından başka bir şey olmadığını iddia etmiştir.

Siyaset alanında bireyciliği savunmuş, yaşam, zihin ve toplumu madde, hareket ve güç aracılığıyla açıklamaya çalışmış olan Spencer, ahlâkın doğal bir temeli olduğunu, ahlâki sonuçların genel evrim yasasını izlediğini açıklamıştır. Diğer bir deyişle, siyaset felsefesi alarmda, eski liberalizmin en önemli temsilcilerinden biri olan Spencer'a göre, devlet ve toplumun iki temel şekli vardır. Askeri devlet ve endüstriyel devlet. Bunlardan askeri devlet toplumsal örgütlenmenin başlangıç formu olup, ilkel ve barbardır, savaş için her zaman hazırdır. Birey, burada savaşta zafer amacı için bir araçtan başka bir şey değildir. Toplum sıkı ve disiplinli bir şekilde örgütlenmiştir ve her birey militarizm ve otoriter yönetimin gerekleri için kendisine tahsis edilmiş olan konumu işgal eder. Şovenizmle milliyetçilik ve emperyalizmin askeri devlete gerekli ideolojik esini sağladığını ve devletin ruhban yapısının itaat ve disiplinin önde gelen erdemler olduğunu öğretmeye yöneldiğini savunanSpencer'a göre, sanayici sınıfların iktisadi faaliyetleri devletin askeri ihtiyaçlarına bağlıdır; ekonominin hedefi daha büyük maddi refah aracılığıyla kişisel mutluluğu arttırmak değil, ancak ortak gücü başarılı fetihlerle beslemektir.

Spencer'a göre, askeri devlet kendi topraklarını genişlettikçe ve uzun bir zaman dilimi sonunda barış ve istikrarı sağlayınca, yavaş yavaş sanayici bir devlet ve toplum olmaya doğru evrim geçirir. Söz konusu endüstriyel devlet, askeri devletin her bakımdan karşıtıdır. Bireyin toplumdaki yerini belirleyen olay, statüden ziyade, sözleşmedir. Sanayici toplum ve devlette, yaşam şekli gönüllü işbirliğine dayalı olup, kendiliğindenlik, çeşitlilik, farklılık ve mutabakatsızlık, bireyi yönetimin en yüce amacı sayma, onun en önemli değerleridir. Bu toplumun amacı, üyelerine en fazla özgürlüğü ve yüksek mutluluğu sağlamaktadır.

Askeri toplumdan sanayici topluma doğru ilerleme, Spencer'a göre, yönetimin azalması anlamına gelir, zira hükümet ‘mevcut barba rizmin bir delili'nden başka bir şey değildir. İnsanlar barışçı, birlikte yaşamaya gönüllü oldukları, işbirliği yapmayı öğrendikleri ölçüde sanayici toplum idealine daha çok yak*laşırlar. Bununla beraber, modern endüstriyalizmin bizatihi kendisinin yağmacı ve yırtıcı acımasızlığın yepyeni bir şeklini gün ışığına çıkardığını göremeyen Spencer, bireyin bir amaç olmaktan ziyade, bir araç konumuna indirgendiğini kavrayamamıştır. Yine Spencer, on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin temel erdeminin, barışçı işbirliğinden ziyade, acımasız bir militarizm olduğunu anlayamamıştır.

Sosyalist düşüncenin amansız bir karşıtı olan Spencer, bütün sosyalizmlerin kölelik olduğunu ileri sürer. Ancak, ona göre, sosyalizm ya da komünizmde birey, belli bir efendiye değil, bütün topluluğa köle kılınır ve kölenin efendisinin ‘tek bir kişi ya da bir toplum olması arasında pek bir fark yoktur.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Jeremy Bentham

1748-1832 yılları arasında yaşamış, yararcılığın kurucusu olan İngiliz filozoftur. Temel eserleri: An Introduction to the Principles of Morals and Legislation (Ahlâk ve Yasamanın İlkelerine Giriş), Deontology (Deontoloji) ve Science of Morality (Ahlâk Bilimi); A Fragment on Government (İdare Üzenine Bir Çalışma), The Rationale of Reward (Ödülün Mantığı).

WF4GC.jpg


Bentham Siyaset Felsefesi

Siyaset felsefesini etik görüşüne dayandırmak isteyen Bentham, başka bir deyişle kişinin kendisine dönük hazlarla, dışa dönük hazlar arasında bir ayırım yapmıştır. Bunlardan ilki salt hazla ve kişinin kendi mutluluğuyla ilgili iken, diğeri bir iyilik ifadesi olup, başkalarının mutluluğuyla ilişkilidir. Bireysel mutlulukla en yüksek sayıda insanın mutluluğunun bir ve aynı olmadığının fazlasıyla farkında olan Bentham, bencillikle toplumun iyiliği veya en yüksek sayıda insanın mutluluğu arasındaki uçurumun aşılabilmesi için, iki araçtan faydalanmaya çalışmıştır.

Bu araçlardan birincisi, eğitimdir. Bentham'a göre, insanlar eğitim sayesinde zihinsel melekelerin ve yeterliliklerini arttırır, kendilerini tam olarak gerçekleştirebilmenin yollarını öğrenir ve böylece de, bir kişinin akılcı yollarla elde ettiği mutluluğun başkalarına yönelik sevgi ve hayırseverliği, diğerinin iyiliğini kapsadığını anlayabilirler.

Bentham'da bireyin kendisine dönük ilgiyi toplumsal bir ilgiyle tamamlamanın ikinci yolu kurumsal bir çerçeve yaratmak geçer. Ona göre, insan bencil çıkar ve zorlamaları bu sayede ve kurumsal bir çerçeve içinde, toplum için yararlı amaçlara dönüştürebilir. Liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan Bentham, siyaset felsefesinde, yine güçlü bir halk egemenliğinin savunuculuğunu yapmış ve söz konusu egemenliğin tek meclisli yasama organıyla temsilini istemiştir. O, denetim ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tam çalışan bir demokrasiyi önlemek üzere hazırlanmış aygıtlar olarak değerlendirirken, din konusunda kuşkucu bir tavır takınmıştır. Bentham'a göre, din ilerlemeyi engelleyen özellikle de entellektüel ilerlemeye set çeken bir kuruluştur. Dahası, o dinin inanmayanlara karşı düşmanlık uyandırmak ve bir kast sınıfı yaratıp beslemek suretiyle, topluma sadece sıkıntı verdiğini düşünür. İhtiyaç duyulan şey, dini hoşgörüdür ve bunu sağlayacak tek şey de, bilinemezci bir kuşkuculuktur. Öte yandan, dine çoğunluk yararcı bir açıdan bakan Bentham, onun yararsız olduğunu söylemekten de çekinmemiştir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
John Dewey

1859-1952 yılları arasında yaşamış, aletçilik olarak bilinen felsefe akımının kurucusu olan ünlü Amerikan filozof ve eğitim kuramcısıdır. Charles Sanders Peirce ve William James'in görüşlerinin bir sentezini yapmış olan Dewey, pragmatizmi, mantıksal ve ahlaki bir analiz teorisi olarak geliştirmiştir. Temel eserleri: Problems of Man (İnsanın Sorunları), Studies in Logical Theory (Mantık Teorisiyle İlgili Araştırmalar), Freedom and Culture (Özgürlük ve Kültür), Human Nature and Conduct (İnsanın Doğası ve Davranışı), How we Think? (Nasıl Düşünüyoruz?).

MiXUw.jpg


Temel İlgiler

Felsefeye, doğa bilimlerinin ve sanatın temel tezlerine dair fikirleri, sosyal ve kültürel kurumlarla ilgili görüşleri açıklığa kavuşturma, insan yaşamını ve toplumunu etkileyen inançları analiz etme görevini yükleyen Dewey, doğayı ve bilen insan zihnini birbirinden ayıran geleneksel bilgi anlayışına karşı çıkmış, deneyimin çözülecek problemleri ortaya koyduğunu, pasif bir varlık olmamak durumunda olan insanın doğayı değiştirme ve dönüştürmeyi öğrendiğini savunmuştur.

Bilgi Görüşleri

Bu durumda, Dewey insan zihnini, doğanın bir parçası, bir bölümü gibi düşünür. Bu sebeple bilgi, dünyanın dönüşü, bir çocuğun doğuşu, yemek yeme gibi, herhangi doğal bir etkinlik olarak ortaya çıkar. İnsanla ilgili doğal bir olay olduğu için, bilgi, insan deneyimi içinde yer almaktadır. Dewey'e göre, insan deneyiminde bilgi edinme eylemi, yalnızca düşünmeye başladığımız sırada değil, ancak yoğun ve derin bir biçimde düşünmeye başladığımız anda başlar.

Bu yoğun ve derin düşünce, çevremizdeki bazı değişiklikler sonucunda, gelecekteki eylem ve davranış biçimimizle ilgili bir kuşkuya, tereddüte düştüğümüz zaman karşılaştığımız bir sorunla birlikte ortaya çıkar. Buna göre, yoğun ve derin düşünce, ormanda yolunu kaybetmiş bir adam için, ormanın dışına çıkma sorunu ile bilim adamı için, insanın dokusunun neden canlılığını kaybettiği, denizde neden gelgit hareketlerinin meydana geldiği problemi ile karşılaştığı anda ortaya çıkar. Birinci durumda günlük bir çevre, ikinci durumda ise bilimsel bir çevre ile karşı karşıya gelişimiz söz konusudur.

Ormandaki adamın üzerinde kararsız olduğu eylem, onun ormandan çıkması sonucunu doğuracak olan bir yola girmesi olayıdır. Bilim adamının üzerinde kararsız olduğu eylem ise, olayları nasıl önceden kestireceği ve bunun için uygulaması gereken gözlemlerle ilgilidir. Bilgi doğru tasarım ya da varsayımlardan ibaret olan bir şeydir ve burada, tasarım ya da varsayımlar, kendileriyle araştırmamızın kaynağını oluşturan problemin çözümünü araştırdığımız birer araç işlevi görürler. Dewey'in terminolojisine göre, onlar bir amaca ulaşmak için kullandığımız araçlardır. Bu amaç ise, bilgidir ya da problematik bir durumun çözümüdür. Söz konusu tasarım ve varsayımlar, özel ve belirli bir anlam içinde, pratik geçerliliği olan varsayımlar, kendileri sayesinde somut problemlerin çözüme kavuşturulduğu araçlardır.

Din Konusundaki Görüşleri

Dewey, söz konusu aktif, eylemde bulunan insan düşüncesini ve yaratıcı bir etkinlik olarak bilgi anlayışını, din görüşü ve eğitim felsefesine de yansıtmıştır. Dewey'e göre, geleneksel din anlayışı, değişmez dogmalar ve ahlak kurallarına inanç, insan zihnini kendisine kabul ettiren bir görüşe bağlama ve hapsetmeyle eşanlamlıdır. Bu tür bir inanç, insanın hayal gücünün bir görüş edinme çabasını ortadan kaldırır.

Fakat gerçek bir görüş, düşünce özgürlüğü ve bağımsızlık gerektirir. Dinin dogmalarının, açıkça doğaüstücü olmasalar bile, doğalcılığa aykırı olmaları çok muhtemeldir. Din ve dindarlık bu olmamalıdır. Dindarlık, ona göre, doğanın her türlü idealin kendisinden çıktığı kaynak ve o olmaksızın, amaçlar peşinde koşmanın başarıya ulaşamayacağı koşullar olduğunu anlamaktan doğar.

Eğitimle ilgili Görüşleri

Dewey'e göre, eğitim süreci çocuğun ilgi alanlarını dikkate almalı ve bunların üzerine kurulmalıdır. Bu süreç, çocuğun sınıf içi deneyiminde, düşünme ile iş yapma etkinliklerinin karşılıklı etkileşimine imkan sağlamalıdır. Okul küçük bir topluluk gibi örgütlenmelidir; öğretmen belli bir ders ve okuma dizisini gerçekleştirmek için öğrenciyi görevlendiren bir ustabaşı değil, öğrencilerle birlikte çalışan bir rehber olmalıdır. Eğitimin hedefi, çocuğun varlığının her yönü ile gelişmesidir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Karl Marx

Alman filozof, devrimci, ekonomist ve siyasetçidir. Üniversitede okuduğu dönemlerde ünlü Alman düşünür Hegel'den etkilenmiş ve genç Hegelciler akımının içinde yer almıştır. Öğrencisi olduğu Hegelci öğretiyi keskin bir eleştiri süzgecinden geçirmiştir. Diyalektik yöntemin yaratıcısı sayılabilecek Hegel'in diyalektik yöntemi kullanış biçimini eleştirmiştir. Marx'a göre Hegel'in öğretisi başaşağı duruyordu. Çünkü Hegel'in öğretisinin temelinde idealizm vardı ve bu sebeple tez-antitez-sentez sarmalında bilinç asıl öğe idi. Dr. Karl Marx ise maddenin bilinci belirlediğini ileri sürdüğünden, sarmalın ilk aşamasında maddenin varolması gerektiğini, maddenin bilinci ortaya çıkardığını savunuyordu. Hegel'in öğretisine materyalist bir eleştiri getirerek Diyalektik Materyalizm gibi bir kavramın ortaya çıkmasında etkin bir rol oynadı. Felsefede, Diyalektik Materyalizm akımının, ekonomik-siyasi-felsefi bir sistem olarak da komünizmin teorisyenlerindendir.

UB2yc.jpg


Marx'ın düşüncesinin temelini klasik Alman felsefesi, Fransız sosyalist akımı ve İngiltere'nin ekonomi-politiği oluşturmaktadır. Artı-değer teorisi ile kapitalizmin sömürü sistemini bir belirsizlikten kurtarmış; kapitalizmin eleştirisine bir bilimsellik kazandırmıştır. Bu sebeple bilimsel sosyalizmin kurucuları arasında sayılır.

Günümüzde insanlığı en çok etkileyen filozoflardan biridir. Düşüncelerinden dolayı ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış , belli bir süre Belçika ve Fransa'da yaşamış ve oralardan da sürülerek İngiltere'nin Londra kentine yerleşmek zorunda kalmıştır , orada da ölmüştür.En önemli eseri ”Daskapital ( Kapital Sermaye )” dir.

Marx'a göre gerçek var olan maddedir , evren sürekli bir değişim içinde olan maddeden başka hiçbir şey değildir .

Fakat, değişim evrimsel değil devrimseldir. Madde , sıçramalar ve niteliksel dönüşümler biçiminde değiştiği için başlangıca geri götürülemez. Var olan şey , maddenin değişmiş bir görüntüsüdür. Madde, değişik fiziksel ve kimyasal süreci başlatmıştır. (Cansız Doğa) O da sıçrama ve niteliksel değişmelerle biyokimyasal (canlı) düzeye ulaşmıştır. Canlı değişerek tekrar değişerek bilinç kazanmış, böylece zihinsel süreç başlamıştır (insan).

Tarihi ve toplumu yaratan insandır. Tarih, insanın doğayla verdiği mücadelenin bir öyküsüdür. Tarih ve düşünce üretim ilişkilerinin bir sonucudur.İnsan etkin bir varlıktır.Hem kendini hem de doğayı değiştirerek ona biçim kazandırmaktadır.

Marx her şeyin temelinde maddeyi görür. Fakat madde diyaletik bir değişim süreciyle diğer varlıklara dönüşür. Hiçbir şey durağan değildir. Her şey değişir, oluşur ve bir başka şeye dönüşmek üzere yok olur. İnsan etkin bir varlıktır. Doğayı ve kendini değiştirme gücüne sahiptir. Doğanın edilgen (pasif) bir üyesi değildir.

Marx diyalektik yöntemi geliştirirken Hegel'den etkilenmiştir. Hegel, idealist bir filozoftur. O, aklın (idenin), kendine yabancılaşarak, kendini yadsıyarak doğa haline geldiğini, sonra da insan bilincinde kendine döndüğünü söylüyordu. Hegel'de, diyalektik aklın bir değişim sürecidir. Oysa Marx, ”başının üzerinde duran” diyalektiği ayaklarının üzerine oturttuğunu söyleyerek diyalektik değişim sürecini madde ile başlatır. Yani diyalektik, Marx'ta maddesel temele oturur. Marx'a göre diyalektik hem doğanın hem de düşüncenin gelişim yasasıdır.

Diyalektik maddecilik beş ilkeye dayanır .

BÜTÜNSELLİK: Var olanların hepsi birbiriyle ilintilidir. Herhangi bir nesne tek başına diğerlerinden soyutlanamaz.

DEĞİŞME: Var olan her şey bir durumdan başka bir duruma dönüşerek değişir.

NİCEL DEĞİŞMELERİN NİTEL DEĞİŞMELERE DÖNÜŞMELERİ: Nicelik değişimleri belli bir yoğunluğa ulaştıktan sonra bir nitelik değişimi gösterir (Suyun 100 °C ‘ye kadar kaynatılınca sıvı halden buhar haline dönüşmesi gibi.)

ÇELİŞME: Değişim, karşıtların çatışmasıdır. Her varlık zıttını kendi içinde taşır. Varlık kendisi ile çelişir. Çelişme olmasaydı gelişme olmazdı. Tez kendi antiteziyle çatışarak sentez de yeni bir varlığa dönüşür. Yeni varlık, öncekinden daha yüksek bir düzeyde ve gelişmiş olarak ortaya çıkar. Diyaletiğe göre değişme sürekli olarak başladığı noktaya dönme biçiminde değil de helezonik (sarmal) bir şekilde gelişerek yükselmekte ve ilerlemektedir.

AŞMA: Aşma, varlığın çelişme ve olumsuzlanmalardan geçerek ilerleyişidir.

Toplumların en ilkel biçimlerinde mülkiyet ortaktır. Ortaklaşa mülkiyet genellikle özel mülkiyete doğru gelişmiş ve kapitalizmi doğurmuştur. Kapitalizm, kendi çelişkilerini içinde toplayarak karşıtını, yani SOSYALİZM'i ortaya çıkarmıştır.

Marx , insan varlığını açıklarken de felsefenin temeline ”yabancılaşma” kavramını koyar. İnsan, ürünleri ortaya koyarken birçok zenginlikler yaratır. Bu zenginlikler onun karşısına para olarak dikilir. Onu egemenliğine alır. O, paranın oyuncağı haline gelir. İnsanın yarattığı nesneler, kendi başına büyük bir dünya kurarak onu yönetmeye kalkarlar. İşte insanın, bu durumun bilincine varması , yabancılaşmasıdır. Marx materyalizmi diyalektik materyalizmdir Bu özelliğiyle mekanik maddecilikten ayrılır ve onu reddeder. Mekanikçilere göre, her şey maddeden meydana gelmiştir. Madde, doğada hep vardır. Değişim maddenin hareketi ve yer değiştirmesidir. Tüm varlıklar, maddenin mekaniksel yer değişmesiyle oluşur; doğanın bir parçasıdır. İnsan da doğanın edilgen bir ürünüdür.

19. Yüzyıl boyunca, en azından Kıta Avrupası'ndaki en etkileyici düşünür Karl Marx'tı. Marx, kapitalizm teorisinde insan toplumlarının gelişmelerinin tunç yasalarını keşfettiğini ileri sürdü. Marx'ın teorisine göre, tarihi safhaların birbiri peşisıra akışı sürecinde, kapitalizmin yeri, kaçınılmaz olarak, önce sosyalizm ve daha sonra tam-teşekküllü komünizm ve sınıfsız toplum tarafından alınacaktı. Marx'la sosyalizm “bilimsel” sonun peşinen bilindiği ve sürecin akışını değiştirme teşebbüslerinin başarısızlığa mahkûm olduğunu öngören bir fikirler yapısı oldu.

Bütün sosyalist partiler Marx'ın fikirlerinin etkisi altına girdi. Bugün dahi, Marksizm sol kanattaki pekçok kimsenin düşünce yapısında önemli roller oynar. Başka bir değişle Marx ölmemiştir. Marx ve izleyicileri insanlık tarihi teorileriyle öylesine meşguldüler ki, kendi konumlarının sosyalizmin etik bir sistem olma iddiasıyla bağdaşmazlığını kavramadılar. Eğer tarih kaçınılmaz olarak sınıfsız topluma doğru akış halindeyse, olayların gidişini değiştirmek veya hızlandırmak yolundaki bütün teşebbüsler anlamsız-faydasız olacaktır. Marx'ın teorisindeki kimi belirsizlik ve muğlaklılara rağmen, sosyalist filozoflar arasında tartışılan tek konu bir devrimin mi yoksa genel oy hakkı tarafından hızlandırılmış barışcıl gelişmenin mi tarihin sonuna ulaşmak için gerekli ve yeterli olduğuydu. Bu mevzu etrafındaki tartışma, Avrupa kıtasındaki sol siyasî hareketlerin bir tarafta komünist ve devrim taraftarı bir kanada ve diğer tarafta toplumun meşru amacına demokratik yollarla ulaşmanın lehinde olan sosyal demokrat gruba bölünmesinin sebeplerinden birisidir.

Bunlara karşın görüşleriyle insanlık tarihinin değişmesinde etkili olan en önemli düşünürlerden biridir.
 

ZeyNoO

V.I.P
V.I.P
Søren Kierkegaard

Soren Aabye Kierkegaard 1813-1855 yılları arasında yaşamış olan Danimarkalı filozof ve teologtur. Kierkegaard dindar babasının etkisiyle din eğitimi alarak ve katı bir dinsel atmosfer içinde yetişti.Tüm yaşamında bu çocukluğun etkisi görülmektedir. Kendisi de dinsel düşünceleri olan birisi olmakla birlikte sürekli din adamlarıyla, kurumlarıyla ve düşünceleriyle çatışma halinde oldu. Mevcut Hıristiyanlığın yozlaşmış olduğunu ileri sürdü ve Hıristiyan inancının tamamen yenilenmesine yönelik eleştiriler geliştirdi. Kierkegaard, din ve tanrıyı tamamen bireysel bir konu olarak değerlendirdi. Bu yönde giderek sistematik felsefenin bireyi gözardı eden bütüncüllüğünü de reddetti. Felsefesinde bireyi merkeze aldı.

v1xfr.jpg


Kierkegaard, varoluşçuluğun öncülerinden sayılır.Varoluşçu felsefe bir anlamda her varoluşçu filozofta kendine özgü bir nitelik kazanarak ayrıca tanımlanır, ancak bilinen genel nitelikleri ve felsefi özgüllüğü açısından varoluşçuluğun kurucu isimlerinin başında Kierkegaard sayılmaktadır. Kierkegaard'ın belli bir felsefi sistematik geliştirmediği doğru olmakla birlikte (Kierkegaard bu anlamda Nietzsche gibi bağımsız ve dizgesiz filozoflardandır), kullandığı kavramlar ve felsefe yapma tarzı sonradan varoluşçu felsefelerde görülen nitelikleri içerir. Kierkegaard'ın itiraz ettiği ve sürekli eleştirdiği filozof Hegel'dir. Hegel'in rasyonalist ve sitematik felsefesi Kierkegaard için kabul edilemezdir. Kierkegaard'ın Hegel'den daha çok asıl olarak hegelcilik'i hedeflediği söylenebilir.

Varoluşçu felsefelerde görülen kavramların çoğunluğu öncül olarak Kierkegaard'da görülür: saçma, bunaltı, korku ve kaygı. Kierkegaard'ın felsefi sorunsalı bir bakıma mevcut Hıristiyanlik icinde ve hatta karşısında nasıl iyi bir Hıristiyan olunacağı noktasına da bağlıdır.Kierkegaard, felsefe tarihinin soyut mantıksal kurgularla geliştiğini ve bu sebeple bireyi, bireyin gerçek yaşamını gözden kaçırdığını düşünür. Ona göre varoluş, somut ve öznel insanın yaşamıdır. Bu nedenle de felsefe somut düşünmeye, yani varoluşa yönelmelidir.
 
Top